19 Ağustos 2017 Cumartesi

Hemingway’i neden okumalıyız?

Hepimiz kendi yolumuzu çizeriz” diyen yazar Clancy Sigal, nasıl bir yola talip olduğumuzu düşünmeye çağırır bizi. Patika mı, anayol mu? Hiçbiri ise cevabımız, bu yol, hayal gücümüzün eseri bir yol olabilir mi? Bütün bu sorulara cevap aramayı vaadeden yazar C. Sigal, Ernest Hemingway’i neden okumalıyız merakımızı gideriyor Ölümsüz Hemingway ile.

Hemingway’in yazdıklarına ve bunlara dayalı yorumlara göre onun hakkında varsayımlarda bulunabileceğimizi söyleyen Sigal, Hemingway’i okurken temkinli olmak gerektiğine dikkat çekiyor. Yazar, Hemingway’in satırlarında rastladığı dünya görüşünü şöylece resmediyor:

Romanlarından hiç de aşağı olmayan hikâyelerinde de dünyaya bir bakış açısı vardır. Rahatsız edici özellikleri de vardır, çünkü cesaret maskesinin arkasında bitmek bilmeyen bir ölüm korkusu, maçoluk görüntüsü altında da erkekliğin kitabına sığmama korkusu yatar.

Döneminde Ya Hep Ya Hiç adlı eseri, gerçekçi karakterlerine rağmen eleştirmenlerce kabul görmez. Marksist bakış açısı yüzünden ‘proleter’liğini sahiplenen sol çizgidekiler olur. Clancy Sigal yine de Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalınıyor’a hazırlık niteliğindeki bir geçiş eserini ‘macera romanı’ olarak tanımlamaktan kaçınmıyor.

Ne kadar okursanız okuyun, iyi edebiyatın nasıl yapıldığını öğrenemezsiniz. Çünkü bütün büyük eserlerin bir gizemi vardır ve bu gizem eserlerden çıkarılıp alınamaz... Her okuduğunuzda yeni bir şey görür ya da öğrenirsiniz.

Ernest Hemingway, Yazmak Üzerine bu cümlelerle katkıda bulunur. Heminway’in “Yazarın sağcısı solcusu olmaz, sadece iyi ve kötü yazarlar vardır,” diyerek, anti politik bir imaj çizmeyi başardığını söylemiş Sigal. Yirmi kadar eserinin filme uyarlandığını da belirtmiş kitabında, “film karesi”ni andıran paragrafların varlığını işaret etmiş, Ölümsüz Hemingway’de. Diğer yandan, Güneş de Doğar adlı ilk romanını antipolitik olarak gören Sigal’e göre Hemingway, Amerikan edebiyat dilini ‘aşırı duygusal ve gösterişli sözlerden temizleyerek’ farklı kılmış, sözcükleri dokunaklı üslup elde etmek için kullanmış.

Tutumlu bir üslup, uzun olmayan cümleler, gayet kısa paragraflar, yani sadelik, az ya da hiç kullanılmayan zarflar onun metinlerini eşsiz kılar. Daima keşif haliyle dolu okurun, hisleriyle yol almasını salık verir. Sigal, sembolizmi gözünde büyütmeyen Hemingway’in “Hiçbir iyi kitapta semboller öykünün önüne geçip zihne yerleşmez. Böyle bir sembol üzümlü kekin içindeki kuru üzüm parçaları gibi göze batar. Üzümlü kek yapmak iyidir ama sade ekmek yapmak çok daha iyidir.” cümleleriyle usta yazarın eserlerinde okuru “serbest çağrışım hakkını kullanmaya” davet ettiğinin altını çiziyor. Okurun muhayyilesini özgür bırakan ve tanımlardan sıkılmış bir Ernest gördüğünü ilave eden yazar tesbitini de şu alıntıyla destekliyor:

Hemingway Yaşlı Adam ve Deniz’deki “sembolizm” ile ilgili sorulardan sıkılınca, “Deniz, denizdir. Yaşlı adam yaşlı bir adam, çocuk bir çocuk, balık da balık işte. Köpekbalıkları da köpekbalıklarıdır, ne bir eksik ne bir fazla. İnsanların bahsettiği sembolizm saçmalıktan ibaret,” diye kestirip atmıştı.

Bugün bile popüler olan ‘hem Pulitzer hem de Nobel ödüllerini kazanan’ Yaşlı Adam ve Deniz (1952) Clancy Sigal’e göre en kötü romanıdır. Hemingway ise tersini düşünmektedir: ‘Yaşam ve edebiyat hakkında bildiği her şeyi kitaba yansıttığını’ hep gündemde kaldığını iddia etmiştir.

Ernest’in etrafı kadınlarla kuşatılmış, silik bir aile reisi. Alkol düşkünüdür. Yazara göre sık sık bunalıma girerek onlara karşı bir savunma mekanizması oluşturmuş. Sigal "Eserlerinde kullandığı kadın karakterlerin gerçek yaşamındaki arkadaşlarından ve eşlerinden daha olgun ve daha gerçek kişiler olduğunu" düşünmektedir.

Zorba, kabadayı, kavgacı, çapkın ve böbürlenmeyi seven Hemingway aynı zamanda korumacı, şefkatli, cömert, fedakâr, sevgi dolu bir babaydı.

Sigal yazarın ortanca oğlu trafik kazası geçirdiğinde onunla bizzat ilgilenmesinden bu çıkarımı yapmış.

Hemingway’in nasıl birisi olduğunu şu satırlardan öğrenmeye devam ediyoruz: “Hastalık hastalığı, hayat boyu süren uykusuzluk illeti ve sonu gelmez depresyonlarının yanı sıra kapı üstündeki pencerelerin kafasına düşmesi, ayağının takılması, birkaç kez ciddi biçimde yanmak, iki kez yanlışlıkla vurmak gibi ev kazaları konusunda da uzmandı. Dünyaca ünlü bu üstün-insan arkadaşlarına göre yatakta en uzun vakit geçiren kişiydi.

Hemingway’in dert etmemek için acıyı dışladığını “Hayatta sana acı veren şeyleri yazılarında kullan.” diyen birisi olduğunu söyleyen Sigal ayrıca Ernest’in kendisine isabet eden bir şarapnel parçasını şans getirsin diye cüzdanında taşıdığını anlatıyor. Men at War adlı antolojiden alıntıladığı Hemingway’in şu sözleri de manidar:

Çocuk yaşta savaşa gidince insan ölümsüzlüğün göz alıcı yanılsamasına kanıyor. Herkes ölür; sen hariç… İlk ciddi yarayı aldığınızda bu yanılsama kaybolur ve ölümün sizin de başınıza gelebileceğini anlarsınız.

Yaşlı Adam ve Deniz peri masalı gibidir Sigal’in gözünde. Santiago karakterine düşüncelerini söyletmekten vazgeçmez Hemingway: “İnsan yenilgi için yaratılmadı. İnsanlık yıkılabilir ama asla mağlup olmaz,” der. Dünyanın yakın geçmişine baktığımda bu sözün bir gerçekten ziyade bir umut olduğunu düşünüyorum. Silahlara Veda adlı romanında Hemingway’in savaştan yılmış, barış sever mesajlarını öncelemiş C. Sigal:

Hiçbir mantık ve vicdan tanımayan bu üniformalı kan banyosunda insan kendini kime ve neye karşı sorumlu hissedebilir ki? Kendi üniformasına mı, temsil ettiği değerlere mi, arkadaşlarına mı, kendine mi yoksa sevdiği kadına mı?

Pek çok makaleden ilham alınarak, biyografiden yararlanılarak yazılmış bu eser, İthaki Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

Kalbinin putlarını yıkma telaşındaki şair

Bir şiir ne kadar “yalınlaşabilir”, hatta şiir ne kadar azaltılabilir? Elif Nuray’ın ilk kitabı O Korkunç Mahâret’i okurken aklıma gelen ilk soru buydu. Elif Nuray için şiir “anlatımdan” ve kelimelerden kaçarak, onları mümkün olduğunca azaltarak yani bir anlamda dili, sözü tekrar tekrar damıtarak yazılan (yoksa söylenen mi deseydik?) bir sanat.

Elif Nuray, şiiri olabildiğince yoğunlaştırarak yazan şairlerden. İlk mısrası “yeni bir öfkeyle başladım” olan kitap; kırgınlıklarla, eleştirilerle yüklü. Sadece dışa dönerek “kahkahalar gördüm çocukları ağlatan” diyen bir kırgınlık değil “nasıl oluyor da bu gök hâlâ başıma devrilmiyor” diyebilecek kadar sert bir iç muhasebesi de var.

Bu kitaptaki şiirler dipten dibe bir uğultu ile birbirlerine bağlı gibiler. Anlam ve ses şiirden şiire o uğultu ile birleşiyor ve O Korkunç Mahâret büyük bir şiire dönüşüyor. Kimi zaman çeşnigâr, canefza gibi kelimelere yer verse de Elif Nuray, günlük hayattan el ayak çekmemiş kelimeleri tercih ediyor. Ancak hangi kelimeyi kullanmayı tercih ederse etsin, şiirinin bir parçası kılmayı başarıyor. O kelime sözlükteki bir madde olmaktan çıkıp bir ‘Elif Nuray şiiri kelimesine’ dönüşüyor şairinin elinde. Çünkü Elif Nuray, bir atmosfer kurmayı başarıyor şiirde.

Elif Nuray ile röportaj yapma imkânım olsaydı dergilerde yayınlanan, kimi şiir akşamlarında ve toplantılarda Elif Nuray tarafından okunduğunu bildiğim bazı şiirlerini bu kitabına niçin almadığını sormak isterdim. Madem bu imkânım yok. Ben de kendi adıma “okur” kimliğimle bir cevap üretmeyi deneyeyim. Bence kitaplarına almadığı şiirleri; beğenilmediği, reddedildiği için değil kitaba hâkim genel sesin dışında yer aldığı, bu dosyada yer alması halinde dosyanın hakim sesinin dışında bir kakafoni oluşturacağı için O Korkunç Mahâret’te yer almadı. Peki, sonraki kitaplarda yer alacak mı bu şiirler? Bilemem. Bilmeme de gerek yok bence...

Kendi adıma kitapta en sevdiğim şiirin “Beklenen” olduğunu söyleyebilirim. Necip Fazıl Kısakürek’in adaş şiiriyle arasındaki farkı zamanın ruhunun yahut ruhsuzluğunun değişimini okumak için bir fırsat olarak görebiliriz. Bir bölümünü alıntılamakta fayda var.

beklemek tütünden beterdir, bıraktım
penceremin nûru ağaçları kestiler
diye kar, diye boşluk, diye ağladım
bu ıstırabın kulağına ezanı sen oku
dilsizse de geçmişin dillerini ben bağladım
affın büyüklüğünü geçince
acze sapan bir yol var
dünya safında durdukça, bildim
düştüğün yerde çiçek yok
sustuğun kadar yangın var.

Elif Nuray’ın şiirinin bir derdi, bir kavgası var besbelli. Şair “geçmişin dillerini ben bağladım” diyor. Çünkü şiiriyle kendi sözünü, derdini açmayı amaçlıyor. Peki nedir bu söz, dert, dil? Bir yönüyle kalbinin putlarını yıkma telaşındadır şair ve ne zaman başardığını zannetse başarısızlığı ile yüzleşmektedir. “Rabbim ya geleyim sana/ya içimin taşını kaldır” diye niyaz eden bu seste O Korkunç Mahâret’in bütün ağırlığı ile hissedildiğini söyleyebiliriz.

Gündelik hayatın bütün parçalanmışlığının dışında bir bütünlük, bir yekparelik arayışı olarak görebiliriz Elif Nuray’ın şiirini. Trajik bir şekilde başarısızlığa mahkûm bir özlem bu bütünlük arayışı. Arayışın başarısızlığı, yanlışlığından değil dünyanın eğretiliğinden, faniliğinden kaynaklanıyor bence. Doğumdan önceki, ecelden sonraki bütünlüğe duyulan hasret bu dünyanın eğretiliğine tam oturmuyor ve “aksayan” yerden şiir doğuyor. En azından benim Elif Nuray şiirinden anladığım bu...

Bu noktada Fatih Yavuz Çiçek’in tespitine katılmamak mümkün değil. Ne diyor Çiçek? “O Korkunç Mahâret, ilk şiirden son şiire kadar modernitenin her şeyi imha edebilecek tehditkâr yapısına karşı durmanın, uyumsuzluğa direnişin kelâmla vücut bulmuş hâli, şairin gönlünü göğe yöneltip, kâh susarak, kâh sorgulayarak, umarak, üzülerek, kimi zaman hayret ederek, sabırla sürdürdüğü bir ferahlama arayışıdır. Bir tür terapi. Ve her şeye rağmen göğe inancını yitirmeyen, ‘gözlerim kovulmuş bir ümidin hayreti/nasıl oluyor da bu gök hâlâ başıma devrilmiyor’ diyen şairin yüzünü tanrı katına çevirmiş benliğidir.

Elif Nuray için O Korkunç Mahâret’in varolma sancısı olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar kitapla aynı isimdeki şiirin son iki mısrasında “o korkunç mahâretin/adı niçin sabır?” olsa da sabretmek varlık sancısını duymaktır diye anlıyorum o kritik soruyu. Ancak aksini de söylemek mümkün. Şiirden başka bir şey ile ifade edilemeyene talip bir şairin yazdıklarını şiirden başka bir türde ifade etmeye çalışmak böyle riskler içerir çünkü.

Belki de okurla şiir arasında çekilip susulması gereken noktaya ulaşmışımdır. Kim bilir?

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

17 Ağustos 2017 Perşembe

Özgür iradenin romanı

Özgürlük değerlendirildiği vakit geniş bir ölçekte tanımlamalara sahip olan bir kavram. Kimileri için bir devrim sloganı, kimileri için ise hayatının yegâne anlamı olan -gerekirse uğrunda can verilecek- bir sözcük. Özgürlük bir tercihtir, esaret ile beraber seçenekler arasında olan yol ayrımında insanın kaderini belirleyen bir kıstastır. Bir görüşe göre ise vicdaniliktir. Aklın, gönüldeki hitabı olan vicdanın bir anlamda dışavurumu olan irade, tercihte bulunma gücüdür. Hür olmanın, olabilmenin; iyilik ve kötülük arasında tercih yapabilmenin gücüdür. Özgür olma isteği insanın fıtratında bulunan olağan bir durumdur, bir taraftan da insanı esareti altına alan bir ızdırabın baş sebebidir, hürlük. Hür olmaya ve kalmaya karşı duyulan doyumsuz arzu… Yaygın olarak istediğini yapma anlamı taşırken istemediğini yapmama gibi bir temel bir tanıma da sahip olan kısır döngüsel bir anlam zinciri içinde yerini alır özgürlük…

Libertatem…

Tercih etmek veya etmemek…

Özgürlük kavramıyla özdeşleşen tercih meselesini konu alan Borges’in “Evrenin gündelik ironilerinden biri olan gerçek faydasızlığı gösteren, üzücü ve gerçek bir kitap.” diyerek bahsettiği Melville’den bir başyapıt sayılan öykü: Kâtip Bartleby.

Bir yönüyle sarsılmaz bir iradenin, hayata olağanın dışından bir gözle bakmanın insanlığa göre ‘absürd’ fakat bu felsefeye göre ‘normal’ olanın kendinde hayat bulduğu bir düşüncedir, Bartleby düşüncesi ve bahsi geçen karakter Bartleby. İşte böyle bir süreci ele alan bir uzun hikâyedir, Bartleby; ‘tercih etmeme’ kavramının bedenle özdeşleştiği bir serüven. En iyi hayatın en kolay hayat olduğu inancına sahip, dünya mantığına uyan ılımlı bir avukatın bürosuna aldığı olağandışı bir yazıcının hikâyesi… Aslına hayata bir noktadan bakıp bütün insanlığa karşı bir meydan okumanın da bir anlatısıdır. Hayat mücadelesi verdiğimiz bu dünyada yaşanılanları absürd bulup bir nevi yaşıyor olmakla ölmek arasında ince bir çizgiyi taşıyan bir karakter. Görevi olan yazıcılığı gereğiyle yerine getirip fazlasını reddeden, belli bir vakit sonra ise “Bu kadarı yetmez mi?” anlayışıyla tamamen kendini dünyadan soyutlayan, gün boyu masasının yanındaki pencereden dışarıya boş duvara, aydınlığa bakarak düşünceler âlemine dalan birisi Bartleby. Dış çevreye göre anlaşılamayacak, garip bir adam.

“- Bakmamayı tercih ederim.
- Yani, gitmiyorsun?
- Tercih etmiyorum. ”

Varsayımların değil, tercihlerin adamıydı o. Net olmanın karşılığı olan bir yapıya sahipti. Modernliğin insana yüklediği ağır koşuşturmacaya karşı bir tepkiydi belki de Bartleby düşüncesi. Meslek geleneğine karşı bir anti-tez niteliği taşıyan bir düşünce. “Özgür” iradeyi konu alan bir eser.

Bazı işleri yapmayı “tercih” etmediğini söylemesiyle başlayan bu süreç, Bartleby’nin yaşamayı “tercih” etmemesi noktasına gelir.

Ve öylece ölümüne kucak açar cenin pozisyonunda…

Şu halde hürriyet hakikate esaret oluyor. Hürriyet, en ulvi esarettir. Hakikate tabi olmanın esaretidir.

Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici

15 Ağustos 2017 Salı

Devletler çağının son bulmasına bir tepki

Şairin dediği gibi kapitalizmin bizi ulaştırdığı yerde, bir felaketin ortasındayız. İçinde bulunduğumuz dünya, takribi 15. yüzyılda Batı Avrupa’da kendine yaşam alanı bulan bu kapitalist felaketin handiyse tahakkümü altındadır. Sonsuz sermaye birikimine ve buna bağlı metalaşmaya dayalı, ileri doğru bir yapı biçiminde yayılan bu kapitalist felaket icat edildiği gibi sistemli bir şekilde genişlemiş ve bütün bir yerküreye yayılmıştır.

14. yüzyılda Moğol İmparatorluğu’nun çöküşü, Avrasya ticaret sisteminin çözülmesine sebebiyet verirken hemen hemen aynı dönemde Batı Avrupa’nın içtimai yapısını icra eden kilise, senyörler ve bunlara bağlı teşkilatlanma ağlarının çökmesi büyük bir boşluğu beraberinde getirmiştir. Sonuç, doğa boşluk kaldırmaz anlayışınca, bu çözülüş ve açığa çıkan boşluk, sermaye birikim merkezlerinin kapitalist bir şekilde kent-devletlerince yeniden yapılandırılarak Doğu’dan Batı’ya kaydırılması ile doldurulmuştur.

Bir şekilde Batı’da icat edilen bu sistemin zamanla bütün bir yerküreye yayılması hegemonik güçlerin de tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır. Hegemonyayı mümkün kılan niteliklerin başında dünyayı anlamlandıran kültürel dili düzenleyebilmesi gelirken arka planda üretim, ticaret ve finans alanlarındaki hâkimiyetini güçlü bir askeri güçle destekleyebilmesi ve dünyayı siyasi bakımdan istediği asgari düzeyde şekillendirebilme kabiliyetidir.

19. yüzyılın ortalarında İngiltere, 20. yüzyılın ortalarında da Amerika Birleşik Devletleri bu anlamda birer hegemonyacı model ortaya koydular ve bu hiç de kolay olmadı. İlkin İngiltere Napolyon Fransası’na karşı, sonrasında da Amerika Birleşik Devletleri Hitler Almanyası’na karşı hegemonya mücadelesini zaferle taçlandırdı. Mevcut hegemonya dışı rakip güçlerin başarıya ulaşamaması, dünya tarihine derin izler bıraksa da, onları en nihayetinde Anglo-Sakson dünyasının belirlediği çizgilere tabi kıldı; ama beraberinde eleştirel bir kavrayışı da miras bırakarak.

İşte Carl Schmitt’in “Partizan Teorisi”, bu anlam dünyası üzerine çakılı bir kazıktır. Bu önemli eser, geç de olsa Nika Yayınevi tarafından Hüseyin Etil’in Sunuş’u, Ertan Kardeş’in Sonsöz’ü ve Sibel Bekiroğlu’nun çevirisiyle Türkçe’ye kazandırıldı. Kitap, savaşın yasaklanarak egemen devletlerin temel aktör olmaktan çıkarılmasıyla çatışmaların dünyaya yayıldığı bir Amerikan düzenine karşı Schmitt’in yürüttüğü amansız mücadelenin imzasını taşır. Devletler çağının son bulmasına bir tepki mahiyetinde geliştirdiği “Partizan Teorisi”, mevcut paradigmanın dışında yeni bir düşünce ve politika arayışının da doruk noktasını temsil eder. Taslak halinde de olsa Schmitt’in bu serbest çalışması, “Siyasal Kavramı Üzerine Bir Arasöz” alt başlığı ile 1927 yılında geliştirmeye başladığı ve son halini 1963 yılında verdiği “Siyasal Kavramı”nın özel bir baskısı çerçevesinde, dost ve düşman arasındaki ayrımı da kaçınılmaz olarak konu edinmiştir.

Carl Schmitt’in geliştirdiği siyasal kavramının ölçütü dost-düşman ayrımına dayanır. Bu ayrıma dayanarak oluşturulan siyasal birlik, dostların düşmana karşı irade beyanıyla kurulur. Böylece Schmitt siyasal olanı devletle özdeşleştiren Weberci/devletçi görüşten ayrıldığı gibi sözleşmeci geleneğin de dışında durur. Onun için siyasal olan devletten önce gelir; çünkü modern anlamda egemen devlet de polis veya imparatorluk gibi siyasal birliğin kendini sunduğu bir biçimdir. Egemen devletlerle vücuda gelen düzenin temel unsurları ise açık ve net sınırlar çizebilme anlayışına dayanır: iç ve dış, savaş ve barış, tarafsızlık veya taraf olma gibi. İçeride birliğin ve karar tekelinin oluşturulmasıyla iç savaşa son veren devletler, bağımsızlığı temsil etmeleriyle de savaş açabilme hakkına da sahiptirler.

Dünya Savaşları sonrası ortaya çıkan fiili durum, klasik anlamda egemenliğe dayalı devletler çağını sona erdirmiştir. Evrenselci ve liberal ideolojilerin tahakkümünde küreselleşmeci bir anlayışla dünyaların birleşmesi, devletleri temel aktör olmaktan çıkararak içerisi ve dışarısı arasında yapılan ayrımı geçersizleştirmiş ve egemenliği de belirsizleştirmiştir. Modern egemen devletlerin karakterinde gözlemlenen bu dönüşüm, haliyle siyasal birliği de devlet odaklı olmaktan çıkarmıştır. Siyasal olanın yeni bir çehre kazanması karşısında Schmitt, siyasal birliği mekân odaklı bir şekilde yeniden konumlandırmıştır. Bu yeni durumun siyasal figürü de, 1808 İspanyası’nda henüz kraliyet ailesinin gerçek düşmanın kim olduğuna karar vermediği, aristokratından burjuvazisine desteklenen işgal güçlerine karşı kendi topraklarında savaşma riskini göze alan “Partizan”dı. Düzenli modern ordulardan oluşan işgal kuvvetlerine karşı düzensiz savaş açma cesaretini göstererek ateşlediği fitil, 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyanın çehresini değiştiren düşmanlık teorisini üretmişti.

Partizan”da gözetilen dört ana husus vardır: Düzensizlik, aktif savaşın artırılmış hareketliliği, yoğunluğu yükseltilmiş bir siyasi angajman ve belki de önemlisi toprağa bağlılık. Bu kriterler ile teknolojik gelişmelerin, endüstrileşmenin ve tarımsal çözülmenin muhtemel sonuçları, onun araştırmasının kavramsal çerçevesini oluşturur. Dolayısıyla Schmitt, “Partizan Teorisi”ni kapalı bir yapıda kurmaz, onu Clausewitz’den Lenin’e, Mao Zedong’dan Raoul Salan’a gelişim seyri üzerinden tanımlar.

Carl Schmitt’in her daim mevcut paradigmanın dışına taşma kaygısı, türdeşleştirici liberal ve evrenselci söyleme eleştirel bir kavrayış sunmaktadır. Bu minvalde “Partizan Teorisi”, tek kutuplu ve tek düze bir şekilde yürütülmeye çalışılan küreselleşmeye karşı öne çıkardığı bloklar-arası siyasal ve bölgesel birlik çağrısı halen güncelliğini korumaktadır. Aynı şekilde “Partizan” figürü üzerinden tekrar konumlandırılan siyasalın günümüz gelişmeleri eşliğinde güncellenmesi de neo-liberal çağın depolitizasyon baskısına karşı alternatif cephe açabilir.

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

13 Ağustos 2017 Pazar

Kalbin akletmesinde tasavvufun yeri

Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Dünyaya Müslümanca Bakmak, Modern Dünyada Müslümanlar, Nehri Geçerken, Sabra Davet Eden Hakikat ve Yeni Bir Anlam Arayışı. Bir yazarın yalnız kitap isimleri bile onun hassasiyetlerini, dertlerini ve tekliflerini bizlere beyan edebilir. Abdurrahman Arslan, düşünce dünyamızda tavır ve titizlik dendiğinde bendeniz için hep nev-i şahsına münhasır bir isimdir. Beyan Yayınları'nca neşredilen son kitabı da yine bir düşünce silsilesinin ürünüdür: Kalbin Akletmesi.

Düşüncenin, özellikle de İslâm düşüncesinin kritik noktalarına temas ede ede, soru-cevap şeklinde ilerliyor kitap. Düşüncenin üç tipini tanımlayarak başlıyor: Tezekkür, tefekkür, teamül. Bu üç tip aynı zamanda "bizim" düşünce faaliyetimizin temel kavramları. Aklın bir faaliyeti olan düşüncenin nihayetinde bilgiye ulaşılıyor. Yani bilgi, düşünce faaliyetinin bir mahsulü. Her bir düşünce faaliyetinden ayrı bir bilgi çıkıyor. Bu durumda bilginin biricikliği de söz konusu. Dolayısıyla tarafsız bilgi diye bir şey de olmuyor. Abdurrahman hocaya göre her bilgi çeşidinin üç önemli niteliği var: Birincisi, bilginin kendisine referans aldığı kaynak. İkincisi, bilginin üretilme sürecinde kullanılan usul. Üçüncüsüyse bilginin amacı. Tarafsız olması mümkün olmayan bilgi, aynı zamanda masum da değildir. "Her bilgi faaliyeti ister vahye inansın, ister başka bir şeye inansın, kime/neye inanırsa inansın mutlaka iman dediğimiz bir ön kabulden hareket ederek cereyan eder" diyor Arslan. Muhakkak bir amacı ve hedefi vardır bilginin, olmalıdır. O hedefe ulaşana kadar da süreci devam eder. Düşünceden bilgiye doğru uzanan yol, zihnin en asil eylemi hiç şüphesiz. Ancak ne yazık ki "Hayatı kuran bilgi artık o hakikat kaynağından büyük oranda kopmuştur. Kopmasa bile kirlenmiştir."

Bu kopuk-kirli bilgi havuzu ve sürekli maruz kalınan bilgi akışı içinde âlimle entelektüel arasındaki farkın önemi de ortaya çıkmış oluyor. "Âlimi entelektüelden ayıran hususlardan birisi de sadece bilgi biçimi değil, aynı zamanda onun bilgiyle hayatı arasında kurmuş olduğu o kopmaz bağdır." diyen Arslan'ın bu bağa dair 'şifre çözücü filtresi' şöyle: "Entelektüel söylediğiyle uygun yaşamak gibi bir zorunluluk ve sorumluluk taşımaz. Öyle bir sorumluluğu yoktur, sadece söyler. Kendi aklına güvenerek ürettiği bilgilerden birtakım çıkarımlar elde edilir. Bu nedenle biz entelektüelin bilgisiyle onun ameli arasında bir tutarlılık aramayız. Niye? Çünkü sebeplerden birisi de şudur: Entelektüellerin temsil ettiği bilgi biçimi zaten bilgiyle ahlakı peşinen ayırmıştır. Onun temsil ettiği bilgisinin ahlaklı olmak gibi bir kaygısı yoktur. Oysa öbür tarafta âlimin temsil ettiği bilginin ahlâklı olmak gibi bir derdi, tasası ve mesuliyeti vardır. Onun maksadı toplumun birinci dereceden ilerlemesi, kalkınması, zenginleşmesinden önce insanın kemale erdirilmesidir, iyi bir kul haline getirilmesidir. Bundan dolayı ahlaklı olmak zorundadır, çünkü adaleti savunmaktadır. Adaletse Allah'tan bağımsız düşünülecek bir şey değildir. Adaletin, nihayetinde kendisini amele döktüğü kalıp ahlakta gösterir kendini." [sf. 46]

Âlimin tarihsel bir kategori olmadığını ve bu sebeple de hocaların talebelerine daima "sultanın sarayında ve zenginlerin sofrasından uzak dur" öğüdü verdiklerini hatırlatıyor. İslâm düşüncesi, tasavvuf, modern dönemde tasavvuf, Gazzâlî, Mevlana, İslâm düşüncesinin batı düşüncesine etkisi, çağdaş İslâm düşüncesi ve Fazlur Rahman başlıklarından oluşan metinler boyunca Abdurrahman hoca kendi düşünce perspektifinden -ki bu perspektifin sınırlarını doğrudan İslâm düşüncesi çizer- sorulan soruları cevaplandırıyor. Onun bu 'gezgin' düşünce yapısında hikmetin dönüşümü, zihin kirliliğinden arınma, Helenistik düşüncenin kabulü, 'bizim' felsefi çabamız, sünnetin ihyası gibi birçok konu, okuyucuyu okurken yormadan ama düşünürken oldukça yoran bir biçim buluyor. Bu biçim hiç şüphesiz okuyucuyu yeni okumalar yapmaya zorlayan haysiyetli bir biçim. Aksinin hiçbir fayda teşkil etmeyeceği su götürmez bir gerçek.

Abdurrahman Arslan'ın tasavvufa bakışı, "günümüzdeki en mühim ihtiyaç" vurgusuyla değerlendirildiğinde daha da önemli bir yere oturuyor. Hoca, İslâm'ın kurumsallaşmaya başladığı dönemde ortaya çıkan tasavvuf yollarının şimdilerde 'geçmişe özlem' olarak yorumlanmaması gerektiğini belirtiyor. Hz. Peygamber dönemindeki iman-amel tutarlılığıyla günümüz mümini arasında derin bir boşluk olması, zühtün ve takvanın önemini yeniden ortaya çıkarıyor. İnsanın iç dünyasının düzenlenmesi gereksinimi yanında tasavvufun entelektüel dünyası da elbette insanları çekiyor. Hatta batıdaki tasavvufa merakı bu yönde de değerlendirebilmek lâzım. Diğer yandan hoca, Gazzâlî'nin entelektüel otobiyografisinin girişinde, hakikati arayan gruplarla olan temasını da hatırlatıyor: "Dalaletten kurtarıcı bir yol olarak tasavvufu önerir Gazzâlî. Onun tasavvufu, tasavvufun yöntemini, kurtarıcılığını ve sufileri açık biçimde ele almış olması kaydedilmesi gereken bir hususiyettir. Çünkü Gazzâlî'ye göre tasavvuf gerek kelamcılar, gerekse felasife tarafından müstakil bir disiplin olarak görülmemiştir. Sözgelimi, Farabi'de yoktur bu manada tasavvuf atfı. Fakat Gazzâlî tasavvufa atıf yapmakla kalmayıp, onu kurtarıcı bir disiplin olarak zikretmiştir." [sf. 77-78]

Tasavvufu Müslümanların entelektüel muhayyilesinde bir zirve olarak gören Arslan sözlerini şöyle sürdürüyor: "Ama aynı zamanda Allah'ın ahlâkı ile ahlâklı olmaktır. Bunun için de her daim Peygamber Efendimize dönmektir. Onda tecessüm eden ahlâkı, örnekliği yani sünneti hareket noktası kılmaktır... Şayet fıkıh insanın davranışlarının dışsal düzenlemesinin bir imkânıysa -ki öyledir- tasavvuf da o davranışların kalple olan ilişkilerinin bir bakıma düzenlenmesidir. İçsel bir düzenlemedir. Bunlar birbirlerini tamamlayan şeylerdir." [sf. 94-96]

Tasavvufun cemaat olmaklığımız noktasındaki önemine de değinen Arslan'ın kitaplarını okuyanlar bilirler ki hoca, Müslümanlığın en büyük gücünü, her manadaki en büyük gücünü bu cemaat olmaklıkta bulur. Öte yandan bu durumun siyasi ya da sosyal kavramlara indirgenmesini ve örnek olarak kullanılmasını da şiddetle reddeder. Mesela komün yaşamla cemaat yaşamı ya da cemaatle namaz kılmakla sosyalizmdeki sınıfsallaşma gibi.

"Akla dayanan bir toplumun yine akıl tarafından çıkartılan yeni akıl hastalıklarıyla karşı karşıyayız" diyor Abdurrahman Arslan. Tasavvuf burada akıl ve gönül ayrımı yapmadan, Müslüman'ı düşünce dünyasındaki merkez nokta olarak kalbi görmesiyle bizi asla, asıl olana, aslımıza davet ettiğini vurguluyor. Kalbin Akletmesi, bu anlamda da çok önemli bir kitap.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiçbir ötekileştirme tek taraflı değildir

"Gerçek aydınlanmalı artık
Muhammed’in başardığı gibi;
Yalnız bir tek Allah diyerek
O, dünyayı fethetti.”
- Goethe

Dünya, bugün artık Avrupa’dan oluşmuyor. Ve Avrupa tarihi de artık dünya tarihi değil. Avrupa, merkezine aldığı Roma ile onun çevresinde tarihi şekillendirmeyi amaç edinmiştir. Yazılan batı tarihi eserlerinde ne bir ortaçağ Avrupa’sı ne de ortaçağla birlikte meydana gelen olaylar dikkate değer bul(un)muyor.

İslam kültürü yıllarca Batı veya Avrupa ile komşu olmuştur. Bağdat ve Kurtuba’daki tıp öğrencileri için yazılan ders kitapları Batı’nın önemli eğitim malzemeleri olmuştur. Ali İbn Abbas, Ebu’l Kasım, İbn Zuhr vb önde gelen alimleri kim biliyor? Kim bunlardan söz ediyor? Sadece İslam medeniyeti üzerinden değil. Mısır, Babil ve diğer medeniyetleri de görmezden gelinmiştir.

Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın kaleme aldığı, İnsan Yayınları'ndan neşredilen Ben, Öteki ve Ötesi adlı yapıtta iki amaç üzerine yazılmış. Birincisi, İslam ve Batı tarihlerini ayrı ayrı ele almadan, İslam ve Batı toplumlarının birbirleriyle temas ettikleri yer ve zamanlara yoğunlaşmak, bu etkileşimden ortaya çıkan sonuçları anlamlı bir çerçeveye oturtmak. İkinci amaç ise bu tarihi tecrübede ortaya çıkan “ben” ve “öteki” arasında ilişkileri, kırılmaları ve gerilim alanlarını anlamaya çalışmak. Her ben iddiası bir ötekinin varlığı tazammun ederken, her öteki vurgusu da bir ben tasavvuru inşasını zorunlu kılar.

Bu iki amaç, Batı’nın görmezden geldiğini göstermek, İslam ve Batı tarihlerinin dün ve bugün için ifade ettiği anlamları kavramaya çalışmaktır. “İslam dünyası da Batı’yı bir öteki olarak algılıyor” (sf.13) diyen Kalın, ötekileştirmenin tek taraflı olmadığını, her kategorik ayrım gibi Doğu-Batı karşıtlığı da sadece tarih ufkumuzu daralttığını ifade ederek öz eleştiri de yapmaktadır.

George Washington Üniversitesi’nde beşeri bilimler ve mukayeseli felsefe alanında doktorasını tamamlayan Kalın, kitapta tek başına İslam yahut Bati tarihini anlatmamaktadır. Hz. Muhammed’in peygamberliğini işaret eden ilk kişinin bir Hristiyan din adamı olması, (sf.61) adil ve müşfik bir Hristiyan kralının önce Müslüman muhacirlere kucak açması ardından İslam’a girmesi (sf.62) veya 11. yüzyıldan itibaren İslam düşüncesi ve kültürü, Avrupa üzerinde etkili olmaya başlaması (sf.69) gibi örneklerle iki ayrı dünyanın tarihini, birbirleriyle kesiştiği noktaları anlatmaya ve açıklamaya çalışmaktadır.

Kitabın içeresindeki ilginç bilgilerden birine misal, İslam ve Bizans bölümünde Hz. Muhammed zamanında Kabe’nin tamirinde Bizanslı ustaların çalışması. Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçen Temim b. Evse d-Dari'nin Mescid-i Nebevi’nin kandillerle aydınlatılmasını önermesi karşılığında Hz. Muhammed'in “Sen bizi aydınlattın, Allah da sen nurlandırsın” dediği rivayet edilir.

12. yüzyıl başlarından itibaren gücünü kaybetmeye başlayan İslam dünyası, hurafeler ve dogmalar yüzünden duraksamaya başlamıştır. Ardından gelen Haçlı seferleri ve Moğol istilası, İslâm dünyasının gücünü iyice zayıflatmıştır. Kitap, İslam ve Batı’nın kelime terminolojisi ile başlayıp, günümüz Filistin ve İsrail sorununa kadar birçok geniş konuyu ele almaktadır. Toplam on bölümden oluşmaktadır ve 560 sayfadır.

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

Affetme ve bağışlama hakkında düşünmek

"Merhametin yok diyelim nefsine
Merhamet etmez misin evladına?"
- Mehmet Âkif

"Her affın içinde bir intikam gelip gider."
- Sezai Karakoç

"Ey biçare miskin Yunus günahun çok neyleyesin
Sığındum ol Allah'uma didi hem afv kılam diyü."
- Yunus Emre

Her geçen gün tekdüze bir hayatın yaygınlaşması, yaşamın alışkanlıkların alçısında donup gitmesi, insanı günden güne hayatın özüne ilişkin bazı kıymetleri fark edemez hale getiriyor. Alışkanlıkların yönlendirdiği, duyarlılığı zayıflayan bir hayatta düşünce de yüzeysel bakış açılarının ötesine uzanamıyor. Ancak, an gelir, sıradanlığın dışında bir karşılaşma aynılıkların yörüngesinde dönüp duran düşüncenin loş ve uyuşuk atmosferini dağıtıp insanı gündelik hayatta üzerinde hiç düşünmeye lüzum görmediği şeyi düşünmeye sevk ettiği olur. Karşılaşılan bu şey, bir vaka, bir insan olmanın yanı sıra bir metin de olabilir. Nihayette okumak da 'karşılaşmak'tır çünkü.

Geçtiğimiz günlerde rastladığım Jacques Derrida'nın aynı başlık altında verdiği bir konferansın metni olan Bağışlamak kitabı, gerek affetme etrafında dile getirdiği meseleler gerekse çağrıştırdıkları yoluyla insana affetme ve bağışlama hakkında enine boyuna düşünmek için bir pencere açar.

Anlaşılan o ki Derrida'yı bağışlamak üzerine kafa yorduran şeyin metinde de sürekli kendisine atıf yapılan Viladimir Jankélévitch'in Lé Pardon ve L'Imprescriptible adlı eserleridir.

Derrida bağışlamanın ne olduğuna dair değerlendirmelerinin ilk aşamasında kelimenin sözlük anlamından hareket eder. Kelimeyi özellikle anlamca yakın olduğu kavramlarla irtibatlandırarak bağışlamanın mahiyetini aydınlatmaya çalışır. Bunun yanı sıra bağışlamanın hayatta karşımıza çıkabilecek bütün veçhelerinin birbirinden bağımsız olamayacağına işaret ederek affetmenin hakikatine dair kuşatıcı bir bakış açısı inşa eder.

"Kuşkusuz 'pardon' sözcüğünün bir yandan (örneğin asansörden çıkarken birinin yanından geçmek zorunda olduğumda 'affedersiniz' dediğimde olduğu gibi) yaygın ve gündelik ve hafif denen tüm kullanımları ile diğer yandan ciddi, düşünceli, keskin kullanımları arasında bağ vardır."

Derrida bir başka açıdan, bağışlamak sözcüğüyle birçok dilde ortak anlam ve aynı kullanımda karşımıza çıkan "verme, armağan, bağış" kelimeleri arsındaki bağa dikkati çeker. Bağış (verme) ile bağışlama (affetme) davranışlarının müştereki olarak ilkece koşulsuz oluşlarını vurgular. Aslında Derrida bu kavramları yan yana getirdiğinde "bağış, armağan, verme" anlamındaki bağışlamak ile affetmek anlamına gelen bağışlamanın belirleyici farkını ortaya koymuş olur. "Bir biçimde geçmeyen bir geçmişe bağlı olan bağışlama (affetme) 'bahşedilen bir verme' deneyimine indirgenemez." Böylelikle affetmenin, olan biteni unutmak anlamına gelmeyeceğinin bir mesele olarak insanın karşısında yer aldığını dile getirir.

Derrida'nın bağışlamak hakkındaki düşünceleri V. Jankélévitch'in bahsi geçen eserlerinde savunduğu tezlere karşı geliştirdiği karşılıklardan beslendiği söylenebilir. Jankélévitch'in özellikle Almanya'nın Yahudi soykırımı olayları bağlamında yoğurarak anlam atfettiği ''bağışlama''yı, olumsuzlayan, reddeden bir tutumu benimsediği görülür. Bir günahın, suçun bağışlanmasını ceza mantığına bir meydan okuma olduğunu savunur. Ona göre bağışlamak kötülük kadar güçlüdür. "Bağışlama" der Jankélévitch "ölüm kamplarında ölmüştür."

Bu noktadan hareketle Derrida politika ve hukukun sahasına giren bugün failleri yok olmuş tarihteki kitlesel suçlar karşısında kurbanların varislerinin karşı karşıya olduğu bağışlamak, genel af, egemenlerin bağışlama hakkı gibi konulara değinir. Bu konular, toplumsal planda, bağışlama-bağışlanamaz olan, hukukun uygulanması ve adaletin tecelli ettirilmesi meselelerini gündeme getirir. Her şeyin affedilebileceği, bağışlanamaz hiçbir şeyin olmayacağı fikri elbette olanaksızdır. Merhamet edenlerin en merhametlisi olarak kendinden haber veren Allah, nihai ceza yeri olarak cehennemin varlığından söz açarak bir nevi bağışlanamaz olan şeylerin de mevcudiyetini gözler önüne kor. Denilebilir ki telafi edilemeyecek olanın affedilmesi adaletten daha çok zulmün açığa çıkmasına zemin hazırlar. Burada kamuoyunu ve toplumu ilgilendiren konularda affetmenin, merhamet etmenin bir haddi olarak adaletten sapmama işaretlenebilir.

Jacques Derrida, güçlü geleneksel bir kanaat olarak affın, ancak suçlu af dilerken mahcup olursa, itirafta bulunursa, pişmanlık duyarsa, kendi kendini suçlarsa, netice itibarıyla suçunun cezasını çeker, günahını öderse dolayısıyla af dilediği kişiyle özdeşleşirse bahşedilebileceği fikrinin aksine bağışlamanın olanaksız olanı yapmaya ve bağışlanamaz olanı bağışlamaya çağrıldığı zaman anlam kazanacağını savunur. Bağışlamanın hala bir anlama sahip olacaksa bunun kefaret, cezasını çekme hatta kurban temelinde belirlenmesi zorunluluğunu savunan Jankélévitch'e itiraz eder. İnsanlar arasında bir hata ve onu bağışlamak vuku bulduğunda ilk anda akla gelen bağışlamaya eşlik eden duygunun merhamet olduğudur. Fakat bedeli ödetilmiş, cezası çektirilmiş bir affetme, içinde merhametten daha çok öç barındırır.

Yakın geçmişte örneği var mıdır bilinmez ama Derrida'nın savunduğu bağışlamaya örnek bir tutumu İslam tarihinde birkaç örneğini görürüz. Kur'an'da, kardeşlerinin kendisine bütün yaptıklarına karşılık nihayette Hz. Yusuf'un onlara "Bugün size yaptıklarınızdan ötürü bir kınama yoktur. Allah size mağfiret etsin. O merhamet edenlerin en merhametlisidir." diyerek affettiği nakledilir. Yine Hz. Muhammed (sav), Mekkeliler tarafından uğradığı tüm eziyet ve meşakkatlere karşı Mekke'nin Müslümanlarca fethedildiği sırada artık maddi ve askeri üstünlüğü elinde bulundurmasıyla kendilerine geçmişte yaşananlar için bir an misliyle karşılık verebileceğini zanneden Mekkelilere hitap ederken Hz. Yusuf'un kardeşlerine söylediği gibi "Bugün size kınama yoktur." diyerek onları affetmiştir.

Gözlerimizi hilkatin ilk günlerine çevirdiğimizde insanın yeryüzündeki varoluşunun dahi bağışlanmayla zulmetten ışığa çıktığı, rayına oturduğu ve selamete kavuştuğu müşahede edilir. Zira Âdem aleyhisselam içine düştüğü itaatsizliğin, Allah'ın emrine muhalif davranmanın sonucunda Rabbine yöneldiğinde yegane umduğu şey affedildiğine dair bir tecelliydi.

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Futbolun modern yüzüne sol açıktan kalkan tek yumruk: Metin Kurt

"Sahada bir Metin vardı ki, aman Allahım! Topla birlikte gidiyor ve sol çizgiye diziyor rakiplerini, korner noktasına varmadan ortalıyor. "Alın atın" diye, kaç orta yaptı, sayısını maçı seyredenler bile unuttu."
- Halit Kıvanç, Gol Diye Diye, Hürriyet Yayınları, 1983

"Metin Kurt, okuma! Şimdi beni iyi dinle Metin Kurt! Sen, futbolun dışında başka şeyler düşünürsen bu camianın içinde kalamazsın..."
- Gündüz Kılıç

Hayatımda babamdan hiçbir zaman yemediğim tokadı bir başkasından yediğimde 15-16 yaşlarındaydım. "Playback yapmayın laaaann, bağırın laaaannn!" diyordu karşımdaki ses. Aynı tokat, yanımdaki arkadaşımın yanağına da inmişti. Bu çok haklı bir tokattı. 60 dakikadır bağırıyorduk ve ses tellerimizin biraz olsun dinlenebilmesi için küçük bir kaçamağa, playback'e ihtiyacımız vardı. Lakin burası tribündü, televizyon koltuğu değil. Bağırmayacak olanın burada yeri yoktu. Tribün “sürüden ayrı” gidenler için hayattı ve bu hayatın kendine has, “bekçi köpekleriyle kapışmayı gerektiren” kuralları vardı. Tokat yemenin dışında başka uyarı yöntemleri de mevcuttu elbette. Davul tokmağıyla yüzleşmek, küfür yemek, gelecek haftaki deplasmana gidememek gibi. Dedim ya, tribündü burası. Seyirciyle taraftar arasındaki farkın buluştuğu ve tutkunun eyleme dönüştüğü bir yerdi. Ve taraftar daima, sahada kendine benzer futbolcuları, gladyatör yürekli oyuncuları görmek isterdi. Metin Kurt gibi.

Vecdi Çıracıoğlu olağanüstü bir arşiv çalışmasıyla Metin Kurt'un hayatını baştan sona romanlaştırmış. Ancak bu kitap asla bir roman değil. İletişim Yayınları'nın Futbol Kitapları arasında yer alsa da yakın Türkiye tarihinin en ilginç konularını barındırmasıyla geniş çaplı bir belgesel niteliğinde. 1. baskısını Temmuz 2017'de yaptı, 335 sayfa. Kitabın 2009 Abdullah Baştürk İşçi Edebiyat Ödülü aldığını da hatırlatmak gerek.

"Statükoya karşı gelmek, arkasındaki müthiş güçler göz önüne alındığında, daima cesaret gerektirir. Cesaret, bir zamanlar yaygaracı radikalizmleriyle tanınan entelektüellerin; uzman, bilim adamı ya da medya sektörünün ünlüleri şeklindeki yeni rollerine ve 'mevkilerine' giden yolda kaybettikleri bir niteliktir." diyor¹ Zygmunt Bauman. Metin Kurt, endüstriyelleşen futbola karşıydı, bu futbolu satan ve pazarlayan statükoya karşıydı, üstelik başına geleceklerin de farkındaydı. Bir yandan yaptığı 'sol' okumalar, diğer yandan büyük bir ailenin geçimini sağlayıp onurlu bir biçimde yaşama sevdası onun bu 'karşı gelme' durumunun ilham kaynağıydı. Genç ve gelecek vaadeden bir futbolcuyken de öyleydi, tecrübeli bir futbolcuyken de. PTT takımında da öyleydi, çok sevdiği Galatasaray'da da. O, mevkisini seçerken bile tercihini halktan yana kullanmıştı. Sahada halka en yakın olan yeri, sol açığı seçmişti. Gürültünün en çok koptuğu yeri. Kendi de gürültü çıkarmayı hep sevdi. Tam burada Malcolm X'i yâd etmeli: "Hayatımın erken dönemlerinde öğrendim ki eğer bir şeyi istiyorsan, biraz gürültü yapsan iyi olur."

Gittikçe endüstriyelleşen futbolda artık ne tribünde ne de sahada gürültü var. Bu da taraftarı buhrana sürükledi, küstürdü ve evine kapattı. Tribünler hem neşesiz hem de öfkesiz kaldı. Sahada 'taraftarın elemanı' gibi tutkuyla saldıran 'gladyatörler' gitti. Onların yerine imza parası, galibiyet primi, şan ve şöhret için 'oynayan' köleler geldi. Eh bir gerçek var ki,  taraftarın yerini de neşesiz ve öfkesiz seyirciler aldı. Top ağlarla buluşunca "gol", direkten dönünce "offf", kaleci kurtarınca "ahhh" diyen tuhaf tuhaf bireyler üredi statlarda. Onlar, gösteriye dönüşmüş futbolun arenadaki seyircileri. Sahadaki 'modern zamanların modern gladyatörleri'ni izliyorlar. Zaten stat isimlerine “arena”nın nakşedilmesi de boşa değil: “Roma’nın büyük amfi tiyatroları ve vilayetleri rutin olarak hem birbirleriyle hem de vahşi ve tehlikeli hayvanlarla kanlı savaşlar yapan erkekleri izleyenlerle dolup taşardı. Arenalarda kılıç, ok, mızrak, diş ve pençe biçiminde, bugün güçbela tasavvur edebildiğimiz bir yoğunluktaki korkunç bir vahşet kol geziyordu… Arena, aynı zamanda erkeklerin ve kadınların savunmasız bir biçimde hayvanlara atıldıkları halka açık bir infaz alanıydı. Mahkumların çektikleri dayanılmaz acılar izleyicilerin coşkusunu ve alkışlarını beraberinde getiriyordu; bu gibi sahnelerden korkmak, hatta küçük bir üzüntü duymak bile, acınası ve Romalılara yakışmayan bir zayıflık olarak görülüyordu.” [Kitapta sık sık dipnot olarak vurgu yapılan, Alan Baker'e ait Gladyatör: Roma’nın Savaşçı Kölelerinin Gizli Tarihi adlı kitaptan, Phoenix Yayınevi.]

Matematiğe karşı müthiş ilgisi ve başarısı sebebiyle, öğretmeni için geleceğin atom mühendisi olarak gösterilmiş Metin Kurt. Notlarının düştüğünü fark eden öğretmeni, onun futbola olan ilgisini "aile geçindirme sıkıntısı" olarak görmüş ve bir miktar parayı her ay hediye olarak vermeyi teklif etmiş. Kurt yine de futbolu tercih etmiş. Bunun karşılığında öğretmeninden "Yazıklar olsun sana, bu ülkede zaten bilimadamı yetişmemesi, geri kalmamız sizin gibi adamlar yüzünden. Siz kolay para kazanmanın yollarını arıyorsunuz" fırçasını yemiş. İngiliz futbolunda bir sol açık tipi vardır. Topu alıp çizgiye kadar giden ve muz orta değil de sert-düz orta yaparak forvetteki arkadaşını gol kralı yapan ya da rakip defansa kendi kalesine gol atma rekoru kırdıran bir tip. İşte Kurt öyle bir sol açık. Zamanın olmazsa olmaz 'heyecan hapını' ilk defa Altay formasıyla Beşiktaş'a karşı oynarken yutuyor ve sol açıkta destan yazıyor. Beşiktaş üç kez bek değiştiriyor onu durdurabilmek için. Vaziyeti tribünden izleyen PTT antrenörü derhal Metin'i takımına kazandırıyor.

Bir malzemeci düşünün ki elinde Victor Hugo, Sefiller. Üç cildi de atıyor Metin'in önüne, "oku bunları boş adam olma" diyor. Metin başından, ortasından ve sonundan okuyor ancak malzemecinin sorularına güzel cevaplar veremeyince foyası ortaya çıkıyor. Fakat sonra yeni kelimelerle, kavramlarla tanışıyor. Aydınlanma, Rousseau, sosyalizm... Önceleri malzemeciyle 'kapışmak' için başlıyor okumalarına. Bir kitapçıya gidiyor ve John F. Kennedy'nin Cesaret ve Fazilet Mücadelesi adlı kitabını alıyor. Sonraları çok çok kullanacağı şu sözün altını çiziyor: "Haklı olduğun davada mücadele et, mutlaka kazanırsın."

Metin Kurt'un hayatındaki en büyük mücadele, aslında şahsî gibi gözükse de sonradan birçok futbolcunun geleceğini kurtaran bir mücadele. Tıpkı Bosman gibi. Galatasaray’da 3 yıl üst üste şampiyonluk yaşıyor ve 24 golle, toplamda en fazla gol atan oyuncu. Sözleşmesi bitiyor. Yönetim "sana 110 bin lira para veriyoruz ve sözleşmeni uzatıyoruz" diyor. Metin derhâl ayaklanıyor, "Bana sormuyor musunuz?" cevabını veriyor. Yönetim bunun üzerine "Niye soralım sana? Yönetmeliğe göre senin mukaveleni 28 bin lirayla iki sene uzatmaya hakkımız var" restini çekiyor. Kurt'a rest işler mi? O zamanın spor basının ayağa kaldıran ve hatta cumhurbaşkanlığı makamını bile meşgul eden şu karşılığı veriyor: "Ya bana 200 bin lira verirsiniz ya da 28 bin liraya mukavelemi uzatırsınız. Ama bunun mücadelesini de veririm."

Sakal bırakıyor. Türk futbolunda ilk kez sakallı bir futbolcu. Sebebi, tepkisini iyice belli edebilmek. 1995 yılında Bosman, aynı durumu yaşayarak Lahey Adalet Divanı’na gidiyor ve kazanıyor. Bu kazanıma göre artık futbolcunun sözleşmesi bittiğinde uzatmak ya da bonservisini alıp istediği yere gitmek kendi elinde oluyor. Oysa 95'ten çok önce Metin Kurt bunun mücadelesini vermişti. Şayet dikkate alınsaydı onun davası, Bosman Kanunu değil Türk Kanunu olabilirdi dünya futbol tarihinde. Nitekim o da Bosman gibi yalnız bırakıldı. Hep isyankâr, çeteci ve elbette solcu/tehlikeli olarak görüldü. O ne yaptı? İtalya milli maçından önce "Bu futbolcularla en az 10 yeriz" diyen ülke basınına (ne ülke basını ama!) futbolcu arkadaşlarıyla birlikte bir bildiri hazırlayarak cevap veriyor: Spor basınını kınıyoruz! Bu çıkış Metin Kurt'u iyice 'sabıkalı futbolcular' arasına sokuyor ve üzerine oynamalar başlıyor: İtalya'ya giden uçak kalkmak üzereyken iki adam geliyor ve Metin Kurt sen misin?" diye soruyor. Kurt, uçaktan indiriliyor, Coşkun Özarı arkasında. Koca takım bekliyor. Bir süre sonra "binebilirsin" diyor görevliler. Kurt, "Niye beni gezdirdiniz bu kadar?" diye sorunca beklenen cevap geliyor: "Anarşist bir futbolcu yurtdışına kaçıyor diye bir ihbar geldi de ondan."

Galatasaray'daki gergin süreci nihayetinde bu vakalarla birlikte Kayseri'ye sürgün edilmesine sebep oluyor. İki yıl orada topunu oynuyor ve 1978'de futbolu bırakıyor. Geride koca bir kariyer, bol gol ve asist, rakibi hayran bırakan futbol tekniği, her antrenörün takımında görmek istediği bir sol açık. Ama yalnız, hep yalnız. Politika gazetesinin spor müdür oluyor, Amatör Sporcular Derneği'ni ve sonra da Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nı (Spor Emek-Sen) kuruyor, Sportmence dergisini çıkarıyor. Daima aynı şeyi söylüyor: Spor bir oyun değildir, iştir. Sporcu da oyuncu değildir, işçidir. Dolayısıyla hakları vardır... Metin Kurt'un sahadayken başına gelenler sonraları "Ben İşçi Partisi'ne oy veriyorum!" diyen Kemalettin Şentürk'ü de yakıyor, o da oradan oraya sürgün ediliyor.

Futbolculuk döneminden sonra takım yönetmekten çok siyasi meselelere adamıştı kendini Metin Kurt. Yalnız  futbolcular değil memleketin her yanındaki işçiler onu ilgilendiriyordu. Yalnız sporun değil eğitimin de ne kadar önemli olduğunu her yerde vurguluyordu. İstiklâl Caddesi'nde düzenlenen bir yürüyüşte de onu görebilirdiniz, elinde megafonla bildiri okurken de. Ama hep yalnızken. Kimsin dendiğinde daima Türküm diyen ve Türk sporunun, sporcusunun tüm donanımıyla her zaman parmakla gösterilmesini hayal eden bir zihindi Metin Kurt. 2011 genel seçimlerinde Türkiye Komünist Partisi'nin İstanbul milletvekili adayıydı. Sahnede hiç olmadı, mutfaktaydı ve hedefleri çok büyüktü. Öyle ki yıllarca beraber çalıştığı antrenörler arasında fikirlerine en çok saygı duyduğu Brian Birch bir gün Türkiye'yi ziyarete geldiğinde derhâl bir gazete istemiş ve onun ilk sayfasına uzun uzun bakmıştı. "Beyefendi bizde spor sayfaları en arkadadır" diyen muhabire şöyle cevap vermişti: "Ona bakmıyorum, Metin Kurt hâlâ başbakan olmadı mı ona bakıyorum."

24 Ağustos 2012'de vefat etti. Haberi duyar duymaz yola çıkmıştım. Gökdelenlerin arasında sıkışıp kalmış Ataşehir Mimar Sinan Camii'ne varana kadar Evet, İsyan'dan dizeleri okudum durdum. Avluda kalabalık değildik.
Metin Kurt'un tabutunun üzerinde TKP bayrağı, Spor Emek-Sen flaması ve Tek Yumruk ismine sahip Galatasaray'ın sol görüşlü taraftarlarından oluşan grubun atkısı vardı. Hakkını savunduğu arkadaşlarını görmek güçtü, Metin Kurt tarafından hakkının savunulduğunu bilmeyen futbolcular belki adını da bilmiyordu onun. Haklarımızı helal edip ayrıldık. Bu kez biz de yalnız bıraktık.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Temmuz 2017 Pazar

'Modern'in Ruhu: Dikizleme Günlüğü

Leydi Godiva'nın anısına...

Her yazının bir ruhu olmalı. Tüm kalbimle inanırım buna. İnanmasaydım eğer her yazıma bir damla ruh katmak için uğraşır mıydım? Bu yazının ruhu ne olacaktı peki? Sorgulayıp duruyordum. Okumuştum okumasına ama ya okuduklarımı paylaşmak? Ondan emin değildim işte. Aslına bakarsanız, -inandığım birçok şeyle çelişen- böylesi bir kitabı tanıtmanın anlamı neydi bilmiyorum! Gazetecileri 'röntgenci'ye benzeten bir yazarın kitabı üzerine neden yazacakmışım ki!

Dünya Büyük Bir Köyse...
İletişim Fakültesi’nde öğretilen ilk isimlerdendir o: Büyük iletişim kuramcısı, Marshall Mc Luhan… 21. yüzyıl iletişim kuramları arasında elbette ki en çok konuşulan McLuhan Teorisi, yani Global Köy (The Global Village) kavramıdır. Yani özetle, “Dünya artık büyük bir köy olmuştur!” ve Kabile Çağı’ndan önce Edebiyat Çağı’na geçen insanoğlu, oradan Basım Çağı’na ve daha sonra da Elektronik Çağ’a geçiş yapmıştır. Bizim de içinde bulunduğumuz bu son çağın özelliği, matbaanın icadıyla yazılı hale gelen sözel kültürün yeniden söze dönüştürülmesidir.

...

Dört yıl boyunca adeta ezberlediğim 'global köy' kavramı da nereden aklıma geldi şimdi? Açıklayayım hemen: Dikizleme Günlüğü adlı kitabı okumaya başlar başlamaz! Aslında daha kuramsal bir kitap bekliyordum. (Söz konusu yayınevi, ‘Ayrıntı’ olunca!) Yazar Hal Niedzivecki, kuramsaldan ziyade gündeliğe yaklaşan, son derece anlaşılır, açık seçik ve net bir dille karşıladı beni. Rahat okunan, sürükleyici, kısacası keyifli bir kitaptı karşımdaki. Anlattıkları çarpıcıydı da üstelik: “Sanki çağlardır süregelen bir ritüel bu. Birbirimize dikkatle baktığımızda heyecanlanıyor, saatlerce konuşmuşçasına rahatlıyor ve ancak yasak sekste mümkün olabilen erotik bir haz alıyoruz. ‘Dikizleme Kültürü’ bunların hiçbiri değil elbette ya da sadece bunlar değil; fakat sonuçta bunların yarattığı etkiyi bırakıyor.

Godivalar da Çoğaldı, Röntgenci Tomlar da...
Geleneksel kültürde bize casusluğun, gözünü dikip bakmanın, insanları gözetlemenin ayıp olduğu öğretilmişti. Yüzyıllarca ibret almamış için Röntgenci Tom’un öyküsünü anlatmadılar mı?” diye başlayan satırlar, bizi o çarpıcı hikâyeye götürüyor: “Dediler ki Leydi Godiva kocasını kölelerden aldığı vergiyi düşürmeye ikna için ata çırılçıplak bindiği halde, şehir ahalisi başını kaldırıp da bakmayacak kadar ahlaklıydı. Bir dakika, Röntgenci Tom dışındaki herkes diye düzeltmem gerek. Zaten bu nedenle onu ölümle cezalandırdılar, katran sürdüler ya da gözünü oydular veya dışladılar. Her neyse, ana fikri anladınız: Zavallı Tom, dikizlemenin ne kadar kötü ve ahlaksız bir davranış olduğunu ortaya koyan en somut örnek. Öyle ki ismi gözetlemeye meraklı dostlarımız tarafından rumuz olarak bile kullanılıyor.

Dikizleme Günlüğü'nü okurken, George Orwell'ı ve onun "Big Brother"ını anmamak olmaz şimdi: “Dikizleme Çağı’na girdiğimizden bu yana Büyük Birader’den de korkmuyoruz artık. Hatta tersine, Büyük Birader gözlerini üzerimize çevirsin, diye çıldırıyoruz. Dahası, bizzat Büyük Birader olmak istiyoruz. Onun sonsuz, her şeyi gören ve en önemlisi medyayı elinde tutan gözlerine sahip olabilmek için yapmayacağımız şey yok. İnsanların sızlanmalarını, devirdikleri çamları, talihsiz açıklamalarını en önce biz duymalıyız. Ayrıca izlemekle kalmamalı, izlenmeliyiz de! Ekrana çıkmak bizim de hakkımız değil mi? Ün, eğlence ve hediyeler… Sadece suçlular sahne ışıklarından hoşlanmaz.

'Mahremiyetin Tükenişi'
Her şey, çok büyük bir hızla başka bir şeye evrilirken, internet ve sosyal medyanın gelişimiyle birlikte kültürlerarası farklar da azalmakta. Aynı zamanda bu çağda gizlilik neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumda. Yaşanan bir nevi ‘mahremiyetin tükenişi’ yani… “Eğer insanlar birbirlerini gerçekten bilmek isteseydi, uzun yıllar evvel olduğu gibi birbirine güvenseydi; ‘Dikizleme Kültürü’ zaten yükselişe geçmeyecekti.” diyen yazara katılmamak mümkün mü? Mahremiyet kavramının tükenişine tanıklık ettiğimiz bir çağ bu, evet! “Dikizliyoruz; çünkü artık küçük köylerde yaşamıyor, çevremizdeki insanları tanımıyoruz. Bildiğimiz tek şey, Google’da, NetDetective’de o insan hakkında yazılanlar.”. Arama motoru Technorati’nin kurucusu ve CEO’su Dave Sifry'in çarpıcı cümlelerini de es geçmemeli: “Bence mahremiyet öldü. Sanki keskin bir kılıç diz hizasından hızla geçirildi ve yara almamış görünüyorsa bile vücudunun düşmesi an meselesi.

Dikizlemenin hayatımızın bir parçası haline gelmesinin sebebi ne olabilir peki? Yazarın belirttiği gibi, 'koloniler halinde yaşarken benliğimizi saran uyum ve farkındalığa duyduğumuz özlem'den mi kaynaklanıyor bu? Yoksa insanlardan ne kadar uzaklaşırsak, kendimizi o kadar güvende mi hissediyoruz? Bu durum, ‘Dikizleme Kültürü’nün ironik sonuçlarından biri mi yoksa? Belki de, 'bir kere çizgiyi zaten geçmişseniz, kendinizi durdurmak için sebebiniz kalmıyor'dur. “Kalelerimizin yasaklı duvarlarının arkasında şimdi antidepresanlar yer alıyor ve takıntılarımızı paylaşmak için sanal günlükler tutuyoruz artık.”. Ama, neden!

'Giz'li Bir Dil Var mıdır Öbür Uçta?
Yazar, anlatısını daha çok realiti şovlar üzerine kursa da, son dönemin pek popüler sosyal medya araçlarıyla (facebook, twitter gibi..) ilgili de dikkat çekici yorumları var. “Kablonun diğer ucunda bir insanın olduğunu bilmek nasıl da olağanüstüdür!” diyor mesela. Sizce de öyle değil mi? Bu öyle bir olağanüstülük ki, mavi bir ekranın karşısındaki insanlar -belki de yüzünü bile görmediği birilerine- kendilerini hem 'olağan' gösterebilir hem 'üstü'...

Kitapta, gündelik yaşamdan bolca örneğe de rastlanıyor. İster kabul edelim ister etmeyelim, yazarın da belirttiği gibi sonuçta hepimiz ‘Dikizleme Kültürü’nün bir parçasıyız. Ne kadar dışında kalırsak yanımızdan akıp giden hayatın, o kadar büyütüyoruz içimizdeki çölü de. Sonucunda da 'bireysel' olma halinden 'ıssız' olma haline doğru yola çıkıyoruz. Bu hal ve durumlar karşısında yaptığımız şey farkındalığımızı arttırmaktan başka bir şey değil aslında. O yüzden, “Farkında mısınız?” diye sorarken yazar, pek de haksız sayılmaz: “Dikizleme Çağı'na çoktan girdik. Hem de hiç hissetmeden. Sanki hep o çağı yaşıyormuşçasına ve büyük bir hızla. Realiti şovlarla başladı her şey. Sonra YouTube, MySpace, Facebook, Twitter girdi hayatımıza. Yetmedi, casus yazılımlar, bloglar, sohbet odaları, amatör porno videoları ve MOBESE kameralar da dahil oldu.

Yazar, Dikizleme Günlüğü'nde -zaman zaman birçoğumuzun kafasına takılan- şu o önemli soruyu sormadan edemiyor: “Acaba arada kamera varken dünyayı olduğu gibi görmemiz mümkün mü?

Onunla beraber ben de aynı soruyu soruyorum kendim(iz)e. Sırf bunu sorgulamak için bile okumaya değer(di) Dikizleme Günlüğü...

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
* Bu yazı Aralık 2010 yılında yazılmıştır.

Modernist şiirin büyük şairi nasıl yaşadı?

"Bay Eliot'ın şiirleri beni çağımızın diğer tüm şairlerinden daha çok etkilemiştir."
- Ezra Pound

"Ezra Pound ve Thomas Stearns Eliot 20. yüzyıl şiirinin inkar edilmez iki ismi. Fikriyat ve estetik yapı itibarıyla burun bükülemeyecek ürünler koydular ortaya."
- İsmet Özel (Şalom, 15 Mart 2006)

Yalnız şiirle değil sanatın tüm diğer dallarıyla da meşguliyeti olan herkese bir şeyler söyler Thomas Stearns Eliot. Bu yüzden ismi yaşamaya devam ediyor. Ülkemizde poetika üzerine bir şeyler üreten isimlerin muhakkak Eliot'ın şiirine de temas etmek zorunda kalması bundan. Bir televizyon programında İsmet Özel, milli endişeyi üzerine almamış, milli endişeyle doğmamış olan hiçbir şiirin bugün hayatiyetini koruyamayacağını söylemişti. Eliot'ın şiirindeki endişenin kökenini, yine kendisine ait bir cümleden keşfetmemiz mümkün: "Şair halktan alır ve halka verir."

Bu endişeyle birlikte sanatın ve felsefenin toplumu ayakta tutan iki büyük güç olduğuna inanan Eliot, "yaşamak için sanat" ve "yükselmek için felsefe" demiştir, gerçek şairi de şöyle tanımlamıştır: "Kendi zamanında büyük kitlelere ulaşmış değil, her nesilde küçük bir grubun bile olsa anladığı sanatçı."

Artık T.S.Eliot'a dair kuvvetli ve özgün bir biyografiyi okuma imkânına sahibiz. John Worthen tarafından hazırlanan "Bir Şairin Yaşamöyküsü: T. S. Eliot", İthaki Yayınları etiketiyle ve Zeynep Anlı çevirisiyle dilimize kazandırıldı.

Güzel bir sıralamayı takip ediyor kitap. Evvela Eliot'ın insanlık dünyasının nasıl oluştuğundan, yani aile bağlarından ve gençlik tutkularından bahsediyor. "Tavır ve şiir" bundan sonra geliyor. Evliliğe dair yaşadığı sıkıntılar, edebi yaşamı, kült eseri Çorak Ülke ve ondan sonra gelen Sweeney şiirinin tüm ayrıntıları, Eliot'ın "dönüştüm" dediği yeni hayatı, evliliğinin sonu, Azap ve Dört Kuartet şiirlerinin öyküsü, şair-şiir dünyasındaki şöhret basamaklarında iyice yükselmesi, tiyatro merakı, düz yazılarında sıklıkla görülen çocuk ve özgürlük aşkı, halk tarafından sevilen halkçı bir şair olarak vefatı...

Bir baba olarak üzerinde en çok düşündüğüm ve keşke daha uzun olsaydı dediğim bölüm, "Benim Kızım" oldu. Marina şiirini bilenler belki vardır. Seneca’nın “Hercules Furens" eserindeki bir soruyla, "Quis hic locus, quae regio, quae mundi plaga?" ile başlar: Hangi yer burası, hangi bölge, dünyanın hangi yöresi? Marina, Latincede denizin kızı anlamına gelir ve Eliot'ın Shakespeare’e ait “Pericles” adlı oyunundaki Pericles’in kızı Marina’dan esinlenerek şiire bu ismi verdiğini çeşitli düzyazılarındaki işaretlerden ve araştırmalardan öğrenebiliyoruz. İsmail Haydar Aksoy'un çevirdiği Marina şiirinden, Eliot'un bu şiiri düşlerken girdiği ruh hâline dair bir kıta: "Yaşamak hayattı ötemdeki bir zaman dünyasında; bırakın vazgeçeyim / hayatımdan bu hayat için, söylenmemiş sözler için konuşmamdan / uyanık, ayrık dudaklardan, umuttan, yeni gemilerden."

Yaşadığı dönemin edebiyatının dinden ayrı olarak konumlandırılması Eliot'ı her zaman rahatsız etmiş. Yakınlarının anılarından, 'abartılması olağan bir sabır sahibi' olduğunu öğreniyoruz. Bu sabır için çocuk yaşlarından itibaren önce ailesinden edindiği din-yaşam ve daha sonra kilisede genişlettiği din-düşünce çalışmalarına borçlu gibi görünüyor. Nitekim 17 yıl boyunca ruh sağlığı oldukça bozuk olan bir kadınla dahi evliliğini sürdürebilmiş, ciddi edebi eserler üretebilmiştir.

"Mutsuzluk ve suçlulukla yaşamanın olumsuz etkileri vardır. Vivien'den ayrılmadan önce Eliot'ın orta yaşlarının başları hastalık, depresyon ve çoğu kişinin erken yaşlanma diyebileceği durumlarla nitelendirilebilirdi. Tüm insan ilişkilerinde' bulduğu 'boşluğa' dair eski ve rahatsız edici duygusu değişmemişti, hatta Hıristiyanlığa geçişinden dolayı pek çok açıdan daha da derinleşmiş olabilirdi. 1930'da yalnızca kırk bir yaşındayken tamamen kişisel görünen bir mısrada "Yaşlı kartal kanatlarını neden açsın ki?" yazmıştır." [sf. 191]

Bertrand Russell, Henri Bergson ve George Santayana gibi isimlerden aldığı felsefe ve tarih dersleriyle çıkınını ne kadar doldurduysa, Virginia Woolf'ün deyimiyle "dünyada tamamen yalnız olmanın dehşetini" daima taşımıştır. Doğa, insan ve yaşam üzerindeki değişimi şiirlerine yansıtmış, Ezra Pound'un belirttiği gibi çağın en etkileyici şairi olmuştur.

"Kendimi gülümseyen ve aniden dönüp
Yüz ifadesine aynada bakan biri gibi hissediyorum.
Kendime hâkim oluşum eriyip akar; gerçekten de karanlıktayız."

Değişen her şeye parmağını uzatan ve bunu şiirinde işleten bir şair Eliot. Şüphesiz bu 'yük', ruhunu zaman zaman yorgun düşürmüş, onu şiirden uzaklaştırmıştır. Ancak ne o şiiri, ne de şiir onu asla bırakmamıştır. 1919'dan 1921'e kadar elini şiire sürmemesi, "bir daha okunmaya değer hiçbir şey yazamayacak olabilirim" demesine sebep olmuştur. 1921'in ilkbaharında ise bu 'istikrarsız bütün' şöhretini dünyaya ulaştıran bir şiirle ortaya çıkar: Çorak Ülke.

"Herkes kendi zindanında
Anahtarı düşünür."

Eliot için alışkanlık,  bezginlikle birbirini tamamlar. Yorgunluk ve bıktırıcılık peşinden gelir. Diğer yandan ise ölümün farkındalığı ve başarısızlığın bilinci kişiyi ayakta tutar. Burada yaşlanmak eğer içinde bilgelik varsa değerlidir. Nitekim son oyununu ve son şiirini Yaşlı Devlet Adamı olarak adlandırmıştır. Bu şiirinde net bir Eliot fotoğrafı vardır ki Virginia Woolf şöyle der: "Tom'un harika sarı, bronz maskesi, demir çerçevenin üzerine tamamen kaplanmıştır. Utangaç, sinirleri çekilmiş, düşmüş suratı, ağır bir şekilde özel dalma ve düşünce darağacına asılmış gibidir. Çok ciddi bir surat."

İlk evliliğinden uzun bir zaman sonra kendisine 'yeni bir evlilik izni' verdiğinde özeleştirisini de yapmış olur. Bu boşanmadan sonra büyük bir gayretle kendine baskı yapmış, yeniden 'yaşam dikkati'ni toplamış, katı bir geri çekilme ve pişmanlıkla tövbe etmiş, ruhunu arındırmıştır. Ve nihayet beklenen o dizeler gelir: "Aşkta bir ömrün ölümü / şevk ve bencil olmamak ve kendini adamak."

4 Ocak 1965'te 'çok saygın bir halk şairi' olarak ölür Eliot. Özellikle yaşamının son yirmi yılı içinde eserleriyle dünyaya şairliğinin çivisini çakmıştır. Ölümünden sonra daha mı meşhur olmuştur? Cevabı John Worthen şöyle veriyor: "Andew Lloyd-Webber'ın 1981 tarihli Cats müzikali, Eliot'ın 1939 tarihli Old Possum's Book of Practical Cats (Yaşlı Sıçanın Pratik Kediler Kitabı) adlı kitabından metnini almıştır ve T. S. Eliot'ın, ölümünden sonra çok az İngiliz şairin olabildiğinden daha da ünlü biri olmasına katkıda bulunmuştur. (2008'e kadar 50 milyondan fazla insan tarafından bu müzikal keyifle izlenmiştir.)" [sf. 216-217]

T. S. Eliot, Dört Kuartet'inden dördüncüsü olan Little Gidding isimli şiirinde "Her deyim ve her cümle bir bitiştir ve bir başlangıçtır / her şiir bir mezar yazıtı" der. Worthen'e göre onun edebî mücadelesinde şiir bir deneyim değildi. Artık ölmüş ve gömülmüş olan bir şeyin anıtıydı. "Bu biyografide, onu uzun süre berbat derecede mutsuz ve hassas bir birey yapan ancak aynı zamanda onun çok harika bir şair olmasına da yardımcı olan ahlâkî, sözlü, duygusal ve cinsel 'gerçekliklere' rahatsız edici ve aman zaman korkutucu açıklığını onun itiraz etmeyeceğini umduğum yollarla açığa çıkarma girişiminde bulundum" der yazar. Ne güzel bir armağan bu kitap; şiire, şaire ve dizelerin gücünü insanlığın gücüyle eş görenlere.

"Bir Şairin Yaşamöyküsü, T. S. Eliot" kitabı eşliğinde düşüncelerimi aktarmaya başlarken, İsmet Özel'in Rita Ender ile yaptığı söyleşiden bir cevabı aynen almıştım. Yazımı bitirirken Özel'in 'bu çağda dahi' meleklerle yaşadığımızın farkına varmamız gerektiğine işaret edişleri düştü zihnime. Sonra da Eliot'ın şu şiiri:

"Hep senin yanıbaşında yürüyüp duran o üçüncü de kim?
Saydığımda, bir sen varsın bir de ben birlikte
Ama ağaran yola doğru ne zaman baksam
Bir başkası var yanıbaşında hep yürüyen
Kahverengi bir abaya sarınmış süzülüyor, başı örtük
Erkek mi, kadın mı bilmiyorum
Ama kim o senin öte yanında?"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf