9 Şubat 2018 Cuma

Bir kötülük deneyi

On beşinci yüzyıldan itibaren Avrupa’nın çehresi değişmeye başlamış, bu değişim toplumların iktisadi yapısıyla birlikte siyasi ve toplumsal yapısında da büyük dönüşümlere neden olmuştur. Bu değişim ve dönüşümlerin sebebi keşiflerin yanı sıra hümanizm eksenli Rönesans ve Reform hareketleridir. Yeni yapılanmanın neden olduğu modern devlet kavramının netleşmesinde önemli birer siyasi gelişme olan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız İhtilali (1789) aynı zamanda modern birey ve modern toplum kavramlarının oluşmasında da çığır açmıştır. Burada üçlü bir ilinti ve ilişki söz konusu olmuş, devlet, birey ve toplum arasında hem kendi içinde hem de birbirleriyle önceki dönemlerde görülmemiş girift bir etkileşim ortaya çıkmıştır. Aydınlanma ve Sanayi Devrimi ile devam eden süreç, sosyal bilimleri doğa bilimlerine eşitleyerek bilimi fetiş haline getiren Pozitivist felsefe üzerinden (psikolojik ve sosyolojik yaklaşımların katkılarıyla) denetim ve kontrol mekanizması hâline gelmiştir. Artık devlet, Toplumsal Sözleşme ile devraldığı ‘haklar’ üzerinden birey ve toplumu denetim ve kontrol altında tutmanın politikalarını üretmektedir. On dokuzuncu yüzyılda rüştünü ispat eden bu oluşum yirminci yüzyılın ilk yarısına ideolojik açılımlarıyla damgasını vurmuştur. Modernist zihniyetin ürettiği bu ideolojik saplantılar postmodernist düşüncenin önde gelen isimlerinden Jean-François Lyotard’ın (1924-1998) “büyük anlatılar” dediği şeydir. Büyük anlatıların her anlamda en büyük yıkımı olan İkinci Dünya Savaşı (tek tip) modernleşme düşüncesinin yıkımı gibi lanse edilmiştir fakat bir rölativizm kutsayıcılığı olan postmodernizm ile birlikte dönemlerinin bittiği söylenen bu büyük anlatılar gerçekten bitmiş midir yoksa Jürgen Habermas’ın (1929) dediği gibi “modernizm, tamamlanmamış bir proje” olarak devam mı etmektedir? Günümüz dünyasının felsefi omurgasını oluşturan modernist paradigma nedeniyle büyük anlatıların kodları sistem içinde potansiyel olarak bulunmaktadır. İnsanın fıtratında bulunan zaaf ve eğilimlerinin etkisiyle birlikte mevcut paradigma var olduğu müddetçe yok olmayacak olan bu potansiyeli ne zaman patlayacağı belli olmayan ‘aktif’ bir yanardağa benzetebiliriz. Yazıya konu olan kitap sözü edilen aktif potansiyelliği ‘basit’ bir deneyle göstermesi açısından oldukça manidar.

Dalga, (güya) anlaşılması güç bir durumun ‘deneyimlenerek’ anlaşılmasını konu edinen bir kitap. Bir Kötülük Deneyi alt başlığıyla April Yayınları’ndan çıkan Todd Strasser imzalı eseri Dilek Berilgen Cenkçiler Türkçeye çevirmiş. Yüz elli beş sayfalık kitabı bol diyalog ve akıcı bir kurguya sahip olduğundan birkaç saatte bitirmek mümkün. Bu anlamda hem diyaloglar hem de sinematografik tasvirler romandan ziyade bir senaryo mantığıyla yazıldığını düşündürüyor. Hatta senaryodan öte, okumaktan ziyade -Amerikanvari anlatım sebebiyle- tipik bir Hollywood filmi izliyormuş gibi hissettiriyor. Bu nedenle edebi açıdan çok tatmin etmediğini söyleyebilirim.

Dalga gerçek bir olaydan esinlenerek kurgulanmış. Olay 1969 yılında California’daki bir lisede geçiyor. Gerek lise gerekse öğrenci profili Amerikan filmlerinden bildiğimiz türden. Zeki, idealist ve başarılı öğrenciden aslında zeki ama tembel ve lakayt olanına, bütün hayatı Amerikan futbolu olanından, psikolojik sorunlu olanına kadar farklı tiplemeler mevcut. Öğretmenler arası çekişme, müdür faktörü, çocuğuyla ilgili-ilgisiz aileler, sınıflar arası münakaşa ve okul gazetesi de diğer olmazsa olmazlarımız. Aralara serpiştirilen liseli aşkları da bulunuyor elbette.

Lisede görev yapan tarih öğretmeni İkinci Dünya Savaşı’nın işleneceği derse geldiğinde her sene yaptığı gibi dersi yine belgesel ile anlatmayı düşünüyor. Nazilerin, Yahudilere toplama kamplarında yaptığı uygulamaların görüntülerinin bulunduğu belgesel perdeye yansıtıldığında derse ilgisiz olan öğrenciler de dâhil -sınıf öğretmenin de şaşırmasına neden olabilecek biçimde- görüntülerden oldukça etkileniyor. Ders sonunda belgeselde izledikleri görüntülerin gerçekten yaşanıp yaşanmadığını sorgulayan öğrenciler bu vahşetin nasıl olabildiğini merak ediyor. Yaşananları anlamadıklarını ve tüm Almanların Nazi olup olmadığını soran öğrencilere, öğretmen, o dönemki Alman nüfusunun yaklaşık yüzde onunun Nazi Partisi üyesi olduğu şeklinde cevaplıyor. Bu cevap öğrencilerin daha da şaşırmasına neden oluyor ve bu kadar çok insanın bu olaylara neden müdahale etmediklerini bir türlü anlamlandıramıyorlar. Olaylardan tüm Almanların sorumlu olduğu düşüncesindeki öğrencileri öğretmenin yaptığı açıklamalar tatmin etmemesiyle ders sonlanıyor.

Konuyu tam olarak anlatamadığı için kendini rahatsız hisseden tarih öğretmeni epeyce düşündükten sonra bunu bir deneyle anlatabileceği sonucuna varıyor. Bir sonraki dersten başlamak üzere sınıfı otoriter bir eğitime tabi tutuyor. Sloganlar eşliğinde yapılan bu eğitim yöntemi birkaç kişi dışında öğrencilerin hoşuna gidiyor. Maruz kaldıkları otoriter muameleden hoşlanmayan öğrenciler çoğunluğa uyarak gruba dâhil oluyor. Artık bir topluluk olduklarını, herkesin eşit olduğunu ve grubun her şeyden önemli olduğunu söyleyen öğretmen grup üyelerinin yanlış davranışlarının ispiyonlamasını istiyor. Dalga ismini verdikleri hareket için bir sembol ve selamlama yöntemi seçerek gruba girmek için de bazı şartlar oluşturuluyor. Artık Dalga üyeleri gördükleri her yerde birbirlerine bu selamı veriyor. Etkisi okulda çığ gibi yayılan hareket diğer sınıflara sıçrıyor ve şartları sağlayan daha fazla öğrenci harekete katılıyor. Harekete katılan öğrencilerin davranışlarındaki değişim net olarak gözlemlenebiliyor. Derslerdeki en pasif öğrenciler bile oldukça faal hale geliyor. Kısa sürede diğer öğretmenler, okul müdürü ve öğrenci aileleri bu durumdan haberdar olarak çekincelerini belirtiyor. Tarih öğretmeni bunun bir deney olduğunu ifade etse de meydana gelen olaylar durumu deney olma boyutundan çıkarıyor. Dalga üyeleri gruptan ayrılmak isteyen ve gruba üye olmayan öğrencilere karşı ayrımcılık yapmaktan hatta şiddet uygulamaktan çekinmeyecek hâle geliyor. Okul, özellikle Dalga hareketinin dışında kalan öğrenciler için korku dolu bir yer olmaya başlıyor. Dalga üyelerine karşı bir şey yapamayan diğer öğrenciler susmayı ve tepkisizliği seçiyor. Yaşanan birkaç kavga ve yaralanmadan sonra öğrenci ailelerinin tepkileri, okul müdürünün ikazı ve öğrencilerin günden güne artan şiddet eğilimi tarih öğretmeninin deneyi sonlandırmaya itiyor.

Kitapta anlatılanlar basit ve zararsızmış gibi görünen bir ‘deneyin’ varabileceği korkunç aşamayı göstermesi açısından önemli fakat daha önemlisi, toplumların nasıl yönlendirildiği ve susturulduğu ya da kendiliğinden suskunluğa gömüldüğü konusunda fikir vermesi. İdeolojik temelli ve şeffaf olmayan grupların düşünce yapılarını, davranış süreçlerini, kontrolsüz bir güç haline gelişlerini, insanın zaafları üzerinden yapılan istismarı ve korku ile sessiz kalmanın iç içe geçerek birbirini besleyen bir yapıya dönüşmesini bariz şekilde gösteriyor.

Diğer yandan, denetleme, kontrol altında tutma, dizayn etme ve yönlendirme üzerinden yapılan uygulamaları tersinden okumak da mümkün. Hiçbir alanı boş bırakmak istemeyen iktidar, toplumu denetlemek ve kontrol altında tutmak için destekleyenlerinin yanında muhalefetini de dizayn etmek ve yönlendirmek isteyecektir. Bugün Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde yaşanan insanlık dışı durumların adı anılmazken kitaba konu olan (ve her fırsatta mağduriyet kotarılarak yapılanlara meşruiyet sağlanan) Holokost özelinde meselenin bu yanını da unutmamak gerekiyor. Yazının girişinde kısaca değinilen sürecin müntesiplerinin neden olduğu bir insanlık suçundan tüm dünyanın bedel ödemek zorunda bırakılması bu çabanın ürünüdür.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Cemal Şakar'ı tanımak ve öykü sanatını anlamak

Bir sanatın erbabı ile yapılan söyleşiler her zaman için ilgimi çekmiştir. Zira yaptığı işte samimi olan ve derinleşme kaygısı olan, klişelerin dışına çıkıp kendi yolunu bulmaya çalışan her sanatçı; sadece yapageldiği sanatla ilgili olarak değil genel olarak hayatla ilgili de ufuk açıcı ve ilham verici tespitler paylaşır. Üstelik bu tespitler çoğu zaman bir kitabın satırlarından okunup ezberlenmiş cümleler yığını olmanın ötesine geçer ve kendi poetikasını inşa etmeye çalışan bir sanatçının tecrübelerinin bir toplamı olduğu için her zaman sahici damardan beslenmiş, sıcak cümlelerden meydana gelir.

Cemal Şakar, hem ne anlattığı ile hem de nasıl anlattığı ile derdi olan bir yazar. Öykünün, pratiğiyle de teorisiyle ilgili de mesaisi ve kavgası olmuş. Bu nedenle kendisiyle yapılan söyleşilerde “ben” anlatımının ötesinde bir sanatla ilgilenen ve derdi olan bir yazarın tecrübelerinin paylaşımına şahit oluyoruz. Her tecrübe paylaşımı gibi bu da Cemal Şakar’ın söylediklerine bir kıymet katıyor. Öyküyü bir yaşama biçimi olarak değil de varolan yaşama biçiminin içinde bir form olarak tanımlayan Şakar, “Edebiyatın müeddep suskunluğunu” eleştiren bir yazar. Öykü anlayışı ile kim olduğu, kim olmadığı, neye karşı ve taraf olduğu bilgisini iç içe geliştiren bir yazarla yapılan söyleşilerin de bundan bağımsız olması beklenemez elbette.

Bir yazarla yapılan söyleşilerin isminin Dile Kolay olmasında ironik bir yan olduğunun farkındayım elbette. Zira edebiyat öncelikle bir dil inşası işidir ve asıl zorluğu dildedir. Söyleşi ise bir form olarak denemedeki ve öyküdeki meramın bir form potasında pişmesini gerektirmese de “söz” üzerinden ilerlediği için dile kolay değildir aslında. Yine de Türkçe’nin bir deyimi olarak “dile kolay”, söz ile fiil arasındaki makasın açıklığını vurgularken sözün kendisinin de fiillerden bir fiil olduğunu devre dışı bırakıyor. Cemal Şakar ise hem denemeler hem de öyküler yazarak dili tekrar devreye sokuyor. Dile Kolay’da iki kapak arasında yer alan dil de asıl zorluğun nerede olduğunu bir kere daha hatırlatıyor bence. Bu noktada Cemal Şakar’ın edebistan.com sitesine verdiği söyleşiden bir pasaj iktibas etmekte fayda görüyorum: “Mümkünler dünyasında makulat içinde yaşıyoruz. İnsanız, bazı haller içindeyiz ve bu halleri edebiyatın imkanlarınca ifade etmeye çalışıyoruz. Genellikle hallerin sınırsız, dilin sınırlı olduğunu düşünme eğilimindeyiz. Oysa insanın kendisi sınırlı bir varlık, dil de sınırlı; sınır kere sınır diyebiliriz ya da sınırların mütekabiliyetinden söz edebiliriz. Zaten insandan beklenen de elinden geldiğidir; ama insan, sanki kendi sınırlarını aşabilecekmiş gibi hep daha fazlasına talip olur. Yaşadığı halleri yeterince ifade edemediğini görünce de dilin kifayetsizliğinden dem vurur. Oysa dilin yapıcısı, taşıyıcısı, değiştiricisi, dönüştürücüsü öncelikle edebiyatçılardır, bu kertede onlardan beklenen dile müdahale etmeleridir. Bunu yapamayanlar genellikle geri çekilir ve az önce sözünü ettiğim kifayetsizlikten söz eder. Yaşadığımız halleri aynıyla dile getirebiliriz demek istemiyorum. Mümkün olmayan da bu zaten. Edebiyat, hallerin bir form içinde aktarımıdır; şöyle de diyebiliriz, edebiyat, hallerin bir başka dile tercümesidir. Burada da insanın en büyük yardımcısı edebi sanatlardır.”. Meselelerimizi önce çözüp sonra da yazmayacağız, yazarken işlenecek meseleler, işlenirken incelecek ve biz onlarda derinleşeceğiz. Dile Kolay bir kitap olarak her yaştan genç yazarlara yol gösteren değil harita çizmeyi öğreten bir kitap bence. Kolay ve kestirme cevaplar aramayanlara bu kitap çok şey söylüyor.

Dört bölümden oluşuyor Dile Kolay. İlk bölüm “Edebiyatla Dopdolu” ismini taşıyor. Bu bölümde Cemal Şakar ile pür edebiyat söyleşileri yer alıyor. “35 Yıl” başlıklı ikinci bölümde ise ilk bölümde bulunan poetik desteğin fikri ve siyasi arka planını okuma fırsatına sahip oluyoruz. Cemal Şakar gibi fil dişi kuleden yazmayan, yaşadığı zamanın ve coğrafyanın nabzını yakalamaya çalışan bir yazarın öykü dünyasını elbette “steril” bir edebi fanusla sınırlayamayız.

Dile Kolay’ı yayına hazırlayan ve kitabın başında yer alan Cemal Şakar portresini hazırlayan Şair Dilek Kartal’ın emeğini de vurgulamadan geçmek haksızlık olur. Titiz bir çalışma yapmış Kartal, bu tarz kitaplarda rastladığımız tekrara düşme yahut dağınıklık gibi olası sıkıntıların tamamını bertaraf eden Kartal’ın emeği ile kitap “özgün bir çalışma” olmaya epey yaklaştırılmış. Üçüncü bölüm ise “17 Kitap” başlığını taşıyor ve Şakar’ın bugüne kadar yayınlanan 17 kitabı dolayısıyla gerçekleşmiş söyleşilerinden oluşuyor. Son bölüm ise “Ve” adında. Şakar’ın pek çok derginin soruşturmalarına verdiği cevaplardan müteşekkil bu bölümde ise söyleşiler başlığı altına uygun olmayan ama kitap dışı bırakılması da doğru olmayan metinler bulunuyor.

Dile Kolay, sadece Cemal Şakar ve yazarlığını tanımak isteyenlere değil öykü sanatını anlamak isteyenlere de hitap ediyor.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

6 Şubat 2018 Salı

İki kavram, iki insan: Rasim Özdenören, Sabri Ülgener

Ahmet Demirhan imzalı Nirengi Kitap’tan çıkmış olan İslamcı ve Püriten adlı eser yetmiş beş sayfalık küçük hacmine karşın oldukça yoğun bir anlatıma sahip. Daha önce farklı yerlerde yayınlanan iki makalenin müstakil hale getirilmesiyle ortaya çıkan kitap kısa bir sunuş yazısı ve iki bölümden oluşuyor. Sunuş kısmında kitaptaki yazıların nasıl anlaşılması gerektiğine dair görüşlerini belirten yazar, (İslamcı yazar) Rasim Özdenören (1940) için yazdıklarının bağlamının dışında anlaşıldığını söylerken (iktisat profesörü) Sabri Ülgener (1911-1983) ile ilgili yazdıklarının iktisadi olmaktan ziyade sosyolojik bir açılım olarak okunması gerektiğinin altını çiziyor.

Bekleyen, Ama Erteleyen 'İslamcı': Rasim Özdenören başlıklı ilk bölümde, Rasim Özdenören ortaya koyduğu metinler üzerinden İslamcı/lık kavramı ekseninde değerlendiriliyor. Özdenören’in diğer eserlerine değinilmiş olsa da ana metin olarak Gül Yetiştiren Adam seçilmiş. Demirhan, Özdenören’i konu ettiği yazıyı ‘bekleyen’ ve ‘erteleyen’ sözcükleri üzerine inşa etmiş. Demirhan’a göre Özdenören sorunları çözmüyor ve pasifliği seçerek bir taraftan beklerken bir taraftan da ertelemiş oluyor. Beklemek ve ertelemek kendi içende tezatlık taşır: O an için var olan şey ertelenirken beklenen şey o an için var olmayandır. Yazara göre, Gül Yetiştiren Adam’ın bu dünya için bir şeyler yapmayı bırakarak ölümü dolayısıyla öteki dünyayı beklemesi, bir anlamda çözümü ertelemesi İslamcılık bağlamında ideolojik ve/veya siyasi duruş açısından kabul edilemez. Buradaki sorun sadece metafiziksel değil ayrıca Rasim Özdenören’in düşünsel yönelimiyle de ilgilidir. Demirhan’ın kilit kavramları olan bekleyiş ve erteleyiş, pasif tutum bağlamında değerlendirildiğinde gerçekleşmeyecek bir vaadin çaresizliğinin yansımasıdır ve muhataplarına bunu telkin etmektedir. Demirhan’a göre Özdenören’in dili siyasi bir dil değil ‘yazı’nın kendi dilidir ve kendisi daha çok deneme yazarı olduğundan öykü ya da romanlarında estetiği dikkate almadığı için vaadini yerine getirememektedir. Müellifin buradaki itirazının ana noktası Özdenören’in İslamcı olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı. Zira İslam pasifliği kesinlikle reddederek her halükarda aktif olmayı emreden bir dindir. Buradan, İslam ile irtibatlandırılacak bir oluşumda pasifliğe yer olamayacağı anlamını çıkaran yazar, Özdenören özelinde toplumdaki belirli bir algının bu tutumu sergilediğini belirtiyor. Özdenören’in tutumumun İslamcılık olarak değerlendirilmesi halinde İslamcılığın kolaylıkla sağcılık ya da muhafazakârlığa indirgenebileceğini söyleyen müellif, zaten mevcutta böyle yapıldığı için İslam adına İslam dışı bir anlayış ortaya çıkmıştır diyor. İslamcılık ile tam olarak örtüşmeyen bu algı/anlayış üzerinden hareketle ortaya konulan tutumun “takiyye” ile irtibatlandırılabileceğini belirten Demirhan, bu tutumu daha çok mistik/metafizik bir alanla ilgili görüyor. Burada belirtmekte faydalı olacaktır. Sunuş kısmında konuyla ilgili olarak Rasim Özdenören’le olan diyaloğuna değinen Demirhan, Özdenören’in “kendisini anlamadığını” söylediğine yer veriyor. Bu bağlamda Demirhan’ın kendi İslami algısını Rasim Özdenören (özelinde benzeri tutum sergileyenlerin) üzerine giydirme gayretinin olumsuz bir yansıması olarak okumak da mümkün.

Kitabın ikinci bölümünde püriten kavramı ekseninde iktisat profesörü Sabri Ülgener değerlendiriliyor. Hatlar, Portreler, Çehreler ve Renkler Ortasında 'Püriten' ve Ülgener başlığını taşıyan bu bölümde öncelikle püriten/püritenlik kavramının ‘ne’liği üzerinde duruyor Demirhan. Oldukça geniş bir değerlendirme çizerek evvela bir metnin (dilden dile) çevirisinin mantığını çözümlemeye çalışan Demirhan, Jacques Derrida’dan (1930-2004) aldığı ‘ek’ ve ‘erteleme’ kavramları üzerinden Şerif Mardin’in (1927-2017) çeviri üzerine sosyolojik çıkarımlarını irdeliyor. Mardin’in yer yer çeliştiğini ortaya koymaya çalışan yazar aslında çevirinin tam anlamıyla ortaya konulamayacağını da göstermeyi amaçlıyor. Makalenin ilerleyen bölümlerinde, püritenliğin tarihsel açıdan ele alındığından (salt dinsel olmanın ötesinde) farklı anlamlandırılabileceğini belirtiliyor. Bu bağlamda Max Weber’e (1864-1920) göre “ideal tip” olan püriten/lik kavramı Batı’da kapitalizmin ortaya çıkmasında etkin olmuştur. “Püriten/lik kapitalizme sadece başlangıcında katkı sağlamıştır, sonrasında aralarındaki bağ kopmuştur” diyen Weber, ‘püriten ahlak’ görüşlerini realist bir düşünür olan Richard Baxter’in (1615-1691) çalışkanlığı teşvik eden ‘dindar’ yazılarına dayandırmaktadır. Söz konusu çalışmaya teşvik ‘vaazlar’ kapitalizmin başlangıç dönemine denk gelmektedir ve buradaki anlatım kapitalizm ruhundan ziyade püritenliğin mantıksal örüntüsüdür. Kapitalizm ve püritenlik arasındaki bağ çalışma kavramının tümüyle sekülerleşmesi sonucu kopmuştur. Diğer yandan Weber’e göre kanlı-canlı bir insan olmaktan çok muhayyel (ideal) bir tip olan püriten Zygmunt Bauman’a (1925-2017) göre hiç var olmamış hatta entelektüeller tarafından idealize edilmiş olan bu temsil yerini farklı bir karaktere bırakarak ölmüştür. Kolonyal dönemin mantıksal yaklaşımını ideal tip olarak sunmanın tutarlılığı üzerinde duran Demirhan, hiç var olmayan bir şey nasıl ölebilir diyerek hem Weber’in hem de Bauman’ın konu hakkındaki görüşlerini irdeliyor.

Makalenin başında püritenlik kavramına tarihsel ve sosyolojik açıdan değinen Demirhan’ın asıl amacı Ülgener’in Weber’den ne ölçüde etkilendiğini sorgulamak. Bu sorgulamanın sebebi, Ülgener’in, Weber’in buradaki görüşünü her ne kadar eleştirerek de olsa Osmanlı (Türk) toplumuna uyarlamasıdır. Osmanlı ve/veya Cumhuriyet toplumunun dinamikleri, farklı portreleri, sınıfsal tabakaları üzerinde duran Ülgener’in, tasavvufun etkilerini, dinin önemini ve ahlakın oluşumu ile toplumsal yansımalarını Batı toplumlarıyla karşılaştırmalı olarak açıklamaya çalıştığını belirtiyor. Sonuç olarak Ülgener’in Weber’den gerekenden ya da bilinenden fazla etkilendiğini söyleyen eden müellif, makalenin başına atıf yaparak kavramların net olarak çevrilemeyeceğinden hareketle her şeyi yeniden sorgulamanın gerekli olduğunu belirtiyor.

Açıkçası kitabı elime ilk aldığımda zihni bu kadar tahrik edici bir çalışma beklemiyordum. Bu bakımdan beklentilerimin üzerinde bir etkiye sahip diyebilirim. Rasim Özdenören’in İslamcı/lık ekseninde konu edildiği ilk bölüm biraz abartılı. Özellikle tespit anlamında varılan sonuç epey acımasızca geldi. Bir yazarın şahsını ‘kurgusal’ metinleriyle aynı gerçeklik düzleminde ele alarak hüküm çıkarmak ne kadar doğrudur diye sormadan edemedim. Elbette yazar yazdıklarından tamamen soyutlanamaz lakin kurgusal metinle de yüzde yüz örtüştürülemez. Bununla birlikte Demirhan’ın bu çalışması ve ‘tespiti’ kültürel kodlarımıza dair etraflıca düşünmenin bir gereklilik olduğunu da gösteriyor diyebilirim. Diğer taraftan vaat edilmişlik üzerinden yapılan değerlendirmede, Özdenören’in veya metninin (ya da benzer kişi ve/veya metinlerin) sanki bir şeyleri vaat etmiş de yerine getirmekten imtina ediyormuş gibi lanse edilmesinin doğru bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum. Demirhan’a göre Özdenören’in bekleyen ve erteleyen pasif görüntüsü bir başkası tarafından rahatlıkla aktif bir tevekküle yorulabilir. Geniş resimde bizim gördüğümüzden çok daha farklı bir sonuçla karşılaşacağımıza olan kanaat ve inanç bunu yaptırıyor olabilir. Aynı zamanda Rasim Özdenören daha çok edebiyatçı kimliğiyle ortaya çıkmış bir yazar/entelektüel. Özdenören konumunda olanların dini bir lider (imam) gibi algılama ya da yerine koyma sorunumuz ne yazık ki yeni değil. Üstelik bir türlü çaresini bulamadığımız bu hatalı algı dini anlayışımızdaki sorununu büyüttükçe büyütüyor. Necip Fazıl Kısakürek’te (1904-1983) en bariz örneğini gördüğümüz bu mesele ‘rahle-i tedrisattan geçmeden imamet makamına geçmek’ denilen durumun ayyuka çıkmış hali. En nihayetinde Rasim Özdenören Müslüman bir yazar ve bildiğimiz kadarıyla başka bir iddiası da yok.

İktisat profesörü Sabri Ülgener’in püritenlik ekseninde değerlendirildiği ikinci bölüm çok saçaklı ve haliyle oldukça kapsamlı. Birinci bölüme oranla daha başarılı bulduğum bu bölümde de ilk bölümdeki yöntem uygulanıyor. Daha açık söylemek gerekirse, Ülgener ortaya koyduğu metinler üzerinden değerlendiriliyor. İktisadi bir mevzunun sosyoloji, tarih ve dilbilimiyle harmanlandığı bir çalışma olarak oldukça ufuk açıcı bulduğumu söyleyebilirim. Eleştirinin temelini çevirinin yetersizliği ve anlam konusundaki duyarlılık olarak ele almak mümkün. Ülgener’in bazı kavramları Batı literatüründeki haliyle kullanması hem kendisinin hem de çalıştığı konunun farklı anlaşılmasına neden olmuş gibi gözüküyor. Püriten/lik kavramının yersiz ya da yetersiz kalması bir yana net bir anlamsal karşılığı bulunamayan alanın püritenlik kadar yetersiz gelen muhafazakârlık kavramıyla örtülmeye çalışılması başka sorunlara neden oluyor. Üstelik bu kavramsal sorun sadece püritenlik ile sınırlı değil. Batı’nın tarihsel sürecini tanımlayan ve açıklayan kavramların farklı dinamiklere sahip toplumlar için aynı anlamsal karşılığa sahip olmadığını görmek gerekiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Ölüm vardır, hayattadır ve unutulmazdır

"Bize ne başkasının ölümünden demeyiz 
çünkü başka insanların ölümü
en gizli mesleğidir hepimizin
başka ölümler çeker bizi
ve bazan başkaları
ölümü çeker bizim için."

- İsmet Özel, Üç Frenk Havası (1980)

Bir ağacın sökülmesine şahit olduğumuzda ne hissederiz? Yolda yürürken, yerde süzülmüş bir serçe neler düşündürür bize? Peki hiç tanımadığımız üst komşumuzun ölümünü duyduğumuzda ya da gördüğümüzde duygularımız nasıl ifade bulur? Hatta bir eşya da bize ölümün haşmetinden bahsedebilir. Bir sandığın küf tutmaya başlamış tabanında, bir halının aşınmış köşesinde ölüme doğru gidişe dair izler yok mudur? Bu sorulara verilecek cevaplarda ayrıymış gibi görünen aynı iki meseleyle karşılaşırız: ölenin varlığının ortadan kalkması ve ölüm eyleminin ortaya çıkması.

İnsanın ölümü ayrı bir mesele, ölüm eylemi apayrı bir mesele. Haberleri izlerken bir katilin ölümünü anlayabildiğimiz anda ölüm eylemi bilincimizde safdışı kalır. Bir babanın iş yerinde kalp krizi geçirip ölmesi ise hem baba hem de iş yerinde olması sebebiyle farklı duyguları ortaya çıkarır. Bu yoğunlukta elbette ölüm eylemi yine bilincin dışında sırlı kalır. Ölüm eylemini düşünmek, bambaşka bir düşünce sistemini gerektiriyor belki de. Hani "ölüm var" diyoruz ya, evet işte ölüm var. Üstelik bu ölüm insanın, hayvanın ve hatta eşyanın ölümlerinin de üstünde. Ölüm var ve biz ölümün varlığından çok ölenin yok oluşu üzerine düşünmeye meyilliyiz.

Zeynep Sayın, Ocak 2018'de Metis Yayınları tarafından neşredilen Ölüm Terbiyesi kitabının kapağından itibaren bizi ölüm denen o rüyaya götürüyor. Rüya nedir? Bilinçdışının harekete geçtiği an. Bastırılmış olanın geri döndüğü anlar. Kapakta Cihat Burak'a ait, "Ahmediye" ve "I. Ahmet'in Rüyası" adlarıyla bilinen tabloyu görüyoruz. I. Ahmed bir gece rüyasında kendisini, adına yaptırdığı caminin teneşirinde yatarken görür, ölmüştür. Bir taraftan mehteri diğer taraftan da kûsi harbilerin dövülürken çıkardığı sesleri duyar. Yeniçeriler mahzun, Sedefkâr Mehmed Ağa üzgün. Birden caminin içini ışık kaplar ve padişah, çok sevdiği birini görür. Burak'a binmiş, ardına kuşları ve çocukları almış bu kimsenin peşinde tüm cami takılır ve kimilerine göre bilinmeze kimilerine göre de hakikate doğru süzülürler. Sayın burada ölümü hatırlatır. Herkesin gideceği o ulu ülkeyi.

Sayın kitabına epigraf olarak, benim bu yazıya giriş için kullandığım dizeleri alarak aslında niyetini de ortaya koyuyor. Ülkemizin her yanını kaplayan ölüm, hakiki hâlinden uzaklaşmış ölüm, damgalanmak için beklenen ve yok sayılan ölüm. "Memleketimde sadece yaşam değil, ölüm de siyasallaşmıştır" diyor yazar ve bu durumun bir neticesini vurguluyor: "Mezarı olmayanın ruhu belki huzur bulmayacaktır, ama asıl önemlisi, mezarda yatmayanın imgesi ve hatırası belleklerden kazınmakta, bir süre sonra unutulmaktadır."

Okuru ölüm ahlâkının içine çekmeye çalışan metinlerinde Zeynep Sayın; Freud'dan Lacan'a, Walter Benjamin'den Maurice Blanchot'a kadar birçok ismin metinlerinden ve bakış açılarından yararlanıyor. İmgeleri konuşturuyor. Bu imgeler mezar taşları, semboller ve harfler olabiliyor. Mesela bir Bektaşî kavuğunu şöyle açıklıyor: "Kelleyi koltuğa almak ölmeyi göze almak demektir. Bektaşi kavuğundaki düğmenin, insan başı simgesi olmasının da bu söylenceklerden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Bektaşiler kafaları kesik ölülerdir: ser-bürîde mürde - ölmeden önce ölmüşlerdir."

Ölüm tüm insanlığın ortak yazgısıdır. Ölüm gerçekleştiğinde her şey birleşir, tevhid bir kez daha yüzünü gösterir. Hakikat çoğu zaman insanın ölümle yüzleşmesi neticesinde kendinden konuşturur. Ancak Sayın; mezarları tahrip ettiren, cesedi gömüleceği sırada saldırıya uğratan, mezar taşlarına isim yerine numara koyduran, ölüyü ele güne gösteren (sürükleme, teşhir etme, çıplak tutma) politikalardan karşısında devletin hatırlamayı yok ettiğini, ölü yakınlarının bilincine saldırarak yeniden bir bellek inşasına giriştiğini vurgular. Bunun neticesinde ölüm ahlakı yeryüzündeki en büyük saldırılardan birine maruz kalır. Halbuki Anadolu'nun yüzyıllara uzanan Kalenderî, Melamî ve Bektaşî geçmişinde, ölüm bir nezaket ve terbiye geleneğinidir. Kimsenin tasarruf sahibi olmadığı ölüm, daima hürmet gösterilmesi gereken bir ahlak olması gerekirken, neden ölüye ve ölüme saygı gittikçe kaybolmakta sorusunun peşinden gidiyor Sayın: "Kendi içkinliğimizin dışına çıktığımızda, çıkabildiğimizde, henüz hayattayken, birbirimizi ve sınırı paylaşabileceğimiz yegâne ortaklık: ölüm ortaklığı. Ötekine, büyüyen çocuğa, oynayan genç hayvana, son nefesini veren yaşlıya duyabileceğimiz en büyük duygu olan şefkat. Ötekinin ölümlülüğünü korumak, gözetmek, güzelliğinin buyurgan bir kalıcılıktan değil, geçicilikten geldiğini teslim etmek... Hiçbir ortaklığı olmayanların cemaatine, ölüm cemaatine hakkını vermek... bu cemaatin olmasına izin verenlerin ahlakıyla, ölüm ahlakıyla ahlaklanmak... Ahlaki erozyon belki sadece böyle aşılır, içtihat kapısını aralayan bir ahlak belki sadece böyle açılabilir."

Tarihimizin bir yanı ölmeden önce ölenlerle, ölümü dost bilenlerle, başı koltuğunun altında yaşayanlarla, geçiciliğinin farkında olmanın minnetsizliğiyle etrafa hakiki kulluk bilinci aşılayanlarla, ölüm karşısında hiçbir makamın, mülkün, ismin, cismin var olmadığını hatırlatanlarla doluyken diğer yanında ölümü bir tehdit olarak görenler, ömrünü öldürmekle var kılanlar: kafa kesenler, kelle götürenler, kana susayanlar, cesetlerle yaşayanlar. Artık devletler ve politikalar bu karmaşıklıktan hep sağ çıkan taraftayken ("unutturma, bilinçaltı politikasıdır") ölüm ve ölüler üzerine de bir unutturma telaşında. Bir tarafta sağ kaldıkça diğer taraf ölmekte ama bu ölüm derhal unutturulmakta. Oysa kıyametin, o mahşer gerçeğinin farkında olmak, her şeyin ortaya çıkacağı o günün varlığını tanımak yetmez mi ölümü ve ölüyü hatırlatmaya? Sayın şöyle diyor: "Kıyamet günü, ölülerin dirildiği gün ise haşr etmek, ölüleri toplayıp mahşere çıkarma demektir. Eğer şehadet etmek, bu bağlamda senden gayrısına ne eğilirim ne de boyun eğerim, kulluk ancak sanadır anlamına gelecekse, kıyam ile kıyamet arasında derin bir bağ vardır... Kıyametin kopması aslında insanlığın doğrulmasına, uyur iken uyanmasına, uyur iken uyarılmasına, isyan etmesine bağlıdır. İsyan eden, bu dünyayı ve ahireti temellük ve temsil etmeyi bırakacak, tiğ u teber şah- merdan olacaktır. Hiçbir kusur, mülkiyetçilik kadar kötü değildir ve bu mülke, en başta kişinin kendi başı ve kimliği dahildir."

Zeynep Sayın, Yeni Osmanlıcılık adı altında yapılanları eleştirirken ilk sırayı ölüme ayırır. Yeni üniformalar, yeni arabalar, yeni konutlar, yeni unvanlar ve hatta jestler, şölenler, festivaller bize eskiyi unutturmak için yapılır. Bu sebeple Yeni Osmanlıcılığın geçmişle ve gelecekle hiç işi yoktur. Onun işi geleneğin diline eklemlenerek gelen'in peşinden gitmek, sürüklenmek. Hayali bir geçmişin hareketiyle kıvranmak ve belki de sürünmek: "Aslında Yeni Osmanlıcılık Cumhuriyetçiliğin simgesel dilinin bizatihi kendisidir, sadece tersyüz edilmiştir. Muhafazakârlık, geleneğin muhafaza edilmesine değil, katledilmesine bağlıdır. Peygamberin yüzyıllardır peçesiz resmedilmiş yüzüne peçe takılmalı, Mimar Sinan camilerine çıkılan alüminyum balkonlar derinlikten noksan bir kayganlıkla parlamalı, Sinan'ın cami içinde bir tür boşluk rezenatörü olarak kubbelerin köşelerine gömdüğü testilerin üstü sıvanmalı, rüyalardan, nakkaşlardan ve arslanlardan kurtulunmalı, hayalî bir kostüm filmi Osmanlısı'ndan başka herhangi bir şeyi çağrıştıran geçmişin izi, tüm dünyaların fazlalığı olarak fırlatılıp atılmalıdır. Kalenderilik, mezhebi geniş bir fazlalıktır."

Mülk suresinde inananlara, hangimizin daha güzel amel yaptığının sınanması için hayatın ve ölümün yaratıldığı buyurulur. Bu yarış yalnızca O'nun görebileceği, yargılayabileceği ve ödüllendireceği bir yarıştır. Diğer bütün hayat ve ölüm yargılamaları bir toplumu helak ile buluşturur. Önce ruhsal olarak helak. Hakikate dair hiçbir şeyin kalmaması ve hakiki her şeyin ölümün koyuluğuna bürünmesi. Rüyalarımız bile işgal altında değil mi? Politiğin, güncelin, siyasetin, öfkenin, şiddetin. İbnü'l-Arabî hatırlatır ki rüyalar, peygamberliğin bir parçasıdır çünkü vahyin başlangıcıdır. Freud ise bize rüyaları hazırlayan bilinçaltının, unutmak üzere olduğumuz şeyleri hatırlattığını vurgular, ikaz eder.

Ölüm insan ayırmadığı gibi, insan da ölümü hayattan ayıramaz. O vardır, hayattadır ve unutulmazdır. Onun daima terbiye eden kuvveti tüm insanlar için hayırlıdır. Ölüm Terbiyesi de bunu hatırlatıyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Şubat 2018 Perşembe

Yol kim, yolcu kim, yoldaş kim yaz(g)ıda?

Sevgili okur!

Yorgunsun. Eve geldin. Salona geçtin. Belki bir Endülüs ezgisi, belki bir sütlü kahve eşliğinde sana yarenlik edecek bir kitap arıyorsun. Raflara göz gezdirirken duruyorsun. Birçoğunu okumuşsun belli ki. Birçoğu da seni bekliyor. Kelimeler denizine dalmak, gözlerini kapayıp arada düşe-yazmak ya da “nefes” almaktan başka bir dileğin yok. Hayatın hoyrat ve inciten yanından kaçıp “hikâye”nin sağaltan kıyısına sığınmak istersen ne kitaplar var! Her biri diğerinden kıymetli... En kıymetlin de, kendini içinde en çok bulduğun o “hikâye”nin kitabı olsa gerek.

Bu mektubumda senin için bir “ilk-im”den dem vuracağım. (Her yazı bir mektup değil miydi?)

Atları Uçuruma Sürmek”, Emin Gürdamur’un ilk öykü kitabı. Atları Uçuruma Sürmek, Kahverengi Zarf, Güneşin Öbür Batışı, Karanlık, Dağdaki Sesler, Yeşil, Kiraz Çiçekleri, Serander Kuşları, Allah’ın Yazıları, Vaveyla, Yüzleşme, Sahne, Zehirli Yağmur, Kızılağaç Yaprağı, Çürüme, Boşluk'tan oluşuyor. Yetkin ve durul(tul)muş bir anlatım diliyle karşılaştım.

Kitaptaki öykülerin tek bir kalemden çıktığı belli. Altını çizdiğim birçok satır var kitapta. (İnanıyorum ki okur için de öyle olacak.) Kimi zaman sarsılıyor insan, okurken, kimi zaman da kendi yaz(g)ısına şahitlik ediyor. “O resim şimdi incecik bir çerçevenin içinden şaşırtıcı bir serinkanlılıkla bana bakıyor. Yıllar, ondaki acımasız sükûnetten bir şey eksiltmedi. Sadece kirazların çiçek açtığı günlerde üzerine ayartıcı bir tül iniyor. Bazen, acaba diyorum, acaba zamanı tutup tersinden mühürleyen ben miyim?

Kiraz Çiçekleri'nin diliyle mühürlüyor zamanı yazar. Bu ‘mühürlenmiş zaman’ın etkisiyle dilimizin de bağı çözülüyor okurken/ yazarken. “Yaşamın kendini temize çektirmekten gocunan ağır yüzünü her dağıtmak istediğimde aklıma gelen kuş cıvıltılarını yaz. Bütün insanları ben yaratmadığım hâlde affettiğimi yaz. Duvarlarda hayata ve ölüme dair korkunç şüpheler gezindiğinde yeşil perdelerin nasıl dalgalandığını, öfkeyle nasıl yüzümü dövdüğünü yaz. Dünyanın yazmakla onarılmayan yanına denk gelen bir kadının, ucunu mürekkebe banmadan yazan o tuhaf kalemiyle şakağını nasıl yokladığını, ölümü bir böceği dürter gibi nasıl dürttüğünü yaz. Camdaki ölü sinekleri yaz.” diyen yazarın Yeşil Perdeler'ine asıyoruz rüzgâr çanımızı. Bir esenlik rüzgârı esiyor efil efil. İçimize bıraktığı acı bir tat bile olsa “tanıdık” geliyor o kadın, mürekkep ve ölümün uzaktan çağrısı…

İşte bak, ne diyor anlatıcı: “Ölümü yapraklarıyla gölgeleyen şiir gitti, renksiz, tatsız, kurşundan heykel gibi bir evlat acısı kaldı. Ölüm işte, böyle yayılmış gelir. Gelir ve kendinden önceki sonraki bütün kaleleri birer birer yıkar.” Hayatımızın en büyük gerçekliğinin hikâyesi, işte bu Kahverengi Zarf'ta saklı… Saklı olan sadece onun hikâyesi değil elbet kitaplarda. Düşün, gerçeğin, metaforun, imgenin ya da anlamın, kavradığımız her bir yanıdır aynı zamanda.

Bu, bir yol hikâyesi…” diyorum hep. Yazmak, uzun ve sancılı bir yol hikâyesi… Gürdamur’un bu -kitap- yolculuğu Atları Uçuruma Sürmek'le başladı. Yol kim, yolcu kim, yoldaş kim yaz(g)ıda; kitabı okurken sorular üstüne sorular da gelebilir akla. “Sen bu uydurmaların hangisine inanırsan inan, kendine inanmış olacaksın. Nasıl vurursan vur çekici, kendini yontacaksın. İnsan yolda yürümez, yol insanda yürür oğlum. Başkalarının seçenek sandığı eşiklere dikkatli bakarsan anlarsın, insanların avunmak için uydurduklarının kadınlardan fazla olduğunu.

Kendini var kılarken bize de dokunan, vücut bulduğu o hikâyede bizi peşinden sürükleyen, en az bir cümlenin “varlığı” değil midir arayıp durduğumuz? “Bir fikre yaslanan öyküler” yazarken üsluptan taviz vermemeye çalışmak da önemli. Yazarın, bu yöndeki gayreti dikkat çekiyor.

Kalemini mürekkebe banmadan yaz çünkü kahverengi bulutların mürekkebe ihtiyacı olmaz. Nalları kıvılcım saçan atların, yüzyıllardır üzerime yürüyen atların, beni ölümün her türlüsüne hazır kılan, beklemekten yorgun düşüren atların hepsine birden sırtımı nasıl döndüğümü yaz.

Sana güzel bir öykü kitabının kelimeleriyle yazdım Sevgili Okur! Atları Uçuruma Sürmek'le başladı mektuplarım. Orada olduğun sürece biz hep yazacağız; inanıyorum ki her hitap muhatabını, her ses yankısını bulur ‘uçurum’un kenarında. “Yar” ile “yar” arasındaki fark “okurken” anlaşılır, unutma. Ve unutma ki, okumak ayrı güzeldir bu yolda yazmak ayrı güzel… Ne de olsa ikisi de yaz(g)ıyla ilgili.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
* Bu yazı daha evvel Karar Kitap'ta yayınlanmıştır.

31 Ocak 2018 Çarşamba

İşsiz, parasız, aç ve çaresiz günlere dair

“Yoksulluğa yaklaştığınız zaman yaptığınız keşiflerden biri, diğerlerine ağır basıyor. Can sıkıntısını, acı zorlukları ve açlığın başlangıcını keşfediyorsunuz keşfetmesine ama aynı zamanda yoksulluğun, bunları telafi eden en önemli özelliğini de keşfediyorsunuz: geleceği yok ettiği gerçeğini.”
- George Orwell

Bugüne kadar yoksulluk ve/veya açlık üzerine okuduğum hiçbir kitap beni Knut Hamsun’un (1859-1952) Açlık eseri kadar etkilemedi diyebilirim. Ne Rusların hayatın fotoğrafını çeker gibi anlatışı ne Fransızların bir yolunu bulup yoksulluğa bile kibir katışı ne burnundan kıl aldırmayan İngilizlerin üzerinden bir silindir gibi geçen Sanayi Devrimi adı altında köleciliği ve ne de Amerikalıların tamamı bir av mevsimine dönen güdük tarihi. Sevindirici olan o ki, arada Knut Hamsun’lar da çıkmıyor değil. Batı’da durum buyken Asya’da yazılmaktan çok yaşanmış olan yoksulluk ve açlığın esaslı bir anlatısı bulunmuyor. Uzak Doğu’sundan Ortadoğu’suna, Sibirya’sından Hindistan’ına kör sefalet yaşanan bir kıtanın yazın alanında, edebiyatta esamesi okunmuyor. Mantığı coğrafyamıza kadar sirayet eden Hint fakiri kavramı yoksulluktan ziyade inanca dayalı bir tercih meselesiyken yoksulluktan ve açlıktan çarıkların yendiği şifahi kültür de bir yerden sonra dağılıp gidiyor. Açlık ve yoksulluğun en katmerlisinin yaşandığı Afrika ise fotoğraf ve belgesellere konu mankeni edilmek dışında yok hükmünde. Afrika öte bir gezegen ve akbabalar açlıktan ölmek üzere olan çocuğun başında bekliyor hâlâ.

Yoksulluğa dair yazılar zenginlik mukayeseli istatistiki bilgiler olarak karşımıza çıkıyor. Dünyanın yüzde yirmisi kaynakların yüzde seksenini kullanırken dünyanın geriye kalan yüzde sekseni kaynaklardan geriye kalan yüzde yirmiyi kullanıyor ya da X toplumunun kişi başı günlük kazancı yüz doların üzerinde iken Q toplumu günlük bir doların altında bir parayla yaşıyor bunlardan bir kaçı. Her zaman söylerim; istatistiki bilgiler konuyu rakamlara indirgeyerek boğuyor. Öyle düşünüldüğü gibi bilimsellik filan da katmıyor. Sistem lehine en iyi ihtimalle meşrulaştırıyor, en kötü ihtimalle özendiriyor. Hele ki bu ahlaki ve/veya etik açıdan değerlendirilmeye muhtaç bir konuysa rakamlar mevzuyu bağlamından kopararak bambaşka bir yere savuruyor. Örneğin istatistikler üzerinden yoksullukla mücadele ettiğini söyleyen yöneticilerin mücadelesi, kendilerini zenginleştirmeye evrilerek yola rahatça devam devam edebiliyor. Her neyse, yazının konusu açlık ve yoksulluğun istismarı ya da ele alınış yöntemi gibi teknik bir eleştiri değil. Zira zaten bu yöntemsel sorun sadece bu konuyla sınırlı da değil. Üstelik toplumsal ve ahlaki.

Zar zor kitaba ulaşabildiğim çocukluk dönemimde ilk edindiğim kitaplardan birisi Seyit Kemal Karaalioğlu’nun (1925-1995) İnkılâp Kitapevi tarafından neşredilmiş olan Edebiyatımızda Şair ve Yazarlar adlı eseriydi. Birçok edebiyatçıyı ve eser(ler)ini ilk oradan tanıdım desem yeridir. Bu ilk tanışıklık sonraki yıllarda okuma seçimlerimde de etkili olmuştur. Kitapta bulunan yazarlara dair kısa bilgilerle eserleri arasında bir bulmacayı çözer gibi kurmaya çalıştığım ilişki sebebiyle sayfa uçlarının aşınmasına neden olduğum tek kitaptır. O alışkanlığım bugün de otomatik olarak devam ediyor. Okuduğum kitapların yazarları hakkında mutlaka bir şeyler bilmek isterim ve bunun okuyucuya çok şey kattığını düşünüyorum. Zira yazıyı salt kurgu olarak ele almanın mümkün olmadığına inanıyorum. Yazar yazdıklarından, kültüründen, aidiyetlerinden, kimliğinden ari düşünülemez, soyutlanamaz ve alt metinde bu etkileşimin izini sürmek mümkündür. Girişte belirttiğim Açlık romanından etkilenişimin en büyük nedeni de budur mesela. Yaşadığı açlık ve yoksulluğu yazan Knut Hamsun’u okurken karnıma kramplar girmesinin nedeni…

Daha çok 1984 ve Hayvan Çiftliği eserleriyle bilinen George Orwell (1903-1950) kitapları kadar yaşamıyla da ilgimi çeken yazarlardan. Uyruğu, doğduğu coğrafya, çalıştığı işler, seyahatleri… Eserlerini okurken otomatikman hayatıyla ilişkilendirmiş olarak buluyorum kendimi. Romanları da dâhil yazılarında yaşadıklarının etkisinin çok fazla olduğunu düşünüyorum. Paris ve Londra’da Beş Parasız adlı kitap da onlardan. George Orwell imzalı Can Yayınları’ndan çıkan eserin çevirisi Berrak Göçer’e ait. Her ne kadar roman formatında olsa yazarın kendi yaşamından kesitleri kaleme aldığı iki yüz kırk sekiz sayfalık kitap iki bölümden oluşuyor.

Paris’te geçen ilk bölümde İngilizce öğreterek ve arada gazetelere yazılar yazarak hayatını idame ettirmeye çalışan bir adamın işsiz (dolayısıyla parasız) kaldıktan sonraki çaresizliği anlatılıyor. Yaşadığı bölge toplum tarafından ötelenmişlerin, göçmenlerin, işsizlerin, günübirlik iş bulabilenlerin ya da çok düşük paraya uzun süreli çalışanların, kısacası yokluk ve yoksulluk çekenlerin yaşadığı Paris’in banliyösüdür. Burası bakımsız binalar, daracık ve çöp dolu kirli sokaklar, hemen her yerden gelen pis kokular içinde yaşayan bakımsız insanlarla doludur. Bu insanlar, sahipleri tarafından geçim aracı haline getirilmiş ‘ucuz’ pansiyonlarda kalmaktadır. Gerek insanların gerekse sokakların bu görüntüsü pansiyonların içi hakkında da bilgi vermektedir. Eski, köhne ve bakımsız pansiyonların içi de dışı gibidir; oldukça kirli ve pis kokmaktadır. Kaldığı pansiyonun parasını ödeyemeyecek duruma gelenler son çare ellerinde değerli ne varsa rehinciye az miktarda bir paraya bırakarak ancak birkaç gününü kurtarabilmektedir. Böylece bir süre daha barınacak yer bulunmuştur fakat açlık için dua etmekten başka yapılabilecek bir şey kalmamıştır. Yaşanan yoksulluğu orada yaşayan insanların hâl, hareket ve konuşmaları üzerinden anlatan yazar çok renkli karakterlerle karşılaşıyor. Bu anlamda ‘zengin’ bir listeye sahip ve kitabın sonuna kadar karakter hikâyeleri devam ediyor.

Kaldığı bölgedeki insanların yaşadığı aşamalardan geçen yazar aç ve işsiz geçirdiği günlere evsizliğin ekleneceği korkusuyla her yola başvuruyor. Eşyalarını rehincilere bırakıyor. Bizdeki ‘ne iş olsa yaparım abi’ durumuna kadar geliyor fakat deneyimsizliği yüzünden her defasında geri çevriliyor. Uzun ve yorucu iş arayışları sonrasında lüks lokantaların birinde bulaşıkçı olarak işe başlıyor. Fakat iş bulmak da başka sorunları beraberinde getiriyor. Yazarın lüks otel ve lokantaların iç yüzünü anlattığı bu bölüm dönemin Paris’ini yansıtması açısından (1930’lar) oldukça önemli. Günlük on yedi saati bulan çalışma süresine karşın ödenen ücretin düşüklüğü bir yana bulaşıkçılar hiyerarşik olarak en alt tabakada olması nedeniyle çok kötü muameleye maruz kalmaktadır. Bulaşıkhanelerdeki karanlık, havasız, dar ortam ve yetersiz malzemeden hijyen mevzusu akla bile gelmemektedir. Bulaşığın görünmemesi sağlamak temizlik için yeterlidir. Mutfak ve yemek yenilen bölüm arasındaki kapı yüz seksen derecelik farkı kapatmaktadır. Yemek ne kadar pis ve kirli bir ortamda hazırlanıyorsa o kadar temiz ve nezih bir ortamda müşterilere sunulmaktadır. En kötü malzeme şeflerin elinde allanıp pullanıp servise hazır hâle getirilmektedir. Doğal olarak menüdeki fiyat da çıkabildiği kadar yukarı çıkmıştır. Dinlenme fırsatı bulamadan ağır şartlarda uzun saatler çalışmasına rağmen yeterince para kazanamayan ve izin günlerinin çoğunu uyuyarak geçirmek durumunda kalan yazar için her gün yediği fırça, hakaret ve sövgü de cabasıdır. Haddinden fazla dalaverenin döndüğü bu zor ve kasvetli şehirden gitmeyi düşünür…

Kitabın ikinci bölümü Londra’da geçiyor. Paris’te yoksulluğu yaşayarak öğrenen yazar Londra’daki bir dostuna mektup yazar. Mektubunda Paris’teki ağır şartlara daha fazla katlanamayacağını söyleyerek iş bulma konusunda yardımını ister. Gelen yanıtta eğer kabul ederse onun için engelli bir çocuğun bakım işi olduğu yazılıdır. Haberi sevinçle karşılayan yazar apar topar Paris’ten Londra’ya geçer. Dostuna uğrayarak ne zaman işe başlayacağını sorduğunda, yanlarında işe başlayacağı ailenin bir süreliğine şehirden ayrıldığını ve beklemesi gerektiğini öğrenir. Parasızlığının ve işsizliğinin yanında artık evsizdir. Dostundan borç para alarak ve elbiselerini satarak bir süre ucuz yerlerde idare etmeye çalışır. Parası tükendiğinde başıboş dolaşmaya başlar. Kısa süre sonra kendisi gibi şehirde başıboş dolaşan berduşlara benzediğini fark eder. Olay kendiliğinden gelişir ve bir berduşla tanışır. Onunla birlikte yardım kurumlarından yiyecek temin eder ve barınma evlerinde gecelemeye başlar. Berduşlar için yapılmış ve kendine özel kanunu olan barınma evleri belirli mesafe aralığında inşa edilmiştir. Bir berduş bir evde bir gece, aynı evde bir ay içinde en fazla iki kere kalabildiğinden sürekli dolaşım halindedirler. Yazları aralarında gidiş-geliş yapmak daha kolay olan bu evler şehrin farklı yerlerinde yapılmıştır. Gerek yemekleri gerekse barınma imkânları çok kötüdür fakat hayatta kalmak için yapacak başka bir şey bulunmamaktadır. Yazara göre Londra, Paris’ten daha temiz, insanları daha bakımlı, işleyiş daha planlı gözükmektedir fakat burada hayatı idame ettirmek daha zordur. Hiç değilse Paris’te geceleri parklarda yatmak mümkündür. Yazar, berduşların (sırf geceleri kalmak için yer değiştirirken bile düştüğü) yorgunluğu, açlığı ve yoksulluğu tüm zorluklarını deneyimlemiştir. Bu süreçte dini de kullanan yardım kuruluşlarının istismarcı olduğu kanaatine varmıştır. Bakıcılığına yapacağı engelli çocuğun ailesi şehre dönünceye kadar berduş gibi yaşamış ama iş bulduğunda da hayatı yine düşündüğü gibi olmamıştır. Londra’da yaşadığı bu deneyimden sonra yakından tanıdığı berduşların ve gözlemlediği dilencilerin evrensel olarak hor görülmesinin nedenlerini irdeleyen yazar toplum tarafından dışlanan bu insanlara ve deneyimlerine dair durum analizi yaparak kitabı sonlandırıyor.

Kitapta baştan sona devam eden karamsar ve kasvetli bir akış var fakat bu durum genel çerçeve içinde konuyu bütünlüyor. Bu anlamda gereksiz ve/veya hayalperest kurgudan ziyade gerçekçi bir anlatım mevcut diyebiliriz. Yaşadıklarını roman tadında kaleme alan Orwell, dönemin (1930) Paris’inin banliyösü ve Londra’sının taşrasına dair değerli bilgiler veriyor. Modern bir kentte parasızlığın ne anlama geldiğini ortaya koyan bu durumu sadece yoksulluk ya da açlık bağlamında değerlendirmek hatalı olacaktır. Bugün farklı coğrafyalarda benzer şeyleri yaşadığımız şehirlerdeki toplumsal ve mekânsal dönüşümün izlerini sürerken değişimin dinamikleri üzerine düşünmek gerekiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Her uyku ölümü gizler

"Uyku yoksunluğu nispeten kısa bir süre içinde psikoza yol açar, birkaç haftadan sonra da nörolojik hasara neden olmaya başlar. Bazı deneylere göre, iki ila üç hafta uykusuz kalan sıçanlar ölüyor."
- Jonathan Crary, 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu 

"Uyursan ölürsün!"
- Nefes: Vatan Sağolsun (2009)

22 Ağustos 2016 gecesi çevremdeki birçok kimsenin uyuyamadığını, uykuya dalmak için epey efor harcadığını duymuştum. Sabahında, işe geldiğimde bazı haber sayfalarında bu konuyla ilgili çeşitli paylaşımlara denk gelmiştim. Sıkıntının kaynağı dolunaydı veya biyolojik saatti çoğu insana göre. Haber sayfaları da dolunayın etkileri üzerine yazılar girmişti bol bol. Bir akrep burcu olarak gök hareketlerinden ve özellikle de dolunaydan fazlasıyla etkilenen bir yapım olduğu için ben de zor uyumuştum. Kafamda hep aynı soru vardı: Her dolunayda böyle bir sorun olmadı, şimdi niye uyuyamadım ben?

UyuyamayanlarAlgan Sezgintüredi çevirisiyle April Yayıncılık tarafından Mayıs 2017'de neşredilmiş bir roman. Arthur C. Clarke Ödülü finalisti, 216 sayfa. Adrian Barnes imzalı bu romanın orijinal ismi Nod. Uyuklayan insanların kafalarının sallandığı hâli anlatan bir kelime. Roman, ürpertici bir biçimde başlıyor. Tanya bir gece uyuyamıyor ve sabah televizyonda haberleri izlerken dünyada birçok insanın uyuyamadığını, sadece bin kişiden birinin uyuyabildiğini öğreniyor. Uyanıp yanına gelen yazar sevgilisi Paul, durumu gülünç buluyor, ciddiye almıyor ama çok kısa bir sürede gerçek gün yüzüne çıkıyor. Paul, üzerinde çalıştığı romanı Nod'da kurguladığı bir hikâyenin gerçeğe dönüştüğünü görüyor. İnsanlar uyuyamıyor ve uyuyanlar lanetli, şeytan, ecinni olarak görülüyor. Yani derhâl öldürülmesi gereken bir tehlike! Zaten uyku da bir tür ölüm değil miydi?

"Uykuda hepimiz, her gün ölüyoruz. Neden bu gerçeğe daha sık dikkat çekilmez? Her gece uykuya daldığımızda sabahına uyanacağımızın hiçbir garantisi yoktur oysa. Her şekerleme, son potansiyeli taşır. E, madem her gece memnuniyetle hatta hevesle güvenip atıyorsak kendimizi, niye korkuyoruz ölümden? Nod."

Paul tipik bir yazar. Çevresinde gördüğü birçok 'saçmalık' onu edebi olarak besliyor. Diğer yandan felsefe de zor zamanlarında bir kurtarıcı onun için. Kendisiyle çok fazla çelişkisi var, kendi doğruları her şeyin üstünde, sezilerine güveniyor, inancı yalnız kendine. İnsanların çok fazla putla meşgul olduğunu, bu meşgul zamanlarında olanı biteni yakalayamadıklarını anlatıyor. Keskin eleştiriler yapıyor Paul. Mesela lise yıllarında zorla okutulan 1984, Hayvan Çiftliği gibi romanların ardında bir hinlik olduğunu düşünüyor. Bir okuyucu olarak ben de düşünüyorum. Sanki bu romanlar bizlere, 'böyle günler gelecek, şimdiden psikolojinizi hazırlayın' diyor. Cesur Yeni Dünya da buna dahil. Paul gerçekçi eleştirilerini hiç bozmuyor: "Herkes önünde sonunda ölür. Gelecek dört haftada sekiz milyarımızın birden ölmesi önemli miydi o zaman? Bu uykusuzluk salgınının hepi topu yapabileceği, sekiz milyar kaçınılmaz ölümü daha dar bir zaman dilimine sıkıştırmaktan ibaret değil miydi? Mesele, trajedi meselesi değil, verimlilik meselesiydi. Geçmişte kalmış milyonlarca geceden birinde hepimiz uyurken dev bir meteor gelip Dünya'yı un ufak etmiş olsaydı ne fark edecekti? Enkaza bakıp ağlayacak kimsenin bulunmayacağı düşünülürse fena bir son değil bile denebilirdi. Hiç değilse eşitlikçiydi. Hatta aklıma Yıldız Savaşları'nda Prenses Leia'nın, Darth Vader'ın Ölüm Yıldızı'nın gezegenini yok ettiğine dair haberi aldığı sahne bile geldi. Bayağı bir üzülüyordu ama iki sahne sonrasında Han Solo'yla flörte devam ediyordu."

Tanya kendisi gibi uyuyamayan insanların sayısının hızla arttığını görünce Paul'le türlü gerginlikler yaşıyor. Paul ancak dışarıyı görebildiğinde gerçeğin farkına varıyor. Yağma edilmiş marketler, her sokakta kavga, sürekli bir gerginlik ve dövüş, tuhaf sesler, çığlıklar ve kan. Gün geliyor ve başka bir uyuyamayan olan Charles, ona yazmaya çalıştığı romanın gerçek olduğunu, Paul'ün insanları hakikate ulaştıracak aracın yaratıcısı olduğunu söylüyor. Charles'ın çevresinde uyuyamayan 'tarikatı' oluşmuş, uyuyanları yok ediyorlar, yarım yamalak uyuyanları gözetim altında tutuyorlar, türlü işkencelerle dünyanın yaklaşmakta olan sonuna hız kazandırıyorlar. Ölüyü diriden ayırmanın en zor olduğu zamanlar.

Umberto Eco, o nefis Baudolino adlı kitabında "Hayat, kaçan bir düşün gölgesinden başka nedir ki?" diye sorar. Paul uyumayı en çok da düş görmek için istiyor. Düş onu ayakta tutuyor, yaşama bağlıyor, umut veriyor. Uyuyamadıkça, yani düş dünyasından uzaklaştıkça, gün boyu bilinçdışı onu yoruyor, meşgul ediyor ve bitkin düşürüyor. Uyuyamayanlar bunu hiç anlamıyor, ellerine uyumaya dair bir fırsat geçse bile beyinleri artık ağır veda sinyalleri verdiğinden, uyumanın lanetli bir eylem olduğunu düşünüyorlar. Bebek, ihtiyar fark etmeksizin uyuyanları, yarım yamalak uyuyanları bile türlü işkencelerden geçiriyorlar.

Son derece sürükleyici, baştan sona gergin bir roman Uyuyamayanlar. İnsana ve sisteme dair ilginç eleştirileri de var üstelik. Okuyucu uykunun da evinin de kıymetini yeniden anlayabilir bu romanla. Diğer yandan, yaşamın uykuyla aramıza mesafe koyan 'güçlerini' yeniden keşfedebilir. Peki ucunda kaçınılmaz bir ölüm varsa uyku uyku mudur, yuva yuva mıdır?

"Seçenek kalmayınca insan evine, yuvasına döner. İstediğin üniversite-terk gence ya da sevgilisi sırra kadem basmış taze anneye sor. Yuvanın ne olduğunun önemi yoktur. Yuva sahte umut olsa bile. Kalkar, gidersin. Oturur ve olacakları beklersin."

Güzel kapak, titiz çeviri, sert roman.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Ocak 2018 Cuma

Politik Kültür versus Popüler Kültür

“Dünya yapay zekâyla ürettiği robotik varlıklara duygu aktarılıp aktarılamayacağını konuşuyor. Bizler ise sakız çiğnemenin veya denize girmenin orucu bozup bozmayacağını her sene öğrenemiyoruz. Böyle mi alternatif oluşturacağız? Dünyaya söyleyecek sözü olduğunu iddia ettiğimiz bir dinin müntesipleri olarak dünyaya söyleyecek sözümüz bunlar mı?”

Bir konferansta dinlediğim konuşmacı böyle diyordu. Bizler bugün dünyanın değişim hızına yetişmeyi bile hayal edemeyecek durumdayız. İçimizde el yordamıyla yol bulmaya çalışanlarımız mevcut ve fakat onlar da bu değişimi anlamaya çalışmaktan öteye geçemiyor. İstatistiki bilgileri pek sevmem. Meseleyi rakamlara devşirdiğinden anlamı boğduklarını düşünmüşümdür hep. Oysa anlamı derinleştirip anlatımı etkili hale getirerek anlamayı kolaylaştırdığı düşüncesi hâkimdir. Denemek de fayda var. Araştırmalara göre “son çeyrek yüzyıldaki bilim ve teknolojideki gelişmeler insanlık tarihinin tamamındaki bilim ve teknolojik gelişmelerden kat kat fazla” imiş. Bu değişimin elbette bilim ve teknolojiyle sınırlı kalması düşünülemez. Bu gelişmeler yanında siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel değişimleri, dönüşümleri beraberinde getiriyor. Kısacası dünya çok çok hızlı değişiyor ve biz…

Beyan Yayınları’ndan çıkan Yeni Politik Kültürün Dünyasında adlı kitap dünyadaki bu değişimi özellikle sosyolojik açıdan anlamlandırmaya yönelik bir değerlendirmeye tabi tutuyor. Kitap, 2006 yılında televizyonda yayınlanan ve iki yıl kadar süren Düşünce Gündemi adlı programdaki katılımcılardan Abdurrahman Arslan’ın görüşlerini içeriyor. Karşılıklı konuşma havasında geçen programdaki akış formu bozulmamaya gayret edilerek yazıya geçirilen eser Asım Öz tarafından hazırlanmış. Hazırlanışı itibariyle birbirinden bağımsız gibi duran konular yetkin bir bakış açısının ürünü olduğundan bağlantılarını kurmak zor olmuyor.

Abdurrahman Arslan’ın kitaba alınan değerlendirmelerinin çerçevesini kendisinin “yeni politik kültür” dediği kavram oluşturuyor. Bu kavrama göre modern anlamda politika yapılması artık imkânsız hale gelmiştir ve postmodern düşüncenin ortaya çıkardığı yeni bir düşünsel, eylemsel biçim oluşmuştur. Bu oluşum sanattan siyasete, ekonomiden çevreye, ahlaki değerlerden dine kadar geniş bir alanda siyasi, sosyolojik, kültürel farklılaşmalara yol açmıştır. Dikkat çekilen oluşuma neden olan en önemli şey teknolojideki muazzam gelişmedir.

1990’lardan itibaren medyanın, 2000’li yıllarla birlikte de internetin hayatımıza aniden girişi ve hızla yayılışı öncelikle ve özellikle toplumun işleyiş mantığını değiştirmiştir. Klasik modern dönemdeki gibi hareket etmeyen bu yeni toplum farklı özellikler sergilemeye başlamıştır. Süreç içinde ortaya çıkan değişimler toplumdaki bireylerin taleplerini belirtme ve eyleme dökme yöntemlerinde değişime/dönüşüme neden olmuştur. Arslan, bu değişim ve dönüşüm aşamalarında devletin durumu, siyasetin hareket kabiliyeti ve toplumun nereye gideceğine dair Müslümanca düşünerek oldukça önemli açılımlarda bulunuyor. Bunu yaparken de analizlerini desteklemek için değindiği konuların tarihi izlerini sürüyor, öne sürdüğü gerekçelerini anlamlaştıracak bağlantıları kuruyor, Batı siyasetinin felsefi yapısını irdeliyor, toplumun giderek çözülüşünü ele alıyor ve sözü tükenen ideolojileri analiz ediyor. Kitapta şerh düşülecek, itiraz edilecek noktalar fazlasıyla mevcut olmasına rağmen en önemli eleştiri, yaklaşık on yıl öncesinde yapılan analizleri içeren bir eserin bugün piyasaya sürülmesi olabilir. Fakat yapılan analizlerin haklılığını görmek, hatta bugün de canlılığına şahit olmak ve geçtiğimiz yüz elli yıla dair kapsamlı ve ufuk açıcı analizlere yer verilmesi bu eleştiriyi ortadan kaldırıyor.

Kitapta en önemli bulduğum nokta yapılan analizlerin bölgeyle, bölge insanıyla sınırlı kalmayarak insanlık adına çözüm odaklı bir arayış içermesi diyebilirim. Abdurrahman Arslan açtığı bu pencereden neredeyse tüm konuları Doğu-Batı bağlamında değerlendirmeye gayret ediyor ve/veya Müslümanlık-Hıristiyanlık arasında değer karşılaştırmasına tabii tutuyor. Arslan’ın değinilerinden yeri geldikçe Yahudilik, ideolojik yaklaşımlar ve diğer toplumlar da nasibini alıyor.

Kitaptaki yazılara konu başlığı olan ötekileştirme, medeniyetler çatışması, Filistin, Papalık, Avrupa, milliyetçilik, ulusçuluk, Marksizm, liberalizm, irtica ve anayasa gibi kavramlar hem tarihsel hem de sosyolojik açıdan siyasi anlamda önemli analizler yapılarak ele alınıyor. Abdurrahman Arslan bıçak sırtı konuları hamasete yer vermeden, polemiğe tevessül etmeden, sığ düşünceye girmeden o bilindik mütevazı ve buyurgan olmayan üslubuyla ortaya koymaya çalışıyor. Ele alınan konuların hemen hemen tamamı küreselleşme, sekülarizm, emperyalizm, modernizm, postmodernizm çerçevesinde irdelenerek dinin geçmişte nerede olduğuna dair tespitler ve gelecekte nerede olması gerektiğine dair öngörüler belirtiliyor. Bugün için var olan yeni politik kültürü önemsemenin önemine vurgu yapan Abdurrahman Arslan geçmişe takılmak ya da hayıflanmak yerine geleceğe odaklanılması gerektiğinin altını çiziyor. Oluşan bu yeni politik kültürün birilerinin isteyip istememesiyle veya kurgulamasıyla değil de postmodern yapının bilinemezliğinin üretmesiyle ortaya çıkan bir yapı olduğuna dikkat çeken Arslan, bunun farkında olunmadığı takdirde dünya toplumlarının nihilizm tehlikesiyle karşı karşıya olacağını söylüyor. Arslan, Batı’nın korkularının başında bunun geldiğini ve siyasi alanda söz konusu korkulara karşı modern toplum ve devlet refleksinin artık çözüm üretemeyeceğini belirtiyor. Bir ihraç ülkesi ve toplumu olan Türkiye’nin de aynı koşullara sahip olduğunu ve dolayısıyla aynı tehlikenin muhatabı olduğunun altını çiziyor. Abdurrahman Arslan’ın çok katmanlı ve hem tespit hem de çözüm sunan görüşlerini okurken bu toprakların insanı olduğunu tekrar tekrar anlıyor ve seviniyorsunuz. Seviniyorsunuz, zira hem bu toprakların insanı hem de dünyanın tamamına söyleyecek sözü olan birisi o.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Üzül çünkü bu hayatın heyecanı meyecanı yok

"Olacaklar hep elzem 
Depresyon gettoya kısmet 
Ve de kaygıya saplanmış 
Herkes mi zorlayan üstelik 
Yaşama sevincine el koyan denge."
- Gazapizm, Heyecanı Yok

Akıp geçen zamanı özümseyerek, idrak ederek yaşamak çok önemli bir meziyet. Bunu hakkıyla gerçekleştiren şairler ve yazarlar kendilerini bir şekilde belirgin kılarlar, haklarıdır. Onların metinleri bize ve birbirimize şifa olabilir. Bakış açılarıyla nefsimizi örseleyebilirler, bize var oluşun sahillerinden bahsedebilirler, başka insanların ve coğrafyaların bizimle ortak inançlarından, kaderlerinden ve kederlerinden söz edebilirler. Ahmet Murat, yazılarında daima bu bilinci taşır. Yaşadığımız kötülüklerden dahi bahsederken o kötülükler üzerinde asılı kalmaz. Başka taraflara da çevirir bakışlarını, metinlerini, fikirlerini. Ötekiyi ve ötede kalanı görmemizi sağlar.

Belki de Üzülmeliyiz, Ahmet Murat'ın Gerçek Hayat dergisinde yazdığı son dönem yazılarından oluşuyor. Benim gibi dergiyi 'gerçekten' takip etmeyenler için bu yazıların kitaplaşması önemli. Hatta dergiyi sıkı takip edenler için de önemli. Çünkü Ahmet Murat ismi bende biraz da özümsemeye çağrıştırıyor. Bırakıp geçmeyi değil takılıp düşünmeyi. Dergi arşivlemek çok güçtür, dergi takip etmek kadar. Dolayısıyla oradaki yazıların farkını fark etmek de güçtür. Kitaplaşınca iş biraz daha sadeleşir. Bu basitlik bize sağlıklı bir okuma yapma imkânı sunar. Profil Kitap tarafından neşredilen Belki de Üzülmeliyiz yanlış saymadıysam 43 yazıdan oluşuyor. Bu yazılardan bazılarını özellikle birkaç kez okumuş, notlar almıştım. Başlıkları bir şeyler söyleyecektir: Sıradan Şeylerden Bahsetmenin Sıradışılığı, Arsalarda Çocuklar, Bir Şehri Tanıma Yolu Olarak Sularından İçmek, Şehirlerimize Çöken Kabus, Davetli Listesinde Kaç Meczup Var?, Geleneğin Suyu mu, Çeşmesi mi?, Cumaya Giden Süper Kahraman Kız, Telefon Rehberindeki Hoca Numarası, Hocalar Yüzde Kaçlık Bir Kitleyi Muhatap Alıyor?, Hutbe Meselesi, Deneme ve Şerh, Küresel Ergenlik Çağı, Muhafazakar Siyasetçi İçin Kısa Kültür-Sanat Rehberi, İktidarın Kültürle İmtihanı, İktidar mı İklim mi?, Kültür Şûrası ve Kravat ve Yirmi Yaş Çetesi.

Görüldüğü gibi Ahmet Murat son dönemde şehir meselesiyle de kültür-sanat etkinlikleriyle de (yazının başında ismi geçen rapçimiz "herkes delirmiş, hiç etkinlikler etik değil" der söz konusu şarkıda) bolca ilgilenmiş. Bazen gündemin içinde sürüklenmekten gündemi meşgul etmesi gereken asıl meseleyle ilgilenmeyiz. İşimize gelmez ya da kaçırırız. Yazılarda bazı konulara tekrar dönüp hakikatla irtibat kurma noktasında önemli frekanslar yakalayabiliyoruz. Mesela son dönemde hutbelerin birer siyasi manifesto metinlerine dönüşmesi ve hocaların sadece yüzde elliyi hitap kitlesi olarak görmesi ciddi bir sıkıntı. "Görünen o ki, hocalarımızdan önemli bir kısmı ülkenin sadece yüzde ellisini muhatap kabul ediyor. Bu kitleyle siyasi bir tarafgirlik hizasında buluşarak, siyasetin dilini yankılayan bir din dili kuruyor ve kullanıyorlar." diyor Ahmet Murat. Bu durumun önüne geçmek için "Din, bir ideoloji olmadığı gibi, bir parti programından ibaret de değildir. Bu sebeple inhisarcı bir dil kullanmamalıdır. İnsanların Allah'la ilişkisinin imkanlarını tıkamamak, aksine açmak ama bunu yaparken de tavizkar, modernist, savunmacı olmaya da gerek duymamalıdır." yorumunu yapıyor ve çözümünü sunuyor: "Ve kestirmeden söylemem gerekirse, tasavvufi gelenek, bu imkanı içinde barındıran yegane seçenektir."

Hutbelerdeki sürekli kendini tekrar eden, bayık, sönük, pasif metinler konusunda da değinmiş Ahmet Murat. Ne zamandır hakkında yazmak istediğim bir meselede aynı şeyi düşünmemizin sevincini yaşadım. Hutbeleri daha enerjik, uyutmayan, harekete geçirici, gönle hitap edecek biçimde şekillendirmek için bir sürü reklamcı, stratejist ve hatta senaryo yazarı var. Nasıl ki siyasi partiler 'o gün geldiğinde' bu imkânları kullanıyorlarsa, bu tip durumlar için de yararlanılabilir. Kısa bir sürede önemli bir metni okumak, o metni dinleyenin zihninde canlandırabilmek, bir hikâye sunabilmek (ki buna bizim meslekte storytelling deniyor, bir de art of storytelling var) oldukça kritik şeyler. İnsan hikâyelerle yaşar. Kendi hikâyesini anlamlandırmak, o hikâyeye bir yoldaş bulmak ister. Aksi hâlde yokluk başlar. Yokluk ağırdır. İnsan sesine ses, derdine dertdaş ister. İnsana şifayı faturalar, aidatlar, dekontlar, ekstreler ve diğer otomatik yazılmış metinler-rakamlar veremez. Bunlar olsa olsa zehir verir. Düşünsenize hutbeleri bir psikolog, sosyolog, metin yazarı, şair ve senaristten oluşan ekibin oluşturduğunu? O namaz daha lezzetli olmaz mı? O cemaat, camiden çıkıp da kitapçı bulmak için sokakları tırım tırım etmez mi? Eder. Şairden okuyalım: "Üzerinde düşünmemiz gereken, bir çoğumuz için haftanın yegane dini dersi olan hutbeden, bize bir haftalık zihni, kalbi, manevi malzemenin çıkıp çıkmadığıdır. Bu meselenin sadece Diyanet yetkilileriyle, İlahiyatçılarla değil, edebiyatçılarla, senaristlerle, metin yazarlarıyla, televizyoncularla, psikologlarla, sosyologlarla birlikte ele alınma zorunluluğu var artık. Bir kampüs camiinde okunan hutbenin diliyle, bir dağ köyünde okunan hutbenin dilinin niçin ve nasıl farklı olacağına; eksikliğini gederek daha sık hissettiğimiz dramatik unsurların (kıssaların, menkıbelerin vb) hutbelere nasıl geri çağrılacağına, o tatlı şiveleriyle kalbimizde taht kurmuş mahalli hatiplerin niçin cemaati yakalamakta başarılı olduklarına dair bazı cevaplar bulup, bazı dikkatler de geliştirebiliriz böylece."

Dünyanın bize yakın ya da uzak başka bir şehrinde, bir dükkana girdiğinde, hemen kapının karşısındaki duvarda asılı olan dede-baba fotoğrafları ilgisini çeker Ahmet Murat'ın. Yaşlıların fotoğraflarda neden ellerinin hep dizlerinde olduğunu düşünür. Bir Marvel karakterinin Müslüman süper kahraman oluverme ihtimali heyecanlandırır. Sezai Karakoç'un Mona Roza'yı 19, İsmet Özel'in Evet İsyan şiirini 22 yaşında yazmış olmasına karşın genç şairleri, yazarları hiçe sayan 'yetkililere' şaşırır, şaşırmakla kalmayıp çok kritik telkinlerde bulunur, sorular sorar: "Hal böyleyken, yani kültür ve sanat beğenimizi yirmili yaşlardaki şairler, yazarlar, dergiciler belirlemişken, biz yirmili yaşlara fikirlerini sormayı niçin düşünmeyelim?"

Kitabın ilk yazısında koyduğu başlığı hatırlatırcasına daima düşünmek için yazar Ahmet Murat. Dolayısıyla okuyanı düşündürür. Ama hiç düşürmez. Hep belli bir ortalamada tutar. Canımızı sıkan konularda bizim canımızı 'yeniden' sıkmaz, sadece yeniden yorumlar. Bir nevi, meseleler üzerine deneme yazmak yerine şerh düşer. 'Bakın bir de şu var' der gibi, gösterir, hayal kurdurur. Yorgun, kırgın ama ümitli, umutlu bir üzgünlük düşer okuyucuya. Çünkü bu hayatın heyecanının kalmadığını düşünen okuyucu, aslında bu heyecansızlıkta pay sahibidir. Her eşyasını 'update' eder de kendini etmez. Gerçekten üzülürse, belki yeniden başlayabilir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Ocak 2018 Perşembe

Biz, güzel kaybedenler

Sevgili okurlar,

Daha çok biz annelerin, anne adaylarının, belki ana sınıfı öğretmenlerinin, belki de bir şekilde bir nedenle onu fark edenlerin okuduğu ve dilinden düşürmediği şahane insan Şermin Yaşar’ın son kitabı huzurlarınızda: Tarihi Hoşça Kal Lokantası. Yalnız bu sefer onu bildiğimiz Şermin gibi görmeyeceğiz, şimdiden söyleyeyim. Anneliğin kitabını yazmış, hem de bunu esprili, kendiyle zaman zaman dalga geçen, asla didaktik olmayan ama güzelliklerle paylaşan sevgili yazarımız bu sefer bizim için (yani yetişkinler için) bir öykü kitabı hazırlamış. Doğan Kitap’tan yakın zamanda çıktı, birçok kitapçı rafının baş köşesinde yerini buldu. Ne güzel oldu. İçinde tam 29 güzel öykü var. Hayallere dalıp komşu olabileceğiniz tam 29 dünya.

Kitabı alırken tereddütteydim. Şermin Yaşar yani bizim -benim- aslında tanıdığımız adıyla Oyuncu Anne nasıl bir öykü kitabı yazmış olabilir acaba? Hayal kırıklığı mı yaratacaktı yoksa “vay be bunu da başarmış o arı gibi çalışkan kadın” mı dedirtecekti? Dedirtti vallahi. Nefes almadan okuttu. Bazen ağlattı, bazen güldürdü, bazen hayal kurdurdu, bazen öfkelendirdi, bazen mutlu etti, bazen çocukluğuma götürdü ama nihayetinde “vay be” dedirtti bana.

Üslubu son derece akıcı olan kitapta bir öyküden diğerine geçmeden önce durup düşünmek için mola verme ihtiyacı hissediyorsunuz. Çünkü insanlık hallerini, anları öyle güzel resmediyor ki Yaşar, bulunduğunuz dünyanın gerçekliğinden koparıp alıyor sizi ve öykünün geçtiği mekâna ışınlayıveriyor. Kitaba başlarken “Kaya Bakkaliyesi” öyküsünde Şükrü Kaya’nın tezgâh altı kolonya şişesiyken, biraz daha ilerleyince “Tarihi Hoşça Kal Lokantası”nda sucuklu yumurta oluveriyorsunuz.

Anlatılara genel olarak baktığımda bir Sait Faik Abasıyanık tadı aldım diyebilirim konuları bağlamında. Neden derseniz, anı hissettiren, insanın iç dünyasına, mekanın ruhuna dokunan öyküler bunlar genelde. Birçoğunda girizgâhta pat diye anlatının içine düşüveriyorsunuz, sonra flashback tekniğiyle neden, nasıl, ne zaman sorularının cevabını buluyorsunuz? Dünle bugün arasında bir beşik misali sallıyor sizi kelimeler. Bu demek değil ki öyküleri okurken merak duygusunu hissetmiyorsunuz. Tam aksine o pat diye girdiğiniz girişte öyle bir detay yakalıyor ki o konunun mazisine inme ihtiyacı hissediyorsunuz. Diyebilirim ki giriş bölümü aslen bir düğümlenme ile başlıyor ve öyküde ilerledikçe çözüme kavuşarak tatmin oluyorsunuz. İşte o çözüm bölümlerinde yine bir “vay be” dedirtmeyi başarıyor anlatıcı.

Ben bu yazımda tek tek tüm öykülere değinemedim elbette. Genel bir tanıtma amacıyla sizlere kitabın “kesinlikle okumalıyım” listenize girebileceğini anlatmaya çalıştım. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bazen bir hikaye kitabı alırsınız; içinde harika öyküler, güzel öyküler, sıradan öyküler ve vasat öyküler olur. Bir istisna olarak Tarihi Hoşça Kal Lokantası’nda tüm öykülerin tadı damağımda kaldı. Tamamı ince ince nakış gibi işlenmiş. Bir kelimenin yerini oynatsanız o dünya yıkılıp gidecek gibi. İşte usta kalemini böyle kusursuz bir şekilde kullanmış Şermin Yaşar.

Kitabın kapağında Tarihi Hoşça Kal Lokantası altında küçük bir motto var: “kaybetmek bizim işimizdir”. Bence bu bir davet. Bu, çok ince bir zekanın ürünü üzerinde çalışılmış bir davet. Bu, açık bir davet. Çünkü insan olarak hepimizin kaybetmekten daha güzel yaptığımız neyimiz var ki? O zaman, nâmağlup kaybedenler olarak mutlaka okuma listenizin bir yerine kaydedin hemen.

Şimdiden keyifli okumalar dilerim.

Bu vesileyle Şermin’ciğim Yaşar’cığımı tebrik eder, kendisine sevgilerimi iletirim.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler