Umberto Eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Umberto Eco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Haziran 2017 Pazartesi

Pek çok kimse için en eskiye vukufla uzanabilen en yeni başvuru kaynağı

1990’lı yıllarda radyodan televizyona, gazeteden dergiye basının her yönündeki çeşitlenmeyle birlikte Türkiye’de farklı bir kültürel filizlenme yaşandı. Soğuk Savaş ve 12 Eylül rejimi sonrasında ülkenin kademeli olarak dışa açılması, okullaşma oranındaki artış, üniversitelerin çoğalması ve nüfusun artık elli, altmış ve nihayet yetmiş milyonlara çıkması derken, gelişmeler başka bir okur kitlesini ortaya çıkardı. Bu niceliksel büyüme çeyrek yüzyıldır devam ederken, her ne kadar Türk basın- yayın dünyası gazete tirajlarını yükseltemese de, yıllık kitap basım sayısını günümüzde 40 bin civarına ulaştırmayı başardı. Her ne kadar bu 1890’ların Prusya’sı seviyesi olsa da, Türkiye’nin son derecede kısıtlı bilgi havzasında bir zenginleşme yaşandığı aşikâr.

20. yüzyılın en önemli düşünürleri (örneğin Carl Schmitt), edebiyatçıları (örneğin J. R. R. Tolkien), tarihçileri (örneğin Eric Hobsbawm) olarak kabul edilen pek çok ismin bile Türkçeye kazandırılmaya başlaması için 1990’ların sonunu beklemek zorunda kalan kitap yayıncılığında bugün işlerin başka bir boyuta taşındığını söylemek istiyorum. Kimi kitaplar bir yıl içinde yüz binlerce satıyor, kimi yabancı kaynaklar dünyanın en yaygın dilleriyle eş zamanlı olarak Türkiye’deki okurun ilgisine sunuluyor. Şüphe yok ki, bunda küreselleşmeye bağlı olarak bilgi teknolojik değişimin, ülkedeki demografik dönüşümün payı olduğu kadar, akademinin biraz kıpırdanması, yetişmiş çevirmen havuzunun çeşitlenmesi, okurların bazı alanlarda uzmanlaşması gibi kaliteye ilişkin önemli unsurlar da rol oynadı, oynamakta…

İşte bu yüzden bir zamanların çok okunan kitapları geri dönüşüm tesislerine doğru yol alırken, yeni tip okur eşliğinde dünya gündemini takip eden kadrolar yayıncılık dünyasında başat güç olmaya başlıyor. Ortaya çıkan bu daha dünyalı bakış açısıyla, eskinin çok daha çabuk eskitilmesi söz konusu oluyor.

Yükselen Ortaçağ merakı

Bütün bunları neden anlatıyorum? Derhal arz edeyim. Yukarıda sözünü ettiğim elektronikleştirilmiş/ bilgi teknolojileriyle örülmüş dünyanın metalik kuşatması altında, insanlar bu ultra modernitenin nimetleri eşliğinde, ultra moderniteden sıkılma hakkını kullanmaya başlamış bulunmakta. Bu minvalde klasik zamanlara dönük meraklarını bir türlü dindirememekte ve bu konuda üretilen her bilgi ya da kurguyu büyük bir rağbetle karşılamaktalar. Fanteziyle tarihsel gerçeklerin, hayal gücüyle iyi işlenmiş bir hikâyenin kesiştiği her ürün, dünya çapında olduğu gibi, Türkiye’de de dikkate değer bir ilgi görüyor. Sözünü ettiğim bilgi teknolojileri devriminin ortaçağı güzelleştiren Braveheart ve Yüzüklerin Efendisi gibi öncüllerinin sihrini tek çatı altında birleştirmeyi başaran Game of Thrones fenomeninden Tudors ya da Vikingler’e, klasik dönem Osmanlı’sını ele alan ve çok satan kitaplardan Muhteşem Yüzyıl türü dizi ve gişe rekortmeni Fetih 1453 gibi filmlere varıncaya dek pek çok çalışmayla, sınırları özellikle belirsiz bırakılmış bir ortaçağ tasviriyle, tüm dünyada bir “Ortaçağa Dönüş” rüzgârı esiyor. Bunun, 1980’lerdeki fütüristik kitap ve filmlerle “Geleceğe Dönüş” yöneliminden çok daha kalıcı ve daha ciddi bir etkisi olduğunu söylemek gerek. Zira geleceğin öngörülemezliğiyle kıyaslandığında, geçmişin biraz olsun anlaşılması yönündeki her çaba başka bir anlam kazanmakta. Böylesi bir bilgi- vizyon aktarımı, insanların, haklarında neredeyse hiçbir şey bilmedikleri büyük büyük babalarının ve büyük büyük analarının nasıl bir dünyada yaşadığına dair birtakım fikirler edinmesine, geçmişin dünyasına ilişkin daha kolayca hayal kurabilmesine de imkân sunmakta. Üstelik bu durum teknoloji zehirlenmesine maruz kalıp köksüzleştikleri yönünde eleştirilen genç kitlelerde ilginç bir biçimde bir tarih bilinci –en azından merakı- yaratmakta…

Bu bilgi ediniminin daha klasik yöntemleri de yok değil tabii. Şanslıyız ki, Türk yayıncılık dünyası, kendi bildiği kadarıyla yetinip o bilgiler çerçevesinde dünyayı yorumlamanın “daha az tehlikeli” olacağına ikna olmuş geleneksel yazarların- araştırmacıların- okurların hâkimiyetinden kurtulmaya başlamış bulunuyor. Artık Alman idealizmini Hilmi Ziya Ülken’den, 19. yüzyıl Avrupa tarihini Oral Sander’den, Fransız Devrimi’ni Ahmet Taner Kışlalı’dan değil; bizatihi o konunun en temel kaynaklarından ya da tüm temel kaynakları derleyen yeni nesil çalışmalardan okuma şansı bu bahsettiğim. Bir süredir tarih kitapları konusunda muazzam bir atılım yapan Alfa Yayınları, okurların Türkçedeki en iyi ortaçağ tasvirlerini okuyup çokça şey öğrendiği romanların yazarı Umberto Eco’nun akademik başyapıtını dilimize kazandırmaya başlamış durumda.

Abidevi bir çalışma: Eco’nun Ortaçağ Ansiklopedisi

Bilindiği ama yine de daima ikinci planda bırakıldığı üzere, Umberto Eco (d. 1932) saygın bir ortaçağ tarihçisi ve akademik çalışmalarında da, edebi başarısına yol açan titizliği ile hayli haklı bir saygınlığa sahip. Bunun teyidi için en azından Türkçede de büyük ilgi gören Gülün Adı ve Baudolino’daki tarihsel arka planın şaşırtıcı, etkileyici, merak uyandırıcı etkisine bakılabilir. Ayrıca Eco’nun Güzelliğin Tarihi ve Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik gibi muhtelif çalışmalarındaki zenginliğe göz atmak bile onun uluslararası bir araştırmacı olarak tanınması gereğini göstermeye yeter. İşte bu koşullar çerçevesinde Profesör Eco’nun öncülüğünde oluşturulan bir ekibin çalışmasıyla ortaya çıkan devasa bir ansiklopedik eserden bahsetmek istiyorum: Ortaçağ’dan…

Hangi ortaçağ? Nasıl bir çalışma?

Şekil unsurlarıyla başlayalım. Aydınlanma dönemi filozoflarının yakıştırmasıyla dillere dolanan “ortaçağ karanlığı” klişesini âdeta yıkmak istermişçesine Alfa Yayınları her üç cildin edisyonunu da canlı renklerle tasarlayarak, içerikle görüntünün bütünlüğü sağlamış. Şubat 2014’te ilk baskısı yapılan ve hemen o ay tükenen birinci cilt mor, Eylül 2014’te okuru selamlayıp iki yeni baskı yapan ikinci cilt turuncu, Temmuz 2015 tarihli üçüncü cilt ise açık yeşil rengiyle beyaz fonun üzerinde dikkat çekiyor. Her bir cilt sert kapağı, biner sayfalık hacmi ve kuşe kâğıda basılı haritalarıyla, kronoloji tablolarıyla, figürleriyle ve fotoğraflarıyla dikkat çekici bir kaliteye sahip.

Peki ya içerik? Ortaçağı okura, okuru ortaçağa ulaştıran ve bin yıllık çok katmanlı ve karmaşık bir birikimi okurun iştahını kesmeden anlatmaya çalışması gereken bu koca ciltler ne ile ilgili? Ne ile ilgili olmadığından başlayarak hemen cevap verelim; klasik savaşların ve büyük adamların tarihiyle ilgili değil. Bunların yerine, protokoller, çarşı ve pazar yerleri, tarımsal üretim, şehir yaşamı, kırsal dünya, tüccarlar, seyyahlar, yazılan kitaplar, dinî- felsefî tartışmalar, kiliseler, şövalyeler, Müslümanlar, şairler, salgınlar, üniversiteler, katedraller, askere alımlar, efsaneler, rivayetler, barbarlar, cinsel yaşam, bayramlar, ormanlar, simya ve okültizm gibi ortaçağ bilimleri… Daha saymamız gerekirse manastır yaşamı, ikonografi, Haçlı Seferleri, tıp ve eczacılık, Yunan, Roma ve İslam dünyasının çevirileri, Gotlar, Franklar, Germenler, keşifler, icatlar, hayvancılık, yoksullar, zenginler, âdet ve yenilikler, papalar, görsel sanatlar, hayır işleri, tarikatlar, medreseler, mezhepler, feodalizm ve daha yüzlerce şey ile ilgili… Tüm bunlar, klasik Britannica ya da Larousse ansiklopedileri usulünce kısa ve özgün değerlendirmeler yapmaktan kaçınan makalelerden değil; bilakis güçlü birer tarza sahip, uzman akademisyenlerin kaleminden çıkmış bölümler halinde inceleniyor. Çalışmanın ilk üç cildine sinen atmosferde göze çarpan en güçlü mesajın, “Tek bir ortaçağ yoktur; var sanılan yekpâre bir ortaçağ da gerçeklikten çok kurgudur,” diye özetlenebileceğini söylemek mümkün. Ortalama bir ortaçağ bilgisi, bu bin küsur yıllık dönemi sıkıştırılmış hale getirerek St. Augustinus ise Thomas Aquinas’ı neredeyse çağdaş kılsa da, Eco ve ekibi bu iki büyük ismin aradaki sekiz yüzyılın ne çok şeyle dolu olduğunu vazıh biçimde ortaya koyuyor.

Altmışar liralık bir etiket fiyatı bulunan ve her biri bin sayfadan oluşan bu muazzam bilgi hazinesi, tek (hatta iki- üç) ciltlik ortaçağ tarihi kitaplarında gördüğümüzün aksine, ortaçağı hem mekânsal hem zamansal açıdan olabildiğince parçalara ayırarak ve sıklıkla bunlar arasında yatay geçişler yaparak ele alıyor. Böylelikle eş zamanlı olarak Avrupa’nın batısı ile İslam dünyasının Ortadoğu’sunun nasıl koşullara sahip olduğunu okur hayal edebilir hale geliyor. Elbette ortaçağ Avrupa’sının en dinamik bölgesi olarak kabul gören İtalya yarımadası ve bugünün Fransa-İspanya hattını oluşturan Galya, İberya ve Pireneler diğer siyasal- kültürel coğrafyalardan biraz daha ön planda. Ancak yine de her bölümün yazımında çok derecede dikkatli bir şekilde ortaçağ dünyasının tümüne ışık tutabilecek unsurların ele alınmaya çalışıldığı, mukayeseli ve bütünlüklü bir anlatım dilinin oluşturulduğu görülüyor. Böylelikle okur, ansiklopedinin ciltleri arasında kısa bir gezinti yapması durumunda, örneğin mimarlık tarihi bağlamında 12. yüzyılın İskandinavya’sıyla Endülüs’ü yan yana getirebiliyor.

Bu eserlerin Türkçe kitaplarda muhtemelen bugüne dek hiç görmediğimiz kendine özgü pratik bir sembol kodlama yöntemi olduğunu da belirtmek gerek. Papalar, krallar, kraliçeler, imparatorlar, tahta çıkışlar, taht devirleri ve diğer birçok şey, orijinalliğini takdir ettiren sevimli birtakım işaretlerle ifadelendiriliyor ve çalışmanın okuma hızını artırıyor.

Her üç cildin de İtalyancadan gerçekleştirilen çevirisini üstlenen Leyla Tonguç Basmacı’nın Türkçeyi mahir kullanımıyla katma değer ürettiği üç cilt üzerine getirilebilecek belki de yegâne eleştiri, kişi isimlerinin kullanımındaki tercihlere dair olabilir. Avrupa dillerinde Petr, Piedro, Pietro, Pedro, Peter, Petro ya da Karl, Carl, Charles, Charlie, Şarlken, Carlos, Karol gibi farklı yazımlar arası geçişlerde, aynı kişiden bahsedilse de, farklı isimlerden bahsediliyormuş gibi bir hissin doğma ihtimali bulunuyor. Belki bu noktalarda birer açıklama notu fena olmayabilirdi. Aynı sorunun bir diğer yönü de, dilimizde yerleşiklik kazanmış ve soyadı geleneğinin doğuşundan önceki dünyayı anlamamızı kolaylaştıran lakapların üç ciltte de soyadı gibi verilmesi. Daha açık söylemek gerekirse, Magna Carta ile özdeşleşmiş İngiltere Kralı Yurtsuz John’un John Lackland (İngilizcede “lack” yokluk, “land” ise arazi, toprak, ülke anlamına geliyor) diye kullanılması bazı okurlara bir süreliğine yabancı gelecektir. Benzer şekilde, Fransız Philippe le Bon’un (‘İyi’ ya da ‘Güzel’ Philippe) Kastilyalı Philippe (I. Felipe), nam-ı diğer “Yakışıklı Philippe” (İng. Philippe the Handsome, Phillippe the Fair) ile; ya da öncülü Fransa Kralı IV. Filip (yani ilk ‘Yakışıklı Filip’, Fra: Philippe le Bel) ile karıştırılabilecek şekilde “Yakışıklı” diye isimlendirilmesi gibi birkaç örnek daha küçük de olsa birer nazar boncuğu niteliğinde...

“Gözümüzün önündeki ortaçağ”

Bu heybetli eserin bambaşka bir yönüne bakalım. Zira çalışmanın okura kattığı tarihsel derinlik hissinin ortaçağ ile günümüzün bilgi teknolojileri çağı arasında bazı köprüler kurması muhakkak. Eco’nun I. ciltteki önsözünde belirttiği gibi, “O kadar uzak geçmişte kalmış gibi duran bu çağın mirasını kullanmaya bugün de devam ediyoruz. Her ne kadar başka enerji kaynaklarıyla tanıştıysak da (…) Batı’da sadece 1000 yılından sonra ortaya çıkıp geliştirilen su değirmenlerini ve rüzgâr değirmenlerini kullanmaya devam ediyoruz. Hatta petrol kriziyle rüzgâr enerjisi yeniden ciddi şekilde düşünülmeye başladığına göre, bu miras işimize yaramaya devam edecek demektir.” İşte bu yüksek bakış açısı, gerçekten yüzyılları aşan bütüncül bir tarihsel perspektif kazanmak adına, özellikle genç araştırmacılara, yeni nesil akademisyenlere, gerçek anlamda ihtiyaç duyulan bir entelektüel hediye sunmakta.

Dahası var; “aramızdaki ortaçağ” diyebileceğimiz bugün bile gördüğümüz ortaçağ. Herkesçe malûm olduğu üzere, bugünün pek çok kamusal binası, ortaçağ mimarisinin ürünü olup hâlâ tüm şaşaa ve zarafetiyle gündelik yaşamın, devlet kurumlarının bir parçası olarak bizlerle birlikte. Ülkeler, ortaçağdan bâki kalan eserleri nispetinde turist çekebilmekte. Üniversitelerin en eskileri en makbul sayılmakta ve hemen her üniversite ortaçağa ait bir kuruluş tarihi bulma gayretinde. Bunların ardı sıra masa, pencere camı, saat ve özellikle de gözlük gibi gündelik hayat bakımından devrim yaratmış ortaçağ buluşlarının önemine değinmeyeceğim, ancak listenin aslında ne denli uzun ve şaşırtıcı olduğunu görmek adına ciltlerde biraz gezinmenin yeterli olduğunu belirterek geçmiş olayım.

Öte yandan, ortaçağ ile günümüz dünyası arasında bağlantılar kadar büyük farklılıklar olduğu da aşikâr. Bu yüzden, bugünle anne- babalarımızın yaşadığı otuz- kırk yıl öncesinin dünyası arasındaki büyük dönüşümü bir kez daha akla getirdiğimizde, ortaçağın ne denli uzak, ne denli gizemli, ne denli farklı ve üzerine düşünmek için ne denli cazip olduğunu görmek hiç de zor olmayacaktır.

İşte tüm bunlar ve bu yazının sınırlarını aşacak başka yönleri dolayısıyla bugünün yükselen ortaçağ merakını tamı tamına karşılayacak, yüzlerce kaynaktan damıtılarak oluşturulmuş çok zengin bir referans çalışma ortaya çıkmış bulunuyor.

Son bir not daha: Umberto Eco, aşina olduğumuz o satirik üslubuyla bir ezberi daha bozmadan geçmiyor. Ortaçağı bağnazlıkla, boş inançlar ve safsatalarla ilişkilendirip yargılarken akılda tutmamız gereken çok şey olduğunu gösteriyor ve ekliyor: “Günümüzde de, laboratuarlarından çıkıp el falına baktırmaya veya ruh çağırma seanslarına giden bilim insanlarının sayısı da pek az değil.” Öyle değil mi? Bunun gibi daha pek çok düşündürücü, gülümsetici, sorgulatıcı göndermeyle dolu olan Ortaçağ derlemesi her cümlesinden öğrenilecek bilgece değerlendirmelerle okura yepyeni bir ortaçağ dünyasına seyahat etmeyi ve çokça tarih öğrenmeyi vaat ediyor.

Bu anlamda Eco’nun öncülüğünde yazılan Ortaçağ, romantik şanlı geçmiş belagatçılarından çevreci yeni toplumsal hareketlere, bir kültür turuyla Avrupa’yı gezmek isteyenlerden en ciddi suretli tarihçilere dek pek çok kimse için en eskiye vukufla uzanabilen en yeni başvuru kaynağı. Ortaçağ çok geniş bir alandaki konu ve kavramların kesiştiği, dikkatle okunması gereken, okuyanlar için de gelecek yeni ciltlerin merakla bekleneceği zihin açıcı bir derleme.

1.Cilt: Ortaçağ: Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Editör Umberto Eco, Alfa Yayınları, 2014, 917+xv sayfa.
2.Cilt: Ortaçağ: Katedraller, Şövalyeler, Şehirler, Editör: Umberto Eco, Alfa Yayınları, 2014, 893+xv sayfa.
3.Cilt: Ortaçağ: Şatolar, Tüccarlar, Şairler, Editör: Umberto Eco, Alfa Yayınları, 2015, 1072+xv sayfa.

Hasan Aksakal
twitter.com/haksakal34
* Bu yazı daha evvel k24'te yayımlanmıştır.

10 Nisan 2014 Perşembe

Avrupa düşüncesinin sanat ve estetik kavrayışına dair

Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyan eğilimlerinin yeniden yorumlandığı Rönesans; felsefe, bilim ve sanatın Antikite ve Helen uygarlığında bulunacak köklerinin, liberalizmin alacakaranlığında yeniden diriltilmesidir. Aydınlanma düşüncesi ve sonrası için Ortaçağ, bu sebepten dolayı Avrupa’nın karanlık günleri olarak nitelenir. Rönesans, kapitalizmin sonraki aşamaları için geliştirici bir sonuç olduğu kadar aynı zamanda felsefî gelişimi farklı bir yöne çeken Hıristiyanlığın öncesine dönerek Avrupa’nın kolonyalist yönelimiyle de doğrudan ilişkilidir: Feodal düzenin sınırlarını aşmak çabasındaki burjuvazinin imkânlarını genişleten Rönesans, coğrafî keşifleri mümkün kılacak teknolojileri de doğurmuştur neticede. Temel motivasyonu iktisadî olan bu durum, dünyayı yeni bir algının nesnesi olarak görecek deneysel çalışmalara ve araştırmalara yol açmıştır.

Bir Ortaçağ uzmanı olarak araştırma, deneme ve romanlar yazan Umberto Eco, bu dönemin hemen öncesini ele aldığı Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik’te Rönesans ile tersyüz olan Avrupa düşüncesinin sanat ve estetik kavrayışını aktarıyor. Modern dünyanın felsefesini ister istemez deneyimlemiş ve içselleştirmeye zorlanmış okur için oldukça uzak olan Ortaçağ sanat kavrayışının temel meselelerini inceleyen Eco, kitabının önsözünde birbirinin kopyası gibi duran fikirler nedeniyle kimliksizlikle ve estetik duyarlılığın olmamasıyla suçlanan bu dönem hakkındaki yanlış izlenimleri düzeltmeyi amaç olarak belirliyor. Müteakiben estetik duyarlılığın XV. asra doğru kökten değişimini göstermeye çalışıyor.

Bugün dejenere bir değer hâlini alan güzellikten söz etmek, Ortaçağ’a damgasını vuran Skolastik felsefe için yalnızca soyut bir kavramdan söz etmek demek değildir Eco’ya göre. Ortaçağ filozofu için güzellik aynı zamanda somut deneyimlerle ilgilidir. Bunun en iyi izahatını sanata bakıştan bulabilmekteyiz: Postmodern dünyada sanat, her şeyden fazla olarak duygular ve estetik düzeyi öne alarak kavranılan bir şeyken güzel diye nitelenen nesneye sahip olabilmekle alınacak haz da temel işlev ve öncelik değeridir. Oysa varoluşsal/felsefî/kuramsal anlamını hem İslâm’la birlikte Doğu’da hem de Avrupa’da Ortaçağ’da bulan sanat; duygulardan ziyade akla (intelect) hitap etmekte, estetik değeri değil güzellik metafiziğini önemsemekte ve maddî düzeyde en aşağı bir vasıf olarak işlevselliği talep etmektedir.

Ortaçağ düşünürlerinin bu minvaldeki kavramlarını ele alarak tahkik eden Eco, modern dünyada sanatın altüst edilmişliğini bu temelde ifşa eder. Ortaçağ düşünürü; sanatın vereceği hazzın insanı hakikatten uzaklaştıracağı düşüncesiyle dışsal güzellik ile içsel güzellik arasındaki mütekabiliyeti zorunlu kılan uyum anlayışı içindedir. Bu sebeple, Antik filozoflara çok farklı bir biçimde bakmış ve uyum sorununu ontolojik ve fizikî oranlamada aramıştır. Platon’un varlık anlayışına yakın ama çokça Pisagor metafiziğiyle ilişkili uyumu, Hıristiyan Mistisizminin zâhir-bâtın farklılaşmasının uzanımı hâline getirmiştir. Diğer yönden sanat tarih boyunca endüstriyel bir üretim değeri taşımışken Rönesans’a kadar belirli zümreler için hizmet vasfıyla sunulmuştur. Ancak Rönesans’ın kapitalist yayılma potansiyeli zaman içinde sanatın kitleselleşmesine yol açarak, belirli bir estetik duyarlılıkla sınırlandırılmıştır.

Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik kitabında Eco, “Aşkınsal Olarak Güzellik”, “Oran Estetiği”, “Işık Estetiği”, “Estetik Görme Psikolojisi ve Gnoseolojisi” gibi başlıklar altında din ve felsefe ile sanat arasındaki ontolojik bağdaşımı gözler önüne sererken onun sadece güzelliğe ilişkin doğasının değil aynı zamanda sınaî manasının da farklılaşmasını idrak etmenin kapılarını aralıyor. Yakın veya benzer konuları yazan Coomaraswamy, Guénon, Lings, Burckhardt gibi yazarların eserlerinde İslâmî yönünü de gördüğümüz Ortaçağ incelemeleriyle birlikte Eco’nun çalışması, sanat tartışmalarına katkı sağlayacak bir potansiyele sahip. Bu çerçevede Eco’nun özellikle sembol ile alegori ve güzellik ile ilginçlik farklılıkları hakkında bazı perspektif hatalarına düşmüş olması da eleştirilebilecek bir husus olarak öne çıkıyor.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

29 Mayıs 2012 Salı

Arayışın kitabı

Baudolino, zekası, yaratıcılığı ve uslanmaz yalancılığı olan bir çocuk. İtalyan’ın güneyindeki bir köyde yaşarken, atıyla o sırada savaş halinde olduğu italya’nın, bir kasabasının çevresinde gezen Alman imparatoru Friedrich Barbarossa’nın gözüne girer ve onun manevi oğlu olur. Yaşı biraz büyüdüğünde Baudolino’nun, imparatorun eşi, manevi annesi, Betarix’e aşık olması saraydaki yaşamını değiştirir ve asla ulaşamayacağı aşkından uzaklaşmak için babasını, Paris’te eğitim alması yönünde ikna eder. Zaten olaylar da Paris’te eğitim aldığı yıllarda başlar. İmparatorluğun başrahibinin, ölürken Baudolinoya, vasiyet ettiği Rahip Johannes’in kayıp krallığını bulması isteği, Baudolino büyüdükçe onunla büyür ve yaşamının anlamı olur. Paris’te kendisi gibi maceraperest birkaç arkadaşı ile İmparator Friedrich Barbarossayı 3.Haçlı seferi için ikna ederler. İmparator, kutsal şehir Kudüs’ü alacak; Baudolino ve dostları ise doğuya, kimsenin yerini tam olarak bilmediği, rahibin “Cennet Ülkesine” doğru yola çıkacaklardır.

Avrupa’nın içlerinden başlayıp Bizans surlarında devam eden ve Asya bozkırlarına kadar süren bu yolculuk, bir yolculuk olmaktan öte içinde barındırdıklarıyla başlı başına yaşamın kendisi aslında. Eco, bizlere anlattıklarıyla da bir anlamda tarihin resmi ve gayri resmi yönünü vurgular, “tarih nasıl oluştu?” sorusunu sordurur her birimize. Ortaçağ öncesi Avrupasında, papalık ile imparatorluklar arasındaki iktidar mücadelesiyle, aynı dönem Bizans İmparatorluğundaki taht mücadelelerini ve yağmalanan Kosntantinapolis’i anlatır.

Kitaptaki karakterlerin her biri yolculuğun başında bir hayal ile yola çıkar. Bir arayıştır onların bu yolculuğu. Abdül’ün, adına şiirler yazdığı ve bilinmeyen çok uzak diyarlarda yaşayan sevdiğinin orada olduğunu düşünmesi; Solomon’un on iki kayıp kabileyi orda bulacağına inanması; Baudolino’nun yeryüzü cenneti…

Kitap, bir arayış içindeki bu dostların serüvenlerini anlatırken, aynı zamanda değişimi de çaktırmadan kulağımıza fısıldar. Yıllarca süren yolculuk, her birini başlangıçtaki hallerinden daha farklı yapmıştır ve hepsi bu yolculuğun sonunda değişmiştir. Arayış, aranan şey bulunduğunda veya bulunamadığında oluşan bir boşluğu ima ederken, Umberto Eco, aslında insanın içindeki arayışın hep yenileneceğini, insanın kendisine her zaman ulaşacak bir hedef koyacağını da söylemekten geri durmaz.

Ozan Şen