14 Kasım 2017 Salı

Bizi oluşturan parçaların tamamı belleğimizle doğrudan ilişkilidir

"Var olmak, algılanmış olmaktır."
- Berkeley

Bir sabah uyansanız ve o güne dek yaptığınız, düşündüğünüz ya da öğrendiğiniz hiçbir şeyi hatırlamasanız, ne olur? Bu kişi hâlâ siz olur musunuz? "Bellek Yanılgısı: Hatırlama, Unutma ve Sahte Anılar Üzerine Bir İnceleme" isimli kitabın giriş bölümündeki bu çarpıcı soru, bellek hakkında tedirgin eden bir tartışmanın da fitilini ateşliyor. Belleğimizi ve anılarımızı sorgulamaya başladığımızda kim olduğumuzla ilgili bir şüpheciliğe kendimizi kaptırmamız işten bile değil. “Kendimiz”, nelerden oluşuruz? Anılarımız, alışkanlıklarımız, sevdiğimiz şeyler, sevmediklerimiz çocukluğumuz vs., bizi oluşturan parçaların tamamı belleğimizle doğrudan ilişkilidir. Ve belleğimizde ortaya çıkabilecek olası bir kayıp, kendimizi de kaybetmemizin yolunu açabilir.

Kitabın yazarı Dr. Julia Shaw, adli psikoloji konusundaki uzmanlığı ve kriminoloji bölümündeki öğretim üyeliği göreviyle paralel olarak ‘sahte anılar’ ile ilgileniyor. Peki, nedir bu sahte anılar? Aslında hiç yapılmamış bir konuşmayı, yaşanmamış bir olayı gerçekmiş gibi hatırladığımız bazı zamanlar olabilir. “Masallama” olarak isimlendirilen sahte anılar, özellikle erken dönem çocukluk anılarımızın güvenilirliğinin masaya yatırılması gerektiğini öne sürüyor. Ancak tüm bu belirsizliğe rağmen, erken dönem çocukluk anıları, insanın kendi olma sürecini en çok şekillendiren anılarıdır. Ne tuhaf bir belirsizlik, değil mi?

Çocukların en sevdiği aktivitelerden biri, sihirbaz gösterileridir. Şapkadan çıkan tavşanlar, güvencine dönüşen mendiller, cebimize nasıl girdiğini bilmediğimiz nesneler; sihirbaz görülmeyeni gören, kaybedilenleri bulan kişidir adeta. Ancak gerçekler pek de öyle değil. Büyüyünce hepimizin öğrendiği gibi, aslında sihir diye bir şey yoktur. Ünlü sihirbaz Jason Latimer, yıllar boyunca gösterilerinde sihir kullanmadığını açıklıyor; bilimi, algısal beklentilerimizi yanıltmakta kullandığını belirtiyor. Algılarımız, bildiklerimiz üzerinde bu kadar etkili mi?

Algılarımızın bizi ne kadar yanlış yönlendirebileceğinin en büyük örneklerinden birini, 2015 yılında birlikte tecrübe ettik. Sosyal medyada #thedress etiketiyle bir fotoğraf dolaşmaya başladı. Ancak garip olan, fotoğrafa bakan kişilerin bir kısmı elbiseyi mavi-siyah görürken, diğer kısmı altın-beyaz görüyordu: “Aslında bu elbise vakası, algısal sistemlerin genellikle evrensel gözükmesine rağmen, hepimizin dünyayı nasıl farklı şekilde gördüğümüze dair bir iletişim ortamı yaratmıştı.

Sosyolojik yorumları bir tarafa bıraktığımız, elimizde hayli önemli bir soru kalıyor: Peki, bu algısal farklılık nasıl mümkün oluyor? Bu işin arkasında da bir “sihir” var mı diye merak ediyorsanız, Bellek Yanılgısı’nı okumaya devam edin. Elbise vakasının bilimsel çalışmalar üzerindeki etkileri sizi epey şaşırtabilir.

Kitaptaki bir diğer tartışma, insan beyninin ne kadar bilgi depolayabildiği sorusunun yanıtı üzerine sürdürülüyor. Birçoğumuzun bellek sihirbazı olarak adlandırdığı, her şeyi kaydeden ve hatırlayan insanlar “hipertimezi” isimli bir sendroma sahip. Günümüze dek, dünyanın çeşitli yerlerinde 56 hipertimezi vakası tespit edilmiş durumda. Hipertimezi sendromlular, muazzam bir hatırlama becerisine sahiptirler. Genel kanı, hipertimezinin doğuştan geldiği yönünde olsa da bu konuda aydınlatılmayı bekleyen birçok nokta var.

Bir diğer dikkat çeken konu, çalışma hayatında son on yılda inanılmaz önemli hale getirilen multitasking, yani aynı anda birden fazla işi yapma meselesi. Günümüzde birçok iş ilanı ‘aynı anda, birden farklı işi/projeyi/çalışmayı sürdürebilen’ elemanlar arıyor. Multitasking, ayın elemanı olmanın ön koşuluna dönüşmüş durumda. Ancak multitasking sahiden sandığımız kadar değerli ve verimli mi? Bundan 15 yıl önce, öğretmenler hem televizyon izleyip hem ders çalışmanın öğrenme üzerine bozucu etkisiyle ilgili kafamızı şişiriyordu. Keza, müzik dinlerken test çözmek de asla önerilmeyen bir yöntemdi. Ne değişti de aynı anda birden fazla şey yapmak bir meziyet haline geldi? Bu sorunun cevabı, akıllı teknolojilerin hayatımıza girişiyle paralel. Son dönemde yürütülen bilimsel araştırmalardan da anlaşılacağı üzere, aynı anda birden fazla işle ilgilenmek bir beceri değil, olası bir sorunun başlıca nedeni olabilir. Dolayısıyla bir yandan çalışırken diğer yandan lise arkadaşınızın düğün fotoğraflarına bakmak ve bunu direktörlerinize çaktırmamak sandığınız kadar iyi bir şey olmayabilir.

Yukarıda kısa kısa da aktarmaya çalıştığım gibi, Bellek Yanılgısı bizi sıkıcı bilimsel soruşturmalara hapsetmiyor. Ele aldığı meseleleri, hepimizin bir şekilde dahil olduğu çağdaş konular çerçevesinde açıklıyor. Ve bu kitap aracılığıyla bir kez daha fark ediyorum ki beyin ve bellek üzerine konuşacak, öğrenecek, anlatacak daha çok şey var. Bellek Yanılgısı: Hatırlama, Unutma ve Sahte Anılar Üzerine Bir İnceleme, bu alandaki okuma hevesini besleyecek kitapların başında geliyor. Okuru bol olsun!

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
* Bu yazı daha evvel edebiyathaber.net'te yayınlanmıştır.

12 Kasım 2017 Pazar

Mahalleden apartmana, ergenlikten babaya: "illallah" dedirten hayat

"El benim dâmen senin ey rahmeten li’l-âlemin 
Şöhretim isyan benim sen afv ile meşhûrsun."
- Buhurîzâde Mustafa Itrî

"Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehî gülistan harâb."

- Keçecizâde İzzet Molla

Son yıllarda mahalle ile apartman arasında kalmışlığı, bazen de bozkır insanının yaşamını şahane bir kurgu ve lezzetli bir üslupla okurlara adeta hediye eden üç isim ve üç kitap saymaya kalksam şöyle olurdu: Engin Ergönültaş (Minare Gölgesi), Ethem Baran (Evlerimiz Poyraza Bakar), Mustafa Çiftci (Bozkırda Altmışaltı). Şimdi bu listenin başına, evet en üstüne yeni bir isimle kitabını yazıyorum: Eyüp Aygün Tayşir ve 4 Hane 1 Teslim. Bu tür kitaplar ve elbette isimler nadirattan olduğu için, haklarını da teslim etmek gerektiği için, sıkça söz etmek gerekir ama öyle kuru kuruna değil, derinleşerek. Uzaklaştığımız 'o' iklimleri hesaba katarak, kelimeleri hesapsızca harcamayarak.

Tayşir'in kitabını çıkar çıkmaz, kapağı ve ismi karşısında yüksek bir merak duyarak almıştım. Temmuz 2016'ydı. Ne zaman okudum? Şöyle; bir sabah iş yerinde e-postama bir duyuru düştü. Söz konusu duyuruda 4 Hane 1 Teslim'in ikinci baskısını yaptığı haber veriliyordu. Eh, bu kez golü yemiştim işte. Her zaman kıyıda köşede mi kalacaktı benim merakla aldığım kitaplar? Sadece ben mi okuyup 'sinsi sinsi' yazacaktım ilkin? Gol günün en erken saatlerinde geldiğinden akşam eve varır varmaz başlamıştım okumaya kitabı. "Tüm babalara..." ithafıyla başlıyordu. Buyur sana ikinci gol. Hemen ardındaki sayfada üçüncü golün 'müjdecisi' bir Ece Ayhan dizesi: "Bismillah tû Hafız Post / insanoğlu babasızdır."

4 Hane 1 Teslim, tamı tamına 408 sayfa. Türk okuyucusu için bu rakamlarda sayfa okumak ancak yabancı romanlar için 'kabul edilebilir' görülüyor, hâlâ. Tayşir bunu hiç umursamamış. Zaten yazım tekniği ve fikir kurgusu da hiç öyle 150-200 sayfa kabul edecek şekilde değil. Hani derler ya "yazar çok uzatmış, kısa kesebilirdi". Dizi mi bu kardeşim? Ama bakın orası da ayrı, bu kitabın dizisi olur. Hem de çok iyi olur. Usta ellerle elbette. Neyse, 'ekran sektörü' şimdilik bizi aşar, kitaba dönelim.

Sabri, doğar doğmaz ölüme doğan bir çocuk. Etrafındaki herkes hayatın sıkıntılarından, yaşanılan kıyamet zamanından, para derdinden, geçim problemlerinden bahsediyor. Gerilim ve sıkıntı artarak sürüyor. Annesi Nalân ne kadar oğlunu iyi koşullarda yetiştirmek istese de olmuyor. İlk evliliği fiyasko olduğundan ikinci bir evliliğe yelken açıyor. Baki'yle giriştikleri -kelimenin tam manasıyla giriştikleri- bu evlilik oldukça yakıcı ve yıkıcı oluyor, o da 'yarım' kalıyor. Hır, gür, yaka paça, bam güm geçiyor günler. Arada bir bahçede kara bir kedi selâm veriyor Sabri'ye, ömür geçiyor der gibi. Burada bir Ece Ayhan şiiri hatıra gelmeli: "Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış."

Anneanne, Muhlise Hanım. 'Evinin harcına da içine de bir buğday tanesi kadar haram karışmasına engel olmaya ant içmiş' bir kadın. Elektrik kesildiğinde asla kaçak yollara başvurmayan, daima mum yak(tır)an bir kadın. Doğup büyüdüğü yörenin aksanıyla konuşuyor. Derdi ev. Müteahhit gelse de oturdukları gecekonduya 'çökse', onlara da başka bir yerde daire verse yahut iki küçük dairelik para. Biri kira, biri ikametgâh olsa... Torununa menkıbeler anlatıyor, hikâyeler, rivâyetler sık sık: "Sene ne anladayim eyi dinne bag! Birgün bir serhoş bir evlıyenin mezarina ebdesd bozmuş, bag eyi dinne buni babam annadırdi, cinler dudmış bu edami, sebbaha gadar dop gibi ırdan ıraya admışlar, daşlara vıra vıra barambarca idmişler. İlisi de gurdlar guşlar yimiş. Bir golunu bılmışlar da edamın, yera izinden danımış garısi." [sf. 160]

Dedesiz olur mu? Raşit dünyanın en sert dedesi. Öyle otoriter falan değil. İnsanlardan nefret edercesine yaşıyor. Gelene geçene fırça. Toruna tokat, Muhlise Hanım'a küfür. Tek derdi kahvede fosur fosur sigara içmek bir de namazları kaçırmamak. Baki'nin babası Agâh Bey, Avrupa görmüş adam. Hakikati arıyor hem de nasıl aramak. İnançla inançsızlık arasında sıkışıp kalsa da hiç yiğitliğe necaset sürdürmüyor. "Tüm bu hayat, imtihan meselesi" diyor her ne kadar bu imtihandan hiç hoşlanmasa da. Roman içinde sık sık 'hepimizin' sorularını soruyor, elbette kendi cevaplandırarak. Eşi Emel Hanım kritik bir mevkide. Ne zaman ne yapacağı belli olmuyor. Bazen para pula sevdalı bazen hayatın anlamına. En çok da oğlu Baki'nin deli hâllerini düzeltmekle uğraşıyor. Arada Sabri'nin arkadaşları da var akrabalarında. Zihni yoracak kadar çok karakter yok. Üstelik bu karakterler çok belirgin özellikleriyle okuyucunun zihninde yerini alıyor. Hatta keyifli bir yol olarak ben sevdiğim tiyatroculara rol veriyorum yüz, mizaç olarak. Okuması daha sürükleyici olabiliyor.

Sabri gecekondu çocuğu ama Teneke Mahallesi değişiyor. Diğer tarafta Nişantaşı var. Bir de İstanbul'un 'nefis' yeri olan boğazlar, sahiller. Kitabın adındaki gibi dört hane değiştiriyor. Her hanede aynı sorunlar. Ama bir taraftan büyüyor, erkeklik devreye giriyor. Eskiden suratını asarak ya da ağlayarak geçtiği sorunlar bir bakmış ki içinde serpilip büyümüş. Kendisini kendisiyle konuşurken bulabiliyor. Çok güzel kitaplara denk geliyor, onları okuyarak yeni sorular ve cevaplar keşfediyor. Kimseye belli etmeden serpilen bir çiçek gibi. Ama dikenleri var, çok yaralı. Birçok yazar ona 'yardım etmeye' çalışsa da en çok Gabriel Garcia Marquez'i seviyor. Bazen bir meyhanede oturuyorlar karşılıklı, konuşuyorlar Gabo'yla.

Yazarın psikolojiyle ve müzikle yoğun ilgisi olduğu metinlerden anlaşılıyor. Agâh Bey karakteri bu anlamda önemli. Tahlilleri Freud'un "insanın tüm özellikleri genetiktir" tezini hatırlatır cinsten. Nalan ise çoğu zaman Türk sanat müziği ile teskin oluyor. Burada yazarın gelenekle olan bağı dikkat çekiyor. Her bölümün başındaki epigrafların çoğu bu duruma birer işaret. Mesela bir bölümün başındaki Tanpınar cümleleri şöyle, Mahur Beste'den: "Bize ulûhiyetin çehresini veren Hamdullah'ın yazısı, Itrî'nin Tekbîr'i, kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır."

Muhlise Hanım'ın başlarda Turgut Özal'a sempati besleyip sonraları ona isyan etmesi, insanımızın sevgisinin kendi menfaatleri doğrultusunda nasıl değişebildiğini hatırlatıyor. Burada ölüm devreye giriyor ve kişi isyan ettiği şahsı öyle veya böyle affediyor, affedebiliyor. Bu da yine insanımızın merhamet duygusuyla alakalı: "Evet, Cumhurbaşkanı Özal ansızın ölüvermişti. Gerçi o yol o kadar çok insan ölmüş ya da katledilmişti ki sanki Azrail fazla mesai yapıyordu. Fakat en çok Özal'ın ölümüne hayret edilmişti. Herkes şaşırmış, lig maçları iptal edildi diye sinirlenenler olmuş, sevenleri üzülmüş ama kimse sağlığında rahmetliye durmadan bela okuyan Muhlise Hanım kadar ağlamamıştı. Sanki suçluluk duyar gibi, günlerce ağlamıştı kadın ve hakkını da, "kader" diyerek helal etmişti. Toprağın sadece ölü bedeni değil, o bedenin yaşarken yaptıklarını da örtmesi gerektiğine inananlardandı. Nazarında ölüler, en savunmasız ve çaresiz olanlardı şu âlemde. Suçlamalara yanıt veremezler, suçlarını kabul edip özür dileyemezler, izleri silemezler, geri alamazlar, yarına erteledikleri hiçbir şeyi gerçekleştiremezler, ayıplarını örtemez, değişikliklere uyum sağlayamaz, hatta kendilerinden geriye kalan tek nesne olan bir altın diş ağızlarından sökülürken dahi isyan edemezlerdi. İşte bu yüzden, ölülerin ardından konuşulmamasını, ölüye saygı gösterilmesini istemişti eskiler. Bir hesap varsa Allah görürdü öte dünyada." [sf. 315]

Romanın ana kahramanı Sabri de elbette farkındaydı her şeyin. İnsanların bu hızlı değişmelerinin. Vefasızlıkların, acımasızlıkların, hayatın vahşiliğinin. Kimseye, ana baba dahil hiç kimseye güvenmemesinin son derece normalleşmesinin. Doğal olan toprağa yakınlık yerine gittikçe yukarılara yükselmenin kişinin nefsiyle olan doğru orantısının. Arsızlıkla mal mülk düşkünlüğünün. Yeri gelince Allah'ı sık sık anmak gerektiğini ifade edenlerin her 'fırsat'ta Allah'ı unuttuklarının. Her şeyin farkındaydı. "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar" dizesi gibi şairin. Bu yüzden kendisiyle yaptığı konuşmalarda, kendisiyle yaptığı görüşmelerde, sorgulamalarında hep bu yönde yaptığı okumaların ve fikirlerin derinliği vardı.

"İnsan küçük bir çocukken, hayat mücadelesi içinde debelenip dururken kendisine yapılanları anlayamıyor. Ebeveynler, 'Çocuktur anlamaz,' diyerek fütursuzca yaşıyor, yaşatıyor. Evet çocuk o an anlamıyor ama unutmuyor da. Ve bir gün, hatırladığı bir gün anlıyor. Ne zaman ki kıyıya çıkıyor, kayanın üzerine oturuyor, işte o zaman anlayabiliyor ancak, kendisini kim itti. Ben de geç anladım niye debelenip durduğumu, suya nasıl düştüğümü." [sf. 385]

"Küçükken, daha henüz yeşerirken gelip basıyorlar üzerimize, sonra boy atarken bile canımız yanıyor. Her dilde, o dilin en içli şarkılarına tutulmamız da bundan belki." [sf. 386]

Sabri'nin bu düşünceler eşliğinde adeta felsefi bir ders verdiği sayfalara yukarıda bahsettiğim gibi müzik de eşlik ediyor. Bazen Fuzûlî'den "öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir / ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir" bazen de Harabî'den "ey sofi dünyayı boş mu sanırsın / her zamanın vardır bir peygamberi" ya da "Hakk'a hiçbir layık mekân yok iken / hanemize aldık mihman eyledik".

Yeri geldiğinde Sabri'nin 'unutulmaz' aforizmaları da oluyor masada kendiyle ya da Gabo'yla dertleşirken. "Babasızlık insanı peygamber yapar!" diye coşuyor, sonra durulup tekrar coşuyor: "Büyük sözü dinlemeyenin taş kesildiğinin ispatıdır heykeller..."

Kitabın müthiş finali; adının, kapağının, kurgusunun hakkını veriyor. Elbette finalden hiç bahsetmeyeceğim ama finalin fon müziğinden bahsetmezsem müzik sevgime haksızlık etmiş olurum. En iyisi mi güftesi Cemâlî Nâbedit'e, bestesi Sadettin Kaynak'a ait o harika muhayyer kürdî eserle bitireyim: "Akşam yine gölgen, yine gölgen, yine akşam / gölgen neyi görsem neyi sevsem neye baksam."*

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Özer Özel ve Dilek Türkan yorumları naçizane tavsiyemdir.

11 Kasım 2017 Cumartesi

Kraldan çok kralcılık veya sessiz kalmak isteyen bir yazar

“Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
Nerde, hangi yöremizde zihnin
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?”
- İsmet Özel, Amentü

Modern Arap Edebiyatı’nın aykırı yazarlarından olan Nihad Siris’in Türkçe’ye çevrilen tek romanı Sessizlik ve Gürültü, Jaguar Kitap’tan 2015 yılında neşredilmişti. Jaguar Kitap son yıllarda çevirdiği -özellikle ülkemizde pek bilinmeyen edebiyatlardan dilimize kazandırdığı- eserlerle dikkat çekiyor. Sessizlik ve Gürültü de böyle bir eser. Suriyeli Nihad Siris’in bu kitabı 2003’te Halep’te yazılmış; fakat daha yayımlanmadan yasaklandığı için, 2004’te Beyrut’ta basılmış ve 2015’te de dilimize çevrilmiştir.

Yayımlanalı iki yıl olmasına rağmen hakkında sadece birkaç yerde yazı çıkan bu kitabın kıyıda köşede kalması, özellikle distopya konusunda roman okumayı sevenleri üzecektir. Sessizlik ve Gürültü'nün, George Orwell’ın meşhur Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ünden seviye olarak pek aşağı kalır bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Üstelik bizim coğrafyamızdan biri yazdığı için de daha ‘bize yakın’ olduğunu düşünüyorum. Tabii distopyalar evrenseldir diyenlere de hak verilebilir.

Bilinmeyen bir Arap ülkesinde geçen Sessizlik ve Gürültü, 158 sayfadan ve 8 bölümden oluşuyor. Başkarakter, yazar Fethi Abdülhakîm Şiyn’in başından geçen bir takım olaylar dizisini konu alan roman, ülkenin mutlak hâkimi olan “Lider”in iktidara gelişinin yirminci yıl kutlamalarının başladığı günde geçiyor. Düşündüklerini gördüğü baskı sebebiyle yazamayan ve bu sebeple suskun kalan yazar Fethi Şiyn, bu durumu şöyle açıklıyor: “…Bir süredir bir sıkıntı ve kendime karşı bir kızgınlık içindeyim, çünkü pek bir şey yapmıyorum. Dün tıpkı önceki gün gibiydi, önceki gün ondan önceki gün gibiydi, o da aylar öncesi gibi. Artık hiçbir şey yapmıyordum. Yazmıyordum, okumuyordum, düşünmüyordum. Bir süredir çalışma isteğimi kaybetmiştim.

Bu distopya romanında da tıpkı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te olduğu gibi Fethi Şiyn’in sevmediği, halkına zulmettiğini düşündüğü ama halkın korkudan sesini çıkaramadığı bir ‘big brother’ yani “Lider” var. Fethi Şiyn kendi sessizliği ve “Lider”in gürültüsü arasında yaşamaya çalışır fakat yolu ister istemez “Parti”yle kesişir. Kutlama günü sokağa çıktığında polise kimliğini kaptırmasıyla, günün sonunda kimliğini almaya çalışması arasındaki ve o esnadaki geçen olaylar Fethi Şiyn’in sosyolojik ve psikolojik yönden kendini ve toplumunu sorgulamasıyla geçer. Halkın bu kutlamalarda nasıl kendinden geçerek marşlar söylediğini, “Lider” için sloganlar attığını, posterler salladığını şaşkınlıkla izlerken, bu süreçte annesi, sevdiği kadın ve kız kardeşinin evlerinde geçirdiği zamanlarda onların görüşlerini de kendisiyle kıyaslar. Kitle psikolojisi açısından yazdığı şu satırlar durumu daha iyi açıklayacaktır: “Benim ülkemde insanlar kafiyeli ve seçili sözleri, vezinli hamasi şiirleri severler. İşte bakın, anlamı olmayan bir sözü sırf kafiyeli diye nasıl da tekrarlayıp duruyorlar! Sonuç şu ki, eğer iktidardaki kişi halkın kendisini sevmesini istiyorsa, hemen kendisiyle ilgili yeni sloganlar üretecek bir merkez kurmalıdır. Fakat bu sloganların şiire benzemesi şarttır. Çünkü biz şiiri seven bir milletiz, hatta şiire benzeyeni de severiz, sözün içeriğine bakmadan belki kafiyesi ile de yetiniriz. Kitlelerin çağı şiir çağıdır demediler mi? Aslında tersi doğrudur, devir nesir devridir. Çünkü şiir kitlelere hitaben söylenirken şu anda yazmakta olduğum düzyazı bireye hitap etmektedir. … Şiir hamaset yapıp kişiliği yok ederken düzyazı akıl, bireysellik ve kişilik yaratır. Son olarak şunu hatırlatmak isterim ki, benim ülkem hâlâ kitleler çağını yaşıyor; bu nedenle vezinli sözler ve kafiyeli sloganlar olmazsa olmazımızdır.

Nihad Siris, Fethi Şiyn’in bakış açısından anlattığı bu romanında, başkarakter üzerinden halk ve kitle psikolojisini ve sorgulamasını çok iyi gerçekleştirmiş. Sekiz bölüme ayırdığı kitabın her bölümünde Fethi Şiyn’in farklı bir yerde farklı birileriyle konuşmalarına ve etkileşimlerine tanık oluyoruz. Fethi Şiyn’in kendisiyle ilişkisi, annesinin evine gitmesi (ailesinden bahsetmesi), ülkesinde niçin ‘hain’ olarak görüldüğü, sevdiği kadın Lema, hastahane, “Parti” binası gibi bölümlerde ve konularda geçen kitap, her bölümde diyaloglar ve başkarakterin iç konuşmaları üzerinden ilerliyor.

Kutlamalar boyunca ülkede oluşan aksaklıklar, slogan ve gürültünün günlük akışı oluşturması, “Lider”e kölelik, yürüyüşler, her kutlamada ölen yüzlerce kişi (kimsenin umursamadığı), hayatın durma noktasına gelmesi, “Lider”le halk ilişkisi ve bu kutlamalarda oynanan ‘tiyatro’ da, bölümlerin konularını oluşturarak Fethi Şiyn’in bakış açısı ve yazar Nihad Siris’in fikirleriyle satırlara yansıyor: “Bizler kendi irademizle kul köle olmuş kimseleriz. Bunun kanıtı, az önce büyük meydanda, otel binasının önünde olup bitenlerdir: Orada Lider, insanlarla (kölelerle) öyle oynuyordu ki, onlara askerî üniformasını ve madalyalarını sarkıtıp bunlara dokunabilmeleri için onları çıldırtıyordu. Lider kitleleri, kendisi için canlarını verirken görmekten hoşlanıyordu. Çünkü Lema’nın evine yürüyerek gelirken birden çok ambulansın sessizce yol alarak baygın insanları –ki bu izdihamda ve sıcakta bunların sayısı bir hayli fazlaydı- taşıdığına tanık olmuştum. Bir defasında bir doktor, adının gizli kalmasını rica ederek, bunun gibi her yürüyüşte yüzden fazla insanın ayaklar altında ezilerek veya boğularak yaşamını yitirdiği, bu sayının iki katı kadarının da insanların evlerine veya köylerine dönüşleri sırasında yaşanan trafik kazaları sonucu yaşamını yitirdiği bilgisini bana vermişti.

Politik mizahın ve eleştirel bir üslûbun her an devam ettiği kitapta yazar Nihad Siris, başkarakteri Fethi Şiyn’i de bir ikilemde bırakıyor. “Parti”yle ters düşmeler sonunda iki seçenek kalıyor Fethi Şiyn’in önünde: Tarafını seç, ya onlardansın ya bizden. Gürültüyü hem gerçek hem mecazî anlamıyla iktidarla ve “Lider”le bağdaştıran, sessizliği ise kendi içine dönmesi olarak gören Fethi Şiyn’in tek istediği bunu devam ettirmek. “Lider” için yapılan yürüyüşlere katılmamanın bile ‘vatan hainliği’ olarak görüldüğü ülkede, Fethi Şiyn’in de sessiz kalmasına elbette ki müsaade edilmiyor ve müdahale ediliyor. Şiyn ise ona sunulan teklifi “bana, ya iktidarın gürültüsü ya da kabrin sessizliği, ikisinden birini seç diyorlar. Kabir dingin ve sakin bir yer. Hâil Bey onunla başka bir şeyi kast etmeseydi onu tercih ederdim. İşleri alçakça tertip ederek planına annemi de dâhil etmişlerdi üstelik” şeklinde tanımlıyor.

Romanın sonunda Fethi Şiyn’in, bu ikilemdeyken kız kardeşiyle yaptığı konuşma ve kardeşinin sözleri bize, ‘kraldan çok kralcı’ olmanın, rahat bir hayat yaşamanın tek yolu olduğunu vurguluyor ve insanların değerlerinden ziyade güce nasıl taptığını, hakikati savunabilmektense dalkavuk olup bu dünyada rahatına bakmanın nasıl bir şey olduğunu belirtiyor: “Sence fırsatçı olmayan kim, söyleyiversene bana? Gerçekçi ol. Dünya değişti, kardeşim Fethi. Herkes Lider’in adamlarına yakın olmaya çalışıyor. Sen şimdi sessiz ve aç birisin. Mevcut duruma uyum sağlaman lazım, tıpkı benim yaptığım gibi. Şehirdeki en aptal adamla evlendim. Onu zeki yapmaya çalıştım, ama olmadı. Esenlik içinde yaşayabilmek için ben de ondan daha aptal ya da en azından onun kadar aptalmışım gibi davranmaya başladım.

Nihad Siris, romanında betimlemelerini ustaca ve yerinde kullanarak okuyucuyu yormuyor. Burada çevirinin başarısını da değinmek gerekir. Rahmi Er, direkt Arapça’dan çevirdiği bu eserde iyi bir iş çıkartmış ve okuyucuya rahat bir okuma imkânı sağlamış.

Ayrıca geri dönüş tekniğini bolca kullanan yazar, ana karakterlerin tasviri konusunda hiç boşluk bırakmamış ve karakterleri net olarak okuyucunun beynine kazımış. Sessizlik ve Gürültü, en iyi distopik romanlardan biri. Fakat sadece distopyayla sınırlanmayan ve gerçek dünyanın da sınırlarında dolaşan bir eser. Çokça bilinmemesinin büyük kayıp olduğunu düşünüyorum. Nihad Siris’e fikirlerinden dolayı önyargıyla yaklaşmadan önce bu romanı okumak çok faydalı olacaktır. Diğer eserleri de bir an önce Türkçe’ye kazandırılır inşallah.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
* Bu yazı daha evvel Temmuz dergisinin 13. sayısında yayınlanmıştır.

7 Kasım 2017 Salı

Tarihin Timur'u ve Timur'un tarihi

"Timur cihangirdi; İslam’ı yaymayı amaçlıyordu. Türk soyundandır ama eşinin Moğol prensesi olduğunu ileri sürerdi ki doğruydu. Cengiz Han soyunun devamı olduğunu ısrarla belirtmiş, bu yüzden de kendini emir ve küregen (gürgan) damat unvanlarıyla anmıştır."
- İlber Ortaylı (Hürriyet, 12.02.2017)

Büyük imparatorların ve büyük savaşçıların hayatlarına dair yeterince bilgimiz yok. 'Bize yakın' coğrafyalara yüzümüzü dönüp derinlemesine araştırma yapmaktan ve bunları neşretmekten yana cesarete de pek sahip değiliz. Batıda ise bu yönde sadece kitaplar yazılmakla kalmıyor; belgeseller ve sinema filmleri de üretiliyor. Biz, elimizdeki 'malzeme'yi kullanmak konusunda sürekli mazeret ürettikçe, bizden önce davrananlar objektif ya da subjektif, bir şeyler üretiyor. Üstelik ürettikleri de genellikle kabul ediliyor, rehber kitap olarak gösteriliyor.

Tarihten bu yana Türk büyüklerinin hayatları da yine muamma. Mesela Osman Gazi'ye dair bilinenler, bilinmeyenlerin yanında neredeyse hiç mesabesinde. Akıllara İlber Ortaylı'nın "Türkler tarih yapmıştır ama tarih yazmamıştır" sözü geliyor. Bu minvalde, batıdan doğuya merakın hiç azalmadığı isimler arasında Cem Sultan, Cengiz Han, Timur gibi isimler hemen akla gelenler arasında ve yine, bu isimlere dair yazılmış en ciddi kitaplar da batıya ait. Doğu, kendi diline çevirip okumakla yetindiği sürece de bu 'istikrar' devam edecek gibi görünüyor.

2006 yılı ilginçtir ki Türk tarih okurlarının Timur'u tanıması yönünde ilginç bir yıldı. Hem Justin Marozzi'nin "Timurlenk: İslam'ın Kılıcı, Cihan Fatihi" kitabı hem de Beatrice Forbes Manz'ın "Timurlenk: Bozkırların Göçebe Fatihi" kitabı hemen hemen aynı zamanda dilimize çevrilip neşredildi. Her ikisi de sevildi. Manz'ın kitabına uzun yıllardır ulaşılamıyordu ki ülkemizde tarih alanında önemli kitaplar neşreden Kronik Kitap, Timurlenk: Bozkırların Göçebe Fatihi'ni yeniden yayınlandı. Bu kitaba tekrar kavuşmak, hem lezzetli bir çeviriye (Zuhal Bilgin) hem de oldukça titiz bir biyografi esere kavuşmak anlamına geldi bizler için. 352 sayfalık bu kitabın kapağı da gerçekten takdire şayan. Bir film afişi gibi durduğundan insan odasına, kütüphanesine asmak isteyebiliyor.

Timur, iki isimle anılıyor: Timurlenk (Aksak Timur) veya Emir Timur. Buradan şöyle bir yorum yapılabilir: Timur, rakiplerinin alay etmek için taktığı aksak lakabını siyasi ve askeri bir engel olarak asla görmemiş ki 'Emir'liğe ulaşmış. Cengiz Han yasalarına göre Han olamayan Timur, onun torunlarından birine bağlı kalmak mecburiyetinde olduğundan kendine Emir (Timur) unvanını uygun bulmuş. Bu unvanın hiç de öylesine olmadığını zaten tarih yazıyor. Adına ve doğumuna dair Manz şunları yazmış: "Timurlenk daha doğru olan Türkî ismiyle Temür diye anılmalıdır; adının batılı imlası, Farsça Timur-i lang, yani Aksak Timur’dan gelir. Muhtemelen 1320’ler ya da 1330’larda, Maveraünnehir’de, Semerkand yakınlarında doğdu. Maveraünnehir, Cengiz Han’ın ikinci oğlu Çağaday’ın bölgesi olan Çağaday Hanlığı’nın bir parçasıydı ve Timur’un mensubu olduğu Barlas aşireti, Cengiz Han konfederasyonunun Moğol Barulas aşiretinden geliyordu. Gerek Barlas aşireti, gerekse Maveraünnehir’in diğer aşiretleri, göçebeliklerini muhafaza etmekle birlikte, yerleşik nüfusla yakın ilişki içindeydiler ve İslamiyet’i kabul ederek İslam kültürünün de bir parçası olmuşlardı."

Timur'un başında bulunduğu konferasyon birçok Cengiz İmparatorluğu aşiretinden oluşuyordu. Dolayısıyla fethettiği coğrafya da Moğol ürünüydü. "Onun amaçlarına, yöntemlerine ve ideolojisine biçim veren, hep Moğol tarihi ve gelenekleriydi" diyor Manz. Kaos ortamında ve çok zorlu bir siyasi atmosferde tarih sahnesine çıkıyor. Zaman zaman iktidarı ele geçirme konusunda zorluklar yaşıyor ve hatta gizleniyor, saklanıyor ve sonrasında yeniden ortaya çıkıyor. Çağatay ulusunun başına geçtikten sonraysa Manz'ın deyimiyle onu 'iktidar olma gücünü ispat etme' bekliyordu. Çünkü "bu sistemde, merkezi önderliğin imgesi gerekli, ama gerçekliği mahzurluydu. Çağatay Ulusu değişmeden kaldığı müddetçe, kuvvetli bir hükümran hoş karşılanamazdı."

Onlarca ulus üzerinde hâkimiyet kuran Timur'un en büyük özelliklerinden biri, bu ulusları kendi hizmetine alma ve onlardan en iyi biçimde yararlanma konusundaki başarısıdır. Yazarın "fetih ordusu" adını verdiği bu orduya dair yaptığı araştırmalar dünya askerî ve savaş tarihi alanında da çok büyük bir boşluğu dolduruyor. Olası farklılıkları tehditten fırsata çevirme konusundaki mahareti, Timur'un geleceğini de şekillendirmişti hiç şüphesiz. Aslında hiçbir sadakat bağı olmayan onlarca topluluk, mükafat ve güvende olma neticesinde Timur'a bağlılığını kısa sürede göstermişti. Buradaki farklılıkları yazar şöyle anlatıyor: "En kolay yola gelen ve yararlılık gösterenler, gelenekte ve yaşam tarzında Çağataylılara benzeyen göçebeler değil, Ortadoğu’nun yerleşik ve büyük ölçüde Acem hanedanlarıydı. Göçebeler çoğunlukla dışarıda kalırken, Timur’un teşebbüşüne katılanlar, zorla veya çekim gücüyle olsun, işte bu topluluklar oldu." [sf. 166]

Yerel hanedanlar üzerindeki hâkimiyetini 'liderlerini sürekli değiştirme' stratejisiyle sabit tutmuştur Timur. Yazarın bu konudaki yorumları ise şöyle: "Timur, denetimindeki yerli yöneticilerden yararlanma konusunda heveskâr, onlara güvenme konusunda ise çekinceliydi. Tutumunu onların Çağatay Ulusu’yla olan eski ilişkilerine ve boyun eğmeye olan yatkınlıklarına göre şekillendiriyordu. İçlerinden bazıları Timur’dan kaydadeğer ölçüde lütuf görmüşse de, hiçbirisi Timur’un seçkinler sınıfının asil üyesi olamadılar. Yeni dize getirilmiş önderler ve orduları, Timur’un güçlerine kısmen eklemlendiler, ama hiçbir zaman ordunun ayrılmaz bir parçası haline gelmediler. Timurlu hazinesine ödedikleri fidye parası (mal-ı aman) ve ilgili vergilerin yanı sıra, orduya belli sayıda asker sağlamak ve Timur’un bazı seferlerine ya şahsen katılmak ya da aile üyelerinden birini göndermekle yükümlüydüler." [sf. 170]

Sonuç bölümünün hemen akabinde çok önemli ekler mevcut kitapta. İlk ekte Çağatay Ulusu'ndaki güçlerin vaziyeti, ikinci ekte Timur şeceresi, son ekte ise resmî idarî yapı teferruatlı biçimde ele alınmış. Kitabın en sonundaki kronoloji ise 1206'dan 1409'a kadar Timur'un hayatındaki en kritik noktalara temas ediyor.

Âşıkpaşazâde'nin "gavur itmez ittiğini" dediği Timur hakkında birçok soru hâlâ tartışılıyor. Müslümanlığı, Türklüğü, merhametsizliği, gaddarlığı en çok tartışılanlar arasında. Moğol soyundan gelip gelmediği, Yezid'in mezarına yaptıkları, entelektüel seviyesi, İbn Haldun'u esir alıp almadığı, Yıldırım Bayezid'e işkence edip etmediği, içki içip içmediği, sarayının her yanında ayetler olup olmadığı, İzmir'i Türk vatanına hizmet edip etmediği gibi meseleler iyice magazin boyutuna indirilmiş durumda. Beatrice Forbes Manz'ın Timurlenk'i elbette tüm bu sorulara cevap vermiyor -ki vermesi de gerekmiyor- ancak çok büyük bir boşluğu, rehber kitap sıfatıyla dolduruyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

31 Ekim 2017 Salı

Mana aleminde gömleğin sırrı ve yolculuğu

"Kul olmak şartsız, şüphesiz, hesapsız, sorgusuz doğruyu kabul etmek değil miydi? Hakikatin peşinde ruhunu sürüklemek değil miydi kul olmak? Doğrunun kıyısında yanlışın düğmelerini tek tek koparmak değil miydi kul olmak.

Değerli yazar Şener İşleyen, AZ Kitap'tan geçtiğimiz yıl çıkan ilk kitabı Pîrahen'de böyle tanımlıyor kul olmayı. Kulluğa dair olması gerekenin altının çizildiği tanımlama, var oluş hikâyemizin özünü süzüp aktarmış…

Cümledeki soran, sorgulayan, düşünmeye sevk eden mesajı alıyor ve bir müddet zihnimde tartıyorum bu soruları. Şu sonuca varıyorum ki; sadece kutsi isimlerin, Yusuf ile Züleyha’nın değil Pîrahen'de nakış nakış dokunan. Aslında bu hepimizin hikâyesi…

Kul olmak; aklımız başımızda olarak acziyetimizi kabul etmek. Kul olmak ‘kahrın da hoş lütfun da’ diyebilmek. Hakkı haklıya, hakkınca teslim etmek. Kuran ve sünnet eşiğinden ayrılmamak. Zalim, canımızdan kanımızdan olsa dahi hoş görmemek. Mazlum, bizden olmasa da adaleti gözetmek. Kul olmak, hakikat de bütün putları kırmak ve sadece ‘zerrenin’ dahi tek sahibine ram olmak!

Ol der olur!
Bu üç kelimelik yüce manalar içeren cümlenin önünde sultanın kılıcına boynunu eğen köle olmaz mı insan? Onlarca Yusuf ile Züleyha kitabı yazılmıştır. Ama mecnunun dediği gibi: Leyla’ ya benim gözlerimle bakabilir misiniz? Onu benim gördüğüm gibi görebilir misiniz? Kimse Şener Bey gibi göremez mesela! Bunda hilaf yok. Kimse filan hanım, falanca Bey gibi de göremez, sizin gibi de göremez, benim gibi de. Henüz bir ceninken hissedilen, doğup büyüme ve yetişme döneminde çevresel faktörlerden de etkilenerek bütünleşen bir olgudur görmek.

Şener Beyin gömlekten aksedenleri Pîrahen'e aktarması, kitabı alıp okumamız kadar kolay olmamıştır mutlaka. Eser gönlüne düştüğü andan itibaren yazarın yaşadığı sancıları, Pîrahen vücut bulana değin yaşadıklarını ancak yazar bilebilir. Eserin varoluş serüvene şahitlik etmiş biri olarak, yazarın esere ciddi manada ter döktüğünü söylemeliyim.

Takibini özenle yaptığı izlere sadık kalarak, yaşanmış ve içinde öğütler, ibretler barındıran Yusuf ile Züleyha kısasını kaleme alırken titizlikle işlemiş mevzuları. Burada şu konu da işlenebilirdi ve ya bu da olmalıydı, denebilecek bir detaya rastlamıyorsunuz. Deneme, şiir, anlatı, hayal ve gerçekliği bir kitapta harmanlayan Şener Bey, okuyucusunu efsunlu bir yolculuğa çıkarmış Pîrahen'de.

İstanbul’da başlıyor hikâye. Sırların memba-ı Şehriyar’da. Bir yolculuk. Ardından gömleğe uzanan menzil. Gömleğin dile gelişi…

Gömlek dile gelir mi?
Eğer eğrildiği ipliğin pamuğunda, o pamuğun suyunda Hay! İle Hu! zikiryle başladıysa hayata, dile gelir gömlek. Yazarın yolculuğu gömleğe kadar değildir. Asıl yolların güzergâhını belirleyen kapının anahtarı olmuştur gömlek. Pîrahen'de Âdem'den (a.s), Hz. İbrahim’e uzanan sır var. Gömleğin yolu Hz. İbrahim'den Yusuf'a (a.s) ve Hz. Muhammed'e (s.a.v) kadar uzanan muhteşem zincirin halkası olmuş gömleğin dokunduğu bedenlerden kokular var.

Gömleğin sırrı mühimdir. Göynek denir bazı yörelerde ve eski zamanlarda Köynek denildiği de olmuştur. Göynek-gömlek; yakasız olur ve bir manası da kefendir. Padişahların gömlek giyme törenlerini ve gömleğe gösterilen teveccühü Osmanlı döneminde de görürüz. Padişah gömleklerine, hatırlamakta hayr görülen meselelerin, duaların, nazar ayetlerinin itina ile işlenmiş olduğunu düşünürsek, gömleğin Şener İşleyen Beyefendi’yi girdabına almasını da gömleğin dile gelmesini de anlayabiliriz.

Kuran’ da geçen birçok hadise, geçmiş kavimler vesilesiyle ibret almamız için bizlere bildirilmiş. Eğer Rabbimiz dileseydi, Kuran-ı Kerim’ i bir kanun kitabı biçiminde madde madde sıralanmış yasaklar ve cezalar silsilesi olarak da indirirdi. Bunda ki sır, örnekleme metodunu kullanarak meramımızı anlatmaya hatta eğitimde bu üslup ile gelecek nesilleri bilgilendirmeye yönelik biçim kazanmamızdır. (Allah-u Alem). Bu kıssa bize, kadın-erkek, helal-haram olgularını yaşarken mesafeyi korumanın ehemmiyetini, harama yaklaşmanın ateşe yaklaşmak ile eşdeğer olması gerçekliğini öğütlüyor.

Sadece bir aşk hikâyesi değil Yusuf’un kıssası. Bir baba var. Yakup as.

O babanın evladı için çırpınışı var. Belki bu hadisenin daha başlangıcında bizlere verilen ders; evlatlar arasında adil olmamızdır. Evlatlar arasında adaleti temin edemediğimiz takdirde, kıskançlığın önüne geçemeyeceğimiz gerçeği var bu kıssada. Yusuf (a.s) gibi diğer oğulları da Yakup'un (a.s) kendi canından kanından. Bu da imtihanın diğer boyutu. Aşk meseli olarak zihinlere yerleşen Yusuf (a.s). Kısasında, ebeveynlere derin öğütler var aynı zamanda.

Sabır var bu kıssada. İftiraya uğrayanlara mesaj var.

Allah (c.c) ile aramızdaki bağı sağlam tutuğumuz sürece yaratıcımıza olan inancın pekişeceği… Dünyevi sınavlarda zorlama bir tahammülden ziyade teslimiyet huzurunun lezzetiyle sabır hazinesinden fayda göreceğimize dair inanç... Adaletin bu dünyada ve ya öte tarafta tecellisini beklerken ruhumuza sekinet telkin edecek müjdeler var.

Bir kelebeğin kadifemsi kanadına dokunmak istemek dokunmasa aklı kalmak, dokunsa kelebeği ürkütmekti aşk…

Züleyha; Bir ülkenin melikesi, Yusuf; onun kölesi…

Nur yüzlü Yusuf as' a ram olunca, kınandı, kem söz sağanaklarında ıslandı Züleyha. Körlüğü de sevda mayası tutunca başlatmıştı. O Yusuf’un namus timsali fıtratına öfkelendiği kadar hayrandı, Yusuf’un gözlerinden, ruhuna akan nura âşıktı. Sınanmadığı derdin sabrıyla övünmemeliydi insan. Kıssanın en mühim hisselerinden biri de bu olmalıydı.

Bu kıssada hanımını hoş tutmanın önemi var. Hanımını gönül sarayına oturtamayan âdemlere verilen mesajlar var. Çünkü saraylarda da yaşatsan kadını, muhabbettir aslolan… Eşleri görünmez ipek ibrişimler ile birbirine bağlayacak sır aşktır, sevgidir, şefkattir diyor kıssanın alt metinde. (Alla-u Alem.)

Seven sevdiğiyle sınanırdı. Seven arayışa girer, bulduklarıyla belki daha da hercümerç olur. Buna rağmen aramanın tılsımına kapılmaktan kendisini alıkoyamaz. Pîrahen arayışların hengâmesiyle bulmanın ahengi içinde donanmış bir kitap: Pîrahen; gömlek!

Yazar gömleğin yolculuğunu öğrenmeye meyletmiş ‘mana’ âleminde. Gömlek de anlatmış efsunlu masalını yazara.

Çünkü: Hüsn-ü Nazar ile âlemi temaşa edeni, muhabbet sofrasına çağırır bilcümle eşya'nın dili…

Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_

29 Ekim 2017 Pazar

Güzel oynatan taktiklerin sonu geldi (mi?)

Futbol kitaplarının 'roman havası'nda okunacak kıvama gelmesi için futbol tutkunları Nick Hornby'yi beklemişti. Hornby, "Sonraları kadınlara nasıl âşık olduysam, futbola da öyle âşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden." demişti nefis kitabı Futbol Ateşi'nin hemen başında. Tarihiyle, coğrafyasıyla ve insanî taraflarının daha fazla öne çıktığı tarafıyla futbolu anlatmak her ne kadar kolay gözükse de aslında oldukça zor bir durum. Çünkü seveni kadar sevmeyeni var, tutku olarak göreni var olduğu kadar gereksiz bulanı da var. İşin 'insan' tarafı, taktik ve stratejik tarafı, duygu-his tarafı pek konuşulmuyor. Ülkemizde bu konuya eğilen yerli yazarlar elbette var ancak biz duygusal bir toplumuz, bazen romantizme fazla kapılabiliyor. İşin 'matematiğini' anlatabilecek dış gözlere ihtiyaç duyabiliyoruz.

İthaki Yayınları son yıllarda oldukça kıymetli futbol kitaplarını Türk okuyucusuna sundu. Heyecan uyandıran bu kitapların bir kısmı Jonathan Wilson'a ait. Yazarın sırasıyla "Liverpool FC: 10 Maçta Efsanenin Anatomisi", "Kirli Yüzlü Melekler: Arjantin Futbol Tarihi" ve "Futbol Taktikleri Tarihi: 1-2-7'den Tiki-Taka ve Ötesine" kitapları neşredildi. Kitapların isimlerinden anlaşılacağı gibi muhteva 'arşivlik' değerde.

Futbol Taktikleri Tarihi hacimli bir kitap, 592 sayfa. Sunum yazısı İbrahim Altınsay'a ait. "Inverting The Pyramid: The History Of Football Tactics" adıyla ilk defa 2008 yılında yayımlanan kitap Britanya Spor Kitapları arasında En İyi Futbol Kitabı ödülüne layık görülmüş. Ağustos 2017'de Deniz Arslan'ın titiz çevirisiyle dilimize kazandırıldı. Futbol kitaplarına dair hep en unutulmazları yazmış olan Simon Kuper, bu kitap için şöyle demiş: "Futbolun sahada nasıl oynandığına dair yazılmış en iyi kitap."

Jonathan Wilson 'taktik meselesi'ni bir olmazsa olmaz olarak konumlandırmadığını, 'taktik delisi' olarak görülmeyi istemediğini fakat böyle bir kaygısının da olmadığını, kısacası yanlış anlamalara mahal vermemek için şu ön uyarıyı da eksik etmiyor kitabında: "Taktiğin bir takımın futbolunu belirleyen tek şey ve her zaman bir maçın gidişatına etki eden en önemli faktör olduğuna inanmıyorum. Daha ziyade birçok faktörden -belki biraz ihmal edilmiş- biri durumunda ve tıpkı yetenek, kondisyon, motivasyon, güç ve şans gibi, muazzam karmaşıklıktaki bir örüntünün içindeki ipliklerden biri sadece. Bunun yanı sıra, taktiklerin diğer faktörlerden ayrı tutulabileceğine de inanmıyorum: Fiziksel olarak iyi durumdaki bir takım yorgun bir takıma kıyasla daha farklı bir futbol oynamalı, özgüven eksikliği çeken bir takım belki daha tedbirli bir futbolu benimsemeli, amatör oyuncuları olan bir takım bu zaaflarını örtecek bir düzen benimsemeli: Kısacası her şey birbiriyle bağlantılı." [sf. 21-22]

Bizim kuşak ucundan yakaladı hani şu forma numaralarının 'belli' olduğu dönemleri. Yani bekler 2 ve 3 numara, haflar 4, 5, 6, forvetler 7, 8, 9, 10, 11 giyerlerdi ya hani, işte Wilson bunun aslında 2-3-5 dizilişiyle sahaya çıkmayı zorunlu hâle getirdiğini anlatıyor. Bir özel bilgi diyebiliriz ve bu tür bilgiler kitapta yığınla bulunuyor. Şimdilerde bir forvet bile 3 numaralı formayı giyebilirken ve takım formaları palyaçoların kostümlerine dönmüşken, bu bilgiler romantik bir bilgi gibi görünse de işin aslı öyle değil. Çünkü "gizli forvet", "40 metreden ayağa pas atabilen stoper", "hem frikikten atsın hem top kapsın türü libero" gibi mevkilerin ortaya çıkmasında da türlü sebepler var. Mesela "sahte dokuz numara" tabiri henüz kullanılmazken Carlos Alberto Parreira'nın 4-6-0'ı "geleceğin dizilişi" olarak ilk söyleyen kişi olduğunu öğrenebiliyoruz Wilson'dan. Günümüzde bu dizilişi açıktan kullanan çok takım olduğu gibi gizli gizli kullananların sayısı da gitgide artıyor. Barcelona'sı var Roma'sı var...

Futbolun en zirve noktası şüphesiz ki gol. Taktik tarihinde karakteristik özellik bakımından en çok değişim gösteren mevki bu yüzden forvet hattı. Wilson yakım dönemlere geldiği sayfalarda forvet hattının nasıl bir değişikliğe uğradığını isim vererek örneklendiriyor. Drogba, Adebayor, Llorente gibi fiziksel ağırlığına rağmen uçup kaçabilen forvetler olduğu gibi Thierry Henry, Luis Suarez, David Villa gibi yaratıcı yönleriyle rakip kaleye sızabilen teknik forvetler de. Shevchenko, İbrahimovic, Falcao gibi isimler ise bu iki tip forvet hattının tam ortasında yer alıyor. Kafayla da sol dışla da gol atabilenler, şahane paslarla taraftarı mest edebilenler, nefis çalımlarla ilerlerken düşüp attığı frikikle unutulmaz olabilenler... Kısacası "çok yönlü olmak" denen sıfat, özellikle forvet hattının artık vazgeçilmezi. Elbette bonservis gelirlerinin de.

Futbol Taktikleri Tarihi'nde Pasın Zaferi bölümü özel ilgi gerektiriyor. Günümüz futbolunda asisti yapanın pek esamesi okunmadığından, birçok zaferin mimarı olduklarından hiç konuşulmuyor. Hatta basında bile bu böyledir. Hatırlarsınız, Jardel'in Galatasaray'a transferinde önce yanına bir asistçi gerektiğinden bahsedildi. Oysa Hagi hâlâ Galatasaray'daydı. Futbolda 'yanındaki' çoğu zaman 'arkandakinden' daha popüler bir konumda olabiliyor çünkü. Wilson uzun uzun anlatıyor pas zaferiyle futbolseverlerin gönlünde taht kuran isimleri ve matematiklerini. Birkaç isimle heyecanı verelim: Cruyff, Laudrup, Stoichkov, Guardiola, Pires, Giggs, Fabregas, Rakitic... Bu oyunculardan biri vardı ki o, 'oynadığı topu oynatmak' konusunda önemli başarılara ulaştı. Okuyalım: "Guardiola, Barcelona teknik direktörü olarak geçirdiği dört yılda kazanabileceği on dokuz kupanın on dördünü kazandı; olağanüstü bir başarı serisiydi bu. Bunun da ötesinde takımı Sacchi'nin büyük olma şartını yerine getirdi: Guardiola'nın Barcelona'sı yalnızca zaferleriyle değil futboluyla da hatırlanacak: 1872'de Glasgow'da ortaya çıkmış olan pas fikrini alıp onu daha önce hayal bile edilemeyecek zirvelere taşımış olmasıyla. Bob McColl, 1901'de pası Queen's Park'tan Newcastle'a taşıdı; Peter McWilliam ondan öğrendiği teoriyi 1912'de Tottenham'a götürdü; orada bildiklerini Vic Buckingham'a aktardı, o da Rinus Michels ve Johan Cruyff'u etkileyerek hem Ajax hem Barcelona'da yolu açan kişi oldu. Guardiola ve onun yönetimindeki Barcelona bu zincirin saygın mirasçıları. Futbol oynamanın birçok yolu var ama onlarınki en büyük gelenek." [sf. 569-570]

2007'de Belgrad'da verdiği bir derste Roberto Mancini, futbolun artık taktik ağırlıklı olmaktan kondisyon ağırlıklı olmaya geçtiğini söylemişti. Wilson bu sebeple "modern futbolda yeni bir şey yok" diyor. Yeniyi ama güzel olan yeniyi eskilerin gayet iyi ve unutulmaz bir şekilde gerçekleştiği Futbol Taktikleri Tarihi'yle hatırlatıyor. Elimizde Barcelona ve Bayern Münih gibi futbolu tüm rakamlarıyla oynayan ve bunu yaparken de seyir zevki yaşatan takımlar var. Burada Robben ve Ribery gibi savunma görevlerini de eksiksiz yerine getiren, Xavi ve Messi gibi fiziksel üstünlüğü olmadığı hâlde bütün takımı harekete geçirip oynatan, dahiliğini kusursuzca icra eden efsaneleri de unutmamak gerekiyor. Yani taktik gerçeği yaşıyor.

Peki şimdiden sonra ne olacak? Futbolun taktik olarak sona erdiğini ve artık bilgisayarların, bilgisayar kafalıların bu işi götüreceğini söyleyenler yoğunlukta. Wilson ise umutlu: "Bundan önce de çok kişi tarihin sonunu ilan etmişti; hiçbiri haklı çıkmadı."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Ekim 2017 Cuma

Kenarda yaşayanlar, kenara itilenler

İstanbul’a geldiğimizde henüz 12 yaşındaydım. Anadolu’nun ufak bir kasabasında doğdum. Çocukluğumun ve ilkokulumun bir bölümü bu ufak beldede geçti. Büyükşehir’e geldiğimizde ilk garipliklerden biri, çöplerimizi Pazartesi ve Perşembe günü çıkartabilmemizdi. Oysa geldiğimiz yerde öyle bir durum arz etmiyordu. Unutamadığım garipliklerden biridir. Ve bu gariplikler silsilesi bugüne kadar hep devam etti, devam etmekte.

İzlediğim bir yerli bir filmde şöyle bir sahne vardı; “Mahallemize, sokağımıza, evimize sıkışıp kalmışız ve tarih bizi hiç yazmayacak. Sanki bu şehirleri bizi kapamak için yapmışlar, o yüzden buranın dışını fazla bilmeyiz. Dünyayı bize sunulanı kadar biliriz. Zaman değişir, insanlar değişir, dünya değişir. Ve kimse bize bir şey sormaz. Başkaları tarafından şekillenirken hayatımız, sesimiz çıkmaz bir arada kalmaya çalışırız; Çünkü bizim birbirimizden başka kimsemiz yoktur, çünkü yaşadığımız yer gibi sıkışıp kalmışız zamanın içeresinde.

Evet, tarih bizi hiç yazmayacak diye düşünüyordum fakat Funda Şenol Cantek, “Kenarın Kitabını: “Ara”da Kalmak, Çeperde Yaşamak” adlı kitabı ile bizim/bizlerin hikâyelerini derledi. Kenarın Kitabı, İletişim Yayınları'ndan Memleket Kitapları dizisinden neşredildi.

Doç. Dr. Funda Şenol Cantek, kitabın ortaya çıkışını şu sözlerle belirtmekte “Bu yeni kitap fikri ilerledikçe kapsamı Ankara, odaklanacağı kenar olgusu da yoksulluk ve dışlanmışlık sınırlarını aştı. “Kenara itilenler”in yanında, merkezin kaymasıyla yeni ve daha konforlu/güvenli yaşam alanlarında benzerleriyle birlikte yaşamak niyetiyle “kenara çekilenler” de dâhil oldular çalışmaya. Bunlara bir de alternatif yaşam alanları yaratmak için “kenara kayanlar”ı eklersek, kenarda olmak/yaşamak hakkında söylenecek sözün çeşitlenmesi kaçınılmaz oldu." (sf. 8)

Kenarın Kitabı, şehirlerin kentsel sahnesinin kenarlarına bakıyor. Kentsel dönüşümün gözden uzaklaştırılan sahne arkalarına bakıyor. Seyyar satıcılar, kenar mahallelerin ve "Allah'ın unuttuğu yerlere" kurulan TOKİ konutlarının kadınları. Saha çalışmaları ve söyleşiler olmak üzere kitap 11 araştırmadan oluşmaktadır.

Mekânlara bakmak, toplumlara, kültürlere, hayatlara bakmak anlamına geliyor. Seyyar esnafın sokakla imtihanı, kamusal alanla yaşantıların zorlukları sayfalara aktarılmıştır. Seyyar esnafın tek bir ortak noktası vardır. Helal kazanç.

Görüşme-15 (Erkek, Yaş: 44)
Gider çıkarsanız işe, sabah. Çok soğuktur, parmaklarınız cebinizde. Mal satmanız gerekir… eğer fazla satarsanız üşümeyi unutursunuz.

Görüşme-48 (Erkek, yaş: 27)
Toplum gözünde bize bakışları, nasıl söyleyeyim, düşük insan gözüyle, üçüncü, dördüncü sınıf insan gözüyle bakıyorlar.

Işıklarda mendil satan, araba temizlemeye çalışan, görür görmez arabanızın camlarını kapattığınız 'suçlu' bildiğiniz çocukların sesleri;

Elmadağ 40:
Ferhat: Ben gül satıyordum, beni gören hemen camını kapatıyor, kapıyı kilitliyor.

Elmadağ 33:
Üstün başın hiç güzel değil. Bize çöpçü diyorlar. Kağıt topluyoruz biz. Çöpçü değiliz. Bizi utandıracak kadar pis pis bakarlardı Bahçeli’de. Sonunda helal işi bıraktırdılar. Okuldan gelir, el arabasını alır, kağıda giderdik. İçimizde helalinden çalışmak vardı. Hiç zor gelmezdi: El arabası ağırmış, hava soğukmuş… Ama bir kadın bize gözünü diker yanındakine gösterir, bize çöpçü der; işte o zaman helal çalışmak istemezsin.” (sf. 83)

Apartman yaşamı toplumda daha ileri bir yaşamı simgelemektedir ve şehrin merkezindedir. Gecekondu ise sadece coğrafi olarak değil toplumsal olarak da kenardadır; bir köşede kalmışların, kente ait olamamışların yeridir. Siteye taşındıktan sonra çamaçime gitmeye başlayan bir kadının söylediği gibi, “Gecekonduda hanımdık, buraya geldik işçi olduk.” (sf. 108)

Kısacası bu kitapta bizden olanların hikâyeleri var. Kenarda yaşayanlar, kenara itilenler var, mecburiyetten kenara çekilenler var, bile isteye kenara kayanlar var. Kenarın Kitabı, şehirlerin kentsel sahnesinin kenarlarına bakıyor.

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

26 Ekim 2017 Perşembe

Gelişimin eşitsizliğini durdurma veya doğanın çevreye galip gelebilme ihtimali

"İçinde bulunduğumuz devir belki her şeyden önce mekânın devri olacak. Şu anda eşzamanlılık evresindeyiz: örtüşmenin, yakın ve uzağın, yan yanalığın, dağılmışlığın evresi."
- Michel Foucault

Doğa kavramı dünyanın birçok ülkesinde, özellikle de şehirlerin modernizm etkisiyle kentlere dönüştüğü gelişmiş ülkelerinde yeniden konuşuluyor, tartışılıyor. Kapitalist kentleşmeyle birlikte sermayenin doğa üzerinde kurduğu tahakküm, mekânın üretimi konusunda ciddi kaygıları geleceğe taşıyor. Bu kaygıların en başında adaletsizlik ve yıkıcılık gelse de madalyonun diğer tarafında insanın yaşadıkları var: kaos, nevroz, travma, bunalım ve depresyon. Kısacası gelişim gibi görünen şeyin eşitsiz olması en önce doğayı sonra da insanı geri dönüşü olmayan bir yokoluşa sürüklüyor.

Tüm dünyada kentleşmenin tarihi, vaziyeti ve geleceği hakkında kabul görmüş nadir isimlerden biri olan David Harvey, "insanlık durumunun hayati yönlerini dogmatik olmayan ve geniş kapsamlı bir çerçevede ele alan bir araştırma" olarak tanıtıyor Neil Smith'in Eşitsiz Gelişim'ini. Kitabın deneme şeklinde kaleme alınmasının yanı sıra tarih ve coğrafya arasında ormanlarla fabrikaları 'meydana indirmesi' oldukça dikkat çekici. Smith bunu yaparken ne modernitenin karşısına romantizmi koyuyor, ne de Alfred North Whitehead gibi 'göl şairleri'nin doğanın yanında yer alan tavırlarını aşırı bir romantizm olarak görüyor. Yazarın en ilham verici yorumlarından biri, doğanın yeniden konuşulmaması karşısında çevre kavramının gündeme gelmesine yönelik. Bilindiği gibi çevre, sermaye bekçilerinin ve kapitalist avcıların doğanın karşısına koydukları modernist bir kavram. Doğa ne zaman ki çevreye dönüşür, o zaman kapitalizmin kölesi olmuş demektir. Elbette doğanın bu köleliği de insana doğrudur. İnsan, hakimiyet kurmaktansa teslimiyet göstermesi gereken doğayı baş tacı etmek yerine ayaklar altına almış, gelinen nokta itibariyle yeryüzünde bir maskot hâline düşmüştür. Sermaye sahiplerinin emirlerine iktidar sahipleri arka çıktığında, ortaya çıkan tablo her ne kadar korkunç olsa da yine büyük ve kirli eller tarafından 'olması gereken' gibi gösteriliyor. Nedir peki bu olması gereken(ler?) Kente nefes veren her boş alanın muhakkak bir projeyle 'ihya' edilmesi. Yeni bir mekân üretimi de denebilir buna. Ancak bu mekanda his yok, duygu yok. Dolayısıyla aidiyet de yok. Koca bir varoluşsal boşluk var.

"Sermaye genel olarak mekân üretmekle kalmaz, aynı zamanda eşitsiz gelişime kararlılık kazandıran hakiki mekânsal ölçekler de üretir... Doğa ve toplum arasındaki geçmişten miras alınan ayrıma şiddetle karşı çıkan ve bunu utançla değil gururla yapan kapitalizmin ta kendisidir. Hep daha fazla sosyal zenginliği denetimi altına alma yönündeki dinmeyen dürtüsüyle sermaye tüm dünyanın biçimini değiştirir. Tanrı'nın bağışladığı tek bir taş kalmaz altına bakılmadık, doğa ile kurulmuş hiçbir özgün ilişki aynı bırakılmaz, hiçbir canlı onun etkisinden kurtulamaz. Doğanın, mekânın ve eşitsiz gelişimin problemleri bizzat sermaye tarafından birbirine bağlanır. Eşitsiz gelişim kapitalist düzende doğanın somut üretim süreci ve modelidir." [sf. 25]

Smith, bakir doğanın medeniyetin karşısına antitez olarak konduğunu; çıplak, korkunç ve uğursuz olarak değerlendirildiğini söylüyor. Vahşi insanların bir evi olarak konumlandırılan bakir doğa, 'dolayısıyla' ilerleme ve medeniyet karşısında bir engel, bir düşman olarak 'yeniden' yaratılıyor. Doğa, kıyıma uğradıktan hemen sonra bilim yoluyla teşhir ediliyor, aslında korkulması gereken durum bir büyülenmeye sahne oluyor. Smith'in bu yorumları da akla uzun zamandır ilgiyle takip ettiğim Pawel Kuczynski'nin Virtual Reality çizimini getiriyor.

Frankfurt okulunun sıklıkla üzerinde durduğu doğa üzerindeki tahakküm, Smith'in metinlerinde ciddiyetle vurgulanıyor ve çeşitli bölümlerle irdeleniyor. Doğayı ve mekânı yeniden yorumlarken nostaljiye savrulmaktan da şiddetle uzak duruyor. Sermayenin mekânsal ölçeklerini tanımlarken kent ölçeği, küresel ölçek ve ulus-devlet ölçeği gibi son derece hassas konulara temas ediyor. Ortaya attığı "eşitsiz gelişime ilişkin bir tahterevalli teorisi"nde şunları öne sürüyor: "Sermaye maziden kaçıp gözlerini geleceğe dikerken, mekânsal çözümün alternatif versiyonları olarak mütemadiyen hareketliliğe ya da sabitliğe sarılmaya ayartılır. Bu seçeneklerin hiçbiri işe yaramaz, ama yine de her biri coğrafi peyzajda sırasıyla eşitlenme ve farklılaşma eğilimleri doğurursa, küresel ölçekte daha istikrarlı eşitsizlikte kentsel ölçekte daha akışkan eşitsizlik arasında değişen bir eşitsiz kapitalist gelişme gerçekleşir. Buna hangi sınırlar konulursa konulsun, kapitalizmin eşitsiz gelişimi zıt-yönlü eşitleme ve farklılaştırma eğilimleriyle ve sermayenin bunun sonucunda ortaya çıkan tahterevalli hareketiyle sürdürülecektir." [sf. 217]

Smith, toplumsal nitelikte bir coğrafya üretebilmenin ilk ve en önemli koşulu olarak önceliğin sadece sermayeye verilmesini değil, toplumun siyasi temeline bakılmasını öneriyor. Kapitalizmin mekânı daima kendi suretinde dönüştürmesine engel olabilecek şeyin başında toplumsal bilinç ve dolayısıyla kolektif hafıza geliyor. David Harvey, Umut Mekânları'nda şöyle der: “Kolektif olarak kentlerimizi üretirken, kolektif olarak kendimizi de üretiriz.

John Berger'in tüm dikkatleri mekânsal "eşzamanlılığa ve kapsamına" çevirmemiz gerektiğine dair yazdıkları, Neil Smith için de ifade açısından en doğrusunu temsil ediyor: “Şimdi kehanet tarihsel değil coğrafi bir tahmin gerektiriyor; sonuçları bizden saklayan şey zaman değil mekândır. Bugün kehanet için zorunlu tek şey erkekleri [ve kadınları] tüm dünyada içinde bulundukları eşitsizlik içinde tanımaktır."

Kapitalizmin esas olarak daima coğrafi bir proje olduğunu belirten Smith, kapitalizme isyanın da önce "coğrafi bir şeyler planlamak" yoluyla şekillenmesi gerektiğini, bunun için ne erken olduğunu ne de geç kalındığını söylüyor. Buradan da "zamanı geldi" vurgusu ortaya çıksa da 'hayal gücü kaybı'nın yoğun olduğunu ve hatta bunun da mekânla doğrudan irtibatlı olduğunu ifade ediyor. Aynı zamanda bir tez olan kitabını Henri Lefebvre’in Mekânın Üretimi’nde bıraktığı yerden kendine özgün -anti romantik- bir tavırla başlatan Smith, bu tavrını kitabın son cümlelerinde de yineliyor: "İçinde bulunduğumuz döneme dair hayret verici şeylerden biri devrimci toplumsal değişim umudunun ve hissiyatının siyasi olabilirlik tahayyülünden ne kadar yoksunlaştığıdır. Devrimci hayal gücünü yeniden cesaretlendirmeye başlamak pek de iyimserlik sayılmayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Ekim 2017 Salı

Kederli var oluş sancılarının romanı

Selvigül Kandoğmuş Şahin; öykü, deneme ve roman türünde yazdığı kitaplarıyla tanıdığımız güçlü bir kalem.

2016 yılı Ekim ayında yazdığı son kitabı Kalbin Duası, 15 Temmuz şahlanışına adanmış bir eser. Milli bütünlüğün yıkılmaz olgusunun dirilişi ve Müslüman Coğrafyasının kader olarak görünen kederli var oluş sancılarının ele alındığı bir kitap Kalbin Duası.

Meclise selam ile girilir bizim meşrebimizde. Allah’ın selamı esirgenmez. Sevgili yazarımız da samimi içten selamlamasının ardından, izlerinden yürüdüğümüz değerli isimlere atıf ile ayetlerden kopup gelen inşirah ile kendi yürek örgüsünün ilmikleriyle perçinlediği samimi dualarla selamlıyor okuyucuyu.

Kalbin Duası’ nda 1. Bölüm, ismiyle müsemma bir girizgâh ile başlıyor. Samimi içten duygulu bir dua ile münacat ederek giriş yapılmış Kalbin Duası’ na. Şehadet ayı Şubat’a vurgu yaparken; İskilipli Atıf Hoca, Seyyid Kutup, Metin Yüksel, Ömer Muhtar, “Harlem sokaklarının çılgın delikanlısı, kızıl saçlarındın rüzgârlar esiyor. Bataklığın en dibine vuruyor yüreği, kırgın düşleri. Hidayet, olmadık zamanlarda olmadık mevsimlerde sarar kuşatır ya. İşte öyle hidayet sularının arıtan ırmaklarında yıkanıyor asi delikanlı, dik duruşlu, kavi imanlı şehit” diyerek Malcolm X’i özlü, duyarlı, samimi bir dille anlatıyor yazar.

Bahar muştusu, havaya düşen cemre gibiydi 15 Temmuz kalkışmasında gördüğümüz eşsiz direniş yüklü milli irade. İşte bu destanlaşacak tarihi direnişi yazar; milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerini de mihmandar eyleyerek anlatılıyor eserinde.

Sözler tükenir bazen, yazmak ağırlaşır kelimeler kaçışır us girdaplarında dolaşır kederin. Selvigül Şahin'in dediği gibi: “Yazmak zordur. Zor zamanlarda yazmak, konuşmak, var olma mücadelesi vermek daha bir zordur.”. Fakat tam da bu vakitlerde yazabilmek gerekir. Çünkü yazmak fikirsel sirkülasyonu sağlayan bir bayrak yarışıdır. Selvigül Şahin de kalemini konuşturmuş bu zor zamanlarda, yaşanılan zamandaki acılara adeta şahit eylemiş kalemini, yüreğini ve şerh düşmüş tüm acılara. Sezai Karakoç’tan Fethi Gemuhluoğlu’na bizlere gelen ulvi tasaların yol işaretleriyle aydınlatılmış düşüncelerini ele almış Kalbin Duası ’nda.

Edebiyat bir soluk alış değildir sadece, günlerin yorgunluğundan kaçış değildir. Edebiyat tarihe bireysel, öznel duyarlı bir bakıştır. Her penceresinden farklı manzaralar görülen bir evdir tarih. Edebiyatçılar da o pencerelerin pervazında yuva yapan güvercinler gibi konuşlanır ve çağa dair birikimleri aktarır nesiller boyu. Yolu üzere gittiklerimiz ile anılırız. Çağın mahşeri yolunun yolcuları olarak eli kalem tutan yazma kudreti bahşedilmiş Şahin nasıl geri durabilirdi ki zamanın yansımalarını ele almaktan.

Vurulduk ey halkım! Tam alnından vuruldu yiğitler. Göğsünden, bacaklarından, bedeninin her yerinden vuruldu gençler, kadınlar, civan delikanlılar. Ama en çok yüreğinden vuruldu bu halk" diyerek 15 Temmuz saldırılarını anlattığı, şahitlik makamında yazarın acının iklimlerinden geçen duyarlı yazıları… Yazarın da anlattığı minval üzere kurşunlar beklemediğimiz anda beklenmedik yerden geldi. Rehavetten sarsıntıyla uyanan bir halkın yeniden dirilişi yeniden imanla ve birlik beraberlikle direnişi var bu kitapta. 15 Temmuz'da köprübaşlarında, metropolün yakan kavuran asfaltlarında, kalabalık bulvarda, tankların altında şaha kalkan milletin şiirsel bir tatla ve hüzünle yazılmış acılı hikâyesi var. Millî irade silkeleyip attı üzerinden habis urları. 16 Temmuz sabahında gördük ki; bir gün evvel öğle saatlerinde tek kaygısı evine maişet götürmek olan yurdum insanının, postalların önünde direnmesiyle nasıl cengâver bir ruha bürünmüş olduğunu. Ardı sıra yaşanan hikâyelerin basına yansımalarıyla haberdar olunan her biri gönüllerde derin izler bırakan nice hikâyeler… Şehitlerimizin gazilerimizin yaşadıkları ebediyen, unutulmaz hal ile yer bulacak ilelebet kalbimizde. Tıpkı Selvigül Şahin’ nin kitabında her bir şehidimizin ve gazimizin isim isim yer bulduğu gibi. Şehadet mevsimidir artık Temmuz. Yılların Boğaz Köprüsü’nün artık Şehitler Köprüsü olduğu gibi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyerek, Selvigül Şahin şehadet ettiği dirilişin destanını tüm yönleriyle yansıtmış eserinde.

Müslüman Coğrafya’nın sancılarıyla kaynayan bir kalbin kalem vesilesiyle kelamda soluk bulması: Kalbin Duası.

Filistin ve Gazze’nin feryadını duymak, Mavi Marmara hadisesinin incelmiş hislerimizi kopma noktasına getirmesi, Mısır’da ve Suriye’de dünyanın gözleri önünde yaşanan nice zulümler sonra…

28 Şubat’ın kavurucu sağundan geçmek var sonra Kalbin Duası’ nda; Dr. Hatice Kanlıtaş’ın tavizsiz, direnç dolu, başarı dolu mücadelesini okurken gördüğümüz üzere...

Yaşanmışlıklar, acıyla yoğrulan coğrafyanın yanık türküler kuşanmış hatırası, dünde kalsa da bu gün gibi hatırlanır. Asla geçmişte kalmaz derin izlerle hep bu günlerimizi kuşatır, anlarımıza her daim akar. Taze haberler gibi... Belki de öyle olması hayrımızadır. İbret alanlardan olmak için. Kalbin Duası’ nda Çanakkale’den bu güne atıflar yapılmasının nedeni belki de bu sebepledir… “Çanakkale şahdamarıdır! Son damardır, adeta kuşatılmış son İslam coğrafyasının muştu kalesidir, kurtuluş kalesidir… Donanmaların saldırılarıyla, kara ve deniz hareketinin sonunda, iman bombasına dönen Mehmetçiğin kanı, adeta dirilten abıhayat suyu gibi akacaktır tüm İslam Coğrafyasının üzerine” diyerek yazar Çanakkale’nin eşsiz mücadelesini ve önemini vurgular… Bu eşsiz kurtuluş mücadelesinin unutulmaması gerektiğini ısrarla anlatma derdindedir yazar…

Batının hiçbir zaman anlamayacağı bir gerçeği de anımsatıyor eser bize; bu apaçık ortada olan ve bizim inandığımız yegâne gerçektir ve yazar hep seslenir satır aralarından büyük bir cesaretle, kararlılıkla: “Zannettiğiniz gibi hiçbir zaman ve hiçbir şartta bizi acılarla zulümlerle bölemeyeceksiniz.”. Anne duyarlılığı ve inceliğiyle mümine kul-birey şuuruyla kaleme alınmış eserde gördüm ki; yüreğimizde sızısını duyduğumuz hiçbir mesele atlanmamış.

Sırılsıklam acılar içindeyiz… Islanmak ve öylece yetim çocukların gözlerine gözlerimiz değmesin diye, kuytulara kaçma telaşındayız. Hızlı gündemler akıyor, kanlı, katliamlı günlere açıyoruz gözlerimizi. Hep umut, hep ümit dedikçe bir yerlerimize hançerler saplanıyor. Derin yaralar alıyoruz; ama bahar bize durmaksızın gülümsüyor her köşe başında. Ve usul usul dirilten bir aşk yürüyor damarlarımıza” diyerek yazar bizi Savcı Selim Kiraz’ın şehadetine, eşsiz sabır kuşanmış bir Anadolu anasının sabrına, cennetlik bir eşin eşsiz teslimiyet kuşanmış hüznüne, taziye evinin matemine, şehirlerde acımasız terörle patlayan bombaların bıraktığı derin acıya taşıyor.

Sorunları dile getirirken yüzleşmekten de çekinmemiş yazar Selvigül Şahin. Çözümleri göstermekle de cesur davranmış. Doğru, erdemler kuşanmış, kendi öz manevi değerlerimizle sarmalanmış, mutlak hakikate dayalı eğitim ve öğretimle yapılan çalışmalar sonucu, pek çok sorunun çözüleceğine dair yol haritaları sunmuş adeta.

Kitabın 2. bölümü; “Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun” diyerek Üstad Sezai Karakoç’ un anlamlı seslenişiyle başlıyor. ‘Yeni Yılın Ayartan Dünyaları’, lirik, derinlikli bir dille yazılmış bir dönüşüm değişim, toplumsal ve bireysel anlamda inanmanın, manevi dünyanın yansımalarının aktarıldığı sımsıcak bir kuşak öyküsü adeta. Sonraki yazılar, Edebiyat dergilerinin edebiyat dünyasına katkısını anlatırken yazar yine bizi kuşak kuşak yolculuklara, ustaların mektep kıldığı dergilerin kapılarına çağırır gibi. Şule Yüksel Şenler'e, Afet Ilgaz’a, Demirhan Kadıoğlu’na, dair yazılarında Şahin, öykü tadında denemeleri ve şiirsel üslubuyla bir döneme damgasını vurmuş güçlü mezkûr şahsiyetleri farklı yönleriyle sıcak samimi bir dille anlatıyor.

Kalbin Duası’ nın 3. bölümde yazar okuyucuyu daha çok manevi atmosferle yazılmış metafizik ürpertilerin durağına taşırken, sıcak, samimi, içli dua diliyle yazılmış metinlerle buluşturuyor. Ramazan'ın bereket ve aşk kuşanmış feyizli günlerini gecelerini, bayramların cennet esintili sevinçlerini, Muharrem’in eşsiz kardeşlik buluşmasını ve Efendimize şu zorlu çağda, nefes alıp verdiğimiz ahir zamanda nasıl da özlem duyduğumuzu Onun terbiyesine ve ahlakına ne denli muhtaç olduğumuzu anlatma telaşına düşmüş yazar dua makamında…

Kalbin Duası bizi yine dualara taşıyor. Ve Şahin'in içli dokunaklı duasıyla yazımızı bitirelim istiyoruz. Kalbin Duası şifa niyetine tüm yüreklere dokunsun, Kalbin Duası, inşirah olsun, kurtuluş olsun…

Arındır bizi ya Rabbi! Senin rahmet yağmurlarına öylesine susamışız ki, yangınlar içinde beklemedeyiz… Maneviyatsızlıktan kavrulan metropollere, çölleşen hanelere, dirilten yağmurlarını yüreklerimizin yaralarına merhem, serin dualar gibi gönder Rabbim! Bekliyoruz yardımını, nusretini…

Rabbim, düşmanlara fırsat verme. Kavi yüreğiyle ve duruşuyla dimdik, teslim olmadan, düşmana meydan okumayı nasip eyle bu millete Rabbim…

Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_

23 Ekim 2017 Pazartesi

Güzel evlerle oluşan sokaklar, mahalleler, beldeler ve ilçeler nasıl inşa edilebilir?

Bilim ve Sanat Vakfı’nda Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin 20 Şubat 2016 tarihinde düzenlediği “Bir Şehir Kurmak ve Yeni Bir Gündem İnşa Etmek” adlı panel, son yıllarda kamuoyunda oldukça konuşulan ‘kentsel dönüşüm’ kavramına dair Cansever’in çalışmalarını ve bakış açısını anlamak açısından mühimdi. Turgut Cansever’le teşrik-i mesai içinde bulunmuş üç önemli ismin Cansever’in ufkuna odaklanması, şehir-insan ilişkisinde mimarinin nerede durduğunu “Ufkî Şehir” başlığıyla tartışıldı. Peki, nedir Ufkî Şehir?

Ufkî Şehir, özellikle 2011 Van Depremi’inden sonra sürekli dillendirilen şehircilik kavramlarından biri ama ne’liğine dair bilginin dolaşımda olmadığı bir kavram setinin mimari araştırmasıdır. Osmanlı’dan günümüze şehri şehir yapan unsurlar hakkında bir fikir yürütme adımı; kentsel dönüşüm, çok katlı yapılar, siteler, toplu konutlar, yatay ve dikey mimari gibi çokça konuşulan ama eylemi hakkında pek de somut olmayan kavramları anlama girişimi olarak okunabilir. Bu başlıkla yayınlanan kitap, mimar Turgut Cansever’in şehir hakkındaki düşünce ve projelerinden ilhamla “Ufkî Şehir” olarak belirlenmiştir. Kitabın editörü Halil İbrahim Düzenli’ye göre aslında Cansever’in doğrudan bu tamlama şeklinde bir kullanımı yoktur. Cansever, çerçevesini kendi kurduğu müstakbel şehirler için “yeni şehirler” gibi daha tarafsız bir ibare kullanmaktadır. Diğer taraftan, farklı yerlerde, bu şehirlerin mülkiyetle ilişkili yatay formunu, hukukî bir tabir olan “ufkî kat mülkiyeti” ya da “yatay kat mülkiyeti” düzenine/esasına referans vererek dillendirmektedir. Kitapta tercih edilen başlık Cansever’in bu iki kullanımından mülhemdir. Her ikisini de mündemiç yeni bir kavram üretimidir. Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden Halil İbrahim Düzenli ve çevresindeki hocaların ve öğrencilerin ardından gittiği soru şu: Bugün yaşadığımız evler ve ileride yaşamak için bir yandan da ürettiğimiz konutlar, gerçekten de insanoğlunun maddi manevi tüm ihtiyaçlarını karşılıyor mu? İnsanın hikmet dairesi içinde yaşayabileceği, aklından kalbine sürekli bir inşa eylemini sürdürebileceği en güzel ev ve evlerle oluşan sokaklar, mahalleler, beldeler ve ilçeler nasıl inşa edilebilir?

Turgut Cansever, akademi yıllarından vefatına kadar (1945-2009) yaklaşık 60 yıllık dönemde, çok güçlü bir gelenekten gelmenin bilinciyle Osmanlı şehirlerini incelerken, aynı zamanda bugünün gecekondudan apartmanlaşmaya, apartmanlaşmadan rezidanslaşmaya ilerleyen süreci çok yakından takip ederek hep bir çıkış yolu aradı. Cansever’in önemi, sadece masa başında proje üreten bir mimar değil, pratik hayatın, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren aksiyon ve eylemi meydana getirebilmenin endişesini sürekli dinç tutabilmesindeydi. 17 Ağustos 1999 depreminin İstanbul üzerinde oluşturduğu olumsuz, yıkıcı tesirlerinden nasıl kurtulabiliriz sorusunun peşine düşüp pilot bir şehir kurma projesi, işte Turgut Cansever’in 2000'li yıllarda ilerleyen yaşına rağmen yaptığı en önemli somut arayışlarından biridir. Nitekim 1999 depremi sonrasında oluşturulan gruplarla ileriye yönelik olarak ne yapabiliriz çerçevesinde oluşturulan periyodik toplantılar ve sonuçlarına dair raporlar, Cansever’in aynı zamanda bir nevi yeni bir şehir inşa etme sürecini de başlatmaktaydı.

İstanbul üzerine yapılan araştırmalarda en riskli bölge Zeytinburnu çıkınca, ilçenin İstanbul yakınlarında daha sağlam bir havzaya taşınması anlamında Başakşehir’in imara ve yeni düzenlemeye açılma sürecini gündeme gelmesi, Turgut Cansever’in mutat toplantılarında analiz edilmiş ve projelendirilmiştir. Her ne kadar Başakşehir’in kurulma niyetindeki saf ve iyi niyet tam olarak gerçekleşmese de, Turgut Cansever krizi fırsata çevirmenin gayretiyle örnek bir şehir kurabilmenin önemini ve ihtiyacını hemen her alandan saha uzmanlarına, akademisyenlere ve iş adamlarına anlatır. Bu ihtiyaç o kadar önemlidir ki, İstanbul’da yaşayanlar olarak şehre dair sorumluluğumuz ne olabilir sorusunu aslında başta İstanbul’da yaşayan herkesin kendine sorması gereklidir; çünkü ihya ve inşa süreci bir toplumun gelişebilmesinin; varolan medeniyet iddiasını sürdürebilmesindeki en büyük adımıdır.

1999 Marmara Depremi’nin sonucu, felaket bu kadar büyükse biz neler yapabiliriz sorusunu herkesin sormasını icap ettirmiştir. Cansever, arayışı süresince “Ne yapılabilir” sorusuna, sağlamlaştırma cevabını alır ama sağlamlaştırma cevabının hem masraflı hem de projenin garantisinin olmadığını da bilincindedir. Bunun üzerine yeni bir lokal oturum alanları kurup en riskli bölgelerin oraya taşınması fikri kabul görür. 2001 yılında yazılan pilot bir şehir uygulama raporu 2002’de basılır. 2002’den vefatına 2009’a kadar da bir milyonluk şehir kurmada 25 milyonluk yerleşkelerin nasıl yapılacağına dair çalışmalar yapar Cansever hoca, kendisini bir nevi ihya ve inşa sürecinin içinde bulur. Cansever’e göre ihya ve inşa sürecinde mimari standartların oluşturulması önceliklidir. Bu standartlar güzel üzerinden yapılmalı ve güzele herkes kolayca ulaşmalıdır. Dolayısıyla şehrin varoşlarının da, orta sınıfının ve üst sınıfının da hep birlikte içinde bulunduğu, mekânsal ayrışmanın yaşanmayacağı, tabir-i caizse fakirin de zenginin de benzer kodlar üzerinden bir yaşam alanında bulunacağı bir tahayyül ön plana çıkar. Böylece tıpkı Osmanlı’daki algı gibi -fetihten sonra alınan şehirlerde başlatılan ihya ve inşa süreçleri gibi- çok dinli, çok kültürlü insanların bir arada güven içinde yaşadığı mülkiyet ve dağılım adaletle sağlanacaktır.

Osmanlı dönemindeki mimarlar, fetihten sonra şehirde tevarüs ve süreklilik üzerine bir inşaya girişir. Kadı ve Subaşı tayininden sonra fethedilen bölgenin, insan, kültür, dini vb. kaynaklarının sayımları yapılır ve tahrir defterlerine kaydedilir. Tevarüs ve sonrasında Osmanlılaştırma Süreci başlar. Osmanlı şehirlerine bakıldığında bu yönüyle bir kademeleştirme düzeni vardır. Popülasyon bir yerde toplanmaz şehre dağıtılır. Bursa üzerinden örneklendirmek istersek: İlk, Kaleiçi ve Orhangazi yerleşime açılırken, akabinde sürece Hüdavendigar bölgesi dâhil edilir. Böylece merkezin yoğunluğu azaltılır. Kademelendirme Turgut Cansever hocanın da önemsediği bir düzenlemedir. Nitekim hayata geçmese de Zeytinburnu yerleşkesini Başakşehir’e taşıyacak projesinde de, Ankara Balışeyh projesinde de bu açıkça görülür.

Cansever, hem teoride hem pratikte arayışlarında yalnız bir mimar olarak kalsa da, hayatı boyunca hep güzel şehrin esaslarını aradı. Güzeli talebin, toplum tarafından olması gerektiğini düşünen Cansever, hayatı boyunca güzelin içindeki nisbeti ve dengeyi şehirlere nasıl tatbik edeceğini araştırdı. Tıpkı Platon’un “İnsanın en büyük hikmeti şehir kurma hikmetidir” ideali gibi… Umarım Cansever’i takip eden bizler, şehir inşa etmenin hikmetini kavrar ve hem kendimiz hem de gelecek kuşaklar için bu güzel ideali gerçekleştirebiliriz.

Yunus Emre Tozal
twitter.com/yunusemretozal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 7. sayısında yayımlanmıştır.