5 Ocak 2017 Perşembe

Yola düşenlerin hikâyesi

Küçük kız ağlamadı. Ölüme göl kadar derin ve duru bir kederle baktı. Kocaman kara gözleri, bu kederi atlatmayı öğrenmekten başka çaresi olmadığını söylüyordu.

Göçmek, kök salmaktan mahrum olmak anlamına mı gelir? Yoksa göçebe, polen taşıyan arı misali, gittiği yere kokusunu, tadını, tohumunu ekerek yol alan, tüm mekânların daimi misafiri midir? Yola revan olanların hikâyelerinde her daim beni çeken bir şeyler bulurum ve onlara eşlik ederken derin düşüncelere daldığım, kendi içimde başka kapılar açtığım anlar olur. Okur, Benden Öte’yle birlikte yol alırken kimlik, göç, göçebelik, Batı, aidiyet, sorumluluklar, hissizleşme gibi birçok temel kavram üzerine uzun uzun düşünme ihtiyacı hissedebilir.

Roman, okura bir nasihat ile açılıyor: “Bu romanda mekân ve doğa, en az karakterler kadar dikkat çekici, derinlikli ve imgesel ögelerle sarmalanıp avuçlarınıza konuyor. Başlamadan önce Nanga Parbat, Ultar, Karakurum dağlarına, Kunhar ve Saiful Muluk göllerine kısaca bakmanızı tavsiye ediyoruz.

Romanın ilk sayfalarından itibaren, girişteki bu nasihatin ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Okur, kitaptaki karakterlerin hikâyeleriyle birlikte Pakistan’ın dağlarının, göllerinin, mağaralarının sakladığı hikâyeleri de öğreniyor. Benden Öte, pekâlâ, kökleri Pakistan’da gömülü, gövdesi Amerika’da yeşermiş bir adamın, Nadir’in ötede kalan kimliğinin izlerini bulma hikâyesi olarak da okunabilir. Nadir, bu yolculukta yalnız değil; sanki dağılan her bir parçasını temsil ederlermiş gibi, birbirini tamamlayamayan 3 ruhla, İrfan, Farhana ve Wes ile ne ummayı bulduğunu bilmeden yola revan oluyor.

Romanın yazarı Uzma Aslam Khan, çok küçük yaşlardan itibaren edebiyata merak salmış, lisans eğitimini Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde tamamlamış, metinlerinde ufak detaylar aracılığıyla derin mesajlar vermeyi tercih eden bir yazar. Örneğin, romanda Batı’nın Pakistan’a ve genel olarak kendi dışında kalan coğrafyalara olan yerleşik bakış açısı, Farhana karakteri üzerinden eleştiriliyor. Ancak bu avaz avaz bağıran ve öfkeli bir eleştiri değil: naif, sakin ve olgun. Nadir ise bilmediği bir toprakta, tanımadığı sulardan içerek büyümüş. Uzma Aslam Khan ile Nadir’in büyüme hikâyelerinin ortak noktaları bilinmez ancak hem yazarım hem de karakterin hayatla başa çıkabilmek için kendilerine birer sığınak yarattığını biliyoruz: edebiyat ve fotoğraf. Fotoğraf makinesi, Nadir için hayatla, diğer insanlarla ve kendisiyle arasında önemli bir sınır. Makine hem sığınak hem yuva hem koruyucu bir kalkan gibi; makinenin merceği, onu tüm tanıklıklardan ve yüklerden sakınır gibi.

Benden Öte, karakterler arası dengeleri ve denge değişimlerini takip eden, okuduğu kitapla birlikte başka bir coğrafyayı, oradaki insanların hikâyeleri aracılığıyla tanımaktan keyif alan ve yola devam etme tereddüdü yaşamayan okur için bir hayli çarpıcı bir roman. Okuru bol olsun!

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

4 Ocak 2017 Çarşamba

Hayata dair bir keşif kitabı

"Bir insanın hayata adım atar atmaz kendisini içinde bulacağı maskeli balo hakkında haberdar edilmesi son derece önemlidir."
- Arthur Schopenhauer

Birçok kavramın tanımlaması üzerine okumalar yaparken karşımıza yığınla örnek çıkabiliyor. Mesela tarih nedir, tasavvuf nedir, şiir nedir, para nedir... Bu soruların bir hatta birden daha fazla birçok cevabı olabiliyor. Misaller verilirken sayısız isimden istifade edilebiliyor, onların verdiği tanımlardan yola çıkarak yeni tanımlar inşa edilebiliyor. Ancak hayat öyle mi? Hayat nedir diye sorduğumuz zaman aldığımız cevapların hiçbiri bizi tatmin etmiyor. Sanki bir şeyler hep eksik kalıyor. Yeterli cevabı alamamak çoğu zaman insanı mahzun bile edebiliyor. Birhan Keskin, Fakir Kene'de "Hayat bazen katırlara sümbül vermek filandı", rahmetli Ahmet Erhan "Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük / bu gün de ölmedim anne", İsmet Özel Sevgilim Hayat'ta "Yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak / sen / her hafta oğlunu leğende yıkayan hayat" dizelerini söylerken neyi anlatmak istiyorlardı? Kim bilir? İşte sorun da burada. Kimse bilemiyor.

Ama ârifler öyle değil.  Onlar hayat üzerine konuşurken hem şairane hem de bir hoca etkisiyle, karşısındakilere uzun zaman saklayacakları bir mektup bırakıyorlar. O mektup dönüp dönüp tekrar okunuyor, okundukça yeni anlamlar bulduruyor sahibine. Böylece hayat yeniden anlamlanıyor. Zaten geçmişte de günümüzde de sorunun büyüklüğü oradaydı: hayatın manasında. İşte zamanın mutasarrıflık, valilik, müderrislik, profesörlük yapmış yöneticilerinden ve ehl-i irfan âlimlerinden olan Mehmed Ali Aynî'ye iki hanım, Kâmran Anıl ve Selma Kırcan "Hayat nedir?" diye sormuşlar bir zaman evvel. Fasılalar hâlinde cevap verirken Aynî, mülkiyede hocaları olan Recaizâde Mahmud Ekrem (edebiyat) ve Mizancı Murad (tarih) tarafından beslenmiş üslup ve anlatım kuvvetiyle tabiri caizse döktürüyor.

İsmail Dervişoğlu'nun hazırladığı Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen "Hayat Nedir?", diziniyle birlikte 173 sayfa. Birkaç bölüme ayrılan kitapta evvela Mehmed Ali Aynî'nin hayatı, eserleri ve "Hayat Nedir?" kitabının ortaya çıkış öyküsü yer alıyor. Sonrasında Aynî, "Bayan Kâmran Anıl ve Selma Kırcan'a Açık Mektup" diyerek kitabın meselesini anlatıyor. Önsöz niyetine ise hayattan bezginlik, şark edebiyatının zararlı tesirleri, kötümserliğin sebepleri gibi konular yer alıyor.

"Hayat Nedir?" sualini birinci bölümde üç faraziye üzerinden cevaplıyor Aynî: Animizm, vitalizm ve determinizme yahut fizikoşimik doktrin. İsimleri korkutucu gelmesin zira üslup son derece akıcı, yalın. İkinci bölümde "Hayatın bir gayesi var mıdır? Yoksa hayat manasız ve aldatıcı bir şey midir?" sorusu masaya yatırılıyor yazar tarafından. Bu sorunun cevapları günümüzde de birçok depresyon hastasının aslında bu hastalığa 'yakalanma' sebepleri. Hayattan neyin beklendiğini bilememek, hayata bir anlam yükleyememek. Aynî'den okuyalım: "Ne istiyordum? Hayat için ne düşünmek ve bunu nasıl kullanmak lazım geleceğini bilmek istiyordum. O hâlde gözümü eşyaya, şahıslara, hadiselere karşı kapayıp içime, ruhuma bakmalıyım."

Üçüncü bölümde Aynî, dinî ve tasavvufî ilmini irfanını ortaya koyuyor. Ledünni bilgiler bakımından hayatın gayesini, hikmetini ve sırrını açıklıyor. Burada Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin düşündükleriyle öğütlerinden yararlanıyor.  Aynî, ilk basamağı maddî ve ahlakî mutlak bir temizlik, istikamet ve iffet olan, cismanî sıhhatin muhafazasını tavsiye eden
leddünni metodun kaidelerini şöyle sıralıyor:

1. İnsanın, kendisinin kâinatın silsilesi içinde bir halka gibi olduğuna inanmasıdır.
2. Kendi fiilleri gibi düşünce ve duygularının bütün kâinat için aynı ehemmiyeti haiz olduğuna zahip olacak [bir zanna kapılan, bir fikre uyan] kadar ruhen mücahede etmesidir.
3. İnsanın hakikî mahiyeti, cismanî kalıbında değil bâtınî varlığında olduğunu bilmesi lâzımdır.
4. Bir defa girişilmiş olan işte devam ve sebattır.
5. Kendi vücudunu Hakk'ın bir ihsan ve nimeti bilerek şükür etmektir.
6. Bütün insanları ve bütün mahlûkları sevmeyi öğrenmektir.

Dördüncü bölümde "Yaşamak iyi midir, fena mıdır?" suali cevap bulurken beşinci bölümde "Hayatı sevmelidir" öğüdü çerçevesinde bir yol izleniyor. Altıncı bölüm, ölüm. Dolayısıyla konu oldukça derin ve kitabın en fazla sayfaya sahip bölümü de ölüm oluyor. Burada Aynî, Epikuros, Epiktetos, Marc Aurele, Descartes, Tagor gibi düşünürlerden, Kur'ân-ı Kerîm'den, hadislerden yararlanıyor. İntihar düşüncesi, içki düşkünlüğü ve küûl hastalığı üzerine de tespitlerini söylüyor.

Yedinci bölümde saadet üzerine düşüncelerini aktarırken, saadet yolunda akıl ve hikmetin hizmetlerini de anlatıyor. Mesud olmanın nasıl mümkün olabileceğini kısa ifadelerle, soruları yönelten hanımlara aktarıyor. Sekizinci bölümde Mehmed Ali Aynî, kendi öğütlerini veriyor. Buradaki beş öğüdünü kısaltmak suretiyle şöyle sıralayabilirim:

1. Her şeyden evvel sıhhati korumak için faydaları tecrübe ve ilimle sabit olmuş kaidelere riayet etmelisiniz.
2. Hiçbir gün boş ve tembel durmayarak mutlaka bir işle meşgul olmalısınız.
3. Ev işleri ve muayyen vazifelerin yapılması bittiği vakit kitap okumalıdır.
4. Hiçbir mahlûk yalnız yaşamıyor. Fakat insan bu ihtiyacı diğer hayvanlardan ziyade duymaktadır. Bundan dolayı adliyenin mahkûm ettiği caniler için vereceği cezaların en ağırı onu tek başına bir hücreye kapamak oluyor. Öyle, bir insanla konuşmaktan menedilen ve kendi kendine bırakılan bir mahkûm aç bırakılmadığı hâlde, o metrukiyete [terk edilmişlik] dayanamıyor, ya ölüyor, ya çıldırıyor.
5. Bahtiyar olmak isteyen bir kimse, her vakit, kendisini kontrol etmelidir. Eskiden bu işe nefsî muhasebe derlerdi.

Dokuzuncu bölümde bilgimizin azlığı, değersizliği ve son bir öğüt yer alıyor. Gerek batı gerek doğu felsefesinden çok önemli bilgileri bünyesinde toplayan Mehmed Ali Aynî, 14 Ağustos 1944'te bitirdiği mektuplarını "bütün büyüklerimizin tavsiye ettiği gibi kaza ve kader sırrını akıl menşurundan görmeyi denememenizi size hem tavsiye eder ve hem hayatta nasibiniz olan işiniz ve gücünüzle kalp sükûnu ve vicdan huzuruyla uğraşmanızı akıl, dirayet ve basiretinize bırakıyorum" diyerek bitirir.

İlk baskısını Nisan 2013'te yapan "Hayat Nedir?", her zamanda ve her şartta okundukça insanın hayatı olumlu taraflarıyla sorgulayıp yeniden anlamlandırma yapabilmesi için bir keşif kitabı niteliğinde.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Aşk ile adımları atmak, aşkla yolculuğa çıkmak

Büyüyenay Yayınları, kurulduğu günden bu tarafa medeniyetimizin klasikleri haline gelmiş hazine mesabesindeki kitapları yayınlıyor. Yanıbaşımızda bütün hızıyla akıp giden güncelliğe inat unutulmuş, unutturulmuş ya da görünmez hale gelmiş eski ama hiçbir zaman eskimeyen, değerini kaybetmeyen, insanı söyleyen, insana söyleyen kitaplar… İnsanlığın ortak değerlerini, erdemi, merhameti, adaleti… İşte bu hazinelerden biri de Şeyh Sadi-i Şirazi’nin Beş Meclis ve Akıl ve Aşk Risalesi

Şeyh Sadi-i Şirazi, önemli şair ve İslam âlimlerinden. İran’ın Şiraz şehrinde doğmuş. Hem medrese eğitimi almış ve hem tasavvuf… Nizamiye medreselerinde eğitim görmüş. Ömrünün büyük bölümü ilim tahsil etmekle, öğrenci yetiştirmekle ve bildiklerini insanlara anlatmakla geçmiş. Döneminde Müslümanların Moğollara ve Haçlılara karşı mücadelesine katılmış ve savaşmış. Hatta bir keresinde Haçlılar’a esir bile düşmüş. Aynı zamanda birçok İslam beldesini gezmiş. Macar asıllı müsteşrik, Türkolog, seyyah Arminius Wambery, Sadi-i Şirazi hakkında şu tespitte bulunuyor: “Sadi yalnız İran’da değil, Asya’nın, Afrika’nın Müslüman milletlerin yaşadığı kıta ve ülkelerin hepsinde saygıya mazhar olmuş bir şairdir. Tarzı beyanının ölümsüz tazeliğini Avrupa ilim toplulukları çoktan beri teslim etmişlerdir.

Beş Meclis Ve Akıl Ve Aşk Risalesi hacim olarak küçük bir kitap. Ama içeriği, anlamı, fiziki hacminin kat kat üstünde. “Beş Meclis” beş ayrı yazıdan oluşuyor. Bir vaaz esnasında ya da minberde söylenmiş sözlerin yazıya aktarılmış hali. “Akıl ve Aşk Risalesi” ise kendisine sorulmuş dokuz beyitlik sorulara cevap olarak yazdığı risale. Ayrıca İran asıllı gazeteci ve yazar, Servet-i Funun edebiyatçıları arasında yer alan, Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca bilen, Galatasaray Lisesinde Farsça öğretmenliği, Darulfünunda Farsça ve İran Edebiyatı hocalığı yapan Hüseyin Daniş’in Şeyh’le ilgili uzun bir yazısı da kitapta yer alıyor. Şeyh Sadi’yi tanımak açısından önemli bir yazı.

Beş Meclis” tabiri caizse taklidi imandan tahkiki imana yükselmenin doyumsuz lezzetini anlatıyor. İbadetlerin Allah korkusundan ya da kıyamet günündeki azaptan kaçmak için değil; Allah’ın her an bizi gördüğü, bizden haberdar olduğu bilinciyle yapılması gerektiğini söylüyor. Akılla Allah’ı tanımayı, kalple Ona bağlanmayı söylüyor Şeyh Sadi. Kalbin Allah’a ait olduğunu ve Onun yerinin de kalpte olduğunu… Aşk ile adımları atmayı, aşkla yolculuğa çıkmayı öğütlüyor.

Din nasihattir derler. Nasihat aynı zamanda samimiyet demektir de. “Beş Meclis”te hem ilim var, hem irfan var, hem de sonuna kadar samimiyet. Anlatılanlar ya da anlatılacaklar küçük hikâyelerle ve beyitlerle süsleniyor. Metin kuruluktan, sıkıcılıktan kurtarılıyor. Şeyh gönül diliyle konuşuyor, samimiyetle… Dünyanın geçiciliğinden, fenalığından söz açıyor. Dünyayı şamdana konulmuş bir muma benzetiyor. Şamdandaki mum geceleyin herkesi etrafına toplar. Etrafı aydınlatarak hükümranlığını ilan eder. Tâ ki sabah gelinceye kadar… Fecr-i sadık geldiğinde mum bütün güzelliğini, çekiciliğini yitirir. Işığının bir anlamı olmaz. Güneş âleme nurunu ve ışığını yayınca mumun bir kıymeti kalmaz. Aynı şekilde dünya hayatı da, dünyadaki saltanat da bu mum gibidir. Herkes, evlad-ı iyal, insanın etrafına toplanır. Ancak ecel-i sadık geldiğinde, ölüm gelip fani hayatın ışığını söndürdüğünde dünya saltanatının bir anlamı kalmaz. En gerçek olan ölüm geldiğinde yalan dünyanın gerçekliği sönüp gider. İşte burada gerçek olana hazırlık yapmak gerekir. İman ve takva… Ve ihlas…

Şeyh, sohbet konularıyla alakalı ayetlere de ver veriyor. Rivayetlere göre kendisi mutasavvıf olmayan Şeyh Sadi, tasavvuf ulularının menkıbelerini de kitapta bolca anlatıyor. Onlardan gerekli dersleri çıkarmamız konusunda uyarısını yapıyor. Cüneyd-i Bağdadi, Bâyezid-i Bistami, İbrahim Ethem, İbrahim Havvas, Bişr-i Hâfi gibi büyüklerin tecrübelerini aktarıyor.

Beş Meclis” kitabı yüzyıllarca önce yazılmış olmasına rağmen her zaman ve zeminde dikkate alınacak şeyler söylüyor. Elbette bugün için de dikkate alıp üzerinde düşünmemiz gereken noktalara vurgu yapıyor. Dünyeviliğin insanın iliklerine kadar işlediği, kapitalist mantalitenin, din, kültür, ırk ayırmadan her yere sirayet ettiği günümüzde Şeyh’in anlattığı menkıbelere gerçekten ihtiyacımız var. Hipergerçeklik gerçeğin tabiatını da bozdu. Modern zamanlar, gerçeğin yerine ikâme edilen modern zırvalarla, hurafelerle dolu… Hepimizin morale, motivasyona ihtiyacı var. Ruhi bir arınmaya… “Beş Meclis” işte bize bu arınma yolunu gösteriyor. Bazılarımız anlatılanlara geçmişin meselleri, hikâyeleri diyebilir. Bugün insanlık modern hurafelerle, teknik masallarla, ilerlemeci söylemlerle aldanmıyor mu?

Şeyh Sadi, unuttuğumuz, uzaklara sürgün ettiğimiz bütün değerlerin yine içimizde olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Gönül köşkümüzü tarif ediyor… Halk ile yaptığımız her ticaretin zarar, Hak ile yapılan alış verişin her zaman kazanç olduğunu söylüyor. Bir damla gözyaşı ve endişenin Hak Teâla kapısından geri döndürülmeyeceğini de söylüyor. Yani burada halk ile kastedilen ticaret basit günlük ticaret değil. Bunu iyi anlayalım. Elin bize iyi ya da kötü demesi sorun olmamalı. Yapacağımız şeyleri el ne düşünür düşüncesiyle ve endişesiyle değil de Hak ne der endişesini gözeterek yapmak… Aslında bu müthiş bir özgürlük ve özgüven. Gerçekten inanır ve ihlasla hareket edersek bu özgürlük ve özgüvenin sonsuz lezzetini tadarız. Eğer gerçekten iman edememişsek yalan dünya üstümüze üstümüze gelir ve faniliğin kölesi oluruz.

Yazımızı Şeyh’in şu kelamıyla bitirelim:

Ey Civanmert!
Ateş iki türlüdür: Mâişet (geçim) ateşi ve mâsiyet (isyan) ateşi. Mâişet ateşini gökten dökülen yağmurlar söndürür; Mâsiyet ateşini gözden dökülen yaşlar söndürür. Biri alnındaki toprak, diğeri pişmanlıkla dökülen gözyaşı. Alnına toprak, secdede bulaşır; pişmanlık gözyaşları ise Vedud olan Allah’tan korkudan dökülen yaşlardır.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

3 Ocak 2017 Salı

Şaire ne soruldu, şair ne söyledi?

“Sanıyor musun ki, sormadan bir şey öğrenebilirsin. Ve sanıyor musun ki, susup durmakla bilgisizliğin geçer. Yanılıyorsun. Durma sor.”
- Abdülkâdir Geylânî Hz.

“Sorunun konusu değil soru sorabilecek endişelere sahip olmak önemli. İnsanın insanla ilişkisinde karşısındakini nesne olmaktan kurtarması lazım. Sağlıklı, verimli bir ilişki ancak soruyla kurulur.”
- İsmet Özel

Her şeyi anlamak istiyoruz. Dünyada olup biten, ölüm sonrası olacak olan durumları, günlük siyasi olayları, bir şiiri, romanı, karşımızdaki insanı… İnsan olarak -beşer değil- her şeyi anlayıp kendi dünyamızda anlamlandırmak istiyoruz fakat bunu yapmanın birinci kuralı olan soru sorma eylemini yapmıyoruz. Korkuyoruz, bencilliğimize yeniliyoruz, kibrimizden yukarı çıkmıyoruz, sonra da ‘biliyorum’ duygusuna kapılıp bilmediğimizi katmerliyoruz. İnsan olmanın önemli vasıflarından biri olan soru sorma eylemini maalesef ülkece gerçekleştirmiyoruz. Toplum yapımızın da bununla ilgisi çok fazla. Bizde soru soran insan sevilmez. Sorarak, sorgulayarak yaşayanlara bir ‘değişik’ gözüyle bakar okumuşlarımız da okumamışlarımız da. Belli kalıplar dahilinde sorulup alınmış cevaplarla tatmin oluruz. Çünkü büyüklerimize göre daha ilerisine bizim ‘aklımız ermez’. ‘Başımızdakiler’ –her anlamda- düşünmüştür bizim yerimize her şeyi. Biz de başkaları tarafından sorulmuş sorulara verilen veya verilmeye çalışılan cevaplarla hayatımızı devam ettiririz. Modern çağ –özellikle 2000'ler- bilgiye çok kolay ulaşılabilen bir çağ. Bunun getirdiği bir kibir de soru sormamızı engelleyen etkenlerden önemli bir tanesi. Artık internete ulaşamayan kimse kalmadı gibi. Doğru da yanlış da internette. Gençlerimiz soru sormuyor; çünkü saçma sapan sitelerden öğrendikleri bilgileri ‘kutsal’ belleyip her şeyi bildiklerini sanıyorlar. Soru sormayı aşağılık bir durum addedip herkes cevap verme peşine düşüyor. Anlaşmazlıklarımızın, bilgisizliklerimizin birçoğu eksik soru sormaktan ya da hiç soru sormamaktan –BEN bilirim duygusundan- kaynaklanıyor. Okullarımız soru sormayı neredeyse yasaklayan bir eğitim veriyor. Daha ilkokul çağlarında soru sormadan sürekli enformasyona maruz kalan çocuk büyüdüğünde de bunu değiştiremiyor. Neyse ki soru soran muhabirler, gazeteler, dergiler var da bu eksiğimizi gideriyoruz. Daha doğrusu varmış. Artık bunlar da yok. Modern çağ hepsini yedi. Neyse ki bu kitap var elimizde.

Sorulunca Söylenen, İsmet Özel ile 1977-1999 yılları arasında yapılan mülakatları içeriyor. Bu zamanlar arasında önemli görülen birçok gazetenin, derginin ve buralarda çalışan önemli kişilerin İsmet Özel’e yönelttikleri sorularıyla birlikte İsmet Özel’in fikir dünyasına dahil oluyoruz. Birinci baskısını 1989 yılında yapan kitap TİYO’dan ilk olarak 2014 yılında neşredilmiş. 1999’dan 2014’e kadar yeni baskı yapılmadığını görüyoruz. Bunun cevabı İsmet Özel’de; fakat bir okur olarak her yıl baskı yapıp okunması gereken kitaplardan olduğunu düşünüyorum.

Kitapta İsmet Özel’le mülakat yapan yayınlar arasında Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet gibi Türkiye’de bilinen birçok gazete, İslami ya da İslami olmayan birçok dergi mevcut. İsmet Özel’le aynı fikirde olmasa bile İsmet Özel’in ne dediğiyle ilgilenen insanlar şaire birçok soru yöneltmiş ve şairden önemli cevaplar almışlar. İsmet Özel Türkiye’nin en önemli şair ve yazarlarından biri. Durum böyle olunca birçok mülakat kısa soru-cevaplardan çok uzun yazılarla dolu. Bazı sorulara İsmet Özel öyle cevaplar vermiş ki bir deneme konusu olabilecek yazılar çıkmış ortaya. Yanıtlar İsmet Özel’i tanıyanlar için hiç şaşırtıcı değil. Şair lafı eveleyip gevelemeden ne düşünüyorsa ne biliyorsa ortaya koyuyor mülakatlarda.

Mülakatların hepsi belli bir konu üzerinden devam ediyor ama tabi ki özellikle uzun mülakatlarda konu konuyu açıyor ve şairin birçok konudaki fikirlerine vakıf oluyoruz. Kitabın ilk mülakatlarında daha çok ‘şiir nedir ne değildir, gerçeklik ve şiir bağlantısı, Cumhuriyet dönemi Türk şiiri vb.’ gibi teknik konular yer alırken özellikle 1985’ten sonraki mülakatlarda işin içine siyasetin girdiğini görüyoruz. Bazı mülakatlar İsmet Özel’in o dönemde çıkardığı kitaplar üzerine (Bakanlar ve Görenler, Üç Mesele, Tavşanın Randevusu vb.) veya şiirler ve kavramlar üzerine (Of Not Being A Jew, Yahudilik) gerçekleştirilmiş. Fakat şunu görüyoruz ki mülakatların çoğunda edebiyat ve politika bir yerlerden birleşiyor, bu da bize -takribi 1960 ile 1999 arası- zamanın edebi-politik çerçevesini çiziyor. Bunların dışında Müslümanlar ile ilgili hayati tespitleri de buluyoruz bu kitapta Madımak’la ilgili düşünceleri de. Kadın ve aile hakkında çok esaslı mülakatlardan siyasal İslama, Refah Partisi'ne, şairin şiire başlama hikayesine kadar her şey var. Birbirine benzer konulardan tamamen farklı konulardaki mülakatlara kadar konu yelpazesi çok geniş olduğundan bu kitapta İsmet Özel’in hemen her konudaki görüşlerinin mevcut olduğunu düşünüyorum.

Mülakat okumak farklı bir şey. Bir kişinin düzyazısından fikirlerini anlayabiliriz ama bu fikirler hakkındaki detayları mülakatlarda yakalayabiliriz diye düşünüyorum. İsmet Özel’in birçok kitabı mevcut ama şairi hiç okumayan bir insan sadece bu kitabı okusa Özel hakkında etraflı bir fikre sahip olabilir. Bu da kitabın değerini bir kat daha artırıyor. Benim kitapla ilgili tek üzüntüm mülakatların 1999 yılıyla sınırlı kalması. Halbuki İsmet Özel 2000'li yıllarda da mülakat verdi bazı dergi ve gazetelere. Keşke onlar da yer alsaydı da daha kapsamlı bir kitap elimizin altında olsaydı. Neyse ki o mülakatlara tek tek de olsa hala ulaşabiliyoruz.

Yazımı kitaptan şairin İslam’a bağlanması, hümanizm, düşünmek vb. ile ilgili bazı alıntılarıyla bitiriyorum. Bunlar sadece küçük bir kısım. Kitabı okuyanlar bunlardan çok daha fazlasını kitabın içinde bulacaktır. Keyifli değil, fikri açıdan rahatsız edici okumalar dilerim.

İnsan iki şey peşindedir, ya özgürlüğünü arar ya güvenliğini. Aslında birini bulmadan öbürünü sağlaması mümkün değil, özgürlük büyük ölçüde dışa doğru, güvenlik içe doğru bir edimdir. Ben bugün Kur’an’a bağlanmakla varoluşsal güvenliğime kavuştuğum inancındayım. Ancak bu güvenlik noktasından sonradır ki özgürlük elde edilebilir. İslam benim için bir şifadır. Yaralı olmayan veya yarasını tanımayan bu şifadan nasibini alamaz.

Modern çalışma ve yaşama biçimi, insanı bir sene çalıştırıyor ve derhal tatil veriyor. Aslında bu dinin yerine geçmek isteyen yeni bir dinin -hümanizmanın- iddiasıdır. Kendi kutsalını yaratma çabasıdır.

Boyun eğen insanlar köleliği güçlendiriyor, iş kölede bitiyor. Bir gün köle: Hayır ayakkabılarını boyamıyorum dediği anda, fırça kullanmasını beceremeyen efendi çaresiz kalacaktır.

Türkiye’de düşünerek karar verme vakıası ortadan kaldırılmak isteniyor. Düşünerek karar verme ortadan kalkınca yerine ya şartlanarak ya da zorlanarak karar verme geçiyor. Bu ikisini birlikte yapıyorlar. Yani bugün insanlar seçmelerini ya şartlanmalar, ya da mecburiyetleri doğrultusunda kullanıyorlar.

Bir şeyi yeşile boyayınca o İslami olmaz.

..Şimdi araç deyip bazı şeyleri kamufle de edebiliriz. Yani aslında o araçların bizimle olan ilişkisi çok önemlidir. Bu yüzden mesela teknoloji meselesini ciddiye alıyoruz. Çünkü teknoloji nihayet bir amaçtır diyorsa bazıları, hiç de öyle değildir. Teknoloji sonunda insanların hizmetine girmekten ziyade insanları kendi hizmetine sokan bir özellik taşıyabilir. Yani bugün kendi evlerimize bakın, vaktimizin ne kadarı o aletlere hizmetle geçiyor. Onu bir düşünün. Yani o aletler bizim işimizi mi kolaylaştırıyorlar, yoksa biraz da hayatımızı mı belirliyorlar? Yani biz biraz da onlarsız yapamayacak hale mi geliyoruz? Onların dertleri bizim dertlerimiz mi olmaya başlıyor? Onu bir düşünmek lazım.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Filozoflar da yanılır (mı)?

"Doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır: Mutlu olmak için burada, dünyada olduğumuzu sanmak."
- Arthur Schopenhauer


"Kişi neyi severse sevsin, neyi yererse yersin, neye inanırsa inansın, neyi inkar ederse etsin, kısaca ne ederse etsin bilerek etsin."
- İhsan Fazlıoğlu

Coğrafyamızın tarihiyle, bilhassa düşünce ve fikir tarihiyle bir türlü buluşamadık. Günümüzde kültür-sanat faaliyetlerinin de bu meseleye dair bir karış yol gidemediği, emek veremediği, katkıda bulunamadığı da ortada. Oysa Avrupa (isterseniz batı diyebilirsiniz) İslâm düşüncesinin Gazâlî, İbn Rüşd, İbn Meymun, Aristoteles, Kindî, Farâbî, İbn Sînâ gibi büyük düşünürleriyle çağlar öncesinden tanışmıştı.

Orta çağda Latin dünyası, İslâm dünyasının düşünürlerinin söylediklerine de yazdıklarına da kıymet veriyor, çoğu zaman 'çaktırmadan' istifade ediyordu. Lakin bunun farkında olan düşünürleri de mevcuttu ve ortaya çıkarmaktan da kıvanç duyuyorlardı. XIII. yüzyılın ünlü teologlarından Romalı Giles, İslâm düşünce geleneğinden haberdar biri olarak, 1270'lerde Errores Philosophorum'u kaleme aldı. Bu eser, çeviri yoluyla Batı'ya intikal eden bu İslâm eserlerinin ve fikirlerinin bir nevî tenkididir, hatta tepki de denebilir. Elbette bu tepki, Hristiyanî bir tepkidir.

Romalı Giles dışında Paris Başpiskoposu Etienne Tempier de birer tenkit yayımlamıştır. 1270 ve 1277 Paris Kınamaları adlı bu eserler de Filozofların Yanılgıları adlı kitabın muhteviyatını kapsıyor. İslâm dünyasından çevrilen eserlerin Batı dünyasında büyük karşılık görmesi ve bunlardan istifade edilmesi, koyu Hristiyanlarda endişeye sebep olmuştu. Kaknüs Yayınları tarafından Özcan Akdağ çevirisiyle neşredilen Filozofların Yanılgıları, hem Romalı Giles'in hem de Etienne Tempier'in tenkitlerini okuyucuyla buluşturuyor.

Romalı Giles tenkitlerinde şu isimleri hedef alıyor: Aristoteles, İbn Rüşd, İbn Sînâ, Gazâlî, Kindî ve İbn Meymun. Augustine tarikatına bağlı olan Romalı Giles, tenkitlerini 'sağlam bir temele' bağlama hevesiyle yanlış bir öncülün pek çok yanlış sonucu doğurduğunu, bu yüzden de söz konusu isimlerin fikirlerinin mutlaka tenkitten geçirilmesi gerektiğini belirtiyor. Özellikle en önce Aristoteles bundan nasibini alır. Mesela bir maddede Giles şöyle diyor: "Aristoteles, zamanın hiçbir şekilde bir başlangıcı olmadığını iddia ederek hataya düşmüştür. Zira zaman, hareketin bir sonucu olarak var olur. Eğer hareketin bir başlangıcı yoksa zamanın da bir başlangıcı yoktur. Bununla birlikte o, zaman meselesinde hususi bir güçlük olduğu kanaatindedir. Çünkü bu an, her daim geçmiş zamanın sonu ve gelecek zamanın da başlangıcıdır. Şu hâlde bir ilk an var olmayacaktır. Bu açıklamaya göre, her andan önce bir zaman olacaktır ve her belirlenmiş bir andan önce de bir an var olacaktır. Dolayısıyla zamanın bir başlangıcı yoktur ve zaman ezelîdir."

İbn Sînâ için yazdığı yanılgı notlarından birinde ise "nefslerimizin en alt derecedeki akıl tarafından yaratıldığını ve ruhlarımızın idaresinin ve nihai mutluluğumuzun da ona bağlı olduğunu söylemekle yanılmıştır" diyor Romalı Giles. Gazâlî yönelttiği tenkitlerden birinde ise şöyle diyor: "O, ruhumuzun mutluluğu elde etmesinin ancak en son aklı (faal aklı) temaşa etmeye bağlı olduğunu dile getirmekle yanılmıştır."

Romalı Giles tenkitlerini yaparken kendi tezleri üzerinden ilerliyor. Böylece onun da tezleri üzerine bir tenkit geliştirilmesi gerekiyor. Kaldı ki bu zamanla yapılmış ve Giles'in tespitleriyle tenkitleri ciddi bir yere varamamış. Aslında onun bu tenkitleri yapmasındaki en büyük sebep, İslâm düşüncesinin batıda çok güçlü yankı bulması ve ilgi görmesi. Bu da haliyle Giles zihnine sahip olan ilim insanlarında şüpheleri, endişeleri, korkuları beraberinde getirmiş. Hristiyan akidesine zarar vereceği endişesiyle Paris Başpiskoposu Etienne Tempier de 1270 yılında 13 önermeden oluşan bir kınama mesajı yayınlar. 7 yıl sonra bu 13 önerinin yetersiz kaldığını düşünerek 219 önermeden oluşan 1277 Paris Kınamaları'nı yayınlar. Hedefinde Aristotelesçi âlem anlayışı, âlemin işleyiş tarzı, Tanrı'nın tikelleri kendi zatlarında bilip bilmediği ve faal aklın birliği gibi meseleler yer alır.

Bu iki kınama metninin de kitaba eklenmesi oldukça yerinde bir fikir olmuş. İlki her ne kadar hızlı, yüzeysel görünse de ikinci kınama metni oldukça derin. Okuyucu, hem batı düşünce dünyasındaki İslâm düşünürlerinin etkilerini görebilir hem de nasıl bir kontra geliştirildiği konusunda daha farklı araştırmalarla yüzleşmek için bir başlangıç yapabilir.

96 sayfalık bu kitapçıkla düşünce dünyamıza önemli bir katkı yapan Kaknüs Yayınları'nı tebrik ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Aralık 2016 Cuma

Yolda olanın sorusu vardır

Var olmak. Var olma bilincine sahip olmak.

Kâinatta yaşayan en önemli varlık olan insana her dem hakkı teslim edilmiştir hiç şüphesiz, gerek ilahi gerek beşeri varlıklar tarafından. İlahi kaynak tarafından bildirildiğine göre insan “ahsen-i takvim” üzere yaratılmıştır. Felsefi olarak ise düşünceye sahip olması göz önüne alınmıştır ve bu sebeple yüce bir varlık olarak benimsenmiştir.

Bütün mesele insan olmaktır.

Doğru yolda olan ve düşünen ya da kelâmi deyiş ile tefekkür eden varlık insan olma yolundadır. Medeniyetlerin metafizik temellerini üç unsur görüşü oluşturur. Tanrı, Evren ve insan üzerine düşünmek ile ancak oluşan medeniyetler gibi insan da epistemolojik ve ontolojik olarak kendisini konumlandırmalı.

Peki, insan olmak nedir?

Bence insan olmak; yolda olan, yolda olmaya çalışan varlıktır. Yani ‘var olma sancısı çeken’ varlık ancak insan olma yolundadır. “Bilgi insanın korkusunun fethidir” diyen İhsan Fazlıoğlu gibi önce bilgi diyorum. Epistemolojik olarak insan kendisini konumlandırmalı. Tabii insanın kendisini konumlandırırken ontolojik sancı çekmesi de kaçınılmaz olur.

Yolda olan insandır.

Bizim inancımızın metafizik görüşü hiç şüphesiz sadece gelecek tasavvuru ile sınırlı değildir. Hz. Ali’nin “Nereden? Nerede? Nereye?” bilgisine sahip olan bizler Elest Meclisi’nde verdiğimiz söz ile kendimizi konumlandırırız. Geldiğimiz özü koruma iddiasında ve inancında olan bizler, özü korumak ile mükellefiz aynı zamanda. Ancak insanın “nerede?”sorusunu her dem -bir kelime anlamı da unutan olan- hatırlaması gerekir. Yani yolda olan bizler mükellefiyetlerimiz ile yol alırız. Zira biliriz ve inanırız ki gelecekte üzerimize düşenlerin hesabını vermek zorundayız.

Yolda olanın sorusu vardır.

Soru sormak felsefede cevaptan önemlidir, fakat biliriz ki soru soran cevabı arayandır. Bu yüzden hakikat arayışında soru soran insan Tanrı, Evren ve İnsan hakkında yeni bir görüş ortaya koyar. Ancak bizim sorumuz ve yeni görüşümüz Kâinatın Rabbi olan Allah’ı anlamak ve iman etmek içindir.

Her dem yolda olan ve yola anlam katan olmak duası ile…

Nurettin Topçu’nun“Var Olmak”isimli kitabı, düşünce dünyasında yaşadığı ontolojik ve epistemolojik problemler üzerine yazılmıştır. Bu tarz bir fikir tartışmasını/sorularını okumak hepimiz için farklı bir serüven olacaktır.

Yunus Arslan
twitter.com/yunusarslan34

29 Aralık 2016 Perşembe

Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü

Sana bir ‘Çığlık’la yazacağım, o derin ‘Sis’e dalıp, uyuyan bir ‘Şehir’de. ‘Arka Bahçe’den, bir ‘Kanat’ takıp; bazen ‘Yeraltı’ndan, bazen ‘Uzak’tan, bazen ‘Pencere’den sesleneceğim. Onulmaz bir ‘Yara’yla, bir ‘Kuş Ölüsü’yle, deli bir ‘Zincir’le; ‘Oyun’u kendi içinde, o kitabı yazacağım. “Gramofonun önünde yalnızım. Günler eksiltmiş seni.” diyeceğim ben de yazar gibi.

İncecik biliyor musun ‘Evlerin Yüreği’, kâğıt gibi tıpkı, zar gibi… ‘Gırtlağı delik bir kadının’ yazdığı on sekiz öykü saklı içinde, tam on sekiz ayrı ses. Seslerin sahibi: Şenay Eroğlu Aksoy. Her bir öykünün ses rengi/ ahengi kendine has. Duru bir ses değil ama, çoğunlukla iç kıyıcı…

Kim bilir, ‘Çığlık’ta anlatılan ‘gırtlağı delik kadınlardan biri’ de benimdir. O yüzden kâğıda kaleme sarılmışımdır! Öyküde dendiği gibidir belki de: “Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı.

Mekânların ruhu/ hafızası vardır diye bilirdim. Ancak ‘Evlerin Yüreği’nden haberdar değildim. Bile isteye ‘saklı’ dedim başlıkta, ‘gizli’ demedim. ‘Evlerin Yüreği’nde Saklı Kadın… Başlığım da kırmızıydı! Mayıs’ın ortasın(d)a doğan tüm çocukların rengi değil midir lalenin teni? (Yolun yarısını geçtiğim şu günlerde, baharı duymuşken hele…) Doğduğum aydı o benim ve dahi lalenin kendi rengini doğurduğu ay…

Biliyor musun, ‘doğum günü’ yazım da saklı olacak burada bir yerlerde. Yeni yaşımın ilk gününden yazıyorum bu yazıyı. Sanki hayat, “Seninle başladı/ bugün/ ıtırlı bir mayıstı…” diye fısıldayacak bana. Dudaklarıma dökülecek sonra sözü. Ne çok yakışacak anlamını bulduğum her kelime, hazneme… “Uçuk sarı güneşler saçan kokuların içinde” -deyip- seslendin ya. Dilerim ki o da sana hep, “bir daha olmayacak” diye seslensin. Güneşin. “Bazen hayal hakikatten daha ıtırlıdır.” Öyle değil mi yoksa sevgili okur!

Aylardan mayıstı kitabı ilk elime aldığımda. Bahar bahçeydi her yanım. Yeni, tıpkı bahar gibi diri bir kitap okumak istemiştim. Elim, ondan ‘Evlerin Yüreği’ndeki öykülere uzanmıştı. Sadece elim mi; dilim, zihnim ve yüreğim de… İyi ki de uzanmış. Akan sadece zaman değildi ki öykülerde. Kadınlık. Issızlık. Yalnızlık. Yalınlık. Ve dahi nice hallerimiz…

Renk renk. Şekil şekil… “Bir bahçenin ortasındayım. Kollarım duvar dibindeki badem dalı, göğe doğru. Bahar geldi, çiçek açacak badem, çiçek açacağım. Uyanışın bedenime göllediği güdü hortlayacak.” diyen yazarın ‘iç ses’ini duyuyorum şimdi. O’nun sesiyle konuşuyorum: “İçim, beklenmeyen hayata gebe.

Yazarın ‘Arka Bahçe’sinde oyalıyorum sözümü. “Sen, bildikçe tükenen, konuştukça eksilenim. Sus!” dese de o… Aldırmıyorum. Aldırmayacağım da. ‘Evlerin Yüreği’nde yazan kadın/lar var hep. ‘Çığlık’ atıyor/lar hayata. Şimdi, yine aynı ‘Çığlık’; yazarın attığı ve benim duyduğum. Anlattığı kadınlar: “Simge, Ilgın ve öbürleri… Aysel dışında hepimizin az çok mürekkep yalamışlığı var, işte bu yüzden sesimizi kaybettiğimizden beri küçük bir defter ve kalem taşıyoruz ceplerimizde.

O, uzun süren, bir ömrün ardından damıtılmış, acı, yaz(g)ı var ya… Göz göz. Yara yara. Onulmaz. Can buluyor her bir karakteriyle yazarın zihninde. “O değilse, kimdi karanlığın içinde vurduğu her gece?” diye soruyor. On dokuz yaşına götürüyor beni. “Geçmiş bir mayıs masalıydı, aylardan haziran!” diyorum yazımın başlığını alıp. Kırmızı bu da! Kan. Kızıl. Ten. Beyaz. Söz. Siyah. Aşk. Yeşil… Dudağımda eprimiş kelimeler hep. Medet ummak mı yaşamdan bu? Hayır!

Sadece o eski yazısını anımsıyor ‘Evlerin Yüreği’ni okuyan bu okur.

Yaşadığımız müddetçe, ‘hayat’ bizlere sunulan bir yıldız bahçesi olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak. Aylardan Mayıs’tı geçti, şimdi Haziran; yaz sıcağı, gölgesiz, karanlık… Sanki tüm dünyanın karanlığını içimize dolduruyoruz. Kendi cinnetimizi ve sayıklamalarımızı, başkalarının yazdığı yazıların başlığı yapıyoruz. Sadece, evet sadece ellerimizde kalan bir uçurtma serinliği ve yalnızlığın o yıkılmaz kalesi…

Yazar, ‘Evlerin Yüreği’nde kimi zaman ‘Abis’ gibi gizemli kelimelerle sesleniyor, kimi zaman da bir ‘Yara’yla: “Avcumun ortasında; ömrümü baştan sona kuşatanmış incecik yol.” diyor, “Çatallara ayrılıyor bazı yerlerde, usulca uzuyor sıcak derimin üstünde. Düşünüyorum da insan isterse, usul uzayan yolları tam ortadan kesip, bitirebilir mi ömürleri?

‘Abis’, kitaptaki bir öykünün adı. Anlamı içinde kendi derinliğini de barındırıyor: “Okyanusların çok derin yeri ve daha özel olarak güneş ışığının erişemediği kesim.” demekmiş. ‘Abis’te anlatılan, bir celladın öyküsü…

Şimdi bir söz dönüp duruyor aklımın içinde, yüzler çekilip gitmiyor. Geçmiş, demirden, soğuk ayaklarıyla etimde yürüyor. Herkes yeniden can buluyor öldüğü yerde.

Yaz(g)ımız… ‘Kuş Ölüsü’ndeki gibi: “Kadınlıkla ilgileri yokmuş gibi görünür ama kuytularımızda, etimizde gizlidir kadınlık, elbette o da bulacak kendini.

Klasik -anlamda- giriş, gelişme ve sonuçlar beklemeyin ‘Evlerin Yüreği’nden. İç sesler de var, kendi kendine söylenme hali de… Daha çok ben öyküsel anlatım göze çarpıyor. Moderne ve postmoderne dair birçok ize rastlanıyor. (Oğuz Atay, Tezer Özlü ve Onat Kutlar’a ithafen yazılmış öykülerde özellikle.) Zaman zaman düşen bir ritme sahip olsa da, nitelikli bir ilk kitabın öyküleri bunlar.

Çığlık’tan bahsettim ‘gördünüz’, Arka Bahçe’den, Abis’ten ve Yara’dan… Diğerleri de en az bunlar kadar söz edilmeye değer. Şenay Eroğlu Aksoy, ‘Evlerin Yüreği’nden seslendi bize. Sessizce. Yazarak. Susarak. ‘Duyalım’ diye. Yapı Kredi Yayınları’ndan, öykülerin diliyle konuşmak isteyenlere.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor

Kalbine dikkat et, sevdiklerine dikkat et, sevmediklerine de…” diyor Necdet Subaşı Hoca; kalbin, sevginin, nefretin, dikkatin derin bir unutuluşa mahkûm edildiği modern zamanlarda. Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor aslında. Dikkate, sevgiye, insana… Nereye yöneldiğini ya da hangi rüzgârla savrulduğunu fark edemeyen zihinlere bir merkezi işaret ediyor, kalbi… Görselin, görüntünün içinde yitip gitmeye karşı sahici olana çağırıyor. Zamanın behrinde yaşanmış sımsıcak, samimi hayatlara çağırıyor hepimizi, samimiyete… Yok sayılan, görmezden gelinen, geçmişin karanlık dehlizlerine hapsedilen tarihi ve talihimizi çağırıyor şimdiki zamanlara. Sımsıcak kalemi ve samimi kelamıyla…

Subaşı’nın Zamanın Behrinde Ramazan, Yaz Dediler Ânı, Tedavüldeki Kitaplar & Kritik Öyküler adlı kitaplarını okuyunca söylemek istediklerim daha net anlaşılacak. Kişisel öyküsü etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor aynı zamanda. Evde yapılan, sade, gösterişsiz, riyasız iftarları anlatıyor. Yer sofrasını, Tanrı misafirlerini… Yemeklerin duayla herkesi doyurduğu zamanları… Kaderi kitaplardan ezberlenmiş cümlelerle çizilmiş kayıp kuşakları anlatıyor sonra. Maceraları kitap satırlarından akanları…

Yıllar boyu resmi ideoloji ve onun uzantısı akademyanın görmezden geldiği, hatta nefret ettiği İslam’ın sosyal yönü ve etkileriyle ilgili, ilintili birbirinden derin akademik çalışmaların sahibi Necdet Subaşı. Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın… Subaşı, “Din ve Toplum Arasındaki İlişkileri Anlam(landırm)ak Ya da Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları” adlı makalesinde, “İslam’ın kendine özgü sistematiği, değer inşası, toplumsal birikime yön vererek dönüşebilen geleneği hâlâ belirleyicidir. Gündelik hayatta var olan görüntülerin onu açıkça göz ardı eden çalışmalardan yola çıkılarak yorumlanabileceğini düşünmek pek rağbet görmemektedir.” diyerek İslam’ın toplumsal belirleyiciliğinin altını bir kez daha çiziyor.

Necdet Hoca, akademik bir ciddiyet içinde ama asla asık suratlı değil. Entelektüel ve aydın vasfı su götürmez ama halkına, kültürüne, içinden geldiği sosyo/ekonomik yapıya yabancılaşanlardan değil. Akademisyen yönü aydın çehresinden, aydın çehresi akademik yönünden seçilmez. Soğuk, asık suratlı hoca profilini yerle bir eden bir sıcaklığa ve samimiyete sahip. Güçlü bir edebiyat damarını akademik birikimle tahkim ediyor. Tabiî ki yapaylıktan uzak, içimizden biri gibi seslenen üslubuyla…

Türk modernleşmesi, çağdaş Türk düşüncesi, modernleşmenin topluma etkileri, din, Alevilik, kültürel farklılaşmalar, Diyanet, yurt dışındaki Türkler, gündelik hayat çalıştığı, ilgilendiği alanlardan bazıları. Bir imparatorluk bakiyesi olan, birçok farklı unsurun bir araya gelmesiyle oluşan Türkiye gerçeğini komplekssiz, hırslarına yenik düşmeden tanıma ve tanıtma gayretinde. İdeolojik bir kampın sınırlarında durarak başkalarını ötekileştirmeden tanımaya çalışıyor.

Modern Cumhuriyet, resmi ideoloji toplumu yeniden inşa ederken dini anlamlandırma aşamasında hem sosyal bilimler alanında hem de yaşam noktasında tedirginlik ve kafa karışıklığı içindeydi. Radikal modernleşme çabası içinde din negatif anlamda bile yeterince değerlendirilmeye tâbi tutulmadı. Dinin toplumsal bağlamı uzun süre görmezden gelindi. Din tartışmaları kısır laiklik ve laikleşme konuları etrafında dönüp durdu. Bu laiklik fetişizmi dini araştırmaları kısıtladı, fakirleştirdi. Bu durum Necdet Hoca’nın da altını çizdiği gibi velud bir alanın akim kalmasına sebep oldu. Düşünsel kısırlığın önemli nedenlerinden biri olarak bugüne kadar geldi. Böylelikle ne İslam tam anlamıyla anlaşıldı ne de doğru dürüst bir İslam eleştirisi ortaya çıktı.

Necdet Subaşı, Anadolu’nun, derin milletimizin sorunlarına, açmazlarına ciddi, sahici çözümler arayan bir gönül insanı. Tribünlere oynamak gibi bir gayesi yok. Bizi yakan ateşin yine bizim ateşimiz olduğunun farkında. Mezheplerin, meşreplerin birer savaş sebebi kılınmasının karşısında. “Bugün aklı başında herhangi bir Müslüman’ın gelenek içinde ortaya çıkmış en önemli kurumlardan birisi olan mezhep kavramını ulu orta eleştirmek, ulu orta reddetmek yerine bu durumun kendi sosyolojik tabiatı hakkında kafa yormasının daha yararlı, daha verimli olduğunu düşünüyorum.” diyerek enerjimizi boşa harcamamanın gerekliliğine işaret ediyor.

Yazımızı Mustafa Oral’ın sitemizde yayınlanan mülakatında Necdet Subaşı hakkında söyledikleriyle bitirelim. “Doğduğum yıl babam iş kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Bir kolunu ve bir gözünü kaybetmişti. Babam benim sağ kolumdu; ben sağ kolumu kaybetmiştim. Babam benim gören gözümdü; ben sağ gözümü kaybetmiştim. Bir körlük, bir çolaklık hüküm sürüyordu bende. Bize düşen, bundan sonra 'sol' gözü, 'sol' eli kullanmaktı. Kıbrıs’tan kalan karartmalar, ardından sağ elin ve sağ gözün kaybı hayatımı zorlaştırıyor, içimde gecelerin çoğalmasına neden oluyordu. Gittikçe içe kapanıyordum. Konuşmayı unutuyordum. On üç yaşındaydım. Bir gün Mevlânâ diyarından Necdet Subaşı isminde bir öğretmen kasabaya tayin oldu. Bana verdiği ilk şey Efendimizin hicretini anlatan 'Hicret' isimli bir kasetti. Onun ile yavaş yavaş sağ gözüm görmeye, sağ kolum uzamaya, kalbimin sağ tarafı tutmaya başladı. Onun etkisi ile namaza ve yazmaya hicret ettim.

On üç yaşındaydım. Ablam Şefika, Manisa’da açan bir karanfildi. Bana mesir macunu ayarında nesir ve şiir tohumları getirirdi yazları. Öğretmenimiz Necdet Subaşı kasabaya Mevlana’dan gül tohumları getirirdi. Avuç avuç üzerimize serperdi. O günlerde namaza başladım. O tohumlar bir gün sürgün verir umuduyla yazmaya başladım. Anlayacağınız yazmaya namazla birlikte başladım. Yazımız namazımızla yaşıttır.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

26 Aralık 2016 Pazartesi

Başka bir İstanbul yok

"Hayali kafamda hükümler süren
Görmez gözlerime görün İstanbul."
- Âşık Veysel

Şehir bize kendimizi hatırlatır. Bu hatırlatıcılık vasfı İstanbul gibi kadim şehirlerde daha yoğun tebarüz eder. Batı Roma, Doğru Roma, Osmanlı medeniyetlerini bünyesinde eritip, kendince bir potaya sokmuş ve oradan tüm dünyaya mesaj yollamış bir şehirdir İstanbul. Nedir bu mesaj? Şudur: Medeniyet mirastır ve elden ele yaşatılır, yaşatılmak zorundadır.

İbrahim Zeyd Gerçik'in Büyüyenay Yayınları tarafında neşredilen 96 sayfalık "İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" adlı kitabı, kısa sürede İstanbul'un hassas noktalarını öğrenmek için oldukça ideal metinler içeriyor, bu vesileyle kitapçık da diyebiliriz. Eserini; "kendine, insana, tarihine, toprağına, medeniyetine, İstanbul'a dost olan; koruyan, güzelleştiren ve iyiyi diri kılmanın mücadelesini veren insanlara" adayan Gerçik, çok fazla romantizme girmeden nostaljik bir belgesel tadında ama şiirsel bir dille adımlıyor İstanbul'u. Evlerden, mahallelerden, hayvanlara ve çevreye gösterilen özenden bahsediyor. Tüm bunları yaparken düşüncesinden tarihî mirası asla çıkarmıyor. Camileri, medreseleri, külliyeleri, tekkeleri, türbeleri, mezarlıkları unutmuyor. Medeniyetin emanet ettiği içinden deniz geçen şehir İstanbul'u "ölümle barışık şehir" olarak ilan ediyor. Yazarın nezdinde varlığını sonsuzluğa adayanların şehri olan İstanbul'a dair söylenecek şeylerin gittikçe azaldığı zamanlardayız. Gün geçtikçe üzüldüğümüz ve hatta kahrolduğumuz şeyler fazlalaşıyor. En başta da çocuklar bundan nasibini alıyor:

"İstanbul bahçelerinden, çiçeklerinden geriye çok az şey kaldı. Çiçeklerin isimleri gitti, çocuklar çiçekler görmeden yaşadılar ve büyüdüler. Sayabileceğimiz çiçek isimleri bir kaçı geçmez oldu. Çiçeklerin görüntüleri, kokuları gitti, isimleri sokak tabelalarında asılı kaldı."

Malum, İstanbul'un ahşap evleri Bosna'dan Şam'a kadar tesir etmiş, üslubuyla vazgeçilmez olmuştur. Öyle ki bugün bile Saraybosna'daki yapılarla Bursa'daki yapıların benzerliği birçok sempozyumda konuşulmuş, üzerine tezler dahi yazılmıştır. Ahşap ev; sürekli yaşayan bir yapıya sahip. Esnek olduğu için aile nüfusuna göre şekil alabiliyor. Bahçesiyle iç açarken yazın ve kışın sağladığı ısı dengesiyle sağlığı da koruyor. Artık ahşap evler ya birer müze ya da metruk bir hâlde, yenilenmeyi bekliyor. Bu yenilenme de betonla oluyor. Soğuk, sevimsiz ve uhrevî değil dünyevî.

"Ahşap evler içinde yaşayan İstanbul insanının ilişkileri güven, saygıya ve mahremiyete dayanırdı. Bir mahalleye sonradan gelenler, ilk yerleşenlere saygı göstermek zorundaydı. Sonradan gelen onun manzarasını kapatamaz, evinin içine bakan bir pencere açamaz, bir balkon yapamaz ya da kapısına ulaşımı engelleyemezdi. Dolayısıyla evini ilk yapanla sonradan yapanlar arasında her zaman bir anlaşma, karşılıklı bir rıza olması gerekiyordu. Her ev bir özel dünyaydı. Mahremiyet temel esastı. Evlerin ses geçiren ince duvarlarından dolayı yüksek sesle konuşmak, tartışmak pek adet değildi. Dedikoduya fırsat vermeyecek biçimde yaşamak, hareket etmek ve konuşmak İstanbul halkına bu evlerin getirdiği bir alışkanlıktı."

Yazarın, 'boğazın yeşil tacı' olarak anlattığı Emirgan, ismini Emirgune Han'dan alıyor. Erivan Kalesi'ni Osmanlılara savaşmadan teslim ettiği için Sultan IV. Murad tarafından kendisine boğazdaki bir bölge verilmiş, o bölgeye de halk zamanla Emirgan demiştir. İstanbul yalnız Emirgan gibi yeşili bol ve denizle iç içe yerlerden oluşmuyor elbette. Tarihi eserleriyle ve mezarlarıyla daima yaşayan bir şehir özelliği taşıyor. Eskiden mezarlıklar evlerimize, dolayısıyla bize daha yakındı. Yürürken muhakkak sikkeli yahut serpuşlu bir mezar taşına rastlar, adını sanını bilmediğimiz o zata bir fatiha okurduk. Artık mezarlıklar bizden, biz mezarlıklardan uzaklaştık. Bu rızasız uzaklaşma, peşinden dünyaya daha çok bağlanmayı ve ölümü unutturmayı da getirdi.

"Ölüm yaşayanları korkutmaz, yaşanılan mekanı güzelleştirirdi. Ölüm, hayat kadar doğal olandı. Bir zıtlık, bir çatışma değildi. Hayat ve ölüm bir bütündü. İnsanlar ölümü hayatlarından koparmadıkları için, hayat daha bir anlamlı yaşanıyor, ilişkiler daha sağlam tutuluyordu. Çünkü perdenin ne zaman kapanacağı, oyunun ne zaman biteceği bilinmiyordu... İstanbul'da mezarlıklar yolların kenarlarında, camilerin bahçelerinde, bir çeşmenin yanı başındaydı... Bu bir ölü sevicilik değildi. Hayatla ölümün bütünlüğü, ölümü tevazuyla kabulleniş, ölümle çatışmama, ölümle savaşmamaydı. Ölümle savaşmak, ölümle çatışmak Yaratıcıyla savaşmaktı. Ölümle çatışmak hayatla çatışmaktı. Ölüler geçmiş, ölüler kökler, ölüler dostlardı."

Bu yüzden de 1874 yılında İstanbul'a gelen ve bu şehir üzerine en önemli eserlerden biri olan İstanbul'u yazan Edmondo de Amicis, Eyüp mezarlığını şöyle anlatmıştı: "Ölüm tasvirini güzelleştiren ve korkmadan seyrettiren Müslüman sanatı bu kadar zarafetle gözler önüne serilmez. Dudaklarda hem dua hem tebessüm uyandıran hüzün ve zarafet dolu bir kabristan, bir saray, bir bahçe, bir mabeddir bu."

Sirkeci, Bab-ı Ali Caddesinin başlangıcından itibaren gözümüze bir cadde adı çarpar: Klodfarer. Çemberlitaş'a kadar uzanan bu cadde, ismini İstiklâl Savaşı'nda Türklerden yana destek veren yazılar kaleme almış Fransız yazar Claude Farrère'den almıştır. Bir jest olarak, İstanbul'un bu en güzide caddelerinden birine yazarın adı verilmiştir. İbrahim Zeyd Gerçik, Claude Farrère'den bir İstanbul alıntısı yapar: "İstanbul, yalnız genişliği, zenginlikleri, ihtişamı ve kudreti ile büyük değildi. O, eski ve köklü bir medeniyetin verdiği kendine güvenle eski ve soylu ruhuyla, enerji ve cesaretiyle de gelişken, değişik ve büyüktü. Bütün bunlar içlerinde milyonların uyuduğu mezarlardan ve içlerinde hâlâ milyonların yaşamakta olduğu eski konaklardan sezinleniyordu."

Fransızların İstanbul'a düşkünlüğü bir hayli fazladır. Bu durum bazen kuşkulara sebep olsa da birçoğunun sevgisi samimidir. Birçok yayınevi tarafından neşredilen "İstanbul: Dünyanın En Güzel Şehri" kitabında Fransız şair, oyun yazarı, ressam ve sanat eleştirmeni Théophile Gautier şöyle der: "İstanbul bütün güzelliği ile bütün haşmeti ile Türk'e yaraşır. Zarf ile mazrufun bu kadar uygun düştüğü bir yer kürenin başka hiçbir tarafında görülemez."

"İstanbul: Medeniyetlerin Başkenti" özellikle gençlerin muhakkak ve acilen okuması gereken bir başlangıç kitabı. Bu yönüyle okullarda kısa İstanbul tarihi göreviyle bir rehberlik görevi bile üstlenebilir. Şiirsel anlatımıyla, yalın Türkçesiyle ve içindeki siyah-beyaz fotoğraflarıyla okuyanı hem düşündüren hem de hüzünlendiren bir kitap. En önemlisi de insanda kitabı bitirdikten sonra İstanbul için küçük de olsa bir şeyler yapma isteği uyandırıyor. Yazar, kitabı bitirirken şöyle sesleniyor: "İstanbul'a dostluk, Türk Milleti'ne dostluktur. İstanbul'u sevmek, bu şehri tanımak ve çocuklarına tanıtmaktır. İstanbul'u sevmek, bu şehirdeki medeniyete ve tarihe karşı sorumlu olmaktır. İstanbul atalarımız, İstanbul tarihimiz, İstanbul bizi var eden değerlerimiz. İstanbul'u sevmek; onunla harman olmak, onunla yoğrulmak, kendini onunla tanımlamaktır."

Şehir bize kendimizi hatırlatır, diyerek başlamıştım. Bir şehri tanımak bize kendimizi de yeni baştan tanıma imkânı sağlar. Her şehir tıpkı her insan gibi biriciktir çünkü ve bu biriciklik hâliyle buluşmak, sorumluluk duygusunu da artırır. Yükleneceğimiz bir yük, kenara çekeceğimiz bir taş, söyleyeceğimiz bir söz hem bize hem bu şehre çok şey kazandırır. Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.

İstanbul'u tanımadan sevmek hamasetten başka bir şey getirmez. Önce tanıyalım, iyice tanıyalım. Ve ona sahip çıkalım. Başka bir İstanbul yok.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Aralık 2016 Perşembe

Futbolun tutku olduğu zamanlara ait öyküler

"Bir insanın nasıl olup da futbol sevmeyeceğini aklımız almıyordu; ama dünyanın her yerinde böyle yaratıklar vardı."
- Paul Watson, Ayağa Oyna Pohnpei

“Yalnızca falanca futbol takımının taraftarı değil, anılarımın taraftarıyım diyebilirim. Anılarının taraftarı olan birçok futbolsever gibi..."
- Necdet Özkazancı, Taşradan Futbol Hikâyeleri

Futbol, özellikle de 'bizim' bildiğimiz futbol afyon değil, aksine insanlığı, umudu, birlikteliği, paylaşmayı, hatırlamayı ve anlamlandırmayı diri tutan bir spordur. Hatta spordan daha ötesidir. Böyle diyerek futbolu ululadığım düşünülmesin zira şimdinin endüstriyel futboluna karşı çıkanlar, mahallenin ne olduğunu ve onun kaybını kederle yaşayanlar gayet iyi bilirler futbolun ne olduğunu. Yalnız Afrika'da değil, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuğu da bir ihtiyarı da tebessüm ettiren yegane şeydir meşin yuvarlak.

Al da At Dercesine adlı bu kitapta, 'bizim' dediğimiz kadronun futbol öyküleri bir araya gelmiş. Levent Cantek'in editörlüğünü yaptığı kitabın yazar kadrosu şöyle: Alper Atalan, Akif Kurtuluş, Mahir Ünsal Eriş, Yekta Kopan, Kıvanç Koçak, Ercan Kesal, Mustafa Çiftci, Necdet Dümelli (aynı zamanda kitabı yayına hazırlayan), Bülent Çallı, Emre Bayın, Ayla Karadağ, Giray Kemer, Işıl Kocaoğlan, Hakan Kulaçoğlu, Serhan Ergin, İlyas Barut, Can Belge, Murat Başekim, Bağış Erten.

161 sayfalık kitabın 'edebiyatçı gözüyle futbol' olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar öykülerden bazıları fazla edebiyatçı koksa da diğerlerine nazaran genç olan yazarlar sanırım hafızaları daha taze olduğundan, zihinlerindeki futbol anılarını birer öyküye dönüştürmüşler. O güzel günlerin, acıyla neşenin iç içe geçmişliğinin, âşıklarla meczupların bir araya gelişlerinin. Hiç aklımıza gelir miydi mahallenin en silik karakterinin bir futbol cambazı olabileceği mesela? Yahut evine bilgisayar girene kadar bütün mahalle maçlarında gol kralı olmuş o arkadaşımıza küsmüş olamaz mıyız? Babamız işten gelene kadar koşturduğumuz top, peşinden ayakları değil idealleri de sürüklememiş miydi? Balkondan sarkan o leziz sepetteki anne yemeğini mahalle takımına yeni giren arkadaşımızla bölüşmedik mi? Okulun serserisinin antrenmanlarda herkesi nasıl da motive eden bir lidere dönüştüğüne şahitlik etmedik mi?

"Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Adam yok diye oyuna sonradan girdi. Yarım saatte üç kez balgam söktü, dört gol attı. Birini hırsına yenilip çatala abandı. Birini ceza sahası- na yakın bir yerden, kalecinin boşluğuna denk getirdi. Di- ğer ikisi şiir gibiydi. Tüm takımı çalıma dizip kalenin dibinden, arkasından gelen gence pasladı. Cumhur Abi’ye yazdı- lar golü ama o tınmadı. Üçüncü golün karbon kopyasını balgam olup tükürdü demir baklavalara. “Dört” dedi içinden. Kalenin arkasından korner noktasına ağır koşu, oradan da santraya kimselere bakmadan. Alkışları duymadı, duymak istemedi. “Vayyy baba, sende neler varmış beee... Cumhur 8 Abi’me bak, ellilik Messi, yürüse yeter!” iltifatlarını da kulak arkası yaptı, maç sonunda tellendirmek için. Yarım saat oynadı Cumhur Abi. Sıkıldı sonra. Sıkılmadı da bir şeyler bastı üstüne, yüreğine. Dört bir yandan üzerine düşen spotların yarattığı dört gölgenin sırrına kadem basarak kapıya yöneldi. Aktığı kanada uzun bir top geldi: “Cumhur Abi sendeee, yardır!” dendi. Ses susana kadar top döndü, döndü. Tellerde durdu. O zaman anlayabildi gençler Cumhur Abi’nin oyundan çıktığını."

Tam bir takımı sevmek üzereyken 'bizde oğullar, babalarının takımlarını tutarlar' yasasına gönülden bağlanmadık mı? Hem, kızlar da sevmez miydi futbol, yeri geldiğinde ipi saklambacı evciliği bırakıp kurmazlar mıydı bir kızlar takımı? Antrenörlük etmek istemez miydik komşu mahalle kızlarının kurduğu takıma? Sonra hepsinin abilerinden ayrı ayrı dayak yemez miydik yahut yüz görümlüğü niyetine haftalığımızın üçte birini kaptırmaz mıydık? Hepsinin cevabı 'evet' olmuştu 'bizim' bildiğimiz futbolda. Futbol tutkuydu, duruştu, hayattı bir zamanlar. İşte o zamanların öykülerini saklıyor Al da At Dercesine.

"Ben esasen Galatasaraylı olacaktım. Babam çeldi aklımı. "Galatasaraylı olursan takımın Ankara'da yılda iki sefer maç yapar ama Gençlerbirliği'ni tutarsan en az on altı, on yedi maç olur" dedi, "Hem insan kendi şehrinin takımı dururken niye başka takım tutsun?" Galatasaray kötü bir dönemden çıkmıştı ama kadro güzeldi; Tugay var, Bülent var, Hagi geliyor... Ama ben en çok Suat'ı severdim, sekiz numara giyerdi. Bizim mahalle maçlarında tişörtümün sırtına tükenmez kalemle sekiz yazmıştım, uzaktan okunmazdı. Babam öyle deyince, nasıl oldu anlamadım ama birden oldum Gençlerbirlikli."

Zannedilmesin ki öykülerde sadece mahalle ve çocukları anlatılıyor. Bu öykülerde semt kulübü başkanlarının şikâyetleri de var en samimisinden. Menajer hokkabazlıkları, futbolcu kaprisleri, ticaretten bir farkı kalmayan transfer stratejileri... Mesela kitaptaki öykülerden birinde kulüp başkanıyla röportaj yapılmış. Mizahı bol fakat gerçeğe de bir o kadar yakın. Bin bir zahmet ve zorluk içinde kulübe başkan sezon sonunda 'mecburiyetten' istifa edince "İstifanız çok sürpriz oldu" deniyor. "Şehrin çocuklarına veririz harçlığı, oynatırız zannettik. Fakat işler değişmiş..." diyen başkan bu değişiklikleri şöyle anlatıyor:

"Bakım bu transfer denen şey var ya, bir insanın kendi öz memleketindeki huzurunun bozulması için yeterli. Ben bu Anadolu kentinde sıfırdan iş kurmuş, iyi kötü sanayici olmuş, yirmiden fazla ülkeye ihracat yapmış bir insanım. Kulübü de bir yerlere taşıdım evelallah. Lakin aklımı oynattım, kimseye de yaranamadım. Herkes avanta peşinde, kimsenin futbol diye, takım diye, şehir diye bir derdi yok. Alemin gözü senin üzerinde, kulübün parasında. İşler kötü gitse de futbolcu satsak diye bekliyor hepsi aç kurt gibi. Arkadaşı, hısmı akrabası kalmıyor insanın bu işe bulaşınca. Kimseye güvenemiyorsun, kimseye sırtını dönemiyorsun. Şu başkanlık işinde 6 ayda gördüğüm, afedersiniz, puştluğu kırk yıllık ticaret hayatımda görmedim. Hele şu menajer denen tipler yok mu!"

Mahallelerden uzaklaşan futbol artık halı sahalara hapsolmuş durumda. Otoparklar, asfaltlar, yüksek apartmanlar ve 'güvenli' siteler bölüverdi oyunları. Öğrencisi de işçisi de harçlıklarından, maaşlarından muhakkak bir kısmını ayırıp ayda bir yahut birkaç kez ekibini topluyor, halı saha maçı yapıyor. Bu maçlar baklavasına, çorbasına yapıldığı gibi sadece spor ve eğlence amaçlı da olabiliyor. Lakin halı sahanın da kendine göre kuralları var. Öyküler arasında halı saha maçlarına atılmış bir sosyolojik bakış dahi var. Kavramlarıyla, içeriğiyle hem eğitici hem de öğretici. Mesela 'erken terhis'çi olan oyuncular kimlermiş bir bakalım:

"En arzulanmayanı da erken terhisçilerdir. Bunlar, gayriciddi tavırlarla üst üste goller yiyerek birinin gelip "Hadi çık kaleden" demesini bekleyen vatan hainleridir. Özünde, takımın kazanabilmesi için kendilerinin sahada olması gerektiğine inanırlar ve takım arkadaşının da böyle düşündüğünü sanır, yahut sanmak isterler. Bu tipler kaleye geçtikleri kısa süre içinde maç skorunda devalüatif değişimlere sebep oldukları için en sevilmeyenlerdir."

Bazı çocuklara sorun, onlar size söylerler hayata ve dostluğa anlam yükledikleri bu kimi zaman zarif, kimi zaman hırçın oyunun yalnız 'top peşinde koşmak'tan ibaret olmadığını. Zaten onların öyle hemen 'adam' olmakta gözleri yoktu. Önce çocukluklarını yaşamak ve yaşatmak istediler. Biraz da bunun için sürdüler rakip kaleye toplarını. Yenseler de yenilseler de fark etmezdi. Mahalleler rakip olabilirdi ama aynı semtin komşularıydı hepsi. Rekabet maç biter bitmez karabet oluverirdi...

Artık futbolun tutkusu işte böyle öykülerde, sayfalarda, anılarda kaldı. Pahalı biletlerde, akıllı statlarda, içi geçmiş tribünlerde, bol reklamlı formalarda neyin tutkusu kalırmış...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf