1 Mayıs 2017 Pazartesi

Sadelik imandandır

Uyanmak Üzere Olan Bir Adam, Hasan Harmancı’nın ilk öykü kitabı. Kitap, öyküleri daha önce Mahalle Mektebi, Hece, Hece Öykü ve Post Öykü dergilerinde yayınlanan yazarın on iki öyküsünü barındırıyor. Daha önce muhtelif dergilerde öyküleri yayınlanmış olmasına rağmen ben kendisiyle, Büyüyen Ay Yayınları tarafından neşredilen, mezkûr kitap sayesinde tanıştım. Kitaptaki öykülerin tamamına, kaderin hayatı anlamlı kılışına teslim olanın, modern hayatın yozluğuna yaptığı eleştiriler diyebiliriz. Başka öykülerde “ana fikir”in bu kadar açık ve seçik işlenmesi rahatsız edici olabilecekken, Hasan Harmancı’nın öykülerinde “mesaj” öyle samimi ki, aleniliği itici olmaktan çok uzak. Bu noktada buna alenilik değil de sadelik demek gerekir belki. Lafı eğip bükmeyen, doğrudan ama bu doğrudanlığın edebiyatı tahrip etmediği bir anlatım.

Yazarın Ahmet Sarı’ya ithaf ettiği Hafta İçi Öğleden Sonraları Ahmet Babayla adlı öyküsünden yapacağım şu alıntı, bu anlatımın güzel örneklerinden: “Boş ver ne varsa pilavda var. Pilavdan sonra bi şükrederiz Allah’a, Allah günahlarımızı affeder, Allah bizden hoşnut olur inşallah. Nasıl olsa yazgımız Allah’ın elinde. Şehrin ucundan bir adamın gelme ihtimali var nasıl olsa; yıllar geçtikten, binalar dikildikten sonra Muammer Ağabeyin gelme ihtimali var. Onun gelişini kim engelleyebilir?” (sf. 17)

Kitapta yer alan öykülerin ekserisi, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bilenlerin, bunu bilmeyenlerle yaşamasının doğurduğu ızdırabı yansıtıyor. Modern hayatın yozluğunu eleştiri derken de kastettiğim budur. Ama bu acıdaki teslimiyet, hatta bizatihi acının kendisi bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayışının ilanı mesabesinde. Bu noktada Acz İfadesi adlı öyküden yapacağım şu alıntının yerinde olacağını düşünüyorum: “Bana, sabah yetişilmesi gereken belediye otobüslerinden, geçilmesi gereken vizelerden finallerden, tek ders sınavlarından, hocaların tavırlarından, alelacele kılınan ikindi namazlarından, fakültedeki kızların yapmacık jest ve mimiklerinden, apartmandaki sıhhi tesisat sorunlarından, pazartesi sendromlarından, gelecek kaygısından, vırttan zırttan bahsetmeyin; sadelik imandandır, dedim. Verdiğimiz nefesi almama ihtimalimizin olduğu o anı yaşarız her an, gelecek’in geleceğini nereden çıkardınız, dedim.” (sf. 70)

Yazar, kitabın son bölümü olan “Okura:” başlıklı kısımda öykülerde geçen bazı veciz ifadelerin ve alegorilerin şerhini yapmış. Bu tavrı başta doğru bulmadım çünkü bunların anlamlandırılışının okura bırakılmasının doğru olacağı kanaatindeydim. Fakat bu bölümü okuduktan sonra yazarın şerhlerinde de imâlı bir yol izlemiş olması ve yer yer gülümseten göndermeleri fikrimi değiştirdi. Başta kızsam da şimdi bu bölümün de okunmadan kitabın kapatılmaması gerektiğini düşünüyorum.

Tek gayesi güzel olanı yok edip çirkini istihdam etmek olan modern çağda Hasan Harmancı’nın güzelliğine işaret etme cüretinde bulunuyor ve yazıyı aşağıdaki alıntıyla kapatıyorum:

Yunus ile Mevlana bugün yaşasa ne yazar! Biri pasif direnişçi öbürü klasik kaderci diye yok sayılıp, görmezden gelinir; olup olacağı bu.” (sf. 57)

Zeynep Koyuncu
twitter.com/zeynebaybuke

28 Nisan 2017 Cuma

Dönüp dolaşıp babada duran hikâyeler

"Baba bana yürüdüğün
O yolları göster
Baba bana dünyanın
Yüreğine inen geçidi."

- Ahmet Erhan, Bir Baba İçin

Baba, çok derin bir mevzu. İsmi cisminde. "Baba" bir mevzu. Öyle ki insanın kemali belirli bir olgunluğa eriştiğinde anlattığı şeylerin içinde muhakkak bir baba figürü yer alıyor. Bu bazen öğretmen, hoca, lider, şeyh yahut yoldan geçen herhangi bir kimse oluyor. Sanki hep aranan ama hep de bulunamayan bir anahtar baba. Sanki her kapıyı açacak, eşsiz bir anahtar.

Ercan Kesal'ın daha evvel Cin Aynası kitabını okumuş ve hikâye anlatım gücünü çok beğenmiştim. Hikâye derken yanlış anlaşılmasın, hiçbiri kurgu değil. Yaşanmış ve acısı kalmış, bir yas sürecine dönüşmüş ve mümkündür ki yaşayanını da o süreç boyunca olgunlaştırmış hikâyeler. Teknik manada bildiğimiz hikâye yeteneğini ise Nasipse Adayız kitabında göstermişti. Peri Gazozu, ilk baskısını 2014 yılında yapmış, iki yıl içinde 10. baskısına ulaşmış bir kitap. Tüm kitapları gibi İletişim Yayınları tarafından neşredildi.

İçinde yüzlerce özne olsa da Peri Gazozu'nun tüm metinleri babada duruyor. Böylece okuyan için tek bir özne kalıyor geriye: Baba. Kesal, kitabını "Babam gazozcu Mevlüt'ün aziz hatırasına" diyerek açıyor. Sunuş yazısının hemen başında Tarkovski'nin "...bütün sanat eserleri belleğe dayanır" cümlesiyle başlayan bir paragrafı var. Dipnotta yazar "Bergman ve ona göre sinema yönetmenlerinin en büyüğü olan Tarkovski, felsefi anlamda en çok etkilendiğim iki yönetmendir." diyor. Böylece okuyucu, belleğin sanatlı direnişine şahit olacağı sayfaların beklentisiyle başlıyor hikâyelere. Bu beklenti hiç de boşa çıkmıyor. "Kurban"dan kitabın son yazısı olan "Kestaneden Duduk olur mu?"ya kadar okuyanı, yazarın hafızasına ve yaşadıklarına hayret ettiren bir bütünlük var Peri Gazozu'nda.

"Son bayram ziyaretinde, seveceği türden şık bir ceket almıştım. Sabah erkenden giydi ceketi ve titreyerek aynanın karşısında durdu bir süre. Parkinsonun iyice küçülttüğü vücudu, ceketin içinde kaybolup gitmişti sanki. "Ölçünü unutmamışım bak, tam oturdu vücudun," dedim utanmadan! Eve gelen tüm misafirleri, küçücük gövdesinden sarkan o ceketle karşıladı, oturdu, sohbet etti. İstanbul'a döneceğim güne kadar da çıkarmadı sırtından. Son gün vedalaşmak için yanına gittiğimde "Oğlum, bu ceket çok güzel de, bana biraz ağır geliyor. Taşıyamıyorum artık. Al onu sırtımdan," dedi. Evet, doksan yıllık bir ömrü taşıyamıyordu artık babam. Aldım ceketini sırtından. Bir daha da giyinemedi." [sf. 43]

Hikâyelerle birlikte dönemin yönetim anlayışının toplum üzerindeki gölgesi de ağır biçimde hissediliyor. Bu gölge ne yazık ki sarıcı, kuşatıcı, güven verici bir gölge değil. Aksine gulyabani gibi çöken, korkutucu ve zalim bir gölge. Öte tarafta "İster kurtçu, isterse Ecevitçi, benim için fark etmez. Biz ekmeğin peşindeyiz." diyenler de var elbette. Ancak gençlerin hem yürekleri hem de bedenleri yangın yeri...

"Ben öldükten sonra, gömmeden önce battaniyeye sarar mısın oğlum," demişti bir gün babam. 
"Niye baba?"
"Soğuktur şimdi oğlum, toprağın altı sonuçta. Üşürüm... Sonra, börtü böcek."
"Ne fark eder öldükten sonra," diyemedim tabi ki.
"Olur baba. Bunları düşünme Allah aşkına," dedim yavaşça.
Lakin, içimde bir battaniye haberinin sızısı kalmıştı. Babamın insanı şaşırtan bir saflıkla istediği battaniyeyi 19 Aralık 2000 günü, Bayrampaşa Cezaevi'nin koğuşunda günlerdir ölüme yatan genç insanlara attılar. Bakın ne anlatıyor yıllar sonra, o katliama katılan askerlerden biri:
"Koğuşta yangın çıktıktan sonra yardım isteyenlere 'sizi kurtarmak için yaş battaniyeler atıyoruz, bunlara sarılın ve kendinizi koruyun,' diyerek battaniye attık. Fakat battaniyelere su değil, benzin ve tiner dökülmüştü. Battaniyeye sarılanlar daha çabuk yanıyordu." [sf.103]

Bu vaziyet Ercan Kesal'ın diline öfke, nefret olarak yansımıyor. Kesal "her şeye rağmen" umudundan bir şey kaybetmiyor. Elbette lanetini de esirgemiyor.

"Ölülerimiz nerede? Bir karga bile değilsiniz. Kabil'in kargayı görüp de utanan kalbi yok sizlerde, anladık. Ama, yorulmadınız mı, ağzınızda cesetlerle yıllar yılı tepemizde akbaba gibi dolaşmaktan? Bir karga gibi yapın hiç olmazsa. İnin yere ve bırakın ölülerimizi. Kalplerimiz onlara mezar yeridir." [sf. 115-116]

Bir hekim Ercan Kesal. Anadolu'nun ücra köylerinde, kasabalarında, türkü imkânsızlıklarla görevini aksatmadan yerine getirmeye çabalamış. Çok zor şartlar da görmüş, kan ter içinde bırakacak imtihanlar da. Hiçbiri onu mesleğinden soğutmamış. Çünkü insanı, halkı, toprağı sevmektir gönlü dik tutan. Bazen 'şansı' yaver gitmiş, hem kendi hem hastası ölümden dönmüş. Bazen de 'talih' kısa bir süreliğine gülmemiş, hastası ahirete göçmüş, kendisi üzülmüş. Bu üzüntüsünü kelimelere dökmüş. Belleğin acı hatıraları arasına yerleştirmiş, Peri Gazozu'nun birçok sayfasında da okuyucuya sunmuş.

"Baba, ağzında külü yarılanmış bir sigara, acıdan donmuş bir halde, yerde yatan oğluna bakıyor. Traktörün şoförü biraz ötede, jandarmaların arasında savcıya bir şeyler anlatıyor. 
Yorulur, oradaki bir taşa çökersiniz. Ayağında Adana şalvarı, esmer yanık yüzündeki derin acıyla suskunca bekleyen baba bir ara, kafasında yaptığı konuşmayı bitirmiş de bir sorunun cevabını veriyormuş gibi konuşur: "Adana'dakiler soruyordu bu sene kurban kesecek miyiz, diye, arayıp söyleyeyim bari. Kurbanı kestik. Allah kabul etsin." [sf. 165]

Sadece acı değil, Anadolu insanın türlü türlü karakterleri, ilginç huyları, geleneklerin modern tıbba meydan okuduğu anlar ve zamanlar, daha neler neler. Yazının başında söylediğime yakın, hem bir deneme hem de hikâye kitabı gibi Peri Gazozu. Kanaatim şudur ki bu kitap psikoloji alanında da özellikle değerlendirilebilir. İçindeki teknik tespitler, anekdotlar, vakalar ve analizler yok ama nice travmalar, yaslar, melankoliler, hüzünler ve yaralar var. Sadece biri çıkıp "depresyondasın, bir antidepresan kullanman lâzım" demiyor, o kadar. En güzeli de bu. Çünkü depresyon, şu çağın insanının ayakta durduğunun, hâlâ ayakta durabildiğinin bir göstergesi. Gücünün, yüreğinin genişliğinin, robotlaşmadığının, insanî vasıflarını kaybetmemek konusundaki direncinin ve nicesinin. Bu yüzden koca bir yas süreci işleniyor Peri Gazozu'nda.

Erdoğan Özmen, o güzel kitabı Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan'da "Keder üstüne tefekküre dalmaktır yas. Kayıp içinden ve kayıp aracılığıyla düşünmektir." der ve şöyle devam eder: "Yas bir armağandır insana. En derine dalmaktır; hiç bilmeden üstelik."

Babada her şey vardır. Keder, tefekkür, yas, kayıp... Ve ne olursa olsun, kahkaha yerine tebessümü tercih eder babalar. Çünkü kahkaha geçicidir, tebessüm geçmez. O hep kalır gönüllerde, hikâyelerde...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Nisan 2017 Perşembe

Şairin dilinden tüm muhtevasıyla diriliş

Sezai Karakoç’un "Düşünce Serisi" kitaplarından biri olan Diriliş Neslinin Amentüsü kitabı “Kendimin bir diriliş eri olduğuma inanıyorum” cümlesi ile başlıyor. Dirilişin ne olduğunu tam olarak anlatmasa da yani kelime manası olarak vermese de bize dirilişin ruhundan bahsediyor. Tam da ihtiyacımız oluğu gibi.

Zıtlıklar dünyasında bir iyi bir kötü muhakkak olmalıdır. Ki asıl o zaman kazanan ve kaybeden belli olsun. İşte Sezai Karakoç da kendini diriliş cephesinde görüyor. Cephe de olan birinin cephanesi nedir? Sizleri bilmem ama Sezai Karakoç’un cephanesinde ruh var. Zira dirilişi ruh ile bağdaştıran yazar “Ruh, sürekli olarak Allah’ı bilme, Allah’ın huzurunda olma savaşı içindedir” diyor.

Diriliş erinde bulunması gereken evvela iman ardından da Son Peygamberin Sancağı altında olmaktır. Amacımız İslam sancağının yere düşmemesidir. Bu sancağı yere düşürmeyecek olanlar ise Allah’a inanan kimselerdir. Yazarımız bütün bunları yaparken de karşılaşılan zorluklara karşı sabrı devam ettirmenin, ümidini yitirmemenin kitapta altını defalarca çizdiriyor. O hiç umudunu yitirmediğinin bir göstergesi olarak da şöyle diyor: "Birgün gelecek, yine İslam Milleti, bilinçlenecektir. Nerelerden nerelere geldiğini öğrenecek ve bu onu uyandıracaktır. Buna en büyük inançla inanıyorum.

Diriliş erlerinde bulunması gereken temel vasıflara bakacak olursak:
- Mücerret hakikati daima araştırmak,
- Tarihin sırlarını kurcalamak,
- Peşin hükümler vermekten kaçınmak,
- Sözlerin ve olayların dış anlam ve yorumlarına takılıp kalmamak ve
- İslam’ın Orta Yol olduğunu bilemekten geçiyor.

İşte diriliş erinin asıl amacı hakikatin peşinden koşmaktır ve günün adamı olma değil “dem”in adamı olma yolunda ilerlemektir.

Kitabın ilerleyen kısımlarında bu Dirilişin gerçekleşmesi için cem halinde olmak gerektiğini söyleyen Karakoç, kapitalizmin yıkıcılığından uzak olmalıdır Diriliş insanı diye belirtiyor. Çünkü kapitalizm de yıkım varken Dirilişte yeniden doğuşun varlığını kabul ediyor. İlla bir devlet olacaksa bu medine’t-ül fazıla yani bir erdem devletinin varlığının olması gerektiğini vurguluyor. Nitekim İslam’ın devlet ideasında, insanları ezme ve sömürmeyi hedef almış Batı ideasının insanlığı makineleştirme sistemi haline getirmekten uzak bunların tam tersi eleştirmeye açık, insanların her türlü politik, ekonomik, sosyal gelişmelerine ve kuruluş tertiplemelerine açık bir erdem düzeninden bahseder. Bunları gerçekleştirmeye çalışırken önceliğimizin Allah rızası olması gerektiğini ifade eden yazarımız “Her şey Allah içindir” fikrinden bir an için ayrılmamak gerektiğinin altını çiziyor.

Kitabın sonuç bölümüne gelindiğinde ise yeni bir neslin gelmekte olduğunu ifade ediyor. Hiç şüphesiz bu nesil Diriliş Neslidir. Düşüş günümüzden bugüne kadar kana ve tere batarak yapılan çalışmalar bunun içindir. Bu sözler, bunun bir denemesidir. Ezberlenmek için değil, üzerinde düşünülmek ve ruha mal edilmek için. Yani teorikten pratiğe geçiş için olması gerektiğini ifade ediyor.

"Ey Diriliş Eri!
Yeniden doğacaksın. Kıyametini yaşayıp yeniden dirileceksin.
Dünyaya, eşyaya yeniden anlamını getireceksin.
O zaman Allah da sana, senin kendi öz anlamını bağışlayacaktır.
Hiç kuşkun olmasın."

Rumeysa Açıkkar
rumeysa_acikkar01@hotmail.com

24 Nisan 2017 Pazartesi

Yazımız kalırsa biz de kalırız

Osmanlıca, Osmanlı Türkçesi, Osmanlı alfabesi, Osmanlı harfleri gibi bir takım şeylerin sıkça konuşulduğu günlerdeyiz. Bu incelemede bahse konu edilecek kitapla; Osmanlıca diye bir dilin olmadığını, bu topraklarda bilinmiş, söylenmiş ve yazılmış yegane dilin adının Lisān-ı Türkī yani Türkçe olduğunu yeniden göstermiş olmak, umarım ki gündemle paralel gitmemek açısından dikkate değer olur. Çünkü kitabın asıl mühim olma vasfı, dilimize ve yazımıza yapılan taarruzları o dönemde tek başına defetme çabası gütmesidir.

İstiklâl Marşı Derneği'nin hazırladığı "Türkçe'den İslâm'a Giriş" serisinin ikinci kitabı, Yazımız. Türkçemizin ve dolayısıyla yazımızın imha edileceği zamanların tam içinde, 1927'de Yusuf Samih Asmâi'nin kaleme aldığı kitap, Kasım 2014'te Tiyo Yayınları tarafından neşrolunmuştu. Birçok manada önem arz ediyor. Okuyucu hem Latin harfleri hem de eski(mez) yazıyla neşrolunan bu kitap sayesinde Yusuf Samih Asmaî'yi tanıyabilecek, yazının tarihi konusunda malumat sahibi olabilecek, Latin harflerinin hangi maksatlarla ortaya atıldığını öğrenebilecek. Topyekun bakıldığında hem yazı-din-millet konusunda oldukça zihin açıcı meselelere dikkat çekiyor, hem de modernleşme lafzının en sık kullanıldığı devrin temel gayelerini izah ediyor. Mezar taşı okuma romantizmiyle yan yana konamayacak kadar önemli noktalara temas etmiş olan Asmâi, eğer bir Türkiye ve Türk milleti kalacaksa bunun yazımız vesilesiyle olacağını; fakat bir Türkiye ve Türk milleti yok olacaksa da bunun yine yazımız yoluyla olacağını çok açık ifadelerle belirtmiş.

Kitabın "Mısır'daki Bir Türk milliyetçisi Asmaî" başlığını kaleme alan Enes Aksu'nun yaptığı araştırmalardan anlaşılan bir şey var ki o da Asmaî'nin çok zor bir zamanda bu kitabı yazmış olduğu. Çünkü Türk yazısıyla birlikte doğal olarak Türk hayatına da yapılmış hücumların, taarruzların ve tasallutların yoğunlaştığı dönemlerde Türkçe muallimliği yapan Asmaî lisan meseleleriyle ciddi biçimde alâkadar olmuş ve yazımıza dair yapılan tenkidlerin üzerinde yoğun mesai yapmıştır. Asmaî'nin hayatını yazımıza adadığını söylemek abartı olmaz. Öyle ki 1880'lerde Mısır'da nüfus itibariyle Türklerden çok daha az olan Fransızların, İtalyanların, İngilizlerin, Rumların ve Ermenilerin envai çeşit neşriyatı söz konusuyken, dönemin tek Türkçe mecmuası "Ruznâme-i Vekâyi-i Mısriyye" Hidiv hükumetince ilga edilmiş. 1889 yılında ise Yusuf Samih Asmaî, Türkçe neşriyata olan ihtiyacın farkında olduğundan mütevellit "Mısır" adında haftalık bir mecmua neşrine başlamış. Bu mecmua Mısır'da Türklerin neşrettiği ilk gayr-i resmî gazetedir. Yine Enes Aksu'nun tespitleri doğrultusunda Asmaî'nin Avrupa coğrafyasına ve insanına İslâm'ı esas alarak atf-ı nazar etmesi, gerek bu gibi hususiyetleriyle gerekse fikrî istikameti gereğiyle Kalın Türk vasfını haiz bir Türk milliyetçisi olması da son derece dikkate değer.

Kitabın takrizinde Lütfi Özaydın'ın belirttiği gibi İslâm harfleri esas itibariyle sanatının zirvesini Türk İstanbul'da bulmuştur. Dünyanın en önemli hatları da hattatları da İstanbul'da yaşamıştır, yaşamaktadır. Türk hattatlar el'an yazılarının hatalı olup olmadığını tespit etmek için Mehmed Şevki Efendi'nin meşklerini ölçü olarak kabul ederler. Şevki Efendi yazımıza sülüs, nesih ve hat meşklerini, sanatımıza da "Şevki Mektebi"ni kazandırmış bir mühim zattır. "Yazımız" kitabının önemi hakkında Lütfi Özaydın'ın takrizinden bir bölüm: "Bu kitap, bizi millî varlığımızın neye tekabül ettiğini farketmiş olan düşmanlarımızın niyetlerini bize ihsas ve izah ediyor. Bizim içimizde yaşayıp bizden imiş gibi görünenlerin vesveselerini ve tuzaklarını açığa çıkarıyor. Bu kitabın gösterdiği bir başka şey şu ki, sadece bizim ülkemizde değil, Japonya'da ve sair yerlerde de, doğulu milletlerin iyiliği(!) için çalışan, onların terakki etmelerinden başka bir emelleri olmayan(!) batılı dostlarımız(!) hararetle Latin harflerini kullanmayı tavsiye ve teşvik etmişler. Başarılı olamayanları ortalıktan kaybolurken, netice alanları hâlâ engin fikirlerinden(!) geri kalmış dostlarını istifade ettirmeye devam etmekteler."

Mukaddime'sinde Asmaî, Latin harflerinin kabulünün diğer milletler nezrindeki vaziyetini sorgulamış. Mısırlıların Latin harflerine katiyyen razı gelmedikleri, bunun sebeplerinden birinin de Arap kavimlerinden ayrılmakla zarar göreceklerini düşünmeleri anlaşılıyor. Japonlar ise yazılarıyla cinsî ve iktisadî bir kâr içinde bulunduklarından ve bunun ciddi manada farkında olduklarından mütevellit Latin hurufuna hiç itibar göstermemişler ve hatta "bir fincan çay yerine dahi" koymamışlar. Diğer yandan Amerikalılar ve İngilizler ise mazilerine, sanatlarına, fennî ve dinî kitaplarına, ananelerine dikkat çekerek başka lehçelerle yazmayı tarih boyunca reddeylemişler. Bu hususta Asmaî şöyle diyor: "Kavmin tevhid-i lisanı yalnız kağıt üzerinde kabil olur. Lisan bir güldür. Koklayınız."

Yazıların Aslı, Yazımızın Tarihi, Yazımızın Coğrafyası, Lisanın Felsefesiyle Hurufumuzun İmlası, Dilimizi Latin Hurufuyla Yazmak, kitabın beş bölümünü teşkil ediyor. İlk bölümde yazıların kökenini irdeleyen Asmaî'nin sunduğu Türk ve Latin hurufunun silsile cetveli son derece önemli. Buradaki maksadını "Ayrık otu gibi her tarafa kol süren iki yazının asıl kökünü göstermek" olduğunu söylüyor müellif. İkinci bölümde yazımızın tarihini kısa ve öz biçimde ifade eden Yusuf Samih Asmaî, can alıcı bir sual ortaya atıyor: "Rika yazısı, büsbütün bizim hattatların icadıdır. Sülüs, nesih ve divanî yazıların envaı hep biz Türklerin kalem-i maharetleri eseridir... Umum hakkında cari olan bu kaide neden hakkımızda cari olmayacak ve atalarımızın ihdas ve bize miras bırakıp gittikleri bu güzel yazılarımıza ne için Türk yazısı denmeyecektir?"

Üçüncü bölüm olan Yazımızın Coğrafyası; coğrafyanın siyasî, idarî, ticarî aksamlarla birlikte dinî, lisanî ve hattî kısımlara da sahip olmasını izah ediyor. Yazımızın İslâm'ın damgası olduğunu, gerekçeleriyle ve vazgeçilmesi mümkün olmayan noktalarıyla Müslümanların hayatiyetinin temelini teşkil ettiğini bu bölümle iyice anlamak mümkün. Bir kavmin dininin diliyle, dilinin de diniyle birlikte yaşadığını, dolayısıyla dilin kaldırılmasının dinin de mahvına yol açacağını Asmâi dilin seslerinden örnekler vererek de açıklamış. Rusların Büyük Asya Türklerini cebren Hristiyanlaştırmaya olan gayretinin en önce dil üzerinden yürüdüğü herkesin malumu. 1930'larda Rusların bu gayretleri tam anlamıyla gerçekleşmemişse de, şimdi baktığımızda Türkçe'nin Orta Asya'da yok olduğunu söylemek mümkün. Bundan yola çıkarak da Orta Asya'da dininin ve dolayısıyla dilinin farkında olan bir Türk bulmanın çok güç olduğunu söylemek herhalde abartılı bir yorum olmayacaktır.

Kitabın dördüncü bölümünde Asmaî, lisanın felsefesiyle birlikte hurufumuzun imlasına dair tespitlerini yazmış. Bu bölümde müellif "Türkün bugünkü yazısı Türkün dilidir" diyor ve yazımızın elimizden alınma ihtimalinin dahi dilimizi kötürüm, kanatları kırık bir güvercin haline getireceğini, bunun da yuvada pineklemekten öteye gidemeyeceğini dile getiriyor. Buradan çok önemli şeyler çıkarmak ve anlamak lâzım. Özgür bir insan, dilini kaybederek özgürlüğünü kaybediyor ve "öz yurdunda garip, öz vatanında parya" kalıyor. Lisan, insanın yaşaması, sahih kalması ve salim olması için ne kadar mühimse, hürriyetin varlığı da şüphe yok ki lisanın varlığıyla söz konusu edilebilir. Burada Asmaî, aileyi örnek gösteriyor. En küçük cemiyeti aile olarak dile getiriyor ve ailenin bir kavmin esasını teşkil ettiğini söylüyor. Dolayısıyla bir ailenin ana diliyle meramını ifade edememesinin ayıp olduğunu, ifadesini doğru imlayla yazamamasının naks olduğunu, dilimizin bir izzet-i nefsi ve şerefi olduğunu belirtiyor. Tüm bunların altını çizmek içinse soruyor: "Yoksa haram süt emmiş insanlar gibi aslımızı mı inkar edeceğiz?"

Son bölümde dilimizi Latin hurufuyla yazmanın başımıza ne büyük belalar açacağını henüz o yıllarda tespit etmiş Asmaî. Kendi dilimize ancak kendi harflerimizle, zevk ve kabiliyetimize göre ses verebileceğimizi, bir Arapla bir Acem'in telaffuzuyla benzerlik taşıyamayacağımız bunlardan biri. Misal olarak bir Türk, Acem veya Arapın "Vav" harfinin başka başka telaffuz edeceğini gösteriyor. Türklerin Fatıma ismini nidada "Fatımaa" diyerek, yani ikinci maktaını temdid ederek yaptığını, Arapların ise Fatıma diyerek ilk maktaını temdid etmesi buna bir örnek. Yazımızı sağdan sola doğru yazmamızın nedenleri arasında da ulviyet olduğunu önemle izah eden Asmaî; ressam ve nakkaşların daima sağdan sola başlayıp işlediğini, yürürken evvela sağ ayağımızı attığımızı, sağ eliyle iş görenlerin sol eliyle iş görenlere nazaran kıyaslanamayacak kadar fazla olduğunu, tabiatın hükmünce de insanın evvela ve daima sağ taraftan başladığını misal veriyor. Bugün Latin harfleriyle işlerini yürüten pazarlamacıların, mağaza ve konumlandırma stratejileri arasında müşterinin en önce sağ tarafa doğru yönelmesi ve sağ elini ürüne uzatması hususlarında üniversitelerde dersler vermesine karşın "Asmaî iyi ki bu zamanları görmemiş" demekten gayrısına dil varmıyor.

Kitabın hatimesinde Asmaî'nin son cümleleri hem yazımızın önemi hem de yazımıza kast edenlerin Türk düşmanlığı hususunda oldukça yalın, temiz ve acımasız: "Kendi icadımız, kendi malımız olan Türk yazılarını kaldıracak ve Türk dilimizi Latin harfleriyle yazdıracak bir zatın dildaşlarımız içinde mevcud olacağını ben ümid edemem. Tarih nazarında, İmparator Teodos'a ikinci olmaya razı ve Karabaş Teofil'e sani kalmayı kabul eyleyecek bir Türk oğlu Türk bulunacağını ben asla zan eylemem. Zan u imid eylediğim bir şey varsa o da tedbir ve avakıb-ı umurda nazarımızı şecaat-ı askeriyyemiz derecesine ila ile "Leyse fil-imkani ebdeu mimma kân" diyerek işi durumuna bükmek ve oluruna bağlamaktır."

Yağız Gönüler

Mitolojik ögelerin ışığında yeni öyküler

Kureyş’in Kurtları, Horoz Tepesi’ni basmadan, taze ölüleri yemeden, tam yedi gün önce başlıyor anlatılan. Bir dedenin vasiyeti hikâyeyi kuşatıyor, öncesi ve sonrasıyla, ilginç bir sona evrilmiş. “Tekrarlar ebesiZeliha, sıradan bir kilim dokuyucusu mudur? “Kıyamet Örtüsü”nü ören, bitmeye yakın “top top ipliğe dönüştüğü sırada” ölüm korkusunu yenen bir fani. İki kez bunu denediği halde örtüyü ortaya çıkaramayan yani başaramayan, aklını yitirip kendini vadiye vuran Zeliha… Yoksa kendine has motiflerini sadece geceleri işleyerek, haftalarca dışarı çıkmayan bir düş hizmetçisi mi?

Esrarengiz ne varsa, altı uzun öyküde dillenmiş, okurunu kendi dehlizlerine çağırıyor. Sözsüz acıyı göğe çıkaran karakter, “Ejdarha” öyküsünde belirmiş. Ali Nut ise, başka bir karakter, bu anlatılanların dışında kalmayı başarmış, akıntıya kürek çeken hali ile.

Neye bakarsa baksın ya da neyi görürse görsün, bir süre sonra dünyadaki sessizliği görüyor, Ali Nut’un yüreğini çaldığı akşamı hatırlıyordu, sanki sürüp giden bir filmdi bu.

Günümüz edebiyatında farklı bir öykü anlayışını benimseyen İnan, “kalbi terkedilmiş bir yurtluk olan,” düşünür dedelerden, yazın gidilen yayla evlerinden, yılanlara dair söylencelerden, tekerlemelerden söz ediyor öykülerinde.

Uzun yolculuklar yapanlar bilir ki, varlığından ne kadar emin olursan ol, yolculuklar tıpkı düşünceler gibi sürprizlerle doludur, değişkendir. Belki dedem de yön değiştirerek, yolculuk boyunca yaşama ilişkin değil, ölüme ilişkin hikayeler anlatacak, sonsuzluğa giden bir yolun insafına terk edecekti bizi.

Sonra yüzyıllardır anlatılanların, mitolojik ögelerin ışığında yeni öyküler kurmuş.

Bin Yapraklı Lotus, İçimizdeki Şato adlı iki öykü kitabından tanıdığımız İnan Çetin, Kureyş’in Kurtları ile üçüncü öykü kitabını, Yapı Kredi Yayıncılık’tan okurlarıyla buluşturdu. Çeşitli alanlarda kalem oynatan İnan’ın, İblisname, Bir Hayalin Gerçek Tarihi, Uzun Bir Ömür İçin Uzun Bir Elbise adlı yine aynı yayınevinden çıkan romanı mevcut.

Karaşehirlilerden, olağanüstü hikayeler dinlemeyi seven, “dilbaz insanlar” dan bahsetmiş öykülerinde İnan. “Efsanevi şehirler, bilinmeyen denizler, korkunç yaratıklar, sihirli adalar, öfkeli dağlar”, aslında ne düşlemek istiyorsak hepsini bulabiliriz satır aralarında.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

21 Nisan 2017 Cuma

Romantik aptallıklara ihtiyaç duymamalıyız


"Eğer Allah seni bir zarara uğratırsa, O'ndan başka bunu giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır verecek olursa, bunu da O'ndan başka geri alacak yoktur. Şüphesiz O, her şeye kâdirdir."
- En'âm 6/17

"Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdırlar."
- Âl-i İmrân 3/160

Biz insanlar çoğu zaman omzumuzda iki melek olduğunu unutuyoruz. Nisyan ile malûl isek de bu bizi helâk olma derecesine götürmemeli. Bütün yapıp ettiklerimiz mükemmel bir sistem tarafından anlık olarak kontrol ediliyor. Üstelik bu kontrollerin neticesinde çeşitli uyarıları yahut ödüller de istisnasız karşımıza geliyor. Ancak biz, Allah'a emanet olduğumuzu, bu emanet olma durumuna ne kadar sahip çıkabilirsek o kadar insan olabileceğimizi pek umursamıyoruz. Teslimiyetimiz tek bir makama olması gerekirken, kendimize teslim olacak bambaşka şeyler buluyoruz. Bu şeyler bir teknoloji ürünü, bir alışkanlık, hatta bir kimse bile olabiliyor. Tüm bu teslimiyet ve bağımlılık, düşünce dünyamızı son derece olumsuz etkiliyor. Bize biçilmiş sınırlar içinde düşündüğümüz için yeni ve özgün fikirler ortaya koyamadığımız gibi hâlihazırdaki durumları eleştiremiyor, kötülüğün karşısına iyiliği koyacak bir eleştiri yolculuğuna çıkamıyoruz.

Atasoy Müftüoğlu, günümüzün sömürgeye uğramış, prangalara vurulmuş, konformizme maruz kalmış, bilinçten uzak tutulmuş, manipülasyonla uyutulmuş ve nostaljiyle avutulmuş zihinlerini sorguluyor. Hece Yayınları tarafından Haziran 2013'te neşredilen Teslimiyetçilik Kader Değildir, kanaatime göre son yirmi yıldır yaşadığımız ve hâlâ yaşamakta olduğumuz zihin perişanlıklarını, sarhoşluklarını, fanatikliklerini, eleştiri masasına seriyor.

Toplam 14 makalenin yer aldığı kitap, 158 sayfa. "Ayrıntılara, Biçimlere, Yüzeylere Kapanmak" ile başlıyor, "Teslimiyetçilik, Bir Geleneğe Dönüştürülemez" ile bitiyor. Müftüoğlu; konformizmin bilincimizi tahrip edişi, bilinçsiz bir geleceğin olamayacağı, düşüncesizleştirilen toplumların bağımsız bir gelecek inşa edemeyecekleri, zihne vurulan darbeleri durdurmadıkça hiçbir şeyin 'iyi' olamayacağı, bir öyle bir böyle 'ikili' hayatlar oynadıkça bir yere varılamayacağını bunca yıllık tecrübesiyle, tane tane anlatıyor.

"Derin düşünmeyen, üretmeyen, sorumluluk almayan insan hiç yaşamamıştır. İnsan kendisi çoğaltarak, yeni başlangıçlar yaparak, üreterek, kendisine büyük sorular yönelterek gündelik sınırları aşabilir. Düşünme ve üretme yeteneğine sahip olmayan insan için her şeye boyun eğmekten başka bir yol yoktur. Dünyevî, maddî korkuların baskısı altında yaşamak, yaşamak değildir. Her türlü korkuyu aştığımızda ancak özgür olabiliriz. Kendisiyle ilgili tercihleri, kararları bir başkasına, taklit ettiği bir otoriteye bırakan insan, kendisine sahip olamadığı için böyle yapar. Kâr ve zarar kaygılarının belirleyici olduğu bir hayat, hayat değildir. Bireylere ya da toplumlara zorla dayatılan, zorla kabul ettirilen fikirler ahlâkî olamaz." [sf. 50]

Ülkemizde siyasetten kültüre kadar çok derin bir sahada nostaljik söylemler zirvede. Mehmet Âkif şiirleri, Yunus Emre sempozyumları, Necip Fazıl günleri, ebru ve hat kursları, şeb-i arus etkinlikleri(!) gibi nice faaliyet düzenlenmesine rağmen ortaya konan ciddi bir fikrin görülmediği, birçoğunun turistik ve romantik birer 'vakit geçirme' şenliğine dönüştüğü aşikâr. Üsküdar sahilinde balonlara büyük şairlerin dizelerini yazmakla maalesef fikrî bir seviye tutturulamıyor: "Müslümanlar modern tarihin, modern seküler sistemin kendilerini nasıl şeyleştirdiğinin maalesef farkında değildir. Şeyleştirilen zihinler hiçbir zaman büyük hakikatleri, büyük sorunları göremez, büyük fikirlere, düşüncelere ve ufuklara sahip olamazlar. Şeyleştirilen zihinler yalnızca talimat almaya elverişlidir. Şeyleştirilen zihinler, klişeler, sloganlar, kalıplar ve nefretle yalnızca yüzeyler üzerinde konuşabilir." [sf. 115]

Öte yandan belirli bir siyasî harekete destek çıkmak için dergi yayınlanıyor, metin çalışmaları yapılıyor ve tüm bunların kelama, sayfaya bir saygısızlık olduğu düşünülmüyor. Salt sistem kaygısıyla, iktidar hevesiyle, mevki-makam düşkünlüğüyle çok çirkin bir varoşluk, üslup tutturuluyor. Matah bir şeymiş gibi, gençlerden 'yoğun ilgi' bekleniyor. Yaşlılar eski iç sorunlarla, gençler yeni dış sorunlarla ilgilendiği için ortaya birbiriyle geçinemeyen, birbirini anlamayan bir 'kitle' çıkıyor. "Hamasi bir retorik hepimizi gerçek çabalardan alıkoyuyor. Hakikati temsil etmek yerine, tarafları temsil etmek gibi bir ahlaksızlık yayılıyor" diyen Atasoy Müftüoğlu itirazını şöyle sürdürüyor: "Bütün koşullara boyun eğen, hiçbir duruma itiraz etmeyen, sorgulamayan, hayır demeyen kişilerden özne olmaları beklenemez. Hayatımız üzerinde ahlâkî bir denetim yok artık, yalnızca finansal bir denetim var. Bugünün dünyasında enformasyon ve iletişim yoğunlukları yaşanırken, her tür düşünme faaliyeti yüzeyselleşiyor. Enformasyon ve iletişim yoğunlaştıkça bütün nitelikler birer birer kayboluyor; dostluklar, sahici ilişkiler kayboluyor, bütün bu ilişkilerin yerini online ilişkiler alıyor." [sf. 121]

Politik sahada her ne kadar birlik ve millet söylemi yoğun biçimde yer alsa da ortada yalnızca kalabalıklar, kitlelerin ve sadece çıkarını kollayan ekiplerin yer aldığını görmek oldukça kolay artık. Halkımızın bir zevk kültürü, bir anlayış seviyesi vardır. Her ne kadar süzmenin ve filtrelemenin güçleştiği bir çağda yaşıyor olsak da, üzerimize otomatik bir silah gibi aralıksız 'bilgi' sunan tv-radyo-dergi kanalları olsa da bazı şeyler ayan beyan görülüyor. Sadece bir kesimin alkışlarını ve takdirlerini almak için din diline yaslanıyor, bu dille yeni bir kültür üretilmeye çalışılıyor. Elbette sonuç hüsran oluyor ve bu pişmanlık unvan sahiplerince çok geç fark ediliyor: "Bir kültürün ve medeniyetin tarihe yeniden dönebilmesi için evrensel düşünce ve insanlık ufkunu kuşatabilen, öncü düşünürlerin, bilgelerin, filozofların, âlimlerin, müctehidlerin yetkin kadrolar hâlinde yetiştirilmeleri ve sorumluluk yüklenmeleri gerekir. Henüz bir tartışma terbiyesine bile sahip olmayan, lümpen İslâmcıların, lümpen devrimcilerin hiçbir kültürel inşaya katkıları olamaz." [sf. 122]

Tıpkı Müftüoğlu'nun belirttiği gibi gazetelerden televizyon programlarına, dergilerden özel oturumlara kadar hiçbir yerde tartışma yapılmıyor. Birbirini alkışlayan, birbirini öven, birbirini ödüllendirilen tuhaf, ironik ve görebilenlere hüzün veren bir seviye söz konusu. Bu seviyesiz seviye maalesef 'izleyiciler' tarafından görülemiyor, bakılıp geçiliyor. Kendileri çalanlar kendileri oynuyor. "Âlemle gelen düğün, bayram" vizyonu(?), "Bal tutan parmağını yalar" misyonu(!) topluluklar arasında gezinip duruyor. Tüm bunlar olurken eleştirinin vakti bereketsizleştirdiğini, muhalif olmakla vakit kaybetmenin gereksiz olduğunu beyan eden 'taraflar' işi iyice içinden çıkılmaz bir hâle getiriyor. Sebebini Müftüoğlu'ndan okuyalım:

"Müslümanlar ilkesel temelde düşünmek, yapmak, tercihte bulunmak, sorgulamalar yapmak, hayır demek gibi yeteneklerden yoksun bırakıldıkları için yalnızca cemaat, parti, hizip liderini taklit ve takip ettikleri için bir muhalefet ve sorgulama bilinci oluşturulamıyor. Maruz kaldıkları zihinsel karmaşa nedeniyle bir bunalım durumunu yansıtan cemaat, parti, hizip liderleri, ulema hareketleri yanlış tercihleri, yanlış algıları sebebiyle hesaba çekilemiyor. Sözünü ettiğimiz tablo sebebiyle bugün bağımsız bir kültürel varoluştan söz edemiyoruz. Müslümanlar bir yanda her şeyi yasaklayan katı gelenekçi yaklaşımlarla diğer tarafta her şeyi mubah, meşru sayan liberal hoşgörüşü yaklaşımı arasında gidip geliyor." [sf. 146]

Sabahtan akşama kadar ihlastan, ilimden, irfandan bahseden taraf; İslâm, iman, ihsan sıralamasını unutuyor. İstikameti (sırat-ı müstakim) tek olması gereken Müslümanlar kendilerine yeni kurumsallıklar, yeni örgütleşmeler icat ediyor. İnsan hakları, demokrasi, özgürlük, gelenek, görenek gibi kavramlar altında 'mitolojik' kurgular oluşturulurken her fırsatta yeni 'mübarek' karakterler pıtrak gibi etrafa saçılıyor. Son teknoloji kamerayla çektirdiği videosunu youtube'a yükleyip, sosyal medyadan "medrese eğitimi geri gelmeli" sözüyle paylaşan tuhaf karakterler başımıza âlim kesiliyor. Kültürümüze ve medeniyetimize adını silinmezcesine kazımış sanatkârların sanatları lekelenmeye çalışılıyor, emeklerinin helalliği haramlığı tartışılıyor. Atasoy Müftüoğlu, Teslimiyetçilik Kader Değildir kitabının son makalesinde gümbür gümbür konuşuyor okuyucuyla. "Son bir ikaz" gibi değil, ilk heyecanıyla, her zamanki gibi. "Romantik aptallıklara ihtiyaç duymamalıyız" diyerek zihinleri uyandırmaya çalışıyor. Bundan hiç vazgeçmiyor.

Bitirirken de nasıl başlanması gerektiğini söylüyor: "Başkaları tarafından biçimlendirilmek bir kader olamaz. Bağımsız bir varoluş mücadelesi, ancak zihinsel bir devrimle başlatılabilir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Savaşın tahribatı, kaçışlar, kaçamayışlar

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya. Harabeye dönmüş bir şehir. Dehşetengiz bir yıkım. İnsanı ümitsizliğe sevk eden derin bir yoksulluk. Bir adam ve bir kadın, ve çocukları, ve korkuları, ve kaçışları/kaçamayışları…

Alman yazar Heinrich Böll, cephedeki savaştan sonra evlerde-evliliklerde, insanlar arası ilişkilerde başlayan savaşın yol açtığı tahribatı Fred ve karısı Kaete’nin bakış açılarından anlatıyor.

Fred, savaş sonrası karşılaştığı sefaletten kurtuluşu evinden, karısından, çocuklarından, sorumluluklarından kaçmakta bulacağını sanıyor. Yoksullukla çepeçevre kuşatılmışlığını, hırçınlığı ve kaçışı için bahane olarak görüyor. Otel odalarında, izbe yerlerde kalıyor. Uzaktan uzağa gördüğü çocuklarına duyduğu özlem ise giderek büyüyor. Ailesi için yapabildiği tek şey ise kazandığı paranın büyük bir kısmını onlara vermek oluyor.

Kaete çocuklarına kol kanat germeye çalışıyor. Yuvası dağılmasın diye çırpındıkça yorgun düşüyor ve yaklaşmaya çalıştığı kocasından yavaş yavaş uzaklaşıyor. Çünkü Fred’in kaçışına dair sorduğu sorular sanki onu evliliklerinin sonuna doğru götürüyor.

Ve O Hiçbir Şey Demedi’yi okuyup bitirdiğimde yani barutun kokusu üstüme sinmiş bir vaziyette yıkık duvarların arasından çıkıp geldiğimde, İsmet Özel’in Of Not Being A Jew şiirindeki şu mısralar zihnime sökün etmeye başladı:

"Herkesin bahanesi var senin yok
günahlı bir gölgenin serinliğinde
biraz bekleyebilirsin daha sonra
burada kalamazsın, başa dönemezsin
ama dön
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!"

İyi okumalar.

Fatih Siren
twitter.com/CevfLeyl

20 Nisan 2017 Perşembe

Ahlâklı olmak, erdemli kalmak

İletişim Yayınları'ndan Fransa’da en çok satanlar listesinde yer alan Andre Comte-Sponville’nin “Kapitalizm Ahlaki midir?” adlı kitabıyla tanışmıştık. Türkiye’de en son 2004 yılında basılan Büyük Erdemler Risalesi, Işık Ergüden tarafından Türkçemize kazandırılmış

"Ya dostlarımızı, onlarda bizi sevdiği için değilse ve biz kendimizi sevdiğimiz için değilse, niçin severiz?"

İnsan kendinden memnunsa, dostlarını ve bütün insanları sevmekten geri durmaz.

"Bağışlanmalı, herkes bağışlanmalı! Yine de bu her şeyin birbirine denk olduğu anlamına gelmez; kişinin kendi karşısındaki kötü niyeti asla ahlaki olarak yansız ya da önemsiz kabul edilemez."

Neticede insan önemlidir. Söz konusu olan gerçeklik bile olsa:

"Çünkü kişinin kendi doğruculuğuna başkasını tercih etmesi, özellikle o ıstırap çekiyorsa, özellikle zayıfsa, meşrudur. Ama kendini hakikate tercih etmek, asla meşru olmaz."

Avrupa fundamantalizmin tehdidiyle baş başayken, içten içe nihilizmle mücadele etmektedir. “Değerler ve erdemler” üzerinde durmak Comte için iddialı bir durumdur. Sponville’nin tercih ettiği filozoflar Aristoteles ve Spinoza’dır. Kant’ı tercih etmez. Politikadan ümidini kesen gençliğin erdemlere ışık yakması bizim için de örnek teşkil edebilir. Kültürümüze olan o büyük yabancılaşmanın getirdiği çarpıklıklar üzerinde düşünmemizi sağlayacak ufuk açıcı bir kitaptan bahsediyorum. Yeni cevaplara açık zihinleri besleyecek bu kaynak, yalnız kalmış toplumlara yargıdan bahsetmenin abesliğini vurgular mesela:

"Yargılamak, her zaman için az çok karşılaştırmaktır ve bu nedenle, her adalet, düşünümsel bile olsa toplumsaldır. Toplum olmadan hiçbir adalet yoktur, bunu gördük ve bu durum Hume'a hak verir: Mutlak yalnızlıkta adalet diye bir şey olamaz."

Kitapta kasıtlı olarak bol alıntı ve referanslara yer verilmiş. Yazar bunu meraklısına yol göstermek için yapıyor.

"Sevmek, gerçekten sevmek, saf olarak sevmek, almak değildir: Sevmek, bakmaktır, kabul etmektir, vermek ve yitirmektir, sahip olunamayan şey ise sevinç duymaktır, bizde olmayan(ya da sahip olmak istediğimizde eksilecek) şey için, bizi son derece yoksul yapan şey için sevinç duymaktır ve tek iyilik budur, tek zenginlik budur."

Korkaklık ile gözüpekliğin ortası cesaret, yağcılık ile bencilliğin ortası ise haysiyettir.

"Küçük erdem, ama gerekli. Küçük bilgelik, ama erişilebilir."

Öfke ile duygusuzluk arasında yumuşaklık vardır derken Sponville, vasatlığı değil, orta yolu yüceltmiştir. Bu eserini özellikle her yaşa, mesleğe hitabedecek düzeyde kaleme almış. “Niçin dünya?” diye soran Comte, insan olarak ahlaklı olmayı, erdemli kalmayı açıklıyor ve bunu iddialı olarak yapmıyor. Aksine entelektüel bir sorgulamayı beraberinde getiriyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

19 Nisan 2017 Çarşamba

Parka ve pardösü ve 1980'ler ve özeleştiri

"Herkes biliyor, geminin su aldığını
Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini."
- Leonard Cohen, Everybody Knows

"Girmem, girmedim mangalara 
Yer etmedi adalet duygusu 
İçimde benim 
Çünkü ben 
Ömrümce adle boyun eğdim."
- İsmet Özel, Sebeb-i Telif

1980'lerdeki metinlere bakınca, şimdikilere nazaran daha fazla "hayatın içinden" olduğunu görebiliyoruz. Bu görüş şüphe yok ki bizlere meseleleri daha samimi bir şekilde okuyabilme ve diğer metinlere yönelme şevki veriyor. Geleceğe doğru yürürken geçmişte bir şeyler bırakmak ne kadar doğalsa, geçmişten bir şeyler almak da o kadar elzem. Bu çemberi rahmetli Erol Güngör şöyle izah etmiş: "Geriye doğru bütün zaman ve mekân eskiye aittir, ileriye doğru olan ise devamlı bir şekilde eskiye eklenmektedir. En yeni diye öğrendiğimiz şeyler bile maziye aittir çünkü bizim onları öğrenmiş olmamız bu yeniliğin artık geçmiş bir zamanda kaldığını gösterir."

Mehmet Efe'nin internet sayfasında yer alan tüm yazılarını okumaya gayret ediyorum. Mangalara girmeyen, kendince bir itaatsizlik sınırı çizmiş, duruşunu türlü işler karşılığında kesip biçip yontmamış kimselere büyük saygı duyuyorum. Bu cümleye "düşünceleri ne olursa olsun" diye bir eklemede bulunmayacağım çünkü varoluşunu kendi gönlünün yollarında anlamlandırmış kimselerin düşünceleri birçok noktada aynı. Farklı oldukları noktalar bile aynı. Bu aslında çok uzun bir hikâye. Mahatma Gandhi'den başlıyor, Martin Luther KingDalai LamaRosa Parks ve Henry David Thoreau gibi nice isimler dallanıp budaklanıyor. Türkiye'deki 'bu tarz kafalar' ise iki elin parmağını geçmiyor...

Mızraksız İlmihal'in ilk baskısı Mayıs 1993'te Vural Yayınları tarafından yapılmış. Aradan geçen 24 senede Türk siyasetinde olduğu kadar toplumsal dinamiklerde de birçok değişiklik oldu ancak kitap değerinden hiçbir şey kaybetmedi. Kapı Yayınları bu kitabı Mayıs 2016 yayınlayarak özellikle gençler için çok iyi bir şey yapmış. Kitap kapağındaki "80'li Yıllar İslamcı Genç Kuşağın Roman'tik Öyküsü" patlangacı her ne kadar yeni ve popüler kitap izlenimi yaratsa da, Mızraksız İlmihal'in mazisini ve etkilerini bilenler biliyor elbet.

Her şeyden önce Nilüfer Göle'nin kitap hakkındaki "Kızları insanlaştırmıştı. Sembolden insana dönüştürmüştü." sözüne tamamen katılıyorum. Henüz ilk sayfalardan itibaren bu doğrultuda bir metinle karşılaşmış olmak beni şaşırttı. Çünkü o zamanlarda bu zihnî yeteneği ortaya koyan çok az yazarın olduğunu biliyorum.

"Herkes bize bakıyor. Herkes bizi konuşuyor. Gazetelerin objektifleri o iğrenç bir şekilde subjektif olan objektifleri üzerimize çevrili! Başörtülerimiz; iktidarın, muhalefetin, basının, solcunun, sağcının, burjuvanın, işçinin köylünün, memurun amirin, hepsinin dikkatle baktığı bir şey oldu. İnsanlar bizi anlatıyor. Militanlar bizi bayrak yapmış, ağabeyler bize kader çiziyor. Stratejilerin, taktiklerin, komploların, hesapların; amacı ya da nesnesi olduk! Gerçek olamaz bunlar! Sıradan bir insanım ben! Ama bunları bilerek nasıl yürürüm sokakta, nasıl otururum, nasıl kalkarım, içimden gelerek nasıl konuşur ya da gülerim? Korkunç bir şey bu!"

Mızraksız İlmihal, İrfan'la Nurhan'ın aşkından çok daha ötesi. İslâmcılığın ve İslâmcıların yozlaşma yolunda ciddi yol aldıkları, aynı zamanda yollarını da buldukları bir dönemi anlatıyor. Kadınların dimdik yürüyüşünü ve onların gölgelerindeki erkeklerin gayet 'pasif' desteğini. Mehmet Efe kitabını "Roman'tik Deneme" olarak tanımlıyor. Doğru, çünkü başlıklar arasında önemli analizler olduğu gibi konuşma metinlerinde de işaret edilen nokta belirgin. Kitabı bitirdiğimden beri zihnimde "Siz ücret istiyorsunuz İrfan'cığım..." cümlesi savrulup duruyor. Hiçbir yere oturtamıyorum. Çünkü o İrfan'ların 'sınıfı' artık hem ücret istiyor hem de ücret alıyor. Çok büyük bedeller ödeyeceklerini bilmelerine rağmen...

Dininin emrini (âdetini değil) yerine getirdiği için okullara alınmayanlar, okullardan atılanlar, sınıfta sözlü/yazılı ve hatta fizikî tacizlere maruz kalanlar, nice büyük psikolojik sınavları atlatanlar ve atlatamayanlar, çalışmakla çalışmamak arasında kalanlar, erkek egemen toplumda kadınların kıymetinin iyice yitirilmesi ve harcanması dolayısıyla fikrî felçlerin iyice ortaya çıkması derken İslâmcılar için korkunç bir zihin kırılmasını hatırlatan yıllar: 1980'ler...

"Benim çocuklarım, insanlara egemen olmayı, tabiata egemen olmayı değil; ağaçların, dağların ve denizlerin bir parçası olmayı öğreneceklerdi. İnsanlarla aynı kaderin ve aynı yolculuğun içinde olduklarını bilip soluyacaklardı hayatı. Ama şimdi, bu düşlerden eser yok bende! Her şey karardı ruhumda, her şey soldu! Çocuklarım olsun istemiyorum. Neden mi? Onları sizin gibilerin egemen olduğu, kararttığı bir sürgitliğin içine nasıl salarım? Onları size karşı nasıl korurum? Kendimi koruyamadıktan sonra!? Neden düşman kazanmak için bu kadar heveslisiniz? Sizin de düşleriniz var mı hocam? Yoksa okuduğunuz gazete, masanızdaki tüzük, sicilinizdeki rakamlar kadar mı sizin gökyüzünüz?"

1980'lerde en çok hangi kitapların çantalarda yahut elden ele gezdiğini objektif bir zihinden okumamıştım. Mehmet Efe, "Kitapların adında saklıdır hikâyemiz" başlıklı yazısını tamamen kitap adlarından oluşturmuş. Bir Değirmendir Bu Dünya ile başlayan bu bölüm, yalnızca kitap adlarıyla dolu ve 8 sayfa. Okuduktan sonra meğer dedim, farkında olmadan ne çok "İslâmcı kitabı" okumuşum...

Psikolojik açıdan tekrar çözümlenmesi gereken bir roman olduğunu düşünüyorum Mızraksız İlmihal'in. Çünkü dönem romanları arasından okuduğum en gel-gitli, med-cezirli, lodoslu, poyrazlı, cereyanlı kitabı belki de. İmanın yanında sorgu, inancın yanında sual. Dolayısıyla zihin sürekli çalışıyor. Aradaki aşk ise yaşamın yaşanabilir tarafında, bir nefeslik mola. Bu aşkı tehlikeli bulan kafaların hiç roman okumaması lâzım. Çünkü yapılan eleştiriler arasında başı çekiyor. "Müslüman zihnine aşk zehri sokuldu" gibi. Bu zihniyete aklım ermez, o yüzden yorum yapamıyorum. Ve inanıyorum ki bu zihniyet; bir yürekten ziyade arsaya, ihaleye, ranta, mevki ve makama âşık oluyor, olabiliyor.

"- Ne istiyoruz biz? İnsanlardan, insanlar için ne istiyoruz? İnsanların yaşanmaya değer bulacağı ne var bizde?

Donup kaldım. Düşünmeye başladım. Yaşanmaya değer ne var biz de? Düşünmeye değer bulduğumuz şeyleri bile kendimiz aktarmaktan aciziz. Kitaplar dağıtıyoruz millete."

Evet, Mızraksız İlmihal "roman'tik bir deneme" olabilir. Ancak olduğu gibi duruyor. Beton gibi, tuğla gibi duruyor. Kendince yürüyor ve nice kalabalığın ilmihali olmaya devam ediyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Gösterişten uzak dupduru bir anlatımla gelenek-modernizm çatışması

“Her şey yok olmuştu, eski yoksulluklarından büyük bir sabırla, bitmez tükenmez bir maharet ve ustalıkla kurtarmış olduğu her şey; tahripkâr zamanı kandırma becerilerinin hiçbir tanığı kalmamıştı geriye.”

İçinde bulunduğumuz modern zamanlara hakim olan hırs ve kazanma tutkusu hepimizi öylesine hızlı ve baş döndürücü bir çarka kaptırıyor ki insanın çocukluğunun uçsuz bucaksız maviliğini yaşayabildiği, kendisine dair sorular sormak suretiyle hayatına anlam katıp zindelik elde edebildiği, yalnızlığını ve yaşlılığını temaşa edebildiği sahici zamanlar çok gerilerde kaldı.

Iza’nın Şarkısı’nda, Macar yazar Magda Szabó durulmamızı salık veriyor. Üzerimize eğilerek bir şeyler fısıldıyor. Kulak kesilmemiz gereken bir ses, bir burukluk, bir sitem var ortada. Kırık bir kalp var.

Iza’nın Şarkısı, bizim pek öyle yabancısı olmadığımız bir meseleyi konu ediniyor, pek öyle yabancısı olmadığımız insanlarla. Kocasının ölümünden sonra Etelka Szöcs, kasabasından ayrılarak gayet başarılı bir doktor olan kızı Iza’nın yanına taşınıp Budapeşte’ye yerleşiyor. Bayan Szöcs’ün yanında taşıdığı bavulda aslında sadece hatıralar vardır. Yepyeni bir hayata adım atarken tutunabildiği tek şey buğulu gözlerle hatırlayabildiği işte bu yaşanmışlıklardır. Fakat Bayan Szöcs yerini yadırgamıştır. Buralar kök salınabilecek yerler değildir. Zaman ilerledikçe uyumsuzluğu artar. Özlemini çektiği şey sadece ölen kocası değildir artık. Kendi hikayesini anlatabileceği komşularıdır, yağmur sonrası yükselen toprağın kokusunu duyabileceği küçümen kasabasıdır, birer hazine olan geçmişidir. Nihayet belki de hafızasızlığa mahkum olacağı bu yaşam tarzına sırt çevirmeye karar verir.

Türk okuyucusu nezdinde yitip gitmesine gönlümün razı olmayacağı bu kitap için "gelenek ile modernizmin çatışmasının ele alınması" desem kabaca, biliyorum çok kaba kaçacak. Ama Szabó ince ince dokuyarak müthiş bir zarafet örneği ile ele alıyor meseleyi. Gösterişten uzak dupduru bir anlatımla olabildiğince görkemli bir eser vücuda getiriyor.

Bu çok önemli, unutmadan eklemeliyim ey okuyucular! Etelka Szöcs, içinde gerçek bir buz kalıbı yok diye buzdolabına güvenmiyordu.

İyi okumalar.

Fatih Siren
twitter.com/CevfLeyl