Şarkısı Biten Şehir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şarkısı Biten Şehir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2018 Pazartesi

İçimizdeki şarkısı hiç bitmeyen şehre dair

"İçim Galata Kulesi, taş taş üstünde..."
- Ezginin Günlüğü, Gemiler Gibi

Kitaba geçmeden evvel Yağız Gönüler hocamdan bahsetmek istiyorum. Bundan yaklaşık üç buçuk yıl önce Kaan Murat Yanık’ın sunduğu “Edebiyat Kokusu” programında tanımıştım kendisini. O günden beri de yazdıklarını, okuduklarını, önerilerini takip ederek kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam ediyorum. Bu vesileyle bir kere daha teşekkür ediyorum.

Şarkısı Biten Şehir; ‘dünyanın en güzel yeri’ olan o kadîm mirasımızın gözlerimizin önünde fütursuzca “betonlaştırılmasını” gönlüne kabul ettiremeyen ve bunu engellemek için elini taşın altına koyan bir kalemin eseri.

Hem yaşım gereği hem de İstanbul’un kokusunu -kendimi bildikten sonra- ilk kez 2016 yılında içine çekmiş biri olarak İstanbul’un bozulmamış güzelliğini fotoğraflardan, filmlerden, Tanpınar’ın Huzur’undan ve daha başka kitaplardan biliyorum sadece. Fakat buna rağmen İstanbul’a yapılanları gördükçe insanın içinin sızlamaması pek mümkün olmuyor. Kitabın sonlarına doğru okuduğum birkaç cümle de tıpkı böyle içimi sızlattı. Bir mimarlık kongresi için İstanbul’a gelen Uluslararası Mimarlar Birliği Başkanı Jaime Lerner Bu şehri Mimar Sinan’ın torunları inşâ etmiş olamaz.” diye bir cümle kurmuş. Bu utanç bence hepimize bir ömür yetmeli. Fethi Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından müjdelenen bir şehri biz hangi amaç uğruna yok ediyoruz? Bu soruyu sorarken bile üzülüyorum; çünkü İstanbul’un kokusunu henüz istediği gibi içine çekememiş biri olarak yapılan her kıyımda sanki biraz daha eksiliyorum. Ah Güzel İstanbul filmindeki o muhteşem cümleyi keşke hâlâ gönlümüz rahat bir şekilde kurabiliyor olsaydık. Ne diyordu Sadri Alışık: “Âh Güzel İstanbul… Nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin.

Kitabın başında Lüffi Bergen’in yazmış olduğu takrîz yazısındaki bir cümle beni derinden etkiledi: “Yeryüzü alabildiğine geniş ve nüfus son derece sınırlı olduğu halde Habil ile Kabil’i birlikte yaşamaya zorlayan bir gerekçenin bulunması gereklidir.”. İstanbul’da da milyonlarca insanı bir arada yaşamaya zorlayan bir gerekçe olabilir; fakat insanları kendine görmeden bile âşık eden dünya harikası bu şehre kıymanın bir gerekçesi olabileceğini düşünmüyorum, dahası düşünmek istemiyorum. Zîrâ sunuş yazısında Yağız Gönüler hocanın “Varlığı güzelleştirecek, iyileştirecek olan en büyük araç insan.” cümlesinden sonra aksini düşünmek mümkün mü? Çünkü Turgut Cansever hocanın da dediği gibi “İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir”. Dünyayı yaşanmaz hale getirmek değil.

Fakat ne yazık ki başta İstanbul’da yaşayanlar olmak üzere hepimiz bu değişime alışıyoruz. Zamanla normal karşılıyoruz. İnsanız, günlük telaşların içinde düşünmeyi bırakıveriyoruz. Kitapta Sadettin Ökten hocanın bir konuşmasından yapılan alıntı da bu durumu şöyle anlatıyor: “Kırk yıl önce Üsküdar sahilinden gördüğüm o nefis siluetle şu anki siluet arasında büyük fark vardır. En başlarda bu acıyı daha yoğun yaşıyorduk, şimdi bakıyoruz; fakat o gökdelenleri, büyük ve çirkin yapıları görmüyoruz, göremiyoruz. Unutmayın, insanın önce gözleri alışır, sonra gönlü.”. Bu manzaraları bazen belki çok normalmiş gibi izliyoruz, ağlanacak halimize de bazı bazı gülüp geçiyoruz. “Bizim büyük çaresizliğimiz” de bu olsun.

Kitapta Sinan Yılmaz ile yapılan bir söyleşideki şu cümleler özellikle dikkatimi çekenler arasında: “Mesela bu şehirde yaşayan bir öğretmen, öğrencilerinin elinden tutup onları hâlâ yeşil kalmış bir alana götürüyorsa, velileri bu yönde teşvik ediyorsa, tarihi eserleri tanıtma amaçlı bir gezi düzenliyorsa, onlara Yahya Kemal’in şiirlerini ödev olarak veriyorsa, Beş Şehir tavsiye ettiği kitaplar arasına girmişse şehre sahip çıkıyor demektir. Herkes öncelikli olarak ‘Ben ne yapabilirim?’ sorusunu kendisine yöneltmeli. Ortaya çıkacak listenin peşinde yürümek, bu şehre sahip çıkmak demek.”. Aslında hepimiz özelde İstanbul ya da yaşadığımız başka şehirler için, genelde de bu ülke için ne yapabiliriz sorusunu kendimize sormalı ve elimizi bir şekilde taşın altına koymalıyız. Dünyayı belki tek başımıza güzelleştiremeyiz; fakat bu düşünceye sahip olmak ve onu yaymak için çabalamak pek çok değerimizi kurtarmaya yeter. En azından böyle umut etmekten başka şansımız yok. Öyle ki “Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.” diyor, Yağız Gönüler.

Yine Sinan Yılmaz ile yapılan söyleşiden birkaç cümleye değinmek istiyorum: “Dünyanın en sıradan şehirlerinin bile böyle hoyratça değişmediğini düşünürseniz, İstanbul’da olan bitenler için sözün bittiği yere geliyorsunuz... Ne kadar isterdik hep güzel şeyler yapılsın ve biz de avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışlayalım.”. Buradan da yine Ah Güzel İstanbul filmindeki bir cümleye aklım ister istemez gidiyor: “Ah ihtiyar medeniyet! Çocuklarına sağlam, yepyeni bir dünya kurmaktan aciz misin? Bizi yabancı diyarlardan getirttiğin süslü yalanlarla mı besleyeceksin?

Şarkısı Biten Şehir; İstanbul’u dert edinmenin yanında ‘mahalle’nin yok olmasından, değerlerimizi çabucak yitirmemizden, şehir düşüncesinden ve aile olabilmekten bahsediyor. Ayrıca bu alanda çalışma yapmış Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Lütfi Bergen gibi isimlerle yapılan söyleşilerin ve konuşmaların da kitapta yer alması konuya çok yönlü bakabilmemizi sağlıyor. Tüm bunları anlatırken de söz konusu alanla ilgili zengin bir okuma listesini yazar okuyucularına sunuyor.

Yazarın “Esasen şehir, mekân ve meydan için son sözü vicdanlar söyleyecektir.” cümlesiyle yazımı bitirirken kitabın özünü oluşturan İstanbul’un biricikliğini kitaptaki denemelerden birinin de adı olan “Başka Bir İstanbul Yok” cümlesiyle yeniden dile getirmek istiyorum. İstanbul her şeye rağmen hâlâ çok güzel. Bizim ise bu güzelliği korumaktan başka şansımız yok. “Çünkü İstanbul’un manevi iklimi, hepimizden ayrı ayrı hesap soracaktır.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

14 Mayıs 2018 Pazartesi

Bir şehrin şarkısı susturulunca

Kadim şehirler, yerlerini ruhsuz kentlere bıraktı. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı tam da bu noktayı anlatıyor. Şehirlerin kadim ahenklerinin bittiği, mahallelerin yerini apartman ve sitelerin aldığı bir zamanda Gönüler bize “Neyi kaybettiğini hatırla” ihtarında bulunuyor.

Nasıl şehirlerde yaşadığımız nasıl insanlar olduğumuzdan bağımsız bir soru değil. Hacı Bayramı Veli, “Ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” derken şehrin inşasıyla o şehirde yaşayan şahsiyetlerin yetiştirilmesi arasındaki bağı vurgular. Bu noktada bizim dahi yapıldığımız beton ve çelik arasındaki yerimizin sorgulanması gerekiyor. Yağız Gönüler’in Şarkısı Biten Şehir adlı kitabı bu sorgulanmanın tezahürlerinden biri.

Tabii ki şehirlerin hangi malzeme ile yapıldığından daha önemli ve kritik olan soru “Şehirlerimiz hangi düşüncenin ürünü?” sorusu ve kitap da tam bu sorudan başlıyor. Yağız Gönüler; Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Akif Emre, İbrahim Zeyd Gerçik gibi bu soruyu mesele haline getiren yazarların eserlerini esaslı bir şekilde okuyarak kitap boyunca bu sorunun peşine düşüyor.

Şarkısı Biten Şehir'in bir güzelliği de röportajlar. Yağız Gönüler, “ben” diye başlayıp “ben” diye bitiren biri değil. Yaptığı alıntıları küçük müdalelerle kendisinin kılmaya tenezzül etmiyor ve kitabını bir kütüphanenin kapısı kılıyor. Aynı şekilde de Semih Akşeker ve Sinan Yılmaz gibi isimlerle yaptığı röportajlara bu kitapta yer vererek, kitabın kendi sesinden ibaret kalmamasını sağlıyor. Şarkısı Biten Şehir kendisiyle yetinmeyen okurunu bir kütüphanenin eşiğine götürüp, yol gösteren bir kitap. Kolay, kestirme, pratik ve pragmatik çözümler sunmuyor. Zaten son yüz-yüz elli yılda başımıza ne geldiyse “günü kurtarmayı” amaçlayan pratik ve pragmatik reçetelerin astarı yüzünden pahalıya gelen çözümlerinden gelmedi mi?

Şehri birbirinden soyut tek tek konutların bir toplamı olarak görüp tanımlamak zannediyorum ki düştüğümüz en büyük tuzaklardan biri. Şehrin şarkısını susturan da bence tam olarak bu zaten. Burhan Eren’in Turgut Cansever ile yaptığı söyleşi kitabın son sözünü teşkil ediyor. Cansever bu söyleşide “Ortak güzellik duygusu temelidir. Osmanlı toplumunun ortak güzellik değerleri vahşi Batı değerleri ithal edilerek Türk aydınları tarafından tahrip edilmiştir. O zaman Sinan’ın eserleri toplumdan tecrit edilmiş, taş yığını haline düşürülmüşlerdir. Bu değerler allak bullak edildi. Ne için? Paris’e benzemek için. Hangi Paris’e? Bonapart’ın isyan edebilecek Fransız halkını top ateşine tutup bastırabilmek için tasarladığı Paris’e… Bu değerleri ve eserleri görmemizi engelleyen en önemli gözlük, Batılılaşma gözlüğüdür, apartmancılıktır.” diyerek şarkıyı kimin veya neyin susturduğunu ifşa ediyor. Söz şehirleşmeden açılınca mesele, kişisel cehalet ve hırslarla izah edilebilecek kadar basit olmaktan çıkıyor. Yağız Gönüler’in kaleminden okursak mesele tam olarak şudur: “Küreselleşmenin dünya kentleri üzerindeki hâkimiyeti farklı ellerle ama aynı taktiklerle sürüyor. Büyük kentlerin en doğusuna, batısına, kuzeyine ve güneyine “yerleştirme/kaçırma” taktiği. Bu taktikte hedef kitle önce suburbia’daki gibi orta sınıftı. Ancak piyasa koşulları, azgın inşaat rantları, toprağın işgâli ve öngörülemeyen genişleme; kent coğrafyasıyla birlikte o kentte yaşayan sınıfları da birbirinden hızlı biçimde uzaklaştırdı. Artık aynı blokta oturduğu görülen ailelerin birbirlerinden çok farklı yaşamları, hiç olmazsa hayalleri var. Eskiden bir mahalleyi paylaşan ailelerin hepsinin ortak hayalleri olduğu, bir kahvehane sohbetine kulak vermekle kolayca anlaşılabilir bir şeydi.

Şarkısı Biten Şehir bir nostalji kitabı değil bir ihtar kitabı. Unutmanın konforuna ve teslimiyetine karşı yazılmış bir hatırlatma kitabı. Evet, ihtar etmek rahatsız edicidir. Zira hatırlatmak sorumlulukları gündeme getirmektir. Yağız Gönüler, kitabında bize hangi şarkıdan mahrum kaldığımızı ihtar ediyor. Şarkısı Biten Şehir bu yüzden kıymetli bir çalışma…

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 31. sayısında yayınlanmıştır.

1 Mart 2018 Perşembe

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş kitap

Yağız Gönüler'in "Şarkısı Biten Şehir" adlı kitabını okudum.

Kitap hakkında kendimce bir iki kelime etmezden önce Yağız ağabeyin bana bu paylaşımları yapmamda en büyük ilham kaynağı olduğundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Önce bir Instagram sayfası, ardından da Blogspot platformu üzerinden yazdığım küçük, amatör yazıların beni günden güne geliştireceğine dair inancımda Yağız ağabeyi izlemek, çok ama çok fazla etkili oldu bende. Kendime örnek aldığım nadir şahsiyetlerden biridir kendisi. Daha nicelerine ışık olmuştur eminim. Kendisine buradan teşekkür etmek isterim.

Karakum Yayınları'ndan çıkan Şarkısı Biten Şehir kitabını bir tür deneme olarak nitelemek mümkün. Kitapta Gönüler'in denemelerinin yanısıra, şehircilikle meşgul olmuş insanlarla yaptığı çok uzun olmayan ancak hem sorularıyla hem cevaplarıyla birer bilgi birikimi haline gelmiş röportajları, kitaplar ve şahsiyetler hakkındaki çeşitli yazılarını görmekteyiz. Sadettin Öktem, Turgut Cansever, İsmet Özel, Ahmet Yüksel Özemre, Sinan Yılmaz adını sıklıkla duyacağımız isimlerden bazıları. Yazarın bir başka önemli fikri de şehir ile aileyi birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak, birbirinin tamamlayıcısı, et ile tırnak gibi görüyor oluşuydu. Mekanik toplumdan organik topluma geçiş olarak değerlendirilen bizler gibi geçiş toplumlarında, geleneklerinden kopmamak adına mücadele eden bir avuç insanız şurada ve aile bizim bamtelimiz. Aile vurgusu bu yüzden beni ayrıca bir tatmin etti. Yağız Gönüler'in kitaplarla ilişkisini bilen bilir. Benim bu yazılarda şehircilikten hariç olarak en çok dikkatimi çeken şey, kitaplardan bahsederken yazarların kitaplarının ilk sayfalarında, kitaplarını kimlere ithaf ettiklerine yer verdiklerini önemsemiş olmasıydı. Daha önce bu atıflar hiç dikkatimi çekmemişti, ancak fark ettim ki gerçekten çok büyük zerafet, çok büyük incelik bulunduruyor içlerinde.

Doğma büyüme bir Üsküdarlı olarak kitabı okurken canım çok sıkıldı. Her gün sövdüğüm Üsküdar'daki meydan ve sahil şeridi genişletme projeleri ve Twitter'da dolaşan Çengelköy düzenleme planlarının yanında, ayakkabılarım İstanbul'un asla bitmeyen inşaatının içinde yıpranır giderken, zaten yeterince sövmüşken, tuz biber ekti bu kitap. En beğendiğim yazıların başlıkları şöyle: "Şehri Öl(dür)ürken Sessiz Kalabilen Katil", "İnsan ve Plastik" ve "İçinde Apartman, Site veya Kat Geçen Türkü Duydunuz mu? 

Şehri, şehirleşmeyi, şehirleştirilmeyi dert edinmiş, Maslak'tan geçerken İstiklal'de yürürken "ulan bir yerlerde bir hata var ama?" diye aklından geçirmiş herkesin okumasını öneriyorum. Yazarın kendi görüşler ve bilgi birikiminin yanında atıfta bulunduğu nice yazar ve kitaplar da bize bu alanda kendimizi geliştirmemiz adına bir yol haritası çiziyor.

Her zamanki gibi buraya bir alıntı bırakıyor ve keyifli okumalar diliyorum!

"Türkler evlerinde hela (hala köylerde görmek mümkündür),evin aşağı yukarı 50 metre dışında olur. Orada destur denerek abdest bozulur. Mesela abdest bozmak diyoruz. Bundan Türk^ün abdestsiz gezmeyeceğini anlamamak, ya mankafaların işidir ya da Yahudilerin. Türk abdestsiz gezmeyi başına gelecek musibetlerin garantisi olarak görür. Bu yüzden 'şanssızlık oldu' demez, 'kaza oldu' der. Tuvalet, Türk evine dikilmiş incir ağacıdır."

Betül Kavalcı
twitter.com/kavalcibetul