13 Ocak 2016 Çarşamba

Açılım sürecinde Türk milliyetçilikleri

Umut Özkırımlı, eleştirel bir bakış ile incelediği ''Milliyetçilik Kuramları'' adlı kitabında Türk Milliyetçiliğinin olmadığı Türk Milliyetçiliklerinin olduğu teşhisinde bulunur. Bunun anlamı, her kesimin farklı bir milliyetçi tanım yapma gayretinde olduğudur. Vatandaşlığa dayalı milliyetçilikten, kültür milliyetçiliğine, liberal milliyetçilikten üçüncü dünya milliyetçiliğine Anadolu coğrafyası içerisinde yer alan/tutan her kesimin tanımlaya geldiği bir milliyetçilik anlayışı vardır. Aralarında farklılık arz etse de daha önemlisi bu tanımlamaların Avrupa merkezli bir milliyetçilik temelinde sekülerize edilmiş, tepkiye dayalı bir siyasal programın parçaları olmaları tanımsal milliyetçiliklerin ortak paydasıdır. Bu bir olumsuzluk olarak önemle dikkat edilmesi gereken bir noktadır.

Milliyetçilik tartışmaları son zamanlarda, özellikle de devletin politik hareketliliğine paralel bir şekilde gündemde yer edinmeye başladı ve yeni süreçte daha da tartışılacağa benziyor.

Bu tartışmalar -çoğunlukla kamuoyunu şekillendirmeye yönelik yürütülse de-, Türkiye''nin Avrupa Birliğine yönelik politikalarında ve açılım sürecinde milliyetçiliğe dair getirmeye çalıştığı yeni yorumlara karşı bir kamplaşma etrafında dönmektedir.

ÜÇ TARZ MİLLİYETÇİLİK

Genel hatları ile tartışmada yer alan kamplardan birisi kapitalist dünya-ekonomisinin devletlerarası sistemde örgütlenmesini (devamlılığını ve etkinliğini sürdürmek adına) ulus-devletlerden daha büyük bölgesel alanlara taşıma gayretine denk düşen yeni ve kapsayıcı bir milliyetçilik yaklaşımıdır. Türkiye'de Adalet Partisi'nden Doğru Yol Partisi ve Anavatan Partisi'ne değin pragmatik ilişkiler içerisinde geliştirilen milliyetçi anlayış ile örtüşen yeni milliyetçilik yorumu esnek bir anlayışa sahiptir.

Bir diğer kamp ise yeni yaklaşımın mesafeli durduğu Gökalp&Akçura çizgisinde şekillenen pozitivist bir anlayışla vatandaşlık temeline dayanan, bugüne değin resmi ideoloji ile bütünlük içerisindeki milliyetçiliktir. Gökalp''ın İslâm'ı kültür alanında ele alması ümmetçiliğe açık kapı aralasa da, aslında Akçura'nın laisizm vurgulu milliyetçilik tanımı ile örtüşmekteydi. Şaban Teoman Duralı'nın dikkat çektiği gibi, bu tanımlamanın babası sonradan soyadını Tekinalp olarak değiştiren Moiz Kohen'dir ve Gökalp'ın hocasıdır. Bu kavmî tutum, Akçura'nın ''devrim tüccarı'' olarak bilinen Parvus Efendi ile ilişkileri de dikkate alındığında, ilkin Alman subayları, sonrasında da Selanik odakları ile iş görmüştür. Dönemin şartları düşünüldüğünde, bu kampta yer alanların takındığı milliyetçi tavır bir panzehir işlevi görse de, bugün için aynı şey söylenemez. Ayrıca panzehirin bir noktadan sonra zehir işlevi gördüğü de dile getirilmektedir.

Bu iki kampın yanında bir başka kesim daha vardır ki -bir kamp oluşturmasalar da-, programlarını çoğunlukla dahili oldukları azınlıkların daha rahat nefes alabilmeleri adına kurmuşlardır ya da öyle görünüyorlardır. Sol bir jargonla evrensel ilkelere dayalı sözde milliyetçilik karşıtı bir söylem ile aslında yaptıkları mevcut düzeni idame ettiren unsurla bütünleşmektir.

Avrupa merkezli düşünce geleneğinde varlık, bir başka varlığı temel alarak onun karşısına ve onun üzerine yerleştirilerek tanımlama çabası içerisindedir. Bu minvalde madde ile zihni iki ayrı varlık tipi üzerinden kodlamış, bu sınırlı dualist bakış açısı yaşamsal her alana bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmıştır. Türkiye''de ulusal devletin kurulması ile ideolojik bir ihtiyaç halinde kendini gösteren milliyetçilik de bu gelenekten nasibini almıştır. Bugünün Türkiye''sinde yeniden tanımlanmaya çalışılan milliyetçi yaklaşım -içerideki sorunları çözmeye yönelik toplumsal talebin yarattığı baskıyla da-, vatandaşlık tanımının kapsayıcılığını genişleterek revize etme ihtiyacına denk düştüğü gibi dünya konjonktüründeki değişime yönelik bir hamledir de.

HERKES KAPSANABİLİR Mİ?

Her halükarda, özellikle anayasa çalışmaları üzerinden yürütülen bu tanımlamanın kapsamı ne kadar genişletilirse genişletilsin, birilerinin dışarıda kalacağı muhakkaktır; çünkü vatandaşlığa kimin dahil edileceği mevzusu kimin dışarıda tutulacağı sorusunu beraberinde getirir. Bu durumun olası sonuçlarına yönelik hareket eden diğer kesimler için, ister dahil olanların alanının genişletilmesi ile kendi alanlarının daralacağı sanrısına kapılarak, ister bu genişlemeden nasibi alamayanların sözcülüğünü yapanların ortak payda bu gelişmelerin otantik uyuşmazlığı karşısında net tavrın konulamamasıdır.

Bu tanımlama girişimlerinin en nihayetinde maddiyatçı bir temelde, sınıfsal, ekonomik ya da ideolojik bir bakış açısı ile Türk'e rol biçme çabaları, parçalayıcı, geçici çıkarlara dayanmaktadır. Bu politik mevzilenme merkezine aldığı dar bakış açısından kendini kurtarmalıdır; çünkü bu dışarıdan devşirilmiş ve dünyevi olanı amaçlayan politik tutum da bugün için geçerli olan çözüm yarın için başkaca sorunlara bizi gebe bırakır. Varlık minvalini küfre ve küffara karşı verdiği mücadelede bulan insanlara verilmiş bir ismin Türk olduğu tarihsel gerçeğini aklımızdan çıkarmamalıyız. İhsan Fazlıoğlu'nun da ifadesiyle onlar, yani mücadele ederken karşımızda bulduklarımız bize Türk demiştir. Bu, tanımlara sığmayan tarihsel bir gerçektir; dolayısıyla etnik, ideolojik ya da kültürel bir tutum değildir. Bu tutumları sürdürerek gerçeği görmezden gelmek ise bize hiçbir şey kazandırmayacağı gibi bir çok şey de kaybettirir.

VÂKİ OLANDA HAYIR VARDIR

Peki yapılması gereken nedir? Şair'in sözlerini önemsemeliyiz: "Burası bizim memleketimiz / Bıçak bu yerlerde saplandı şiire''. İçerisine girilen açılım sürecinin -dünya konjonktüründeki değişimleri de dikkate alarak- bizi nereye götüreceğini bilemeyiz; fakat karşılaşmamız muhtemel olumsuzluklara karşı hazırlıksız yakalanmamız çok önemli bir konudur. Bu süreç içerisinde yer alan kimi insanlar feraset sahibi olsa da ve bizler onların ferasetine inanıyor olsak da, sürecin hassasiyetini dikkate alarak milliyetçilik tanımlamalarına yönelik tartışmaların sığlığından kendimizi alıkoymamız gerekmektedir. Kendini öteki üzerinden kurmayan bir aklın kalp ile birlikteliğini bütüncül bir duyarlılıkla ele almanın yollarını aramalıyız. Eğer ki, bunu yapabilirsek ''rağmen'' demeyi de öğrenebiliriz. ''Vâki olanda hayır vardır.''

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

8 Ocak 2016 Cuma

Ruhun ve sözcüklerin dünyasında: bekleyiş ve umut

"İsimsiz bir özlem ağlıyordu ses çıkarmadan
Ruhumda, hayat özlemi ağlıyordu."

- Hugo Von Hofmannsthal, Canto di vita

"Ve koşuyorsun tesellisiz
Rüzgârdaki tek kuşmuşsun gibi."

- Alejandra Pizarnik, La figlia dell'insonnia

İnsan psikolojisiyle ve onun derinlikleriyle ilgilenen doktorlardan bazıları; felsefeden, edebiyattan ve müzikten istifade edince ortaya kalıcı eserler bırakıyorlar. Bu net ifademi son yıllarda okuduğum ve karşılaştığım bazı doktorların yaşamlarına borçluyum. Bahsetmek istediğim şey metafizik değil, gizem değil, mistisizm hiç değil. Sadece üç şey: İnsan, düşünceleri ve yaşamı. Şüphesiz insanın yaşamında umut belirgin bir yer kaplarken düşünceleri de bekleyişlerini anlamlandırdığı bir "şey" oluveriyor. Belki bir eylem, belki bir savunma mekanizması. Ben bunu biraz da bebeklerin ateşinin çok kolay çıkmasına benzetiyorum. Bebeklerin savunma mekanizmaları sanıldığının aksine çok gelişmiştir ve ufak bir virüs saldırısında harekete geçer, dolayısıyla ateş yükselir. Bundan dolayı bazı doktorlar "ateşten korkmayın" derler, doğrudur. İnsan da bekleyişleri arttıkça umut eden ve fakat umutları konusunda sabırsız olduğu için de kendi sonunu kendi elleriyle hazırlayabilen bir varlıktır. Özellikle yalnızlığıyla kurduğu irtibat ona ya ilham kaynağı olur ya intihar vesilesi. "Ruhun Yalnızlığı" adlı çarpıcı çalışmasıyla beni sarsmış olan Eugenio Borgna, yine Meryem Mine Çilingiroğlu çevirisiyle bu kez bekleyiş ve umudun yol haritasında rastladığı izlere temas ediyor. Kitabı hazırlama amacını da şöyle açıklıyor: "Kayıp ve yeniden bulunmuş Proustvari bir imgelemin izinden giderek, psikiyatri hastanesindeki ilk işgünümün umut ve beklentilerine, parıltı ve yanılsamalarına, özlem ve kaygılarına odaklanıp orada tanıdığım deliliğin kati şekilde psikolojik ve insani olan öğelerini katedip yeniden inşa etmeye yollandım."

Borgna, Novara'daki psikiyatri hastanesinden başlar bekleyişin ve umudun nabzını tutmaya. Dört bölüme ayırdığı kitabının ilk bölümünde "belleğin izinden" gider. Kaygı, delilik, önyargı gibi konuları irdelediği bu bölümde Rilke onun yoldaşı olur. "Her gün üstüme inen o kaygılar, daha başka yüzlerce kaygıyı uyandırıyordu ve bunlar, bana karşı dikleniyor, aralarında birlik oluşturuyorlardı ve ben onları yenemiyordum" diyen şair, ilk bölümdeki tüm konuları yaşamış, anlamını aramış ve öyle çekip gitmiştir bu dünyadan Borgna'ya göre.

İkinci bölümde "bekleyişin ve umudun imgeleri" üzerinde durur Borgna. Kayıp ve yeniden bulunmuş zamanın izinde, kalbin bekleyiş ve bekleyişlerdeki huzursuzlukları, varoluşsal bir kategori olarak umut ve psikopatolojik deneyimlerde umudun dönüşümü bu bölümün konularını oluşturuyor. Augustinus'tan Thomas Mann'a, Walter Benjamin'den Marcel Proust'a kadar birçok yazar ve şair Borgna'nın açıklamalarında alıntılar yaptığı asistanları olur adeta. Hastane koşulları ve hastaların vaziyetleri, korkunç bir can sıkıntısını ortaya çıkarır ve Borgna bu durumu bir refleks olarak şöyle açıklar: "Her kapalı kurumda can sıkıntısı tehlikesi gizlidir. Bu psikiyatri hastanesinde, can sıkıntısı, gerek tedavi olan, gerekse de tedavi eden kişilerde yayılmakta ve her hastanın yalnızlığını ve hastalık kaygısını, hastalığın psikopatolojik ve klinik özelliğinden bağımsız olarak artırmaktadır. Burada, can sıkıntısı, her hastanın, kapalı kaldığı kuruma karşı kuşandığı zırhtır: Sessizlik ve kayıtsızlıktan kaçmak üzere yapılan son deneme mahiyetindedir." Can sıkıntısının ardından, şiddetli melankoli yaşayan hastası Angela, günlüğüne şunları yazmıştır: "Zaman hiç geçmiyor ve artık geçmiyor. Boyuna saat kaç diye sormam gerekiyor çünkü zaman durdu. Artık ne dün var ne de bugün. Her şey durdu ve bende hiçbir değişiklik yok. Sabahla akşam arasında hiçbir fark yok. Dünya değişti: İnsanların çehreleri değişti ve dünya değişti. Çok şey değişti. Bana, hiçbir duygum, ilgilendiğim hiçbir şey kalmamış gibi geliyor."

Ne kadar korkunç ve bir o kadar da gerçek ifadeler. Bir diğer hasta Anna ise "Sadece et ve kemikten ibaretim, bende hayat yok. Artık bir insan değilim. Bir yığınım ben, anlamsız bir şey, bir hiç oldum." diyerek Borgna'ya felsefenin boyutlarını sorgulatır. Yaşamın sürekli artmakta olan hızı ve rutinleşme, insanın ruhunu kaybetmesine ve hastalıklı birer robot olmasına sebep olurken Borgna burada Simon Weil'in Renault fabrikasında yaşadıklarını konu eden kitabının sayfalarını çevirir: "Başkalarının iradesine tabi olan bir nesnesinizdir. Bir insan nesne olmak doğal bir şey olmadığından ve nesne olmak gibi somut bir zorunluluk olmadığından, ne zincire ne de kamçıya ihtiyaç vardır, bu atalete insanın kendi kendine boyun eğmesi gerekir. İnsanın kendi ruhunu, yaka kartını taktığında bırakabilmesi ve çıkarken geri alabilmesi ne iyi olurdu. Ama bu mümkün değil. İnsan ruhunu kendiyle beraber fabrikaya götürür. Onu gün boyu susturması gerekir. Çıkışta da, kendi ruhunu duymaz olur çünkü ziyadesiyle yorgundur... "

Tedavi yöntemleri arasında kendine ciddi bir yer bulan müzikle birlikte bazı ünlü ressamların resimlerini de yorumlar Borgna. O resimlerdeki duygusal geçişlerin ve yansıttığı ruh hâllerini izler, hastalarıyla ilişkisini arar. Bu konuda önemli bir çalışma ortaya koymuş Alberto Giannelli'den alıntı yaparak bölümü sonlandırır: "Her ikisinin de, resmin de müziğin de, semantik potansiyeli yüksektir ama sembolik-öncesi deneyim ve dilsel-öncesi deneyim olan müzik, oldukça hızlı gelişim aşamalarından geçtiğinden daha yüksek semantik potansiyel taşır gibi görünmektedir. Wagner'in yüceliğini selamlayan Friedrich Nietzsche'nin dehasal sezgisi, müziğe, resim de dahil, diğer bütün sanatlara göre üstünlük atfetmekte, hatta müziksiz bir hayatın hata olacağını söyleyecek kadar ileri gitmektedir."

Semantik, yani anlam bilgisi, yani anlam arayışı. Batıda da doğuda da bu arayışında neticelere varmayan insan intiharla yüzleşir. Üçüncü bölümde "umudun çöküşleri" üzerine derin analizler yapan Borgna; Leopardivari bir umut şifresi olarak intihar, psikotik kaygıda umudun kırılması, Cesare Pavese'nin sonu olmayan intiharı ve ölüme dair şiddetli özlem gibi konuları inceler. Hermann Hesse'nin romanlarını büyüleyici derece karmaşık bulan Borgna bu romanların "içsel hayatta derin kökler salmış içeriksel kilit noktaları" barındırdığını söyler. Bazı kilit noktalarını açarken ise sessizlikten faydalanıldığını şöyle anlatır: "Sadece günlük hayattaki karşılaşmalarımızda değil, kaygı ve huzursuzluğa kapılmış hastalarla yaşadığımız karşılaşmalarda da ve hatta özellikle bunlarda, sessizlik içinde diyalog kurmanın gizemli anlamını kavramamız gereklidir; bu, onların ne hissettiklerini ve ne duyduklarını, huzursuz bekleyiş ve umutlarının neler olduğunu, hayatlarının ufuklarına inen gölgeleri sezmek amacıyla yapılmalıdır."

Benliğini ve gerçekliğini kaybeden hastaların nihai kararı da ölümdür. Bir an evvel ölmek isterler. Alessandra da bu hastalardan biridir ve günlüğüne şunları not etmiştir: "Uyuyakalmaktan korkuyorum ve uyuyakalmak istiyorum çünkü korkunç şeyler yapmaktan korkuyorum. Hakikat olan şey, benim hiçbir zaman söylemediğim şey. Ne yapacağımı bilmiyorum ve kendimden korkuyorum. Kendimi öldürmekten, bunu istemeden yapmaktan korkuyorum çünkü Tanrı'nın bir insan olarak bana çizdiği sınırı aştım. Çok fazla şey bilmek istedim ve Tanrı'ya da meydan okudum. Her halükârda korkunç bir hakikat keşfetmekten korkuyorum. Hakikati keşfedersem, kati surette intihar edeceğimden korkuyorum. Artık dayanamıyorum. Yürüyen bir keşmekeşim ve bedenim de yürüyen bir keşmekeş. Pişman olmadan ölmekten ve dolayısıyla da cehenneme gitmekten korkuyorum. Hiçbir şeyim işlemiyor artık. Kendimi sürekli bir çöküntü gibi hissediyorum."

George Bernanos’un ve Robert Bresson’un ifade bulan umut ve intiharı da irdeler Borgna. Ölümün psikotik büyüsü o kadar geniştir ki filmler, resimler, müzikler, günlükler, mektuplar bu büyünün içinde bir sözlük gibidir. Cesare Pavese on altı yaşında mektup yazmaya başlamıştır ve kısa ömrüne sayılamayacak kadar çok mektupla veda etmiştir. Henüz 19 yaşında yazdığı, başına "Bu sana istemli bir dram gibi gelecek ama aslen öyle değil: Hepsi gerçek." notunu düştüğü ve cebinde taşıdığı revolverin ona hissettirdikleriyle bezeli bir şiirini şöyle bitirir: "Ve dayayacağım şakaklarımdan birine / patlatsın diye beynimi.". 6 Kasım 1938'de ise günlüğüne şöyle yazmış: "Akşamlarımı kendime arkadaşlık etmek için aynanın önünde geçiriyordum.". Pavese intihar eden insanlarla dalga geçen insanları uyarır, onlara öfkelidir. İntihar edenleri birer şehit gibi görürü ve şunları söyler: "Şayet bir şehit, acıları ve kanıyla iç içe olmuş düşünce ve duygularının içtenliğine, artık bayağı olmayan ruhunun içtenliğine tanıklık eden kişiyse, (kendine ve dolayısıyla da başkalarına) yalan söylemek, gereksiz olduğunu hissettiği bir çabayı kendine dayatmak, gereksiz olduğunu ve kendine ait olmadığını hissettiği farklı bir düzenleme yapmak yerine, kendini öldürmeyi, kendine o büyük, var olan en büyük acıyı vermeyi tercih eden intihar eden kişi neden şehit olarak kabul görmez?"

Siyah her ne kadar karamsarlığın, umutsuzluğun rengi gibi bilinse de, beyaz da buzludur ve fersah fersah bir uzaklığı belirginleştirir Borgna'ya göre. Ingeborg Bachmann, Antonia Pozzi ve Sylvia Plath'ın da şiirlerinde en yoğun kullandıkları renktir beyaz. Bir başka hastası olan Margherita, bir şiirine "Dibe batar insan / kayıtsız kaldığında / kendi acısına bile" diye başlar ve şöyle bitirir: "Umutsuzluk çığlığı / ses çıkarmaz olduğunda / ve sen haykırırsın, haykırırsın / mamafih duymazlar seni / mamafih devam edersin hakkaniyetini harcamaya / ve beklersin zamanın içinde / alçakgönüllülükle."

Denenmiş, başarısızlığa uğramış ya da düşüncede kalmış intiharların çoğunda asıl sebebe ulaşılamaz. Esasen burada psikiyatri yetersiz kalır, kalabilir. Eugenio Borgna bu tip intiharları çözebilmek için yazılan metinlerden, günlüklerden ve şiirlerden yararlanır. Böylesine kapalı kutu olan ihtiharların, "Umut yıkımının ve hayat reddinin psikolojik olarak canlı ve acımasız gerçekliğiyle ifade bulduğunu" söyler. En çok aranan ve bulunan öge ise kaygıdır ona göre: "Kaygı, ölüm ve ölme kaygısı olan kaygı içimize, kalbimize ve imgelemimize çöreklendiğinde henüz özgürüzdür ama artık özgür değilizdir de: Nereden doğduğunu bilmediğimiz ve nereye yöneldiğini bilmediğimiz kaygı tarafından kuşatılmışızdır; ve kaygılıyken hayattaki şeylerin ne kadar somut ve de elden kaçıcı olduğunu: onların uçuculuğunu ve cismaniliğini, saplantılı oluşunu ve eften püftenliğini, girdapsal büyüsünü ve keskin parçalanışını deneyimleriz. Böylelikle de kaygının uçurumlarından, istemli ölümün çağrısı (sirenlerin sesi ve sessizliği) yeniden yükselir. Sanki sadece sonsuzluğa ölür gibi ölmektir bu."

Kitabın son bölümü olan "Umudun ve sessizliğin sözcükleri"; içsellik, dinleme, söyleşi, ailevi bağlam, kader birliği gibi konuları içerir. Burada "Ne yapmalı?" sorusunu da gündeme getirir Borgna. Mesela intihar üzerine bir tedavi önerisi çok ilginçtir: "Bazı durumlarda bir kişiyi intihardan kurtarmak, ancak tedavi eden ile edilen arasında bir kader birliği sağlanmasıyla mümkündür. Eğer bir kadın ya da erkek hasta, kendi ölümünün bir şekilde, sembolik olarak doktorun ölümü de olacağını, doktorun silinmez bir yara alacağını hisseder (sezer) ise, o zaman intihar gerçekleşmeyebilir."

Kederli olmasına rağmen, her şeye rağmen birtakım umutlara açık özlemleri barındıran ruhumuza ihanet etmememiz için sözcüklere muhtacız. Eugenio Borgna kitabının son cümlesini bu yönde bir sürprizle bitiriyor ve yine okuyucuyu, şifasını araması için yönlendiriyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Ocak 2016 Çarşamba

Dikkat üstad çıkabilir!

Ne oldu da kozmetik diye bir sektörün doğmasına sebep olduk bilmiyorum. Mutlu görünen mutsuzlar sürüsü olmamıza sebep olan, bizi sabah evden çıkarken saçımıza jöle sürmeye mecbur bırakan devre yazıklar olsun...

Dış görünüşün büsbütün önemli olduğu bu fondöten çağında insanların mâneviyat, inanç, gönül, muhabbet gibi kavramlara ilgili olmasını beklemek, istisnalar hariç, körden beyazı tarif etmesini beklemekten farksız. Ne yazık, kozmetik çağı bizleri boktan birer mekanizmaya dönüştürdü.

Bu halden muzdariplerin, çağı Necatigil gibi "çok çiğ çağ" bulanların hayatında gönlü muhabbetle çağlayanların yazdığı kitaplar çok önemli bir yer tutuyor. Eskazâ, ruhları birazcık daralsa bu metinlerin şifalı sayfalarına bırakıveriyorlar kendilerini.

İşte "O ve Ben" o metinlerden biri. Yarı ömrünü, içindeki noksanlığı bulmaya adamış birinin samimiyetle yazılmış otobiyografisi. Öyle ki, Üstâd'ın siyah ve beyaz gibi ikiye ayırdığı yaşamına hevesle ortak oluveriyorsunuz.

Kitabın adının 'Ben ve O' değilde 'O ve Ben' olmasının sırrını ancak kitabı bitirdiğinizde anlayabiliyorsunuz. Bu isim Necip Fazıl'ın yaşamının yarısından itibaren katettiği yolun ulvîliğini gösteriyor bizlere. Onlarca yenilgiden sonra gelen zaferin sancağıymışçasına...

O. Abdulhâkim Arvâsi Hazretleri. Allah'ın azametini "Ne ki O sanılır, O'na peçedir" cümlesiyle, olması gereken en net biçimde anlatan velî.

Ben. Necip Fazıl Kısakürek. O'nu tanıdığı günü kendine mîlat belleyen, "Resûl'e Allah dememek şartı ile ne denilse az" diyen, "Her şey o kadar yok ki, yalnız Allah var; Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok!" diyen usta, üstâd.

Kendi deyimiyle "meselesiz kafalarla" geçen otuz yıldan sonra kendisine bir kılavuz aramak, hattâ bir kılavuza ihtiyacı olduğu idrâkine ulaşmak Üstâd'ı etrafındaki kuru kalabalığı yeniden sorgulamaya sevk etti. Hatta bu kalabalıktan öyle sözler duydu ki, işittikleri O'na daha fazla yakınlık duymasına sebep oldu.

"Ne örümcek, ne füsûn;
Kâbe Arabın olsun,
Çankaya bize yeter!"

Mürşîd eşiğinden içeri göz kırpışından sonra büsbütün tadı kaçan bu eski dostluklarla ilgili şunları yazdı:

"Türkiye'nin en büyük şairi bilinirken Müslümanlıktan başka gâye tanımayışım meydana çıkınca benden teker teker el çekenlerle bir hizada pörsüyen, tekrar canlanan ve aynı gâyede buluşuyormuşuz hissi veren; yine çatlayıp kuruyan ve öylece kalan mahzun bir dostluk..."

Necip Fâzıl, bohem hayatın karanlıklarından "Allah, sırrını emînine verir; bilen söylemez, söyleyen bilmez"e uzanan yetmiş dokuz yıla, tesiri asırlara uzanacak mücadeleler sığdırdı.

O ve Ben, bu mücadelenin en keskin virajına şahitlik etmek isteyenlerin ilk uğrak yeri niteliğinde.

Ancak üzülerek belirteyim; o yere makyajsız giriliyor…

Ufuk Sarımehmetoğlu
twitter.com/usarimehmetoglu

5 Ocak 2016 Salı

Hâlâ aşka inananlara

"Sıradanlığın zaferine inanıyorum."
- Sinan Sülün

Sinan Sülün, ilk öykü kitabı Karahindiba ile kütüphanemde yer edinmiş; ardından çeşitli mecra ve dergilerdeki yazılarını takip ettiğim bir yazar. Keskin bir gözlem gücü, akıcı ve kendine özgü bir dili var. Yeni kitabı üstünde çalıştığını öğrendiğimde hevesle beklemeye başlamıştım. Yazarın yeni romanı Kırlangıç Dönümü’nü de çıktığı hafta alıp bir nefeste okudum. Kitap bittiğinde damağımda hem bilindik hem de ilk defa fark ettiğim şeylere ait bir tat kaldı. Bu tadı oluşturan, şüphesiz, Sinan Sülün’ün çok bilindik bir hikâyeyi farklı bir üslupla anlatabilmiş olmasıydı. Kırlangıç Dönümü, çok tanıdık bir hikâye anlatıyor esasında. Farklı geçmişlerden gelen, farklı sınıflara mensup iki gencin aşkı var, ana eksende. Ali ile Verda’nın aşkı. On yılını hapiste geçirmiş devrimci Ali ile “olaylara karışmamış” iyi aile kızı Verda’nın yollarının kesişmesiyle açılıyor hikâye. Ve kurgu devam ettikçe Sülün’ün kendine özgün dili ve yeteneği, hikâyeyi katman katman derinleştirerek bilindik öykülerden ayrıştırıyor.

Kırlangıç Dönümü’nün en güçlü yanlarının başında karakterleri geliyor. Tüm karakterler, sanki yan komşumuzcasına tanıdık ve sahici. Ali, hepimizin gençliğinden, heveslerinden ve içimizdeki naif hallerden bir parça taşıyor sanki. Hepimizin içinde Verda gibi, bir adama / kadına şaşkınlıkla bakma isteği var. Ve diğerleri, Nergis, Hüseyin, Deniz, Başak, Bertuğ, Can… Her biri, sanki bir şekilde tanıdığımız bir insandan veya bir duygudan parçalar taşıyor. Ve hepsi bir araya geldiğinde, fazlasıyla bize ait, bize dair bir hikâye örülüyor. Karahindiba ile incelikleri yakaladığını fark ettiren ve gözlem gücüne hayran bırakan Sinan Sülün, Kırlangıç Dönümü’nde de “insanı” anladığını çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor.

"Kendi benliğine güzellikler katmak için âşık olmak isteyen kişi aşkın ne olduğunu bilemezdi. Aşk hiç ummadığınız, hiç beklemediğiniz bir anda buluverirdi sizi. İnsan âşık olmayı seçmezdi. Aşk onu seçerdi. Sadece varlığını kaybetmeye hazır olan insan o kapıdan içeri girebilirdi. Bu mucizevi duygu, her gün yeniden ölen Tanrı’nın kendisine inanmamız için gösterebildiği tek delildi. O sabah Ali için de öyle oldu. Aşk birdenbire, güneşin altında parıldayarak, yüzlerce tesadüfün gizemli uyumuyla kapıdan içeri girdi."

Kırlangıç Dönümü’nü ayrıştıran bir nokta daha var. Ana ekseninde aşk olmasına rağmen salt bir aşk hikâyesi olarak kalmıyor; politik bir zeminde yol alıyor roman. Ancak, klişelerden farklı olarak ajitasyona, demagojiye veya söyleme boğulmuyor. Memleketin geçtiği yollar, haksız yere hapis yatanlar, hevesini yitiren güzel çocuklar, sağdan-soldan olanlar ama aslında aynı gökyüzünü paylaşanlar… Hepsi, biz nasıl yaşadıysak o kadar yalın ve “olduğu gibi” yer buluyor hikâyede.

Kırlangıç Dönümü, geçmişten beslenirken en çok da bugünü anlatıyor. Bugünkü halimizi, hayatımızı, aşklarımızı… Ve farklı bir dünyanın mümkün olduğuna dair bir inanç aynasında yansıtıyor çağımızı. Ali, çoğunluğa garip gelen tavırları, kimi zaman çocuksu kimi zaman fazlasıyla yaş almış halleriyle saf olanı, farklı olanı çarpıyor yüzümüze. Ve sevdiriyor kendini. İçimizde, belki de bastırdığımız, gizlediğimiz bir umudu çıkarıveriyor yerinden.

Hayata, insana ve aşka dair umudu tazeliyor.

İyi bir roman okumak ve içindeki umudu tazelemek isteyenlere iyi gelecek bir kitap: Kırlangıç Dönümü.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

1 Ocak 2016 Cuma

Yükselmek isteyen tırmanmak zorundadır

"Hareket, insanın yer değiştirmesi değil, kendini değiştirmesidir."
- Nurettin Topçu

Bazı insanlar celalî hâlleriyle, bazıları ise cemalleriyle hatırlanır. Emin Işık deyince her iki hâlle de onu hatırlamak mümkün. Konu ne zaman tasavvufa ve Hz. Mevlana'ya gelse, haddini aşanlar için Emin hoca o muazzam bilgisiyle bir refleks olmuştur ve celallenmesiyle meşhurdur. Bu celalî hâli nefsinden değil, Hz. Pîr'e olan aşkındandır.

Öte yandan Yaman Dede'ye ait "Gönül hûn oldu şevkınden boyandım yâ Resûlallâh" naat-ı şerifi ve "Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma" şiirini okurken de cemali ve mûsikîye ne kadar hâkim olduğu da rahatlıkla anlaşılabilir. Zira gönüllerin sultanı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerinin buyurduğu gibi "Tencerenin kapağı tıkırdamaya başlayınca içinde ne pişiyor anlarsınız."

Emin hocanın ardında namaz kılmış, vaazlarını dinlemiş, dualarına "amin" demiş her kûl, şüphesiz hocanın âlimliğine şahittir. Muazzam bir tasavvuf bilgisi ve elbette tecrübeleri vardır. Sufi Kitap'tan eylül 2010'da yayımlanmış olan "Aşkı Meşk Etmek", ismi gibi bir kitaptır. Aşkı da meşki de hocanın harikulade üslubuyla tatmak mümkündür. İki bölüme ayrılan kitabın ilk bölümü oldukça geniş olup hocanın tasavvufî konulara getirdiği açıklamalardan müteşekkildir. İkinci bölümde ise kitabı yayına hazırlayan Cengizhan Yurdanur ile yaptığı uzun soluklu söyleşi yer almaktadır.

Günümüzde insanların en büyük eksikliğinin tasavvufla tanışmamış olduğunu ve bu tanışma hâli gerçekleşirse kişinin anlamı arama, kendini bulma ve "olma" yolunda büyük bir kademe kaydedeceğini hoca anlatır. Kitabın esas eylemi tasavvufun "hâlâ" yaşanabilir olup olmadığını düşünenlere verdiği cevaptır. Evet tasavvuf günümüzde de yaşanabilir ve hoca şöyle demiştir: "Buhranın devası tasavvuftur."

Bir Mehmet Âkif sevdalısı olan Emin Işık hoca, o büyük şairin "Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı / asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm'ı" dizelerini sıklıkla kullanır ve tasavvuf hakkında her önüne gelenin yaptığı açıklamaların karşısına çok güçlü bir duvar örer. Tasavvufun büyük bir ihtiyaç olduğunu şöyle açıklar: "Çağımızın insanı, pek çok dünya metaına sahip olmuştur, ama kendi hayatına sahip olamamıştır. Üstelik hür olduğuna inanır. Oysa kendi istediği hayatı değil, kendisinden istenen hayatı yaşar. Yani, çağdaşlığın kendisine sunduğu sanal hayatın kurallarına uyar, onun icaplarını yerine getirir. Kendisine buna mecbur hisseder. Yoksa çağdaş olamaz."

Teknolojiye önce meftun, sonra da esir olan insana nasihatlerde bulunur: "Yabancı kimdir? Topraktan olan bedenindir, nefis de bedenin istekleridir. Senin gam ve elem çekmen nefis yüzündendir. Bedene yağlı-ballı şeyler vermekle öz cevherin olan rûhunu semirtemezsin. Bedeni misk kokulara yatırsan da ölüm gününde pis kokusu meydana çıkar. Rûhun gıdası; et ve ekmek, yağ ve bal değildir. İlim, hikmet, hidâyet ve ibadettir. Tek kelimeyle ilâhî aşktır."

Erol Güngör, Nurettin Topçu, Celalettin Ökten, Muzaffer Ozak gibi isimleri sıkça anan Emin hoca, aynı zamanda bu büyük isimlerin rahle-i tedrisinden de geçmiştir. Kitabın ilk bölümünde tasavvufa giriş, çağdaş hayat ve tasavvuf, çağdaş insanın mânevî problemleri, İslâm tasavvufunun geleceği, mistisizm ve tasavvuf, vahdet-i vücûd, mânevi âdem, şerîat ve tarikat, kendine yardım, kapının eşiğinde, tövbe kapısı, sabır, şükür, havf ve recâ, fakr, zühd, gör sôfiyi, tevekkül, muhabbet, tasavvufun merhaleleri, nefis ve mertebeleri gibi konuları açıklayan Emin hoca bu bölümün sonucuna varmadan da Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin Fahreddin Râzî Hazretleri'ne yazdığı mektubu eklemiştir. Kendisinin tercüme ettiği bu mektupta şu paragrafa dikkat kesilmek gerekir: "Nefis, kendi elinin emeği olan kazançtan gıdalanmaya başlayınca artık hibe ve ihsan kabilinden olan ikramlardan lezzet alamaz olur. O zaman da ayağının altındaki gıdalardan beslenen kimseler arasına girmiş olur. Oysa kendi üstlerinden beslenen Allah kulları da vardır."

Emin Işık hocanın Cengizhan Yurdanur'un sorularına cevap verdiği kitabın ikinci bölümünde; medeniyetin gelişimi ve tasavvuf, uzakdoğu felsefesinin dinin yerine ikame edilemezliği, "Enel Hak"ın ne mânâya geldiği, tasavvufa mürşit, Muzaffer Efendi'nin taktikleri, kerâmetin ne olduğu, insanın nefsinin yedi katlı apartmana benzediği, Fahreddin Efendi anıları, tekkelerin sanat akademileriyle olan benzerliği, tarikat - siyaset ilişkisi, mûsikî üzerindeki helal - haram yorumları, selefiyye, İbni Teymiyecilik gibi çok önemli konular yer alıyor. Bu bölümde özellikle gençlerin o en sık sorduğu "Hangi vasıftaki mürşide bağlanılır, bir mürşidin halis olup olmadığı nasıl anlaşılır?" sorusuna Emin hoca Muhakkık-ı Tırmizi'nin formülünü sunuyor: "Bakın bakalım, o mürşid etrafındakileri yahut müridim dediklerini, derviş dediklerini kendine mi bağlayıp ram etmeye çalışıyor, Allah'a mı bağlamaya gayret ediyor? Eğer o mürşid yanındakileri Allah'a bağlanmaya yönlendiriyorsa, o Allah ehlidir. Kendine bağlamaya çalışıyorsa, o şeytanın ortağı olan bir haindir, bir münafıktır."

İnsanın bilhassa manevi hastalıklarının farkına varması, onları tek başına tedavi etmesi çok güçtür. Muhakkak bir tabibe görünmesi gerekir. İşte bu tabipler, mürşitlerdir. Her hasta kendini tedavi edebilseydi tabiplere gerek kalmazdı. Emin Işık hoca burada "Peygamberlere de hacet kalmazdı" der ve şöyle devam eder: "Bu medeniyet insana sadece bilgi veriyor. İnsana lâzım olan donanımı, ahlâk, görgü, şeref, şan, yani mânevi değerler dediğimiz, veya insanî değerler dediğimiz şeyleri vermiyor bugünkü medeniyet. Eskiden aile verirdi, toplumun eski düzenini kaybettik. Din veriyordu, dini duyguları da bir kenara bıraktık. Dergâhlar veriyordu, onları da kapattık. Eskiden kahveye giden adam bile Sireti'n-Nebi okuyordu."

Hz. Abdulkadir Geylâni'nin "Kur'ân hidâyet, tefsiri şerîat, te'vili tarikattır" sözünü hatırlatan ve içini aktarmaya çalışan bu harikulade kitap, gençlerin buhranlarını çözmek üzerine de ciddi bir gayrettir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Aralık 2015 Çarşamba

Bir ölünün ağzından, hayatımızdan bir an

Dünya hayatının türlü düzenler, oyunlar, aldatmalar, aldanmalar, kıskanmalar içinde geçtiğini, kısacık bir yolculuktan ibaret olduğunu bir büyüğümüzden dinlemeyeli, duymalı ne çok zaman oldu. Şimdinin büyükleri de dünyanın keşmekeşine, albenisine kendini kaptırmış; çocuklarını, torunlarını bu albeniye özendirmekte ve bu keşmekeşliğin içinden çekip almamakta. Mustafa Kutlu, sanki bunu hissetmiş de son kitabı Hesap Günü ile büyük bir eksikliği gidermiş. Hesap Günü, Kutlu’nun bir önceki hikâyeleri gibi sade, akıcı, yalın anlatımıyla okuru selamlıyor.

Hesap Günü, Bedir’in dünyasını anlatıyor. Bedir’in dünyasını anlatıyor gibi görünse de her birimizin hayatlarına ayna oluyor, hayatlarımızdan bir an sunuyor. Yeşilçam tadında bir anlatım olsa da kitapta geçenler çarpıcı ve gerçekçi. Kutlu’nun sinemaya ilgisinin olduğu açık. Bundan olmalı, hikâyeleri sinemaya/filme aktarılabilir cinsten. Kutlu’nun hikâyelerinde karakter zenginliği vardır. Her kesimden bir karaktere rastlamak mümkündür. Zengini, fakiri, bilgilisi, avamı, işinin ehli olanı, beceriksiz olanı, edepli olanı, edepsizliğin dibini bulanı… Hepsi Kutlu’nun öykülerinde dillendirilir. Böylece insan karakterleri konusunda bilgi edinir okur. Karakterlere dair özellikler keşfeder. Kutlu’nun öyküleri yazılmışlıktan çok anlatılmışlık duygusu uyandırır okurda. Öykü boyunca bir anlatıcıdan dinliyormuş hissine kapılırız. Kutlu, öykülerinde sade bir üsluptan yanadır. Söyleyeceklerini dolandırmadan söyler. Öykülerinde tema hikmet üzerine kuruludur. Yaşananların, başa gelenlerin bir hikmeti vardır. Bu hikmeti bulan karakterler huzura ermiş; hikmeti bulamayanlarsa bir türlü tatmine varamamış, pişmanlıklarla dolu bir hayat sürmüşlerdir. Hesap Günü’nün Bedir’i de böyle. Başına gelenlerden ders almaz, olanlarda bir hikmet göremez. Hayatını bir yapboz gibi yaşar. Ciddiye almadan, geldiği gibi… Bir ağacın yere düşen yapraklarını bir o yana bir bu yana savurur gibi… Kutlu’nun öykülerinde merkezde insan vardır. Her zaman insanı tutar ve savunur. İnsanın zaaflarıyla, üzüntüleriyle, başına gelenlerle, ayıplarıyla hiçbir zaman alay etmez, öyküsünün malzemesi yapmaz. İnsanın/insanlığın hâllerini, öyküsünün bir kullanım malzemesi olarak görmez. Bu hâllerden dersler çıkarıcı, bir nevi nasihatler verici bir anlatımı yeğler. İnsanın geçirdiği değişimi anlatır. Bu değişimle birlikte insanın psikolojisini inceler. Bedir’in öyküsünü anlattığı Hesap Günü’nde gençlerin psikolojik durumlarına genel bir bakış yapıyor.

“Ancak disipline gelemiyordu. Onda bir tatminsizlik vardı. Gençlerde genel bir durum. Hiçbir şey onları doyurmuyor. Ne istiyorlar acaba? Ne onlar biliyor, ne biz.”

Mustafa Kutlu, modern hayatın insanlar üzerindeki etkisini öykülerinde işler. Kapitalist düzen, sömürü aracı hâline getirilen alanlar, sömürüden nasibini alan dinî hayat, para hırsının insanın masumluğunu alıp zalimliğini ortaya çıkarması, zenginlik peşinde koşma ve zengin olma hayallerinin kurulması Kutlu’nun öykülerinde karşımıza çıkar. Bedir de öyledir. Çabalar, okur, diploma sahibi olur, yabancı dil öğrenir, yurt dışına gider. Bunların hiçbirisi para etmediği için ticarete atılır. Ortakları onu yarı yolda bırakır, herkes birbirinin kuyusunu kazar. Ticaret hayatına girildiğinde birlikte iş yapılacak olan kimselerin güvenilir olması gerektiğini Bedir’in ticaret hayatında yaşadıklarından anlarız. Hikâye boyunca Bedir’in pişmanlıklarını, özlemlerini, ilk aşkını, ihtiraslarını, tecrübelerini okuruz. Bedir’in yaşamı, dünya hayatının bir oyalanmadan ve oyundan ibaret olduğunu anlatır. Okurda bu konuya dair dikkat uyandırılır.

“İnsan dünyaya kendini kaptırınca zamanın nasıl geçtiğini bilemez. Bir akıntıya düşüp tüm ömrünü koşturarak geçiren çoktur. Belki insanlığın tamamı. Onları uyarıcı peygamberler bile yolunda döndüremez. Velhasıl dünya hayatı “İş” dediğimiz oyun ve eğlenceden ibarettir.”

Bedir’in dünya ve ukba arasında gelip gitmesi en sonunda Alzheimer hastası olmasıyla sonuçlanır. Hırslar, hevesler uğruna bir ömür heba edilir. Bedir’in sürdüğü hayat da heba edilmiş, hesap yokmuşçasına yaşanmış bir ömürdür. Öykü boyunca Bedir, musalla taşından tüm olup bitenleri yorumlamakta ve musallada konuşmaktadır. Yaşanılanlar bir ölünün ağzından anlatılır. Dünyada yapılan hesapların değil, ahretteki hesabın önemi vurgulanır. Nasıl yaşanılırsa öyle ölünür misali yaşamın güzelce yaşanılmasının altı çizilir. Mustafa Kutlu, herkesin kolayca okuyabileceği, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği eserler ortaya koydu. Hesap Günü de bu eserler kervanına yeni katıldı, okurlarını bekliyor.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

Bildiğin Hayat’ın püf noktaları

Kahveler, meczuplar, aşk hali ve kaybolmalar üzerine yazılmış öyküler. Meczup Dursun gider, geriye aşk kalır köyde. Bir ses olur. Ercan Köksal’ın dördüncü öykü kitabı Bildiğin Hayat hayata dair keskin ipuçları veriyor.

Çocuğunu karton bir kutuda morgtan teslim alan bir babanın duyguları nasıldır, ne yaşar derseniz Boş Kutu’yu okuyun mutlaka. Anne ve diğer aile büyüklerinin duygu durumu ikinci plandadır bu öyküde. Babanın da duyguları vardır elbette. Yazarın bu öykülerinde köy kahvelerinin vatan kurtaran o sıcak atmosferine dalmanız mümkün. Gönül Muhasebesi An… ya da İçimdeki Çocuk gibi bir iç hesaplaşmanın olduğu öykülerde çocukluğu çağrıştıran bir objeyle, bir balonla açılan kapıdan, vicdan muhasebesiyle çıkan kişinin durumu özenle işleniyor. Çocuk ve Dondurma öyküsünde de perçinleniyor adeta. Kendisinden yardım isteyen parasız çocuğa dondurma almıyor. Bir başkası aldığında da bu iyiliği niye kendisinin yapmadığını sorguluyor öyküde kahraman. O hayırsever insanı kıskanıyor iyice. Kadıköy Vapuru ayrılanların öyküsü. Martıların ağladığı anlar, geri dönmeyen sevgilinin arasından kalbe dolan pişmanlık hissi, okura yansıyor. Biri vapurla diğeri otobüsle uzaklaşıyor durmadan.

Bildiğimiz hayattan kopmuş, başka bir hayata öykünen kişinin temennilerine kulak vermeli okur. Yirmi Dört Numaralı Koltuk hayata dair imlemelerin devamını getiriyor. Yıllar sonra yaşadığı kasabaya dönen ve eski-yeni insanlara bakarak sevdiğinin izlerini süren, derin düşüncelere dalan bir öğretmenin öyküsü.

Yeni yetme torununun isteklerini can havliyle yerine getirmeye çalışan bir ihtiyarın dükkanda satıcıyı ikna turları konu edilmiş, Merhamet Dilenen İhtiyar adlı öyküde. Okumamış, savrulmaya hazır bir yaprak gibi torun ve de ona beğendiği tişörtü almak için neredeyse yalvaran bir yaşlı insan. Anlatıcının ağzından öykü ilerliyor. Öte yandan Sessiz Ölüm’de ötelere dair bir düşüncesi, maneviyata yapılmış birikimi olmayan bir kişinin son demlerini çırpınarak yapayalnız yaşaması konu edilmiş. Terminal simsarlar, kirli hesaplaşmalar, adresini şaşırmış cinayetlere değinen bir öykü. Vasiyet, onuncu sınıfta bildik hayatı değil de ölümü seçen, ülkücü Elif’in yaşadığı kimlik bunalımını intiharla sonuçlandırması ve annesine bıraktığı etkileyici not: Tabutunun üzerinde Kuran ve Türk bayrağı konulmasını istemesi. İhtiyar Adam Ve Kadın törensiz gömülen kadının dinini sorgulayan köy halkı, Alman eşinin dinini bilmeyen eş, kendisini de dine yakın bulmayan bir adam. Gözyaşı, pişmanlık ve dinsel törenlere dair kafası karışan yaşlı bir insan. İyiliğin Zamanı gurbette çalışan eş, çaresizlik, iyilik değmeden vakitsiz ölen anne, iki küçük çocuğun geride kalışı, parasızlık. İyiliği zamanında yapamayan hayır sahibinin kendiyle muhasebesi. Hepsi Bildiğin Hayat kabaca ve hoyratça yaşandığında insanoğlunun başına gelebilecek işler. Yeterince duyarlı ve iyi kalabilen insanlara işaret ediyor. Hayata dair püf noktalarını tarif eden kitabı, Okur Kitaplığı etiketiyle edinebilirsiniz.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

14 Aralık 2015 Pazartesi

Cennetten cehenneme: İstanbul ve mimarîmiz

"Bu evleri atla bu evleri de bunları da 
Göğe bakalım."
- Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı

"Ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten
Hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı
Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin."

- İsmet Özel, Üç Firenk Havası


"Gökleri ve yer yuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'dır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye getiremez. Hiç kuşkusuz O, hoşgörülü ve bağışlayıcıdır."

- 35/Fâtır-41

Şarkılar Seni Söyler adlı programda (sonradan kitap olmuştur) Ö. Tuğrul İnançer hoca Âşık Veysel'in Kara Toprak şiirini işaret etti. Bu şiirdeki "Karnın yardım kazmayınan belinen / yüzün yırttım tırnağınan elinen / yine beni karşıladı gülünen / benim sâdık yârim kara topraktır" dizelerinin insanın toprağa olan muhtaçlığını açıklayan ve toprak bilincini kavramasını sağlayabilecek en iyi şiirlerden biri olduğunu söyledi. Bu ikâzdan sonra fakir de kitaplığındaki Turgut Cansever külliyatına döndü ve cehennemî İstanbul ekolojisinde belki akıl sağlığına bir ferahlık, bir çâre olma ümidiyle ol kitabı çekip çıkardı: Kubbeyi Yere Koymamak.

Turgut Cansever; 12 Eylül 1921 Antalya doğumlu. Babası Doktor Hasan Ferit Bey, Kasımpaşa Turabi Tekkesi'nin şeyhi. Dedesi Şeyh Ali Efendi ise Bab-ı Ali'nin üst düzey bürokratlarından biri. Cansever cumhuriyet döneminin belki de tek muhalif mimarlarından biri. Öyle ki Adnan Menderes'in karşısına dikilip Vatan Caddesi ve çevresinde yapılacak tarihi eser yıkımını önlemek için her şeyi yapmış ve fakat Menderes'in "3-5 metre için ne olacak canım!" tepkisinden sonra umudunu çokça kaybetmiş bilge bir mimar. Neden bilge mimar? Çünkü onun mimarî anlayışında Konfüçyüs de var, İbn Arabî de. Itrî de var Bach da. Medine de var Bursa da. Mimar Sinan da var Le Corbusier de. Çünkü onun için "İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansıması"olan en büyük fizikî üründür yapı. Bu yapının da muhakkak insan hayatıyla beraber dünyayı güzelleştirecek bir sorumluluğu olmalıdır. Cansever hakkında şunları da söyleyebiliriz: Türkiye'deki ilk sanat tarihi doktora tezinin sahibidir, Türkiye’nin ilk büyük özel mimarlık bürosuyla beraber Mimarlar Odası'nın da kurucuları arasındadır, Beyazıt Meydanı’nın otomobil trafiğine kapatan proje ona aittir. Sadece Türkiye'de değil tüm dünya mimarî çevrelerinde özgünlüğü ve hayata kattığı değerin yanında içinde yaşayanı da hayattan koparmayan Ertegün Evi, Demir Tatil Köyü ve Türk Tarih Kurumu Binası Cansever'e aittir. 22 Şubat 2009'da İstanbul'da vefat eden Turgut Cansever'in cenazesi son derece ilginçti zira projelerini onaylamayanlar da oradaydı, kendisini haklı bulduğu hâlde olan biten çarpıklaşmaya ses etmeyenler de. Bu sebeple kendisi hakkında en güzel yorumu kızı Emine Öğün yapmıştır: "Babam "Yeniden nasıl güzel bir dünya kurarız?"ı sorguladı. 'Onun metodu ne olmalı, tasarım açısından, yaşamamız açısından. Bunları düşündü söyledi, ama hiç kimse dinlemedi. Bu kadar önemsiyorsunuz, ömrü boyunca sadece 14 iş yapabildi. Piyasadaki mimar arkadaşlarımızla kıyaslarsanız bu sayının ne kadar komik olduğunu görmek mümkün. İnşallah bu trajik tarafı söyledikleriyle bütünleşir de vefatı vesilesiyle yeni bir sorgulamayı başlatabiliriz."

Maalesef değişen hiçbir şey yok. Bu ne kadar korku vericiyse, merhum bilge mimarın 20-30 yıl önce söylediklerini şimdilerde yaşıyor oluşumuz da o derece korkunç. Mesela Vizyon dergisine 1993'de verdiği röportajda şunları söylemiş: "Doğrusu, insanları yüceltecek faaliyetler düzenini düşünmeye ihtiyaç var. Farklı kültür düzeyindeki insanları, tümüne hitap edebilen ve baktıkça görüşleri derinleştiren bir eser, gerçek sanat eseridir bence. Çevreyi böyle bir mimarî ile inşa ettiğimiz, müzik, şiir yahut öteki artizanal ürünler bu derinliğe sahip oldukları zaman -sinema, tiyatro ve roman dahil- ve insanları bilinçsiz yakalayıp onları telkinle bir yerlere yöneltmediğimiz zaman, eserle ilişkisinde insan gittikçe derinleşme imkânı bulur. Fark ediyor musunuz, Amerikan kültürünün bütününde nasıl bir Hıristiyan kilisesi kontrolü bulunduğunu? Bütün o değer sistemlerini Türkiye'ye naklediyoruz."

Bugün İstanbul'da yükselen binalara bakıldığında bunun İslam kültürüyle hiçbir alakası olmadığını söyleyememek için çocuk olmak lâzım. Kendini bu bilincin içinde bulan çocuklar bile artık gökdelenlerden nefret ediyor, onları büyülü ve "güzel" bulamıyor. Bizim dinimizde iddialı, kafa tutan, güç gösterisi sunan hiçbir şey güzel değildir. "Allah güzeldir ve güzeli sever" hikmetini kendine kılavuz olarak seçmiş Turgut Cansever 1994'de ise Altınoluk dergisine "İstanbul doğru şekilde teşkilatlandırılmazsa Türkiye hakkında kararlar başka yerde alınacaktır" diyerek son derece ciddi ve siyasi bir meseleye de el atıyor. Bu söz bize İsmet Özel'in "Boğaz köprüleri küfür düzenini azgınlaştırdı" sözünü hatırlatıyor ki katılmamak mümkün değildir. Ama gelin görün ki siyasi rantın ve sevdanın peşine düşen her türlü zevat için bu tip sözler birer paranoyadır. Burada devreye yine bir İsmet Özel sözü giriyor: Bu çağda paranoyak olmayan şerefsizdir... Biz dönelim Cansever'in sözlerinin devamına: "Eğer önümüzdeki otuz sene zarfında yeni ilaveler yaparak şehirleri yaygınlaştırmak ve yoğunluğu artırmak suretiyle yoğunluğu artan yörelerin sahiplerine menfaat sağlama şeklinde devam edersek bu ülkede insanca yaşamaya hiç imkan kalmayacaktır. Bu yanlış yol devam ettiği sürece Türk ekonomisi çökecektir. Hiç bir yaklaşım bu israfın önüne geçemez. Frankfurt şehri 20 trilyon Türk lirasıyla 20 milyonluk metropolün ulaşım masrafını çözerken biz 10 milyon İstanbulluyu gerçek maliyeti en az 200 trilyon olan harcamaya mahkum ediyorsak, o insanların kendilerini yetiştirmeleri, hayatlarını daha güzel yapmaları, çocuklarına daha fazla ihtimam etmeleri imkanını ellerinden alıyoruz demektir. Bu israfa son vererek bu israfın gerektirdiği kaynaklardan kat kat az kaynaklarla fakat cennet güzelliğinde geniş yerler inşa ederek yıldız kümesi biçimindeki şehirleri gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Bunu en kısa zamanda adeta savaş verircesine Türk toplumuna anlatmak mecburiyetindeyiz ki, bu ülke otuz sene sonra içinde yaşanmayacak bir cehennem haline gelmesin."

21 sene geçmiş bu sözlerden sonra, yine soruyoruz: Ne değişti? Değişen, felaketin artan boyutları oldu. Şehir diye bir şey kalmadı. Metrobüs, metro gibi ulaşım araçlarının yapılmasından memnuniyet duyuyoruz. Oysa bunların bize sunduğu faydanın değeri bir ise, zararı ondur. Yine 1997'de şöyle demiş Cansever: "Bugün batıdan taşınanlara ilaveten, Üsküdar-Yenikapı arasına yapılacak bir tüp tünel ile şehrin doğu yakasından gelecek nüfusun, Taksim-Yenikapı metrosu ile de kuzey ve doğu nüfusunun İstanbul yarımadasına taşınması halinde Süleymaniye, Ayasofya ve Fatih camilerinin yanında gökdelenlerin inşasını hiç kimsenin engelleyemeyeceği aşikardır."

Çok değil yüz sene önce, mimarın biri çıkıp da minarenin yakınlarına ondan daha uzun bir yapı dikse hiç şüphe yok ki mimarlığı elinden alınır, sürülürdü. Tarihe dönelim; 1730'larda III. Ahmed Çeşmesi yapılınca halk sarayı üç gün kuşatıp "bu ne zevksizlik" diye bağırmış, yapıyı aşırı ve rencide edici bulmuş. Çünkü bir ahenk var, denge var, estetik var. Halk bunu benimsemiş, sevmiş ve hatta uygulamış. Bir usta-çırak ilişkisi var, bu artık gelenek olmuş... 1750'lerde biten Nuruosmaniye Camii'ni de halk sevmemiş. Kurşun yerine ilk kez taş alemler kullanılınca çok gösterişli bulunmuş, israf denmiş. Bu caminin Ermeni asıllı Simeon Kalfa yapmıştır ve birçok yerinde kilise motifleri görmenin de mümkün olduğunu belirtmek gerekiyor ki Emin Işık hoca gibi yaşayan efsanelerimiz bu gibi ince ayrıntıların gayet farkındadır. Artık hakiki Türk evi arayanın -kaldıysa- Bursa'ya bakmaktan başka çaresi kalmadı. Avrupa belediyeleri bile hâlâ adam yollayıp, keşfedip, kendi ülkelerinde o evleri uygulamak için projeler üretiyor. Şimdilerde ise "Hizmet" ve "ihtiyaç" adı altında velîler şehri Bursa katlediliyor. Bunu yapan "mimarlar"ın da onay verenlerin de itikatlarını sorgulamaları gerekiyor. Cansever bu tip mimarlar için yine yıllar evvel "proje mimarı", "rant mimarı", "nakit mimarı" gibi son derece haklı sıfatlar kullanmıştır.

7. baskısını Aralık 2014'te yapan ve dört bölümden oluşan kitap, merhum Cansever'in söyleşilerinden, konferans konuşmalarından ve röportajlarından oluşuyor. Mimarîde aşkın çözümleme, Osmanlı çözümlemesinden postmodernizme, ev'den konuta, habitat ve şehir, kitaptaki bölümlerin isimleri. Yukarıda fakirin misallerini verdiği gibi özellikle 90'lı yıllarda başta İstanbul'da olmak üzere tüm Türkiye'deki dönüşümü ve bunun ne tür felaketlere sebebiyet verdiğini bu kitabın sayfalarında izlemek, öğrenmek mümkün.

1990'lı yıllarda Marmara'nın tek katlı evlerle (gecekondu) kaplanması gündemdeydi. 1996'da kendisiyle bir söyleşi yapılan Turgut Cansever, bu konuyu açıklığa kavuştururken, tespitlerindeki doğruluğu ta o yıllardan yapabilmesiyle bilgeliğini de yeniden ispatlamış oluyor: "1930'larda göç başladığı zaman bunun ülkeyi felakete götüreceğini o yıllarda Türkiye'de bulunan Alman hoca Kessler fark etmişti. Kessler, bulduğu her kürsüye çıkarak "Bu şehre her gün insanlar gelerek barınmak için gecekondular inşa ederken, Taksim'de merdiven basamakları yapanları vatana ihanetle itham ediyorum" diyordu. Bu umursamazlığı devam ettirenler vatana ihanetle itham edilecek kişilerdir. Bu umursamazlık bugüne kadar devam ettiği için İstanbul'un nüfusu 18 milyon olacak ve o zaman içerisinde nefes alacak yer kalmayacak. İstanbul korkunç bir haydutluk, eşkıyalık şehri olacak. Bugün mevcut asayişin binde biri bile var olmayacak. Bu yalnız İstanbul için geçerli bir şey değil. Bütün Anadolu şehirlerinin aynı felaketle karşı karşıya olduğunu görüyoruz."

Hani Sadettin Ökten, "İnsanın gökyüzüne bakacak vakti olmalı. Edemedim, yetiştiremedim, yapamadım bu hiç bitmez. Hiçbir devirde de bitmemiştir. İnsan dağlara bakmalı, hilkate bakmalı, kendisiyle yalnız kalmalı. Yokluk öyle başlıyor. Varlık zor, varlık çok ağır." diyor ya hem kitaplarında hem söyleşilerinde, işte yıllar evvel İstanbul'u güzelleştirmek için yolları kesiştiği merhum bilge mimar Turgut Cansever de "İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir." diyor 2006 yılındaki bir röportajında. Çünkü: "Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Aralık 2015 Cuma

Muhammed İkbâl'in eğitime dair görüşleri

Bir çocuk okula başladığında artık sosyal ve doğal çevresi değişmiş, yeni bir ortama girmiş olur. Bu yeni ortam, çocuğun zihinsel gelişimini, algılama aşamalarını etkiler ve değiştirir. Henüz hiçbir şey bilmeyen bir çocuğu bilgi ile beslemek sanıldığı kadar kolay değildir. En ufak bir hata, telafisi zor sonuçlar doğurabilir. Bu sebeple nasıl bir eğitim-öğretim olmalı konusu ciddî bir şekilde gündemimizde olmalıdır. İnsan eğitimle güzelleşir, serpilir, gelişir. Ahlak, ancak kaliteli ve düzeyli bir eğitim ile olgunlaşır. Muhammed İkbal, kaliteli ve düzeyli eğitimin yine kaliteli ve düzeyli öğretmenlerce kurulacağını söyler. Çünkü her türlü ahlâkî, sosyal ve dinî eğitim kilidi öğretmenin elindedir, ülkenin her türlü gelişmesinin kaynağı öğretmenin kendisini geliştirmesine bağlıdır.

Muhammed İkbal’e göre insanlığın tam manasıyla kavranması, insanın sorumluluklarının bilincine tam olarak varması, bencillik ve egoizmden uzaklaşması, kâmil bir insan olmaya çabalaması ancak ahlâkî eğitim ve öğretimle mümkündür. Bu anlamda çocukların eğitimine gereken titizliği göstermeyen her sistem zalimdir ve canidir. Çocukların eğitim ve öğretiminde önlemler alınmazsa o toplum kendi kıyımını elleriyle gerçekleştirmiş ve toplum hukukuna zalimce bir saldırıda bulunmuş olur. Muhammed İkbal, çocukluk dönemlerinin iyi gözlenilmesi gerektiğini vurgular. Gerçek bilimsel metodlarla ciddi ve kaliteli bir eğitim programlaması yapabilmek için çocukta hangi güçler daha önce ortaya çıkıyor, bunun araştırılması gerekir. Dolayısıyla İkbal, hayalî bir eğitim sistemi değil, uygulanabilir bir eğitim sistemi üzerinde durur. Ona göre, sıradan bir zekâya sahip biri bile bu “uygulanabilir sistem”den faydalanabilir. Çocukluk dönemine özgü davranışlar, eğitim binasının temelidir. “Mimar ilk tuğlayı eğri koyduğunda / Onun duvarı Süreyya’ya kadar eğri gider.

Çocuklar, belirli bir şeye uzun bir süre odaklanamazlar. Dikkatleri çabuk dağılır. Hem bedensel güçleri hem de akıl güçleri aynı noktada uzun süre kalmaya elverişli değildir. Eğitim metodunda bunun göz önünde bulundurulması gerekir. İkbal, derslerin uzun tutulmaması ve daha küçük parçalara ayrılarak işlenmesini öngörür. Görme, dokunma, inceleme çocukların dersleri kavramaları açısından çok önemlidir. Hayatta tecrübe kazanmak gibi çocuk da derste görerek, dokunarak, duyarak, inceleyerek nesnelere karşı tecrübe kazanır. İkbal’e göre her bir duyuya yönelik uygulamalar yapılırsa çocukta nesnenin şekli hakkında tam bir bilgi oluşur. Ayrıca çocuğun dikkati, nesnelerin rengine de çok duyarlıdır. Cansız renkler çocukların ilgisini çekmezken canlı renkler çocukta merak ve ilgi uyandırır. “Bundan dolayı çocuğun ilk derslerinin renkli nesnelerle ilgili olması gerektiği kuralı oluşturulmuştur.

Çocuklar taklit ederek öğrenmeye çalışır. Anne, baba, kardeş ve etrafındaki en yakın kişi çocuğun taklit ettiği ve zamanla onlara benzemeye başladığı kimselerdir. İkbal, çocuğun taklit yönünü göz önünde bulundurarak öğretmenin çocuğun önünde örnek bir kişilik sergilemesi gerektiğini vurgular. Toplumda mümessil olacak kimselerin artması isteniliyorsa önce öğretmenler kendilerini yetiştirmeli, daha sonra eğitimiyle ilgilendikleri çocuklardan iyi birer insan olma liyakatini beklemeliler. Çocukların hayal gücü, inanılmaz boyutlardadır. İkbal, hayal gücünün geliştirilmesini, derslerde hayal gücünü harekete geçirici çalışmalar yapılmasını söylerken çocuklardaki hayal gücüne uygun sınırlar getirilmesini de söyler. Çünkü hayal gücü başıboş bir şekilde ileri bir düzeye çıkarsa çocuğun akıl sağlığı zarar görebilir.

Çocuğun aldığı her ders, onun ilerleme grafiğini gösterir. Her ders, çocuk için anbean gelişme ve ilerleme safhasıdır. Dersler, çocuğa olumsuz bir zaman dilimi olarak yansıtılmamalı, çocuk öğretmeninin kendisi için bir kılavuz olduğunu hissetmeli, duyumsamalı. Derslerde hem bedensel hem de ruhsal gelişimi destekleyecek bilgiler verilmeli. İkbal, iyi bir eğitim sisteminin bedensel ve ruhsal güçleri eşit bir şekilde besleyebilen bir sistem olduğunu söyler. Çünkü “kâmil eğitim sisteminin amacı, pek çok bilimsel veriyi beyine depolamak değil, manevî bütünde saklı tüm güçleri ortaya çıkarmaktır.” İkbal, sağlıklı bireylerin yetişmesinin özverili öğretmenlere bağlı olduğunu savunur. Öğretmen bilinçsizse o eğitimden çıkan çocuklardan bir şeyler beklemek o çocuklara haksızlık olur: “Eğitimciler, mesleklerinin kutsallığı ve önemi doğrultusunda eğitim tarzlarını üst düzey bilimsel metodlara dayandırmalıdır. Bu metodlar sayesinde, ısısında ulusları en üst noktaya ulaştırabilecek o siyasî ve toplumsal yeşermenin saklı olduğu gerçek bilim aşkının doğacağı kesindir.

Hece Yayınları'ndan çıkan Makaleler kitabı, Muhammed İkbal’in tam otuz makalesini okurlara aktarıyor. Seyyid Abdulvahid Mu’inî tarafından derlenen makalelerin çevirisi Celal Soydan tarafından yapılmış. “Çocuk Eğitimi” makalesi ise, Makaleler kitabının girişinde yer alıyor. İkbal’in çocuk eğitimine verdiği önemin göstergesidir bu. Söz konusu makalede on bir maddeyi takip ettiğimizde Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Aliya İzzetbegoviç gibi isimlerin çocuk eğitimine bakışlarına benzer yaklaşımlara rastlıyoruz. Muhammed İkbal’in “Çocuk Eğitimi” başlıklı kısa makalesi, on bir maddede bir eğitim tasarısı sunuyor. Her bir maddenin hakkını vermek, her bir maddeyi uygulamaya koymak aslında çok kolay.

Ne ki günümüzün eğitimcileri prosedür işlerinden başlarını kaldırıp asıl meseleye bir türlü odaklanamıyor. Milli Eğitim, personel ve bina masraflarından asıl işi olan eğitim programıyla meşgul olamıyor. Öğrencileri ve öğretmenleri pasif olan bir eğitim sisteminden âtıl bireyler çıkar. Arzu edilen atılgan bireylerdir oysa. Çocuklarını ihmal eden bir ailenin parçalanması gibi toplum çocuklarını ihmal eder, onların eğitimine gereken özeni göstermezse parçalanır, kalkınamaz, üretemez, daima dışarıya bağımlı hâle gelir. İkbal, tasarladığı eğitim sisteminde buna dikkat çeker ve şöyle der: “Gerçeği söylemek gerekirse ulusun yücelmesinin kökleri çocuk eğitiminde yatar.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

1 Aralık 2015 Salı

Renksizlik meselesinin köklerine inmek

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları, Doğan Kitap tarafından 10. baskısını yapan festival tadında bir roman. Japon sürrealist romancılığının ustası olarak kabul edilen Haruki Murakami’nin 316 sayfalık hikâyesini yazarın kendi tarihindeki en gerçekçi anlatı olarak kabul edebiliriz. Ana karakter Tsukuru’nun karanlık dönemiyle başlıyor roman. Ölmek isteyen bu ilginç adamın masumiyeti, çocukluğu, aidiyet duygusu ve itilmişliğinin kıyılarına çekiliyor okur. Murakami ilk bölümden bireyci bir anlatımla yol alacağının sinyallerini veriyor bu sayede. Bir başlangıca yakışan ne varsa ona sahip kitabın birinci bölümü. Hafif, lezzetli ve sonrası için merak uyandıran cinsten hoş bir atıştırmalık. Toplam 19 bölümden oluşan Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları kendi içerisinde tasarlanmış bir plana sadık kalınarak yazılmamış olduğu izlenimini veriyor. Zira hikâye sık sık kesintiye uğratılıp geçmiş, gelecek ve bugün arasında yer değiştiriyor. Böylece bölümler açıldıkça konu da açılıyor. Yazar örgüyü allak bullak edip okuru sıkmadan tatmin edici düzeyde bir merak duygusuyla ipi sonuca doğru çekiyor. Murakami ortak felaket ve hüzünlerin komünü olarak anılan Japon ırkı önyargısını kırmak istiyor olmalı ki tüm metin Tsukuru’nun kişisel mücadelesi üzerinden bu önyargıya ateş püskürtüyor.

"Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş."

Tsukuru Tazaki belki de sırf yazarın bu milliyetçi tavrı üzerine oturtulmuş bir karakter. Çünkü çevresindeki herkesin isminde bir renk imi varken kendisinin adı üretmek, ortaya çıkarmak anlamındaki imlerle yazılıyor. Üstelik Tsukuru bu durumdan başlarda oldukça rahatsız. Herkes gibi olma meraklısı bir karakterin herkesin içinden atılmasıyla ise asıl hikâye başlıyor. Lise yıllarında tanışıp arkadaş olduğu ve isimlerinde yer alan renklerden ötürü Bayan Ak, Bayan Kara, Bay Mavi ve Bay Kızıl olarak adlandırdığı sıkı dostları tarafından bir anda ötenazi edilen Tsukuru yalnızlık okyanusunda kendi içine doğru bir Hac’a çıkıyor. Bu dalgasız denizde Tsukuru’nun yanı başında seyahat eden okurun ilk gözüne çarpan şey ise yalancı kara parçaları oluyor. Renksiz Tsukuru Tazaki arkadaşlarının onu neden dışladıkları sorusuyla baş başa bir istasyon mühendisine dönüşürken, adım attığı her toprak yine bir anda altından çekilerek onu serin suların içine gömüyor.

Hikâye’nin sakin anlarından birisinde yazarın kendisini açık etmekten çekinmediğine şahit oluyoruz. Çünkü tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş beyin fırtınası yaparken, Murakami bu romanı kaleme almasındaki amacından söz ediyor sanki:

"Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."

Kitap büyük çoğunluğu felsefi ve soyolojik mesajlar aktaran ancak bunu pütürlü ya da tırtıklı bir biçimde okuyucunun düşünme eylemine enjekte etmeden başaran eserlerden. Akıp gidiyor. İsteyen sadece eğlenmek, isteyen düşünmek için okuyabilir beni diyor adeta.

Gelelim renksizlik metaforuna. Başkahramana atfedilen bu özellik Murakami dilinin pamuk prenses oyunlarından. Kendini çirkin, silik, yetersiz hisseden Tsukuru yıllar süren ruhani Hac’ından sonra her anlamda dönüşüm geçirmiş 36 yaşında yetişkin bir adam olarak Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya kendisini neden reddettiklerini öğrenmeye karar veriyor. Arkadaşlarını bir araba satıcısı, iş dünyası danışmanı, piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulan Tsukuru hepsiyle görüşmeyi tamamlayınca renklerini ve daha pek çok şeyini kaybedenin kendisi değil onlar olduğunu anlıyor.

Murakami bu yöntem sayesinde mesajlarını oldukça sade ve akıcı bir dille fonda Lazar Berman'ın piyanosundan dinlediğimiz Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays eşliğinde nihayete erdiriyor. "Le Mal Du Pays", memleket hasreti çekmek anlamına geliyor. Hikayenin sonlarına doğru Tsukuru’nun hissettiği memleketsizlik, topraksızlık duygusunu son bir çırpınışla aşık olduğu Sara ismindeki kadında arayışına ithaf edilebilecek bu fon aslında karakterin sıla özlemini değil kırgınlığını, yoksunluklarını ve melankolik ruh halini temsil ediyor.

"Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları renksizlik metaforuna sarmalanmış çift odaklı değerli bir hikaye. İster derin düşünme pratiklerine dalın, ister tek nefeste huzurlu bir huşuya kapılarak okuyun.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_