30 Ekim 2015 Cuma

Bırakın çocuğunuzu Allah büyütsün

"Hiç bir ana-baba evlâdına iyi bir eğitimden, iyi bir ahlâktan daha değerli mîrâs bırakamaz."
- Tabarânî, Hadis-i şerif

Bu yıl Ramazan-ı Şerif ayında televizyonda yayınlanan bir iftar programında Ö. Tuğrul İnançer’in bir sohbetine ve anlattığı bir kıssaya denk gelmiştim. Menkıbe odur ki Resul-i Zişan (sav)’e âşık zatlardan birisi hayatı boyunca ağzına bir lokma karpuz sürmemiş. Malum karpuz aslında Allah (cc)’nin bizlere helal kıldığı yiyeceklerden biridir. Bu zat karpuz yemeyişinin sebebini ise ibretlik bir cevapla aktarmış: "Efendimiz (sav)’in karpuzu nasıl kestiğini bilmiyorum. Sünnete muhalif hallerden imtina ederim."

Bu kıssayı dinlediğimde çok etkilenmiş ve kendi hallerimi sorgulama içine girmiştim. "Ümmeti ümmeti" diyen Güzeller Güzeli Nebi (sav) benim hayatıma ne kadar ışık tutuyordu? Ben ne kadar onun hâli ile hâllenmeye çabalıyordum? Derken bu soru hayatımın en önemli ve muhtemel ki en tatlı sorumluluklarından biri olan annelik için de kapımı çaldı: "Evladımı İslâm, Kur’an ve sünnet ışığında nasıl iyi bir insan olarak yetiştireceğim?". İşte o zaman Hatice Kübra Tongar’ın Fıtrat Pedagojisi isimli kitabı Üsküdar Kaknüs’te bana göz kırpıverdi. Ne güzel bir tevâfuk…

Hayy Kitap’tan ikinci baskısını yapan eser, en özet haliyle ve Hatice Kübra Tongar’ın da kendi ifadesiyle Kur’an-ı Kerim’e annelik gözüyle bakmamızı, "İkrâ" ayet-i kerimesinden itibaren ayetlerin annelik açısından yorumlanmasını sağlıyor. Kapakta da ifade edildiği gibi "adetlerle değil ayetlerle çocuk eğitimi" diyerek doğru bildiğimiz yanlışları, yanlış bildiğimiz doğruları bizlere en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz (sav) aracılığı ile iletiyor.

Otuz iki başlığın yer aldığı eserde ayetler ve hadisler doğrultusunda çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz, onlara nasıl davranmalıyız, anne babanın çocuk, çocukların ise ebeveynler üzerindeki hakları nelerdir vb. sorularının cevapları veriliyor. Tüm bunların ilk basamağı olarak da "anne-babalığın ilk şartı; bismillah demektir." cümlesi gösteriliyor. Peki her işine besmele ile başlaması tavsiye edilen biz Müslümanlar için bu ne demektir? "'Ben yapamam, Rabbim yapar.'" gerçeğine boyun eğmektir.". Yalnız burada dikkat çekilen bir noktayı da ele almak gerek: "Terbiyenin Allah’tan gelmesi demek, anne-baba hiçbir şey yapmayacak demek değildir. Tam aksine, elinden geldiğinin en iyisini yapma gayretini hiç bırakmamak ama sonucunu Allah’tan bilerek razı olmak demektir. Çocuğun sahibi olmak iddiasından çıkıp şahitliğin şükrünü yaşamak demektir." Kitapta çok sevdiğim öğretilerden biri bu oldu; zira bu gerçek ile beraber anne-baba olarak bizlerin üzerindeki yük bir anlamda hafiflemiş oluyor. Zaten dinimizin bize önerdiği en güzel davranış ve hallerden biri her daim tevekkül üzere olmamızdır. Çocuğumu neden istediğim gibi yetiştiremiyorum, çocuğum neden benim istediğim gibi davranmıyor sorularını sürekli olarak kendine yönelten ebeveynler bu sorumlulukların hatta sorumluluk olmanın ötesine geçip yük haline gelen bu soruların altında ezilecek, en doğru tabirle dünyayı hem kendine hem evladına zindan edecektir. Halbuki kitapta da ifade edildiği gibi hepimiz dünyaya bir fıtrat üzere teşrif ediyoruz. Kimimizde azim, kimimizde kıskançlık, kimimizde cemal, kimimizde celal ağır basıyor. Anne-baba ve hatta bir sosyal çevreyi paylaşan insanlar olarak bize düşen bu fıtratı eğip bükmek, bir hamur gibi yoğurmaya çalışmak değil, eğilimleri okuyabilmek, yaradılışı kabullenip ondaki güzellikleri ortaya çıkarabilmek için gayret göstermek olmalıdır. Nihayetinde "fıtrata saygı, fıtratı yaratana saygıdır."

Dinimizin, kitabın ve modern pedagojinin de üzerine bastığı noktalardan bir diğeri "hâl ile örnek olabilme" davranışıdır. Çocuğumuzdan bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını istediğimizde önce dönüp kendimize "ben bu davranışı hakkıyla yerine getirebiliyor muyum?" diye sormalıyız. Bütün akşam televizyonun karşısında oturan bir anne-babanın çocuğuna kitap okumayı öğütlemesinin abesle iştigal olacağı aşikârdır. Ayrıca bu davranış modeli Kur-an-ı Kerim’de Saf suresinde de bizlere bir ikaz niteliğinde yer almaktadır: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında gazap gerektiren bir iştir.". Yani günümüzde yer aldığı gibi "Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma." anlayışı aslında özünde tamamen yaradılışa aykırı bir gerçeği ifade etmektedir.

Her ebeveyn çocuğunun çeşitli dallarda başarı göstermesini, parmakla gösterilen örnek bir evlat olmasını arzu eder. Ancak dünyevi birtakım başarılar uğruna çocuğunu gecenin bir vakti ders çalışması için uyandıran bir anne-baba, sabah namazını eda etmek üzere çocuğunu ezanla uyandırmıyorsa dönüp kendine bakmalı, evladına gösterdiği merhametin onun esas sorumluluğundan uzak kalmasına neden olmamalıdır. Zira ana babaların ve evlatların nihai kıblesi Rabb’in rızasını kazanmak olmalıdır. Diğer yandan çocuğunun başarılarından övünerek bahsettikçe hem diğer çocukların ebeveynlerinin kalplerinde haset tohumları ekecek hem de kendileri şahitlik makamından sahiplik makamına geçeceği için Allah’ın en sevmediği his olan kibre ruhlarında kapı aralayacaklardır.

Kitapta birkaç başlık altında günümüz ebeveynlik modelleri de mercek altına alınıyor. Genç anneler ve anne adayları olarak hepimiz "aman çocuğu kucağa alıştırma, aman ağlayınca hemen bağrına basma, aman sallanarak uyutma, çok fazla emzirme erkenden ek mamaya alışabilsin" gibi telkinlere aşinayız. Bu telkinlerde bulunan, hazır mama sektörünü gündemimize taşıyan, çocuğunu güçlü bir birey gibi yetiştirmeye çalışırken aile ilişkilerini zedeleyen bir Batı kültürü özentisinden başka bir şey değildir. Halbuki bizler Kur’an-ı Kerim’de de söz edildiği gibi iki yaşına kadar anne sütü emmeyi çocuk için faydalı bulan bir neslin evlatlarıyız. Çocuk ile ebeveyn odasını hızlıca ayırmaya çalışmayan, ilk iki yaşın güven duygusu için kritik bir dönem olduğunu bilen, çocuk korktuğunda onu kucağına alıp sarıp sarmayı yük bilmeyen bir kültürün bireyleriyiz. Aksi şekilde davranmak güçlü bir insan yetiştirmek bir tarafa, kendi duygularına kulak tıkayan dolayısıyla başkalarının hislerini anlamaktan uzak bir nesil yetiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Günümüz annelerinin bir diğer sorunsalı ise üzerindeki toplumsal rollerdir. Bir kadın çocuğu olduktan sonra da iyi bir eş, iyi bir ev hanımı, iyi bir evlat, iyi bir anne ve çoğu zaman üretime katkıda bulunan çalışan bir kadın olmak durumundadır. Bu noktada tavsiye edilen, eşlerin rolleri dengeli bir şekilde paylaşması, herkesin ana rollerini ve en çok da kendi biricikliklerini unutmadan zamanı ve sorumlulukları etkili ve doğru bir şekilde paylaşmasıdır.

Kitapta, detaylıca okunduğunda göreceğiniz gibi öfke kontrolünün, ağlama krizlerinin kontrolü, ebeveyn olarak çocuğumuzdan önce kendi dünyamıza ayna tutmanın yolları ve önemi, çocuklara Efendimiz (sav)’in ve diğer peygamberlerimizin ettiği dualar ayet ve hadis ışığında defaten değerlendiriliyor. Tüm bu başlıklar ele alınırken önerilen ve unutulmaması gereken en önemli düstur Kehf suresinde yer almaktadır: "Çocuklar dünya hayatının süsüdür."

Duamız, evlatlarımızın hayırlı, insanlığını bilen, sünnetullah yolunda yaşayan çocuklar olması, bizim de ana babalık görevlerimizi hakkıyla yerine getirebilen ebeveynler olmamızdır. Amin.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

28 Ekim 2015 Çarşamba

Her kitap bir mektuptur

"İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız."
- Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56.

"Gönül mazhardır envar-ı cemale
Gönül güldür gönül güldür cemale."
- Nasuhî
(Beste: Enderunî Hâfız Hüsnü, Beyâtî-arabân İlâhi)


Yatağımızdan kalkabilmek, alışveriş yapabilmek, görüşmek istediklerimizle dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar görüşebilmek, eczane bulmak, alışveriş yapmak, müzik(?) dinlemek, sevdiğimiz programları izlemek, her ne yapıyorsak yapalım bunları insanlarla paylaşmak, taksi çağırmak, bayramlaşmak, tebrikleşmek, sevinmek ve üzülmek için avucumuzun içindeki cihazın ekranına bakmamız ve parmak uçlarımızla dokunmamız yeterli oluyor. Bir dönem bize bunları yapabileceğimiz söylenilse muhakkak güler geçerdik. Oysa uyarı(!) yapılmıştı, milenyum çağı geliyordu. Artık hayatımıza robotlar girecekti. Yani hayatımız işgal altında olacaktı. Bu ta en başından söylenen çağın uyarısı yapılmış olmasına rağmen hiçbir önlem almamak ise bizlere düşen oldu. Hoşuma gidecekti bu çağ, mutlu insanlar olacaktık, hep kahkahalar atacaktık, derdi kederi robotlarla unutacaktık. Tüm bunları yaparken hayatımızdan neler gideceğini ise asla düşünmeyecektik. Koca bir geçmiş olsun demek gerekiyor hepimize. Dijital çağ hepimize bir gönül sahibi olduğumuzu unutturduk. Mustafa Kara'nın Gönül Mektupları ise bir gönüle sahip olduğumuzu hatırlatıyor. Cahit Zarifoğlu'nun dizelerini hatıra getiriyor: "Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız / bir şehir kadar kalabalıktır bazıları / bir dehliz kadar karanlıktır bazıları / konuşurlar / isterler / susarlar / dinlememişseniz nice yıl kalbinizi / ev meslek iş para geçim diyerek / düşünün şimdi bir de / şehirlerde kasaba ve köylerde / başını eğmiş kalbiyle söyleşen biri olduğunuzu."

Kitabın sunuş yazısında Ezel Erverdi hem Mustafa Kara ile tanışıklığının öyküsünü anlatıyor hem de onun tasavvuf tarihi çalışmaları yanında derviş gönlü ile modern hayatta insanımıza yol gösteren bir şahsiyet olduğunu söylüyor. Kitabı ise Mustafa Kara'nın "Hikem"i olarak özetliyor.

Daha evvel üç kitap hâlinde yayımlanan kırka yakın mektup "Gönül Mektupları" adıyla tek bir kitapta toplanmış. Mustafa Kara'nın akıcı ve dostane üslubu, her bir mektubun kendine has bir konuya sahip oluşuyla kıymet kazanıyor. Fakir özellikle Kara'nın tasavvuf ve tarikatlar tarihi ile tekke kültürüne olan yakınlığının akademik çalışmalarla gün yüzüne çıkmasından fazlasıyla istifade etti. Gönül Mektupları'nda bu zenginliği derinlemesine keşfetmek mümkün. En önemlisi de nereden başlayacağını merak edenlere bir ses oluyor mektuplar. Mesela tasavvufun gayesini merak edenlere şöyle sesleniyor Mustafa Kara: "Tasavvufun gayesi insân-ı kâmil yetiştirmektir. İmanın ve İslâm'ın esaslarıyla yoğrulan mü'mine, tasavvuf, ihsanın inceliklerini ve sırlarını sunmakta ve "Allah'ı görüyormuşcasına" coşkun ve tarif edilmez bir hal içinde, O'na kul olmanın vecdini ve canlılığını yaşatmaktadır. Bu vecd ve canlılık İslâm düşüncesinin kalb ve gönül yönünü geliştirmiş, bunun neticesinde ortaya çıkan eserler asırlarca insanlara ışık tutmuş ve tutmaktadır. "Kalbden kalbe yol vardır" düsturunu belgeleyen bu eserler, asırlar boyunca maddenin ve basit heveslerin daracık kalıpları içinde sıkışıp kalan insanlara soluk alma fırsatı vermiş, ümit bahşetmiş, yeni ufuklar kazandırmıştır."

Tasavvufla sanat arasındaki ilişkiyi mektupların çoğu yaşayan örneklerle anlatıyor. Bu örneklerin yaşıyor oluşunun sebeb-i hikmeti; elbette güzel sanatların şaheser numûnelerinin tekkelerden, tarikatlardan ve dervişlerin ellerinden çıkması. Şöyle diyor Mustafa Kara: "Gönül medeniyeti olmadan ses olmaz, ahenk olmadan ritm olmaz, çizgi olmaz. Şiir ve musikinin olmadığı bir hayatı taşımak da sıkıntı ve ızdırapların en büyüğüdür... Yunus'un, Niyazi'nin güfteleri olmasaydı, Itri'nin, Dede Efendi'nin besteleri olmasaydı, hayatımız ne hale gelirdi? Düşünebiliyor musunuz?"

Tekkelere en büyük darbeyi şüphesiz 1925'te devletin çıkardığı kanun en büyük darbeyi vurmuş, Türkiye bir muhabbet ülkesi olmaktan aldığı şifayı kaybetmiştir, hem de kendi elleriyle. 1925 yılından sonra yaklaşık 25 yıl boyunca hemen hemen hiçbir tekke faaliyet göstermemiş, nasibini türbe ziyaretleri ve buralarda yaptığı dualarla arayan halka türbeler bile çok görülmüştür. Ne garip ki bu kanunu çıkartanların ve kabul edenlerin mezarlıkları da zamanla birer türbe hâlini almıştır! 1940-50 arasındaki herhangi bir tekkede bırakın zikr faaliyetini, musiki meşk etmek bile imkânsızken günümüz Türkiye'sinde eski devlet görevlilerinin mezarlarının başında her türlü şeyi yapmak serbesttir. Elbette bir kanuna boynunu bükmeyen, asırlardır irşad faaliyetleriyle Müslümanların gönlünü zenginleştiren tekkeler de mevcuttur. Lakin bunların sayıca azlığı milleti de bu modern ve ıstıraplı hayatın bataklığına adeta teslim etmiştir. Yazarın şu yorumları üzerinde dikkatlice düşünülmesi gerekir: "1960 ve 1970'li yıllarda bu imkân giderek azaldı ve karanlık dönemde kulaktan dolma bilgilerle yetişenler ve Post'a oturanlar çoğalmaya başladı. Gerçek mürşidlerin yanında "aktör" mürşidler piyasayı kapladı. Bunların bir kısmı cezbeli ve yetersiz, bir gurubu mukallit ve muhalif, bir kısmı beceriksiz ve cahil, bir bölümü de yeterli fakat maddeye ve şöhrete düşkündü. Yaratılış itibariyle mistik bir muhtevaya sahip olan insanlarımız, derin bir araştırma ve inceleme yapmadan bu kimselere kapıldılar-kapılandılar. Kanunen yasak ve gizli oluşu, bu riskli davranışı mecburi hale getiriyordu. Tekke psikolojisine ihtiyaç duyan insanlar gerçek "pınar"larla karşılaşamayınca, bu "tuzlu" ve "kirli" sularda susuzluğunu gidermeye çalıştı."

Mustafa Kara'nın gönlünden kopan mektuplar, hangi yıllarda yazılmış olurlarsa olsunlar birer öğütten çok vasiyet gibi okuyucunun gönlüne akmalıdır. "Tüketen kim, tükenen kim? Tüketilen kim? "Tüketim tüketim" tahrikleriyle ejderha haline getirilen insanın kirlettiği dünya nereye gidiyor? Nereye doğru gidiyoruz? Bu silahlarla bu "ağır" sanayi ile nereye doğru gidiyoruz sevgili dost?" diye soran Kara, "Duruluğu yakalayan, bunun reklamını yapmamalı; ulaştığı zenginliklerle birlikte, sabırla kozasını örmeya devam etmelidir" diyerek Fatır sûresini işaret ediyor: "Arınan kendisi için arınmıştır…" (35/18)

Dünyanın bir oyalanma yeri olduğuna ve Allah'ın vaadinin gerçekleşeceği güne iman etmiş olanlar için gönlünü diri tutmak elzemdir. Gönül denen kıymeti sonsuz hazine bize nice seslenişler sunmaktadır. Kulağımızı o yöne doğru verelim, gönlümüzün yönüne. O zaman sıralama iman ve insan buluşacak ve birbirinden hiç ayrılmayacaktır. En azından dileğimiz budur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Ekim 2015 Cuma

Şarkı ve şiirin 20. yüzyıldaki yolculuğu

Söz ile sesin arasındaki dostluğun” yolları çoktur. Belki insanı “yalnız bir koroya” dönüştürebilir bu. Şayet sözkonusu olan büyük bir yapıtsa, bakmayı ve görmeyi öğrenmişseniz, sizi bekleyen yalnızlıktan başkası değildir. Yapayalnız kalabilirsiniz. Hilmi Tezgör, kitabının en başında Mehmet Taner’den mükemmel bir alıntıyla söze başlıyor. Şarkıların dilden dile, gönülden gönüle taşınıyor olması iyi-kötü müzik dengesinin tutturulabilirliğine işaret ediyor. 20. Yüzyılda Popüler Müziğin Edebi Yüzü adlı bu çalışma, Halil Turhanlı’nın nefis önsözüyle ve iki ana bölümüyle “merhaba” diyor okura. Çoğunlukla dünden bugüne aktarılan şarkılar, kalıcılığını koruyan eserler, insan ihtiyaçlarına göre ve kişilere bağlı bir değişkenlikle karşı karşıya kalan kanunlar gibi değildir.”Bir ulusun türkülerini yapanlar yasalarını yapanlardan daha güçlüdür” diyen William Shakespeare doğru söylemiş. Yakın zamanda kaybettiğimiz ünlü ozan Neşet Ertaş güzel türküleriyle nesilden nesile aktarılacak sözgelimi. Tezgör kitapta, şarkı sözlerini ikiye ayırıyor: “Toplumsal yaşam şartları zorlaştığında ya da iktidar tarafından zorlaştırıldığında, haksızlıklar yaşandığında, baskı ortamı oluştuğunda, çatışma ve şiddete tanık olunduğunda bu konularda şarkılar yazılır. Başkaldırı ve direniş, bu türden sözleri olan şarkılarda yaşam bulur. Blues, folk, rock, punk, rap ve etnik müziğin bir bölümü, protest müziğin ise-ismi üzerinde- neredeyse tamamı bu tür sözler içerir. Doğaçlamaya dayanan ve çoğu zaman enstrümantal olan caz müziği de özellikle 1960’larda direnişçi ve politik bir tavra sahip olmuştur.

İyi şiiri iyiye kullanan rockçılar
Bireyci şarkı sözünü ise Tezgör şöyle tanımlıyor: “Aşktan cinselliğe, kıskançlıktan şizofreniye, acıdan yalnızlığa, coşkudan öfkeye, utançtan megalomaniye kadar bireyin farklı duygularının sözlere dökülmesidir. Birey bu sayede kendini ifade etme fırsatını yakalayarak kendini daha iyi tanıyabilir, kendini bulabilir, yeniden kurabilir. Doğa ve dış dünya karşısında bireyin duygu ve düşünceleri de yine bu sözlerde ifade bulur.” Kısa öykü gibi iyi müzikler de etki bırakır. Tek seferde insan ruhunda bıraktıkları izler müthiştir. “Bir edebi tür olarak öykünün en güzel örneklerini yazan ve bu türün kuramına da ilk katkıları yapan Edgar Allan Poe’ya göre öykü, okuyucunun kafasında “tek bir etki” yaratacak biçimde planlanmalı ve bunun ahlâken biçimlendirici bir deneyim haline gelebilmesi için de bir oturuşta okunup bitirilebilecek kısalıkta olmalıydı. Tek bir etki!..

Ayrılmaz ikili müzik ve edebiyat
Edgar Allen Poe, kendine özgü edebiyatıyla bugün içinde gerilim, korku, gotik, polisiye ve hatta bilimkurgu öğeleri barındıran neredeyse her sanat dalını etkilemiş durumda... Akıl almaz ayrıntılar, müthiş gözlemler, çürütülemez bir mantık ve matematik, yazdıklarını eşsiz kılar. Zekanın ürünüdür bunlar. İnsanlar ise zayıf yanlarıyla vardır onda. Popüler müziği etkisi altına almaması mümkün değildir. İngiliz heavy metal grubu, Poe’nin, “Morgue Sokağı Cinayeti” adlı eserini ad ve konu olarak aynen kullanan Iron Maiden (1981) Killers adlı albümünde, şarkısına “Murders in the Rue Morgue” adını vermiştir. İlham kaynağı öykücüler olan şarkıcıların, listesi böylece uzayıp gider. “Fransız şiirinin üç silahşörünün Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine olduğu söylenebilir.” Bu üç şairin şiirlerinden etkilenerek popüler müzik yapan 20.yüzyıl müzisyenleri tahminimizden çoktur. “Öyle ki, bugün rock şiirinin öne çıkan isimlerinin çoğu, öyle ya da böyle bu şairlerin kitaplarını başuçlarında eskitmişler, iyi şiiri “iyiye” kullanmışlardır.Bob Dylan, Patti Smith, Jim Marrison örnek verilebilir. Bob Dylan “Üç Kuruşluk Opera”yı dinledikten sonra günlüğüne şöyle yazar: “Sert bir dili olan şarkılar. Bir anı diğerini tutmayan, aksak, sarsıla sarsıla ilerleyen tuhaf tasavvurlar. Şarkılar hırsızların, leş yiyicilerin veya ciğeri beş para etmezlerin ağzından yazılmıştı ve hepsi kükrüyor, homurdanıyordu. Bütün dünya dört dar sokağın arasına sıkıştırılmıştı.(...)” Bob Dylan, “kafasına göre takılan” birine göre çok manidar bir not düşmüştür aslında. “Mükemmel müzik dengeden doğar. Müzik gökle yer arasındaki ahenge, karanlıkla aydınlık arasındaki uyuma dayanır.Hermann Hesse, “müziği olan bir romana” imza atmıştır: Boncuk Oyunu. 1943’te yazılmıştır. Yazar müziği adeta içselleştirmiştir.

Sevgili okur, H.Hesse’nin küçük yaşlarda keman çalmaya başladığını biliyor muydunuz? Bu yetisinin onu dengeli bir insan kıldığını gözlemliyoruz. H.Hesse, Bozkırkurdu’nu şöylece bitirmiştir: “Bir gün gelecek, gülmesini öğrenecektim. Pablo beni bekliyor, Mozart beni bekliyordu.” Müzik ve edebiyat zaman içinde ayrılmaz bir ikiliye dönüşmüştür. İki türün karışımından doğan “şarkı sözü” yeni bir tür olarak yoluna devam etmektedir. Müzik üzerine az okuyan, müzikle çok az düşünen bir toplum olduğumuzu düşünürsek, müzisyenlerin derdini dillendirmek adına yapılmış olan bu kapsamlı çalışmanın ciddi müzik dinleyicisi için yol gösterecek nitelikte olduğu aşikardır.

Bu kitabın müziğe ve çıkış noktasına dair, ortaya atılan tezlerin ışığında, müziksever okura yeni bir bakış açısı kazandıracağını düşünüyorum.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

Bir sığınak olarak Minare Gölgesi

Caminin, ezanın ve minarenin başkahraman olduğu bir roman Minare Gölgesi. Engin Ergönültaş’ın beş yıllık emeği olan roman İletişim Yayınları’ndan çıkmıştı, ikinci baskı için gün sayıyormuş.

Ezanlarla, İstanbul’da başlayan bir hikaye var Minare Gölgesi’nde. İstanbul’un fakir semtlerindeki insanların yaşayışına içeriden bir şahitliğe götürüyor okurunu Engin Ergönültaş. Bu kitap için beş yıl çalışmış yazar. Başkahramanı cami bu kitabın. Kitaptaki diğer kahramanlar caminin ya bahçesinden geçiyor, ya minaresine gözü takılıyor ve ya müezzininin sesiyle boğulduğu dünya dalgalarından bir süreliğine emin oluyor. Bir süreliğine emin oluyor, çünkü kitaptaki kahramanların her birinin içinde yüzdüğü imtihan denizi, kendilerine dönme, kendilerine gelme imkanını bahşetmiyor. Cami; yanıbaşlarında duruyor, minare; hayatlarının her anına tanık oluyor, Allah; müezzinin ağzından beş kere kendine davet ediyorken, romandaki kahramanlarımızın hiç biri kendini bu limana atamıyor.

Kavgadan minareye kaçış
Romanda adı geçenlerin en safı, ilk yaşlarını, taze ömrünün günlerini süren Atilla. Ninesinden Kur’an-ı Kerim öğrenen Atilla… Et tehiyyatü okuyan Atilla… Atilla, ayrı olan annesi ile babasının kavgasından kaçarak minareye sığınıyor. Kendisi için çıkan bir kavgadan kaçıyor… Annesiyle birlikte yaşıyor Atilla. Babası işlediği bir cinayetten ötürü İzmir’e kaçma planlarına oğlu Atilla’yı da dahil ediyor. Annesi Atilla’yı vermek istemeyince, ayrıldığı eşini de yanında götürmeyi ve tekrar eski mutlu günlere dönmeyi teklif ediyor.Atilla’nın annesi ise İstanbul’dan gitmeyi kabul etmeyince kaçmak için sınırlı günleri kalan eski kocasıyla evlerinin önünde kavgaya tutuşuyorlar.

Babasıyla İzmir’e gitmek istemeyen Atilla, saklandığı odadan çıkarak, mahalle camiine sığınıyor. Cami bahçesinde kendisine uygun bir yer ararken minarenin kapısının açık olduğunu farkediyor ve günlerini minarede geçirmeye başlıyor. Mevsim yaz ve güneş kavurucudur. Babasının şerrinden minareye kaçtıktan sonra, güneşin hararetine de minareyi kalkan eder…

Ezan sesiyle uyanışlar
Minare gölgesinde uykulara dalar, kabuslar görür, uyandığında gölge kendi üzerinden kalkıp başka yerlere konmuştur. Ezanlarla derin uykulardan uyanır Atilla. Yanıbaşında patlayan höparlörün sesi, minareyi kendisine gözetleme kulesi edinen Atilla’yı bir çok kez ürkütür. Minareden inmesi için, babasının evlerinin önüne çektiği arabasının gitmesini bekler.

Romanın Allah’a en yakın isimlerinden biridir Atilla. Kendisi gibi iki kişi daha vardır Allahlı. Ninesi, yani annesinin annesi Ümmiye Hanım ve iş aramaktan yorulan ve kendini yatağına hapseden Abdülkadir. Ninesi Atilla’nın ilk mürebbisi gibi. Elif cüzünü açtırıp Atilla’ya Kur’an harflerini, sure ve dualar ezberletiyor. Defalarca evlerinin tahta zeminine seriliyor Ümmiye Hanım’ın seccadesi. Seccade gidiyor, tesbih geliyor. Tesbih bitiyor Ümmiye Hanım’ın dilinde yine Allahlı cümleler.

Keşfi açılan Abdülkadir
Kendini yatağına hapseden Abdülkadir’in ise adeta keşfi açılıyor. Mahallenin kendisine akıl danıştığı bir mübarek oluyor Abdülkadir. Gözü yüksekçe bir yerden bakar gibi hadiselere tanıklık ediyor. Uzakta bir yerde geçen olaylardan haber veriyor. Fakat bütün bunlar olurken, yatağından bir kez olsun çıkmıyor. Son nefesini de o yatakta veriyor.

Bir varoş romanı olarak da niteleyebileceğimiz Minare Gölgesi, yazarının akıcı üslûbu ve olay örgüsündeki ince işçiliği ile de kendini okutturuyor. Yazarın kitapta anlattıkları bendenizin ifade etmeye gayret ettiklerimden tabii ki çok daha fazla. Kitabı ayrıcalıklı kılan ve bendenizi kendine çeken yönü; minarenin, ezanın ve caminin defalarca defalarca zikredilmesi.

Minare Gölgesi, iki de film teklifi almış. Yazarın yakın bir arkadaşından duydum. Filminin nasıl olacağı meçhul. Filmini beklemeden kitabı alıp okumak gerek. Muhabbetle tavsiye olunur.

Ahmed Sadreddin Öztürk
twitter.com/meyyitahmed
* Bu yazı daha önce Dunyabizim.com'da yayımlanmıştır.

13 Ekim 2015 Salı

Karıncanın ayak seslerini işiten kim?

"Ey biçare! Kapı kapalı mı sandın?" 
 - Hazreti Rabiâ-tül Adeviyye

"Gözlerin hep kör kalmayacak; sen kapıyı ara."

- Şeyh Ferîdüddin Attâr


İnsan, anlamının peşine düşmesi gereken bir varlık. Anlamın arayışı kişiyi psikozların, akıl-ruh hastalıklarının ve hatta intiharın eşiğinden kurtarmaya tek başına yeter. Elbette bu arayış yorucu, çetrefilli ve meşakkatli olacaktır. Fakat varılacak nokta neresi olursa olsun, yolda olmak, yolda kalmamayı beraberinde getirir. Muhabbet, yolu güzelleştiren, yolu daha kıymetli kılandır. Bu muhabbet bir şeyhle olursa da o yolculuk hiç bitmesin istenir, bir öyküye dönüşür yollar. Her yol, yeni bir öykü oluverir. "İnsan insanın kurdu değil umududur" der Sadettin Ökten hoca. Muhabbet de dostluğun tohumu olsa gerek. İnsanlık dostluğa dönüşürse umut hep var olacaktır. Korku ve umut arasındaki insan kendine muhabbetle bir ferahlık sahası bulacaktır zira muhabbet, gönüllerin meşkidir. Bir meşkin musiki eserine dönüşmesi için gönüllerin birbirine akması lazımdır. Bu, durarak olmaz. Yola çıkmalı. Yola çıkmak, haklı çıkmaktır. Hakkını, hak ettiğini ancak yolda alırsın. Hakk'ını da yoldaysan bulursun. Kenarda durma, yolda ol. Yolcu ol.

Kendi yolculuğunda Arayıcıların Dost'u ve Kalplerin Açıcısı'na ulaşma gayretiyle New York'ta bir Rufai şeyhine intisap eden Muhyiddin Şekûr, Su Üstüne Yazı Yazmak adlı eseriyle çok önemli bir görevi ifa etmiş görünüyor. Yola çıkmaya, Hakk'ı aramaya ve fakat nereden başlayacağını bilmeyenlere kendi yaşamından öyküler sunuyor. Bu öyküler Hakk'ı, hakkaniyeti, hakikati, gündelik yorgunlukları, dünya kaygısıyla ahiret gerçeğini unutmayı, bir büyüğün karşısında elde edilecekleri, bu öğrenilenlerle hayatı yeni baştan kurgulayabilmeyi anlatıyor, öğütlüyor. Üstelik tüm bunları şikayet etmeden yapıyor. Çünkü şöyle sesleniyor Şekûr:

"Neden şikâyetçi olacaktım ki? O'nun rahmeti, lütfu, ihsanı ve cömertliği her yerde görünüyordu. Şeyh, bir keresinde bana bir insanın öğrenebileceği en önemli şeyi söylemişti. Söylediği şuydu: Senin Allah'la aranda hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey, kendi enaniyetimiz dışında hiçbir şey, araya perde koyamaz... İnsan nerede olursa olsun, kendi nefsini ve Rabbini daha iyi tanıma vesilesi bulabilirdi, mutfak lavabosunun başında bile olsa."

Şekûr, arayışı boyunca iğnelerden borulara, çiçeklerden seyahatlere, arabalardan parklara, keklerden akvaryumlara, ateşten kılıca birçok sınavdan geçiyor. Tüm bu sınavları anlayabilmek için ise kitabın hemen ilk sayfalarında rastlanacak Hz. Mevlâna sözü bir uyarı niteliğinde: Bu bir garibin öyküsüdür; dinlemek ve duyabilmek için de bir garip kulağı gerekir. Gerek üslup gerek öykücü anlatımdaki lezzetli teknikler Muhyiddin Şekûr'u okuyucu karşısında "garip" etmeye yetecektir. Lakin bu karşılaşmada okuyucunun da garip olması gerekmektedir. Garipler yoldaş olursa, öyküler yüzünü dünyadan Allah'a çevirecek, kul da İmam-ı Gazâlî'nin dört öğüdünü hisseder olacaktır: Nefsini bilmek, Rabbini bilmek, dünyanın hakikatini bilmek ve ahiretin hakikatini bilmek.

Fakirin bu yazısında başlık, Şekûr'un şeyhinin bir sözü. Tek başına çok anlam ifade ediyor. Şeyhin modern dünya karşısında modernleşen insanın bunalımlarına dair oldukça kıymetli sözleri var. "Bugunkü putlarımız, televizyon, banka hesapları ve buzdolabıdır" ve "Birleşirsek düşeriz, bölünürsek ayakta kalırız" bunlardan sadece bazıları. Şekûr'la birlikte okuyucu da soracaktır: Nereden başlayacağız? Şeyhin cevabı hazırdır: "Neredeysen oradan başlarsın. Sonra çevredekilere geçersin. Ve sonunda hedefine varırsın."

Muhyiddin Şekûr'un kuvvetli hafızası bizi şeyhin sohbetlerinin tam ortasına bırakıyor. Bir bahçe bu. Dikeni gür güllerden oluşan bir bahçe bu. Hemen tutmamak, önce sindirmek icap ediyor. Zira modern insanın çok uzaktan baktığı fakat göremediği gerçekler bunlar, birer hakikat bekçiliği:

"Buraya Ezel'den gönderildiniz. Şimdi ise tek derdiniz Ebed olmalı. Bu dünyayı dert edinen bu dünyayı alır. Ahireti dert edinen ahireti alır. Ama sizde gururun zerresi kaldıkça hakikatin bâtınına yaklaşamayacağınızı da bilin. Dişiniz ağrıyorsa ya da gözünüzden bir derdiniz varsa ne olmuş yani? Dertlerinizi Allah'la aranıza perde etmekten, onlara O'na kulluğunuza verdiğiniz kıymetten fazlasını vermekten sakının. Hep müteşekkir olun ve bilin ki bu dünyadaki kederleriniz, Allah'ın size bir lûtfudur. Unutmayın ki Kıyamet, güneşin eriyeceği ve insanların, onun yok oluşunun dehşetiyle ve kendi yaptıklarının sonuçlarıyla karşı karşıya gelmektense, yerin dibine batmak için dua edecekleri bir gündür; bir masal değil."

Nitekim şeyh, dünyanın ve dervişin yolunun ayrı olduğunu, kolay kolay bir araya gelmeyeceğini söyler ve ikisinden de yürümenin mümkün olmadığını belirtir. Hazreti İbrahim'in bıçağıyla içimizdeki dünyayı kesip, putlarımızı kırmadıkça da gideceğim yol, dünyanın bizden almak istediği yoldur. Oysa bizim gitmemiz gereken yol, Kâbe'ye doğrudur, yani kalbimize. Üstelik bu yol için arabaya, eve de gerek yoktur. Her gün bir fakirlik elbisesi kafidir.

Neden şeyh? Neden bir mürşid? Neden bir rehber? Modern insanın tasavvuf üzerine ilk sorduğu sorulardan sadece bazıları ama en önemlileri bunlar. Şekûr ise kitabıyla şöyle sesleniyor: "Gerçek Allah erleri kaknüs kuşu kadar ender bulunur ve dünya sahte öğretmenlerle doludur.Yine de Allah'a giden yolda bir rehber gerek,zira rehber olmaksızın ne ene çözülür ne heva ölür..."

Nereden "ben" dersek orada kaybetmeye başlıyoruz. Hep bir şeyleri kendimiz başardığımıza, kendimiz yaptığımıza inanıyoruz. Her birimizin kalbinde put var, oysa Allah'tan başka her şey puttur, biliyoruz. Bunu bilmemize rağmen tavırlarımıza bir yön vermeyerek iyice batıyoruz. Şeyhin öğüdü olan "Eğitici dil, dikkatli kulak ve imanlı kalp" bizlere yetecek. Oysa biz yanımıza hep bir şeytan arıyoruz, günahlarımıza ortak. Şeyhin önemli bir hatırlatması da şöyle: "Rabbi ile insan arasındaki tek elçi insanın amelidir. Kıyamet Günü'nde yanınızda avukatınız olmayacak."

Algılarımız, anlam arayışımız, mücadelemiz ve yolculuğumuz hiç bitmemeli. Yorulmak olmamalı, miskinlik tuzağına yakalanmamalı. Kapılar ve pencereler daima açık olmalı. Çünkü şeyh şöyle söylüyor: "Kapıları ve pencereleri Allah'ın rahmetinin meltemine açık bırakın. Uyanık kalmanın tek yolu, pencereleri açmaktır."

Kitabı bitirdikten sonra hafızama Şekûr'un naklettiklerinden sadece üçünü nakşetmeyi görev bildim. Bunlardan ikisi yazının başında alıntıladığım Hazreti Rabiâ-tül Adeviyye ve Şeyh Ferîdüddin Attâr sözleriydi. İşte korkularım arasında umudumu diri tutmama yetecek bu üç sözden sonuncusuyla yazımı bitirmek isterim: "Fakat kalbim Rabbimin sağır olmadığından emindi. Bir karıncanın bile ayak seslerini işiten O, benim kırık dökük kalbimi de duyar."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Ekim 2015 Çarşamba

Halil Kut Paşa'yı ve Kutü'l-Amare'yi hatırda tutmak

Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut Paşa'nın Hatıraları çıktı. İzleri silinmeye çalışılmış çok kıymetli bir Türk askeri olan paşa, 1967 yılında 81 gün boyunca Şevket Süreyya Aydemir'in Akşam'da yayımladığı hatıratında kendini ve yaşadıklarını anlatmıştır. Yıllar sonra bu hatıratı Erhan Çifci kitaplaştırdı. Kutü’l-Amare’de 5 general ve 13.000 İngiliz askeri esir alan paşanın hatıratı, tarih severlerin kitaplığında muhakkak olmalı.

Kitabın okuyucuya sunacağı en önemli faydalardan biri Halil Paşa'yı doğrudan kendi anlattıklarıyla tanıyabilecek olmak. Elbette kitabın başında da belirtildiği gibi anlatış tarzı konuşmadan metne geçilirken bir takım düzeltmeler yapılmış. Böylece okuyucu zorlanmıyor, bir hikâye gibi okuyor. Hem dipnotlar hem de bazı fotoğraflarla kitap güçlü bir tarih kaynağı.

İngiliz İmparatorluğu'nun savaş tarihindeki en büyük hezimetlerden biri olan Kutü'l-Amare, üzerinde çok konuşulması gereken bir konu olmakla birlikte, bu konuyla alakalı ne doğru düzgün bir kaynak kitap yayımlandı, ne bir belgesel çekildi ne de müze kuruldu. Bilhassa gençler, tarih kitaplarında yarım sayfa okuyabildikleri bu kahramanlık destanına dair pek bir şey bilmiyorlar.

240 sayfa olmasına rağmen on bir bölüme ayrılan bu kitap Makedonya'daki çete mücadelelerini, İttihat Terakki ve Hürriyet'in ilanını, dönemin İran'ını, Afrika'daki son Osmanlı topraklarını, Balkan Savaşı hezimetini, Kutü'l-Amare zaferini, Kafkas Cephesi'ni ve Rusya'daki ihtilali, Bekirağa Bölüğü'nü, Enver Paşa'nın birçok anısını ve Gürcistan'dan Anadolu'ya geçişini derinlemesine öğrenme imkanı sağlıyor.

Halil Kut Paşa bir komutan olduğu kadar iyi de bir gözlemci. Zira bunu Trablusgarp'ta İtalyanlara ispatlamış bir isim. Kitabı okurken "her şeyin başlangıcı"nı şöyle gözlemlediğine tanık oluyoruz:

"Makedonya topraklarında ilerlerken, etrafımızdaki köylerin, insanların, yani şu bizim Osmanlı Devleti dediğimizin saltanatın halkı, tebaası daha da karışık görünmeye başladı. Çünkü Makedonya, yalnız siyaseten kaynayan bir kazan değil, bir ırklar kazanıydı aynı zamanda. Türkler, Rumlar, Bulgarlar, Ulahlar, daha yukarıda Sırplar, Arnavutluk'ta çeşitli ırk yığınları, Selanik'te ve şehirlerde yığınlaşan Yahudileri, dönmeleri tabii bu hesaba katmıyorum. Çünkü onların ticaret menfaatlerinden başka siyasi bir davaları yoktu. Hele Osmanlı idaresinden pek de memnundular. Çünkü Osmanlı Devleti saf Türk halkının kanını muharebelerde, iç savaşlarda, isyanlarda eritir fakat azınlıklardan hiçbir asker almazdı. Bunların ödediği vergiler de devede kulaktı. Hülasa, iş yapmak ve çalışmak bakımından azınlıklar için Osmanlı idaresinden daha rahat ve külfetsiz bir idare yoktu denilebilir. Çünkü bütün yükler Türk kanından olan insanların yani güya "Hâkim Millet"in üstündeydi." (sf. 43)

İngiliz generali Townshend'in "Irak Seferim" adlı kitabında centilmen ve cesur olarak anlattığı Halil Paşa için "18.000 kişilik Türk ordusunu, tam sağ kanadından sarıp, onları bozguna uğratacağım sırada Kafkasya'dan taze bir ordu ile Halil Paşa Waterloo'da Blücher gibi muharebe sahnesine çıkageldi." demiştir. Zira 1815'te Napolyon Bonapart'ın Waterloo'da karşılaştığı koalisyon ordusunun iki komutanından biri olan Gebhard von Blücher, Prusya ordusuyla birlikte Fransızlara tarihi bir darbe vurmuştur. Şayet Prusyalılar yetişmemiş olsaydı Fransızlar kesin bir galibiyet alacakken, Blücher'in takviye kuvvetleri neredeyse tüm Fransız ordusunu bozguna uğratmış, cephaneliklerini imha etmiş ve ciddi rakamlarda da esir elde etmiştir.

Çanakkale Harbi komutanlarından Colman von Der Goltz'un Irak'ta görevlendirilmesi hâlinde son derece yetersiz olacağını, bu tip ciddi güç gerektiren sahalar için 72 yaşın oldukça fazla olduğunu düşünen de yine Halil Paşa'dır. Nitekim Irak'ın ağır çöl ve sahra koşulları Goltz Paşa'yı yormuş ve cephede hastalanarak ölmesine sebep olmuştur.

Halil Paşa güçlü hafızasıyla da kitap okuyucusunu şaşırtacaktır. Bilhassa Kut'a dair yaşadıkları ve anlattıkları son derece önemli, tarihin derinliklerinde kaybolmaması gereken anılardır. Bunlardan biri de gördüğü rüyadır. General Townshend, mağlubiyetinin kokusunu alır almaz Halil Paşa ile görüşmek ister. Hemen bir talepte bulunur. Halil Paşa "Düşmanımla tabii görüşecektim. Ona, onun da belirttiği gibi, iyi bir asker ve necip bir Türk olarak muamele edecektim." der. İngilizlerin esaretini kaçınılmaz olarak görür. Kut'un tesliminden birkaç gün önce bir rüya görmüştür ve her Türk gibi rüyada yakaladığına teslimiyeti sonsuzdur:

"İki düşman tayyaresi başımın üzerinde uçuyordu. Ben, belimdeki tabancayı çektim. Uçaklara doğru ateş ettim. Bu uçaklardan biri düştü. İkincisi ise süzülerek yere indi ve pilotu bana doğru ilerleyerek, "Arkadaşım vuruldu, ben teslim oluyorum," dedi. Uyandım. Beyaz bayraklı bir sözcü subay, General Townshend'in teslim şartlarını bildiren mektubunu işte o gün bana getirmişti."

Enver Paşa'nın amcası olan Halil Kut Paşa, Batum'da yeğeniyle birlikten onu uyarır ve Basmacı hareketine çok güvenmemesi gerektiğini, Türkistan'da başına bir şey gelmesinden tedirgin olduğunu söyler. Nitekim dediklerinde haklıdır, Enver Paşa 4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı günlerinde şehit düşmüştür. Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında üzerine düşen havan topu, vefatına sebep olmuştur. Yanındaki askerler Enver Paşa'nın çok yalnız kaldığını ve taarruzun bir noktasından sonra paşanın mitralyözlere karşı atının üzerinde yalın kılın koşar vaziyette görüldüğünü belirtmişlerdir. İttihat ve Terakki önderlerinin Ermenilerce çeşitli Avrupa ülkelerinde suikaste maruz kalması Halil Paşa'yı öylesine tedirgin etmiştir ki hem kendisinin hem de yeğeni Enver Paşa'nın başına bunun gelmesinden endişe duymuştur. İlginçtir ki Enver Paşa'yı vuran Bolşevik Ruslarının komutası bir Ermeni olan Agop Melkovian'a aittir. Cemal Paşa'yı 1922'de Tiflis'te sırtından vuran da bir Ermenidir, bir yıl evvel Talat Paşa'yı Berlin'de vuran Soğomon Tehliryan da.

Halil Paşa kendi ülkesinde sürgünü yaşayan, uzun bir süre yurtdışında yaşamak zorunda kalan komutanlarımızdan biridir. Cumhuriyetin ilanından sonra hükümet onun "tehlikesiz" olduğunu(!) anlayınca ülkeye geri dönmesine müsaade(!) buyurmuştur. Gönlünü almak için de "Kut" soyadını vermiştir. 1957'de ülkesinde vefat eden Halil Paşa hakkında tıpkı bu kitap gibi onu ve mücadelesini hatırlatıcı eserler görmek de biz tarih okuyucularının en büyük isteklerinden biridir...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Ekim 2015 Salı

Ağırbaşlı, kendinden emin şiirler

Cevapsız Aramalar şair Hüseyin Karacalar’ın ilk şiir kitabı. Geçtiğimiz mayıs ayında Ebabil Yayıncılık'tan çıkan kitapta on sekiz şiir yer alıyor. Hüseyin Karacalar’ın şiirlerini Aşkar, Karagöz, Hece ve Mahalle Mektebi dergilerinde gördük. Ağır ve sağlam adımlarla uzun yıllardır şiir yayımlıyor Karacalar.

Hüseyin Karacalar’ın şiirlerinin dili konuştuğumuz Türkçedir. O şiirlerinde özentili dil oyunlarına, uydurma sözcüklere başvurmaz. Hatta kendi kültürümüze, alışageldiğimiz dile yabancı tek bir kelime dahi karşınıza çıkmaz. Üstelik şair bunu yaparken şiirini edebî çizgiden de uzaklaştırmaz. En sade dille en öz anlatıma nasıl ulaşılır bunu çok iyi başarmıştır.

Günümüzde özellikle şiir çok farklı mecralarda yoluna devam etmekte. Bazı şiirleri okuduğumuzda şimdi şair burada ne demek istiyor sorusunu sormadan edemiyoruz. Bunun yanında türlü kelime oyunlarıyla karşılaşıp afallıyoruz. Popüler kültürün yani piyasanın ya da çağın gereği olarak aktarılan bu kargaşalar içindeki kaotik şiir birçok okuyucu için kendine henüz yer bulamadı ve edebî anlamda da değer kazanamadı. Bu çağa ait olmasına rağmen Hüseyin Karacalar’ın şiirini bu bakımdan da apayrı bir yere koyabiliriz. Onun şiiri bizim dünyamızdan uzak ve anlaşılamaz bir dünyaya ait değildir. Onun şiiri kendi dünyasının ve gözlemlediği dünyanın apaçık bir yansımasıdır. Şairin öğretmenliğini, tarihçiliğini, taşralılığını, memleketini, ailesini, arkadaş çevresini, okuduğu kitapları, dinlediği müzikleri, duvarındaki kireç badanayı, içtiği çayı buluruz onun şiirinde. Şair bunu yaparken lirizmin derinliklerinde de kaybolmaz ve o ince çizgiyi korur. Lirizm bu tarz şiirlerde tehlikeli bir yayılma gösterip şiiri ele geçirebiliyor bazen ve bu da şiirde boğucu bir etki oluşturabiliyor.

Hüseyin Karacalar’ın şiirinde dikkatimi çeken bir diğer şey de aforizma niteliği taşıması muhtemel mısralardan kaçınması. Günümüzdeki özellikle genç şairlerin içine düştükleri tuzaklardan biri yüz altmış karakteri geçmeyecek mısra üretip sosyal medyada paylaşılmasını sağlamaları. Karacalar şiirinde bu tuzaklara düşmez. O sadece şiir yazmak ister ve şiire yönelir bunun ötesinde medyatik bir amaç şiirlerinde sezinlenmez. Şiirlere ağırbaşlılık ve kendinden eminlik hâkimdir. Cevapsız Aramalar bunların yanında meselesi olan bir şiir kitabıdır da. Amerika’dan, kapitalizmden, çeklerden, senetlerden, kredilerden, nefret eder. Bunun yanında “yere düşen mandalın ağrıyan yanlarını ovdum” (s. 14) mısrasındaki gibi incecik bir duyarlılığa sahiptir.

Hüseyin Karacalar’ın şiiri dil ve anlatım olarak her ne kadar sadeyse de anlam olarak kendini çok kolay ele vermez. Şiirleri okuduğumuzda önce bize verilmek istenen duyguyu hissederiz ama şairin asıl söylemek istediğini anlamak istiyorsak biraz daha çaba sarf etmemiz gerekir. Bu da onun şiirine çağdaşlarının arasında bir yer olduğunu açıkça gösterir. Günümüz şiiri zaten çeşitli yaklaşımlar olmakla birlikte söylenmek istenenin biraz perde arkasından belirmesiyle ortaya çıkan bir seyir izlemekte.

Cevapsız Aramalar’da hayatın anlamlandırılması, insanın bunun karşısındaki durumu, yalnızlığı, yalnızlık karşısındaki çaresizliği de işlenmiş. Ayrıca pişmanlıkların dışavurumu şiirlerin derinliklerinde fark ediliyor. Buna rağmen ümitsiz de değil şair.

“Beni kıyı zannettiler bende biriktiler
Çok geldiler çok üzüldüm gelirken sel
Gelirken kum getirdiler
Olsun Allah izin verirse
Mutlu bir sona yetişebilirim.”


Kitapta kendine yer bulan on sekiz şiir de birbirinden güzel yerlere dokunuyor ama “Cahildim Dünyanın Rengine Kandım”, “Diş Plağı”, “Sen Muş’ta Uzak Bir Kışta” ve “Şair Kalabalığı” şiirleri üzerinde biraz daha fazla durulması gereken türden şiirler. Özellikle “Sen Muş’ta Uzak Bir Kışta” şiiri şairin Muş’taki yaşantısıyla ilgili bize ipuçları veriyor ve gurbette yaşanan yalnızlığın, uyum sorununun, hayat gailelerinin hoş bir anlatımını buluyor ve biraz da duygulanıyoruz.

Müzeyyen Çelik
(Bu yazı daha önce TDK - Kitaplık'ta yayınlanmıştır.)

14 Ağustos 2015 Cuma

“Bir kapıda, her kapıda; her kapıda, hiç kapıda."

"Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden a’lâ imiş."
- Selimî (Yavuz Sultan Selim)

Dergâhların kapatılması bir hataydı, şimdi açılmaları ise başka bir sorun.” diyor Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç bir röportajında. Sadece bu cümle bile ardında tarihî, sosyolojik ve psikolojik birçok fikri beraberinde getiriyor. Bu söylemi bireyler üzerinden okuyarak başlayabiliriz tefekküre. Meşâyihin yaşantılarının safsata diye düşünüldüğü bir postmodern çağ, tarihsel süreçte güvenirliğini birçoğumuz için yitirmiş olan bir tarikatlar anlayışı, anlatılan naifliklerin, gösterilen kerametlerin bir hikâyeymişçesine dinlendiği bir dönem, seküler eğitim sisteminin damgasını vurduğu ve tasavvufun meditasyonvari bir moda akımıymışçasına gündeme geldiği günümüzde tekke, dergâh zihniyetine yabancılaşmış bir nesil, yani biz.

Tasavvuf ilminin metodolojisiyle ilgili çokça kitap okudum lâkin tekkelerin içinden bir seyr-i sülûk yolcusunun kaleme aldığı bir kitabı okuyuşum ilktir. Bu anlamda Huzur Defteri benim için teorinin pratiğe dönüştüğü bir başlangıç noktası oldu diyebilirim. Okurken çoğu zaman ürperdim, bazı zamanlar da nefsimle sorguladım da durdum. Acabaların peşimizi bırakmayışı da bir modern birey sorunu olsa gerek. Aklımızı dinlemekten kalbimizi hissetmeyi unutmuşuz, ne acı.

Bir hâller kitabı Huzur Defteri… Öyle hâller ki aynı adındaki gibi sizi bir huzur deryâsının içine alıp götürüyor. Tasavvuf kültürüne aşina olsun ya da olmasın, anlatılan her bir şahsiyet ve vuku bulmuş olayın, okuyanların ilgisini çekeceği kuşkusuz. Üstelik kitaba sadece bir tekke kültürü anlatısı olarak bakmak, kitabın hakkını vermemek olacaktır. Zira sayfalar boyunca Osmanlı’nın son dönem zâtlarının birçoğuna değinilirken, yıkılış ve dağılma döneminin ardından yeni Cumhuriyet’in izleriyle de karşılaşıyoruz. Bu geçiş sürecinde tekkelere olan yaklaşımın nasıl değiştiğine, bunları bire bir deneyimleyen zatlar aracılığı ile şahit oluyoruz. Kitabın Mahmud Bayram Hoca bahsinde bu duruma dair şöyle bir ibare yer alıyor: “Gönenli Mehmed Efendi Hazretleri ise şunları söylemişti: İstanbul’dayken öyle zor şartlar altında ders yapardık ki… Talebelerin Kur’ân-ı Kerîm okuması için köhne, yıkılmış cami avlularında veya yıkık kiliselerde saklanarak ders okuturduk.”. Yine aynı dönem ile ilgili Mehmet Âkif Ersoy’un da aşağıdaki dizeleriyle karşılaşıyoruz ilerleyen sayfalarda:

"Virânelerin yascısı başkuşlara döndüm
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu
Gül devrini görseydim onun, bülbül olurdum
Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu!"

Kitapta bu minvalde birçok deneyim paylaşılıyor, zaten kendi tarih kaynak kitaplarımızın birçoğu da bahsedilen süreçte tekkelerin ve başlarındaki şeyhlerin, yoldaki dervişlerin neler yaşadıklarından bahsediyor.

Huzur Defteri’nde beni en çok etkileyen bölüm Cerrâhî Tekkesi’nin kurucusu olan Hz. Pîr Muhammed Nûreddîn Cerrâhî’nin, Efendimiz (s.a.v) ile olan benzerlikleriydi. Kitapta bu benzerlik şu şekilde ifade buluyor: “İki Cihan Serveri Efendimiz (sas)’in ism-i şerîfleri Muhammed, muhterem pederi Hz. Abdullah, muhterem anneleri, Annemiz Hz. Âmine, zevc-i pâki yani hanımı Hz. Hatice, velâdet-i seniyeleri (kutlu doğumları) 12 Rebiü’l-evvel Pazartesidir. Hz. Pîr’in ismi Muhammed, peder-i âlisinin ismi Abdullah, valide-i muhteremesinin ismi Emine, muhterem refikası yani hanımının ismi ise Hatice’dir ve Cenâb-ı Pîr, 12 Rebiü’l-evvel Pazartesi günü dünyayı şereflendirmişlerdir. Birçok Allah velisinin hayatına bakılır ise bu denli bir benzerliğin sadece Cenâb-ı Pîr’de bulunması pek tesadüfle izah edilemez.”. Çıtlak’ın da dediği gibi bu benzerlik bir tesadüf değil, olsa olsa bir kerâmettir.

Hz. Pîr ile başlayan yolculuğun ardından asitanenin diğer şeyhlerinin (Fahreddin Efendi, Muzaffer Efendi, Safer Efendi) hayatlarına dair de bilgi sahibi oluyoruz kitapta. Üstelik sadece kronolojik bir asitane tarihi okuması yapmanın ötesinde, dönemin Neyzen Tevfik, Hüseyin Sîret, Celâleddin Ökten gibi diğer önemli şahsiyetleri, çeşitli tarîklerin usûl ve âdâbları gibi konulara da rastlıyoruz. Heyecanının kaçmaması adına, iki sayfada bir altını çizdiğim birçok satıra burada yer vermek gönlümden geçmiyor.

Seyr-i sülük yolu, tasavvuf kültürü daha çok içe dönüktür, benzer bir kültür dokusundan geçmemiş kişilerin yanında çokça dillendirilmez. Dolayısıyla sadece “yaşayan bilir.”. Bu kitap bizlere yaşayanları anlatıyor ve Cerrâhi Asitanesi aracılığı ile dönemin diğer tarikatlarının da kapılarını aralıyor. Huzur Defteri, Fatih Karagümrük’te yer alan Cerrâhi Asitanesi şehylerinden Safer Efendi’nin isteği ve izni üzerine, Fatih Çıtlak tarafından kaleme alınıyor. Anlatıcı Safer Efendi, notları tutan ve bizlerle tanışmasını sağlayan Çıtlak.

Tarihe, kültüre, tasavvufa meraklıyım diyorsanız kütüphanenizin bir köşesinde mutlaka olması gereken bir kaynak Huzur Defteri. Ben asitane hakkındaki diğer kitaplarla okuma listeme devam ediyorum, eminim bu eseri okuyan herkes de hangi benzer kitabı okusam diye kendine soracaktır.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Üvey evlat, gecekonduda kalan akraba: Türk öyküsü

Edebiyat denilince, güzel sözler, afili mısralar, janjanlı kitaplar-dergiler, köpüklü kahve, demli bir çay… akla geliyor. Edebiyatın içtenliğini, kuşatıcılığını, ciddî, yorucu bir uğraş olduğunu göz ardı ediyoruz. Bir keyif yapma aracı olarak görüyoruz çoğunlukla edebiyatı. Şiiri arabesk olarak, romanı boş zamanları doldurma aracı olarak, öyküyü hafif bir akşam yemeği olarak değerlendiriyoruz. İnceleme/deneme/düşünce türündeki yazılara girmek bile istemiyoruz, onlar daha fazla enerji istiyor ve akademik bir makale okuyormuş hissi verdiğinden onları okumaya yanaşmıyoruz bile. Oysa okumak, hangi türde olursa olsun bilinci, düşünceyi ve duyguları diri tutarak, okunan metni dil, estetik, anlatım, içerik bakımından değerlendirebilmek demektir. İşe yeni başlayan birinin yavaş adımlarını, işi üzerinde tecrübe edindikten sonra hızlandırması gibi, durağan ve tembel olmayan bir okur da okuduğu her yeni kitapta dil ve anlatım üzerine keşifler yapmalıdır. Edebiyatın sahiciliği, yoruculuğu ve tadı da buradan gelir. Okur, böylelikle edebiyatın içinden dökülenleri, çeşitli tatları, renkleri, sesleri yakalar ve kendini, insanı, toplumu anlar. Edebiyat tarihimizde yerini almış her nitelikli eser bunu duyurmak içindir. Ertan Örgen’in Öykümüzün İzinde isimli kitabı, edebiyat tarihinde farklılıkları, duruşları, fikirleriyle yer etmiş değerli yazarları ve onların eserlerini incelemiş, okura birçok kitaba bir kitaptan ulaşabilme imkânı sağlamıştır. Öykümüzün İzinde, edebiyatın ne denli yoğun ve çaba isteyen bir eylem ve hayatı ilgilendiren bir alan olduğunu anlatması bakımından önemlidir.

Bazı kitapları okurken kitabın altında yer alan dipnotlardan başka bir mecraya akarız. Dipnotta verilen bir bilgi, kitap ya da yazar ismi ilgimizi çeker ve o nottan yola çıkarak başka bir yolculuğa düşeriz. Böylece yeni bir eserle tanış olmuş oluruz. Öykümüzün İzinde, zengin bir yazar ve eser incelemesiyle okuru belki de daha önce adını hiç duymadığı yazarların ve kitapların peşine düşürüyor. Kitapların içeriklerine dair bilgiler sunarken, söz konusu eserin yazarı hakkında da bilgiler veriyor. Yazarın yaşadığı dönem, kullandığı dil, tercih ettiği anlatım tabir yerindeyse didik didik edilerek okura sunuluyor. Bir anlamda, okura, okuduğu metni ve yazarı nasıl anlaması gerektiği, bir kitabı nasıl okuması ve yorumlaması gerektiği bilgisini veriyor Öykümüzün İzinde.

Ertan Örgen, Türk öyküsünü üvey evlat, gecekonduda kalan akraba olarak tanımlıyor. Öykünün geriden seyreden, romanın gölgesinde kalan bir tür olamayacağını vurguluyor.

Türk modernleşmesi roman üzerinden irdelenirken öykü hep geride bırakılmış, yazarın çocukluk, ergenlik dönemi gibi algılanmıştır. Belki de çocuğun samimiliğidir öykülerde karşımıza çıkan.

Örgen, öykücülerin anlatımlarında beliren temalardan ve dili kullanımlarından yola çıkarak Türk öykücülüğünü inceliyor. Sosyal gerçeklik, taşra ve şehir hayatı, kadın yazarların eserlerinde kullandıkları eril dil, çocukluğun öykülere yansıması gibi temaları ele aldığı öykü ve öykücüler açısından açıklıyor. Öykümüzün İzinde, iki bölüm hâlinde Türk öyküsünün bazı temalarına ve isimlerine dair analizler içeriyor. Örgen yaptığı okumalar ve araştırmalar sonucu izleğine yansıyanları paylaşıyor okurla.

Öykü tarihimize baktığımızda çeşitli anlatım tarzlarının olduğunu görüyoruz. Kimi öykücüler bilinç akışı yöntemini kullanırken, kimi öykücüler fantastik, dramatik yazıyor. Kimileri açık, anlaşılır ve sade yazarken; kimileri örtük ve soyut bir anlatımı tercih edebiliyor. Bir okur olarak, soyut ve örtük olan öyküleri anlamakta güçlük çektiğimi söyleyebilirim. Bana göre soyut ve kapalı anlatıma sahip olan metinler okuru iki kat daha yoruyor, birçok okur metni çözemediğinden okumayı yarıda bırakabiliyor. Öykümüzün İzinde, bu şekildeki metinleri çözebilmenin ve yarıda bırakmamanın yöntemini sunuyor. Kitabı tamamladıktan sonra öykü tarihimize geçmiş öykücülerin, bir kartela hâlinde belleğimize yerleştiğini fark ediyoruz. Sait Faik Abasıyanık, Leyla Erbil, Sabahattin Ali, Füruzan, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Mihriban İnan Karatepe ve daha birçok değerli isim üzerine yapılan çalışmalar, değerlendirmeler okurla paylaşılıyor.

Örgen’e göre “Edebiyatın müdahale etmediği bir hayat, insanî olanı, inceliği, güzelliği geliştiremez.” Bu sebeple kendisi Türk öyküsünün hayata müdahale ettiğini ve vazifesini yerine getirdiğini düşünüyor. Kitapta yer alan yazıların da bu amaçla yazıldığını dile getiriyor. Öyküler yeni bir dünya kurmamızı, hayata ilişkin ne varsa keşfetmemizi sağlar. Öykümüzün İzinde kitabında tetkik edilen öyküleri okuduğumuzda bunu daha iyi duyumsayacağımızı düşünüyorum. İyi eserlerin, okuru başka eserlerin ardına düşürdüğü muhakkak. Öykümüzün İzinde, okuru, farklı tonlarda yazan ama aynı bocurgatın içinde yoğrulan öykücülerin ve öykülerin ardına düşürüyor.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

11 Ağustos 2015 Salı

Sohbetten nasiplenmek yahut şifa aramak

"Hayallerinin peşinden gitmezsen bir sebzeden farkın kalmaz. Vakit geldiğinde yolda değilsen iş işten geçmiş demektir."
- The World's Fastest Indian, 2005

"Yürümek yeterli, sadece yürümek. Davet edilenler yolu bulacaktır."
- Bab'Aziz, 2005

Okuyuşunda samimi olan bir insan kitap seçmez, kitap onu seçer. Ne okuyayım diye de düşünmez, kitap onu bulur. Birbirlerini okurlar böylece. Kütüphanesinin ya da kitaplığının önünde dakikalarca "ne okusam?" diye düşünen bir okuyucuyu bu düşünce yorar. Tam bu anda kitap aramaktan vazgeçerse, bir süre sonra okuması gereken kitap kalbine düşüverir, aklı da bu düşüş karşısında kenara çekilir. Adımlar hemen o kitabın olduğu rafa gider ve sayfalar çevrilmeye başlar. Daha ilk sayfalardan seçim yapmanın değil beklemenin kıymeti anlaşılır. Bekleyince olur her şey. Beklentisiz bir bekleyişle beklemek.

Amerika'da Benötesi (Transpersonal) Psikoloji'nin kurucu babalarından sayılan Prof. Dr. Robert Frager'ın kitabı "Sufi Terapistin Sohbet Günlüğü" fakirde evvela bu tesirleri uyandırdı. Kimi zaman değil her zaman gündemin zihnimi işgal etmesinden imtina ederim. Bilhassa son birkaç yıldır bundan çok çektim. İyi ki çekmişim ki sabrın sonu selamete varmış. Selamet, insanın kendi kalbini keşfedebileceği şeyler okumasındadır diye düşünüyorum. Kalbini keşfetmeyen bir insanın gördüğü sadece gördüğüdür. Hani o meşhur söz gibi: Görene, köre ne? Burada imdada Ahmed Amiş Efendi'nin bir sözü yetişebilir: Dağı dağ, taşı taş gördüğün sürece mürşide muhtaçsın.

"İnsan kendisinin doktorudur" diye bir laf vardır. Biz bu sözü daha çok ve maalesef ilaç seçiminde yahut belimiz ağrıdığında yapmamız gerekenleri kendimiz arayıp bulmamız gerektiğinde hatırlarız. Söz güzel lakin anlamamız gereken bu değil. İnsan evvela kendi kalbini keşfetmeli. Kendi kalbiyle yapabileceklerini ve yapamayacaklarını evvela kendince bir hesaba çekebilmeli. Özellikle neyi yapmamak gerektiği konusunda akıl yetersizdir. Bunu da kalp öğretir. Kalbin kapasitesini keşfedebilme yolunda biz aciz insanlar bir yere varamayız. Bunun için de bir "bilene" danışmak gerekir. Bu danışma yolunda "dinlemek" kadar mühimi de yoktur. Her şeyin başı da sonu da dinlemektir. Dinlemeyen, bu arayış ve buluş yolunda dinlenemez. Yorulur ve yorulduğuyla kalır. Bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi: "“Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.”[İbn Mâce, Sıyam, 21]

Kitap, Cerrâhî şeyhi Robert Frager'ın dervişleriyle yaptığı sohbetlerinden oluşuyor. 21 bölüm boyunca Frager'ın üzerinde durduğu konulardan bazıları şöyle: Yoldaki engeller, nefislerimizi dönüştürmek, narsisistik yanımızın küçültülmesi, Allah'ın kitabını okumak, ruh, İbrahim Bin Edhem, Âdâb - tasavvufî edepler, amelin önemi, birbirimize dua etmek, misafirperverlik, evlilik, manevi fakirlik (fakr makamı), cömerlik, ölmeden önce uyanmak...

"Uzun bir maraton koşmakla bir yarış arabasını bitiş çizgisinden bir an önce geçirmek arasında dağlar kadar fark vardır. Koşmaya kıyasla araba sürmek pek bir iş değildir, ayrıca araba sürmekte kendi irade ve fiziksel enerjimizi kullanmakla elde ettiğimiz kadar fayda da yoktur. Benzer şekilde, Hakikat Yolu'nu takip etmedeki zorluklar bizatihi yolun en önemli parçalarındandır, onun içindir ki nice yol büyüğü, "Yol, menzilin kendisidir," demişlerdir. İnsanlara kendilerini ne zaman çok mutlu hissettiklerini sorduğunuzda birçoğu size, belli büyük hedefler için çalışırken çok mutlu hissettiklerini söyleyecektir. En büyük saadetimiz bitiş çizgisinde değil, mücadele etmekte yatmaktadır. Keyif, yolu yürümededir, bitirmede değil."

Tüm bu konularla beraber Hakikat Yolu'nun zorlukları ve mürşit-mürit ilişkisi, hem hadis-i şeriflerle birlikte hem de Frager'in Muzaffer Ozak Efendi'den [k.s] işitip öğrendiklerini oldukça arifane bir üslupla nakletmesiyle kitap iyice zenginleşmiş.

"Belli ameller ve fiiller size bir mürşit tarafından telkin edilmediyse hiçbir etkileri olmaz. Bu, "kendi mürşidin kendin ol" safsatasına kapılan kişiler hal aktarımı, manevi nesip (silsile) ve biat kurumlarının önemini göz ardı etmektedir. Mânâ yolu sadece mantığa dayalı veya mekanik değildir. Psikolojik ve manevi kas şişirme de değildir. Çok daha latiftir, anlaması güçtür; mürşitle arada bir feyiz köprüsü kurmaktır. Tasavvufta buna "râbıta-yı kalb"; "kalp bağlantısı" denir... Nefsin ince hilelerine gelecek olursak, bunlara karşı insanın bir mürşidinin olması o kadar faydalıdır ki... Bazı insanlar eksenden çıkarak mânâ yolundan sapmaya başlarlar ama bunu fark edemezler. O durumda bize, "Kendine gel! Az önce yoldan tam doksan derece saptın! Hemen geri dönüp eksene girmen lâzım!" diyecek biri lazımdır."

Ömer Lütfi Akad'ın "Çalsın sazlar oynasın kızlar" filmini tekrar tekrar izleyenler hatırlar. Orada
Hafız Sebilci Hüseyin Efendi harikulade biçimde "O güzel gözlerinin cazibesi beni billah yakıyor" diye bir gazel okur. İşte şu satırlar bekarlığı hâlâ sultanlık zannedip hiç yanmayanlara kısa bir ders niteliğinde:

"Evlilik ilahi bir nimettir... Kalbimizin açılması hayatımızda başımıza gelebilecek en önemli olaydır. Kalplerimiz mühürlüyse başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Dünyanın bütün parası ve şöhreti bizim olabilir ama kalplerimiz mühürlüyse bundan keyif alamayız. Fiyakalı bir işimiz, havalı bir titrimiz, pahalı bir evimiz olabilir ama sevemiyorsak hiçbir şeyimiz yoktur... Muzaffer Efendim şöyle bir yorum yapardı, "Aslında aşktan habersiz bir insan eşekten de aşağıdır. Bir eşek, en azından taze tahıl sever. Sevebilen bir insanoğlu, meleklerden de daha üstün olabilir ama sevemeyen, hayvanlardan da aşağı olur."

Günümüzde zenginliğin önemine dair kitaplar artmakta, fakirliğin kıymetine dair kitaplar da hiç yok denecek kadar az. Tüm bunların yanında cimrilik ve cömertlik üzerine bir şeyler okumak ise zor. Kitapta bu konulara dair çok önemli metinler mevcut.

"Gerçek şu ki, hepimizde cimri bir taraf vardır. Adamın birisi Hz. Ali'ye sormuş, "Ya imam, zekât kaçta kaçtır?". Hz. Ali Efendimiz de "Sana göre mi, bana göre mi?" diye sormuş. Adam, "Ya imam, sana göre bana göresi olur mu? Kırkta bir değil mi?" deyince Hz. Ali, "Kırkta bir cimri zekâtıdır. Biz hepsini veririz," demiştir... Muzaffer Efendimin dediği gibi, bazı insanlar cüzdanında ısırgan var gibi davranır. Sadaka vermek için cüzdanlarına uzandıklarında elleri ısırılmış gibi olur."

Kitaba "bir sohbet kitabı" diyen Robert Frager "Muzaffer Efendim seneler önce, "Bu hikâyeleri tekrar tekrar anlat," buyurmuştu. "Bunları on bininci kere anlattığında dahi insanlar onlardan istifade edecektir" diyerek takdim ediyor. Okuyucuya da bu sohbetlerden nasiplenmek, şifa bulmak düşüyor. Hiç değilse şifayı aramak, şifanın varlığından haberdar olmak için...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf