19 Ocak 2015 Pazartesi

Rahmetli Üsküdar'ı iyi bilenlerin kitabı

"Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri! 
Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri."
- Yahya Kemal Beyatlı

Geçen akşam ana haber bültenlerinde bir balıkçının söylediklerine rast geldim. Balık fiyatlarının neden birden arttığını merak eden muhabire "Hava soğudu mu, kar kış geldi mi böyle oluyor" dediğini işitmekle birlikte şoka girdim. Böyle bir "esnaf geleneği"nin olduğunu ne okumuş ne de duymuştum. Öyle ki bu sabah da başka bir esnaf, bilhassa manav ürünlerinin neden büyük şehirlerde değişik fiyatlarda sunulduğunu "Alım gücünün yüksek olduğu semtlerde işler değişiyor" diyerek yorumlayınca, sinirlerime hâkim olamadım. Bazılarımız sinirlenince kabiliyeti doğrultusunda hareket eder. Bizim gibiler de işte anca kitaptır, musikidir, belki şiirdir. Kısacası ahuvahlar içinde seyirci kaldığım gündem benim aklıma bir kitap düşürdü. Size biraz ondan söz etmek istedim.

Ömrünün tamamını tıpkı dedeleri ve nineleri gibi Üsküdar'da geçirmiş olan merhum Ahmed Yüksel Özemre'nin Üsküdar üçlemesini oluşturan kitapları şöyledir: Üsküdar'da Bir Attar Dükkanı, Üsküdar Ah Üsküdar, Üsküdar'ın Üç Sırlısı. Bu yazıyla birlikte üçlemenin ilk kitabını da fakir önermiş oldu. "Ah Üsküdar Ah"da derin bir tahassürle Üsküdar'ın geleneklerini, edeplerini, örfünü, adetlerini, insanlarını, esnafını, kısacası hem tanık olduğu hem de görmüş geçirmiş Üsküdarlılarla birlikte öğrendiği "Üsküdar yaşamını" anlatıyor Özemre. Okuyanları bilir ki üslubu çok lezzetli ve bir o kadar hikâye kıvamındadır. Şurası da unutulmamalı ki yazdıklarının çoğunu tarih kitapları ve bilhassa anılar, biyografiler doğrulamaktadır. Madem kitabı önermeye esnaftan başladım, işte "eski" Üsküdar esnafı hususunda kitaptan bir alıntı:

"O devirde Üsküdar esnafının terâziyi hiç dengelememek gibi tuhaf bir âdeti vardı. İster manavda, ister bakkalda, isterse kasapta, isterse balıkçıda olsun ne tartılırsa tartılsın, tartılan tarafın kefesi dâimâ ağır basardı. Tartılan ister patlıcan, ister domates, ister pırasa, ister kıyma, ister uskumru, isterse bulgur olsun terâzi tam dengelenmişken tartılan tarafa bunlardan bir mikdar daha atılırdı. Hele o devrin kasapları asla, bugün yarım kilo kıymayı 50 gramlık mukavva ile birlikte tartan ve mukavvanın kilosunu da müşteriye et fiyatından sokuşturmaya kalkışanlar gibi değillerdi. çıplak et, tartıldıktan sonra ambalâjlanırdı. Esnaf haramdan korkar, bunun için de “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye dâimâ bir nebze fazla mal tartardı. Kumaş, kurdele ya da don lâstiği ölçerken (gayr–ı müslimleri de dâhil) tuhâfiyeciler de dâimâ beş–on santim daha fazla keserlerdi. O devirde portakal, mandalina, hıyar, kavun, karpuz ve balkabağı kiloyla değil adet hesabıyla satılırdı. Portakal, mandalina ya da hıyar söz konusu olduğunda Atlas Sokağı No: 57’deki manavımız Hasan Efendi amca kesekâğıdına bunlardan muhakkak birkaç adet fazla koyar; bana bakarak: “Bu da Yüksel Bey’in cabası!” derdi."

Üzerine yorum yapmaya gerek var mı? Benim gibi 80'li yılların sonlarına doğru dünyaya gelen kuşağın belki çocukluğunda rastladığı, belki de ancak babalarından veya dedelerinden işittiği hadiseler. Şunu da belirtmek gerekir ki Özemre, ömrünün son yıllarında Üsküdar esnafından bir hayli yakınır. Meyveyi, sebzeyi, balığı ve tavuğu "müşterisine" allayıp pullayıp sahte bir biçimde satan esnafla zaman zaman kavga eder, onları uyarır, fakat nafile... Üsküdar'ın kadınları ve çocukları hakkında çok manidar gözlemleri var yazarın. Mesela kadınlar hakkında "Üsküdar'ın kadınları, genellikle, genç kızlıklarında zayıf fakat evliliklerinde balık etinde olurlar ve, genellikle, kocalarından da daha uzun yaşarlardı. Kocaları vefât ettikten sonra, istisnaî hâller hâriç, genç iken dul kalmış olsalar bile genellikle bir daha evlenmezler; ve, eğer çocukları evlenmiş de ayrı ev açmışlarsa, "çocuklarına yük olmasınlar" diye de kendi evlerinde hür ve tek başlarına oturmayı, "tencerelerini kendilerinin kaynatmasını" tercih ederlerdi." der. Çocuklar hakkında da hem kendi çocukluğunu katarak hem de hayıflanarak şunları söyler: "Bütün sâhil çocukları gibi Üsküdar'ın çocukları da denize âşıktılar; yazın Paşalimanı, Kavak İskelesi, Şemsipaşa, Salacak ve çifte Kayalar sâhillerinin kırallarıydılar. Buralarda etraflarını umursamaz bir neşeyle denize girer ya da ellerinde oltalarla kayabalığı tutarlardı. Benim gibi "Muhallebi çocukları" ise, sokağa yalnız başına çıkmalarına destûr verilinceye kadar, Salacak Aile Gazinosu'nun altındaki Salacak Plâjı'ndan babalarının ya da ağabeylerinin refâkatinde denize girmişlerdir. Çocukluğum ve gençliğimin Üsküdar'ında çocuklar mukaddesti. Herkes ama herkes onlara hissettirmeden onları kollar, gözetirdi. Onun içindir ki aileler mutmain, çocuklar da mes'uddu."

Hangi semtten gelirse gelsin havasıyla ve suyuyla insanı büyüleyen bir iklimi var Üsküdar'ın. Bu fakir de evlilik münasebetiyle 2014'ün haziran ayında ömründe ilk defa Anadolu yakasında ikamet etmeye başladı ve taşınır taşınmaz da bu iklimi Acıbadem'de dahi hissetmeye başladı. Ara ara meydana gelen lodosun üzerimdeki etkisinin karşılığını yine kitapta buldum:

"Çocukluğumda lodosun hüküm sürdüğü günlerde annemde, babamda ve babaannemde ortaya çıkan sinirlilik, bitkinlik ve başağrıları beni hayrete düşürürdü. Hanımların lodoslu havalara rastlayan toplantı günlerinde ise hep lodosun kendileri ve yakınları üzerindeki etkilerinden söz edilirdi. Bu günlerin başlıca eğlencesi olan tombalada tombalayı çeken hanım meselâ 68'i 89 diye okuyup da sonra hatâsını fark eder, özürlerle düzeltirse hanımlar onu üzmemek için: "Normal efendim, normal! Bu lodos kimde hâl, dikkat bırakıyor ki?" diye ahkâm keserlerdi. Ben lodosun neden benim üzerimde bu türlü bir tesiri olmadığına hayret eder durur, bu tesirin tezâhürünü insanların aşırı hassasiyetine ve biraz da dikkati celbetmek ya da (o zamanların radyosuz, televizyonsuz ortamında) üzerinde konuşulacak bir mevzu ihdâs etmek eğilimlerine bağlardım. Ama 65 yaşımdan sonra lodoslu havalarda bende de aşırı bir yorgunluk zuhur etmeye başlayınca lodosun bu gücünü teslim etmek zorunda kaldım. Daha sonra da öğrendim ki eski İstanbul'da lodosun hüküm sürdüğü günlerde kadılar "Lodos, muhâkeme kābiliyetimizi bozar da adâlete uymayan bir karar veririz" endîşesiyle herhangi bir karar vermekden kaçınırlar; kararı poyrazlı bir güne ertelerlermiş."

Yine balıkçı hassasiyetime geri dönmek isterim. Baştan söyleyeyim balık tutmaya merakım yoktur. Babamın balıklar hakkında ihtisas sahası o kadar geniştir ki gözüne bakıp sülalesini sayar, kuyruğuna bakarak nereden geldiğini anlar, pullarından meteorolojik tahminler yapar. İşte eskinin balıkçıları da müşterisine "para" gözüyle bakmaz, ona en taze balığı emeğinden fazlasını talep etmeden temin edermiş. Yazar da şimdinin balıkçılarını balıkçı olarak değil, balık satıcısı olarak görüyor:

"Ne yazıktır ki eski Üsküdar'ın voli çeviren balıkçılarının o mutantan nidâları yerini artık: orkinos yavrularını torik, sarıkanatı lüfer, vonosu uskumru ve Norveç'den ithâl liparileri de palamut zanneden ve onları bu isimler altında satan echel-i cühelâ, nev-zuhur [balıkçı değil] "balık satıcıları"nın ısrarlı ve sulu çığırtkanlığına terketmiş bulunmaktadır... Birkaç senedenberidir de Üsküdar'da Eminönü'ye kalkan dolmuş motorlarının yanındaki rıhtımda mekân tutmuş olan balık satıcılarının bir kısmı Norveç'den ithâl edilen dondurulmuş "lipari"leri, yâni azman uskumruları, "Palamut" ve hattâ "Tâze Şile Palamudu" etiketleriyle teşhir etmekte ve kulak tırmalayan bir çığırtkanlıkla reklâm edip halka gagalamaktadırlar."

Son olarak, "Musiki ruhun gıdasıdır" sözünün hayat bulmuş semtlerinden biri olan eski Üsküdar'da; ezanlardan kuş seslerine kadar gün tamamen ahenk içindeymiş. Üsküdar'ın sadece şeyhleri, dervişleri, balıkçıları, sokak satıcıları, şairleri, hanendeleri, sazendeleri değil delileri bile ciddi bir musiki ahlâkından nasibi almış. Halkın hassasiyetinin egzoz seslerine karışmadığı günlerden bir bilgi olsun:

"Üsküdar müezzinleri, genellikle, sabah ezânını: sabâ ya da dilkeşhâverân; öğle ezânını: rast, hicâz; ikindi ezânını: uşşâk, hicâz, bayâtî; akşam ezânını: segâh, dügâh, rast, hicâz; yatsı ezânını ise: rast, uşşâk, nevâ, bayâtî ya da hicâz makamlarında nidâ ederlerdi."

Üsküdar, kendini kaybetmiş kentleşmenin, otomobilleşmenin ve kaybolan hassasiyetlerin inadına yaşıyor, yaşam mücadelesi veriyor. Yeniden eski günlerine dönmesi imkânsız gibi görünüyor. Umutsuzluğun bize bir faydası yok ama en azından bu kitabı okuyarak nelerin kaybedildiği ve nelerin yeniden temin edilebileceği anlaşılabilir. Yazarı rahmetle yad ederken, kitabın da çırpındığımız bu koşullarda öneminin giderek arttığını düşünüyorum. Bu kitap naçizane, artık rahmetli olan Üsküdar'ı tanımak isteyenlere ve hatta iyi bilenlere, varsa haklarını helal etme niyetiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Ocak 2015 Cuma

Düşünmemek bile istemek

Bir kitaba roman demeniz sadece sizi bağlar. Onun nasıl okunacağına siz karar vermezsiniz. belki bazı türlere yakın olabilir, ama o türün tüm özelliklerini taşımaz. Bu "Selman Bayer kitabı"nın en güzel özelliklerinden biri. nasıl okuyacağınıza göre değişiyor çehresi.

Öncelikle Hayâli çok güzel anlatmış, nerede duracağını güzelce seçmiş ve tüm manzarayı önümüze koymuş. Tüm susuzluklarından, tüm beklentilerden, tüm boşa çıkan umutlardan ve kendi içindeki tüm kavgalardan bahsetmiş. Öyle de olmalı, ne kadar severseniz sevin tüm hayatınız bir kişi olmaz, hele bu çağda.

Açılış sahneleri ve kapanış sahneleri hiç tutmaz zaten, babalar oğullarına eziyet ederler ve geceleri uyumamak gösterebileceğiniz ilk başkaldırı olur, sonra sessiz sakin içten büyür içinizdekiler. Bir noktada patlarsınız, hemen ardından bir şüpheye düşersiniz, sonra devam edersiniz. Daha ilk kendi başınıza yaptığınız işte geri dönmek olmaz diye. Sonra kendi kendinizi yıpratmamak için yaptıklarınız, dönemeyişleriniz sizi yıpratır.

Sonra Selman abi, sessizlikten bahsetmiş. susmanın güzelliğinden. İnsan düşünmemek bile istiyor ya, ondan da bahsetmiş. İrili ufaklı aldığımız bir sürü karardan, bunların durumundan, hayatı kaçırmaktan ve korkusundan, değişim korkusundan bahsetmiş. Bir tırtılken gördüğü dünyayı, peteğe girip çıktıktan sonra uçmayı bilen genç bir arı ne kadar dünyayı tanıyorsa o kadar tanırmışız hayatı, belli bir dönemimizde. Sonra uçmaya alıştıkça bulaşırmış işler tepemize: çalışmak, sorumluluk, insanlar, -mış gibi yapmalar ve daha nicesi. Buz dağının görünmeyen kısmında hep iyi cevaplar saklarmışız biz.

Bir kapıyı kapattığınızda arkasındaki her şeyi, gittiğinizde de geride kalan mahallenin hepsini geride bırakırsınız ya, ondan herkes çocukluğuna dönmek ister. Orada kalan iyi şeyler için. İyiden çok kötüler vardır: bize tutamaklıktan çok ayakbağı olan insanları geride bırakıp her şeye yeniden başlamaya yorgundur insan. Ondan dönemeyiz, gidemeyiz hemen karar alıp.

Her apartman dairesi gibi, her kitabında yönü vardır. Bu kitap müstakil bir ev ama sanki kuzeyinin önü yola baktığı için daha çok kullanılmış. Sıcak yanları da eksik edilmemiş.

Selman abi, ilk romanında kendi önünü açmış aslında. Hesaplarının kapatabildiğini kapatmış, kapatamadığıyla da kendi hesaplaşacak anlaşılan. İstediği kadar otobiyografik olsun, tüm kitabın tefsiri bana kalırsa "asr'a and olsun ki insan hüsrandadır."

Ki aslında içinde Emir Sultan Camii geçen bir kitap bu. Mahalleden, ailede geri planda kalmış insanlardan, öğretmenlerden, babalardan, pederzedelerden, oğulzedelerden, Mesnevi'den bahis açan, açtığı bahsi kapatan. Kitap kahramanı olmayı, kendi hayatının başrolüne tercih etmemiş bir insanın hikayesi.

Okumak güzel bir emirdir. Uymak gerek. Ben üç kere uydum bu kitap için. Allah kabul etsin.

Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan

15 Ocak 2015 Perşembe

Entelektüel kimdir?

Edward Said'in Entelektüel'i, sürgün, yabancı (çevresine ve insanlara), marjinal (çağına göre). Edward Said gibi sürekli gezen, çevresindekilere karşı duyarsız olmayan ve tutumlarını belli prensiplere göre almaya çalışmış bir insandan beklenen bir kitap.

Tamamı Said'in konsferanslarından ve panellerinden alınan yazılarda, oldukça farklı tanımlara göre çıkarsama yapılmış. Bunun yanında farklı coğrafyalardaki durumlara göre bu çıkarsamalar değerlendirilmiş, kitabın yazıldığı zamana göre güncel denilebilecek örneklerle tasdik edilmiş.

Said'in genel çerçevesini çizdiği enetelektüel tanımı ise şu çerçevede:

Sürgün: İnsanın doğal ortamından uzaklaşmadıkça ya da bu elinden alınmadıkça rahatlığını koruyacağını söylüyor. Entelektüel'in rahatsız olması gerektiğini ve bunun algıları açacağına inanan Said, İran devriminden sonra ülkesine dönen bir kaç aydının yaşadıklarıyla bu savını desteklemiş. Önceden İran'daki otoritenin yapyıklarına karşı iyi tutumlar sergileyen bu aydınlar, sürgünden dönünce otoritenin yaptıklarına daha göz yummaya başlamışlar.

Yabancı: Sürgün olan aydının yeni bulunduğu ortamda kendini yabancı hissetmesi ve tutumlarını buna göre oluşturması, öte yandan içinde bulunduğu ortamın otoritesini rahatlıkla sorgulayabilecek halde kalmasını sağlıyor Said'e göre.

Marjinal: Said'in marrjinal tanımı, daha ziyade sözünü çekinmeden söyleyebilen ve bunun geleneklere uygun olup olmamasını takmayan kişi çerçevesinde. Bu da entelektüel'imizin rahatsızlığı ve algılarının açık olması sayesinde yanlışları söyleyebilecek durumda olması manasına geliyor.

Entelektüel salt iyi ya da kötü değildir. Said iyi ve kötü algılarının milletten millete ve gelenekten geleneğe göre değiştiğini söylüyor. Bunun çağdan çağa dahi değişebildiğini aynı aydının faklı senelerde halktan ve otoriteden aldığı tepkileri önümüze sererek güçlendiriyor. Medyanın yönledirmesini ve otoritenin baskıcı tutumlarının da iyi ve kötü algısında değişiklik yaptığı göz önüne alınırsa Said bu noktada çok da haksız değil. O yüzden salt iyi ya da kötü olmak enelektüel'in amacı olamaz.

Said entelektüelin olayları dini veya tinsel olmayan şekilde değerlendirmesinin gerekliliğini vurguluyor. Bunun entelektüel'in bağımsızlığını ve obkeltifliğini etkileyebileceğini belirterek, önyargılardan arınarak olaylara bakılması gerektiğinden dem vuruyor. Keza milliyet konusundaki görüşleri de bunu destekler nitelikte: Sırf geldiği milleti yermemek adına gelenekte olan ya da oluşmuş yanlıştan bahsetmemek yanlıştır.

Politika entelektüelin uzak durması gereken alanlardan biridir. Halk içinden biri olan (aynı zamanda halk için yabancı, halka yabancı değil) entelektüel, halka karşı hükümetin ya da otoritenin yanında bulunmamalıdır. Entelektüel bağımlılılarından dolayı doğruyu belirtemeyecek durumda olduğunda vasfını ve geçerliliğini yitirmesi manasına gelir: O sadece iyi nutuk atabilen ve halkı yönlendiren biridir artık.

Entelektüel'in ne zaman entelektüel olduğu ya da kimin entelektüel sayılıp sayılmayacağı noktasında literatürde bulunan bir çok tanımı veren Said, kendi entelektüel tanımını kitabının başlığında da verdiği ve yukarıda da açıkladığımız tanımlar üzerine kuruyor. Çoğu yerde kendinden de örnek vermekten çekinmemiş. Bunun anlatımı güçlendirdiğini belirtmeden geçmeyelim.

Elbette tukardaki kavramların dolaylı olarak refere ettiği bir kaç kavramdan bahsetmek gerek. Bunlar entelektüelin uzmanlığı, kişiliği, yanılabilmesi ve zamanına ait insanlar olmaları gerektiğidir.

Kişi sadece kendi alanında uzmanlaşarak entelektüel olamaz. Farklı alanlardaki sorunları görmesi, aynı zamanda bunları dile getirmesi, bunların pratikte karşılığının hemen olup olmamasından önemlidir. Zira entelktüel belirttiği ya da gördüğü haksızlıkları dile getirerek bunların çözümü yolunda ilk adımı atmış sayılır. Hemen karşıklık bulması mümkün değildir, zira bu görüşler marjinal olabilir, otorite tarafından yasaklanmış olabilir, gelenekle uyuşmadığı için bir kenara atılabilir. Ama entelktüel tüm bunlara rağmen görüşünün arkasında durmaya devam etmeli ve gördüğü yanlışlık ortadan kalkıncaya kadar bunu sürdürmelidir.

Öte yandan entelektüel kendisinin yanlışlanamaz olduğuna inanmamalı, farklı görüşlere açık olmalı ve bunları değerlendirmesini bilmelidir. Her türlü bilginin güvenirliliği tartışmalıdır entelektüele göre, kendi çıkarsamaları da gözönüne aldığı postülalardan biri yanlış olduğunda yanlış olacaktır. Hatasında ısrarcı olmaması gerekir.

Entelektüel zamanın insanı olma özelliğini taşır: İçinde bulunduğu çağın sorunlarına çözümler üretir ve yeni ufuklar açar. Buradan entelektüelin kendisini takip eden çağda görüşlerinin tamamen yanlış olacağı sonucu çıkmamalıdır. Zira bulunan bir çözüm, o çözüm yanlışlanana ya da yanlış süreçlere neden oluncaya kadar kullanılır. Öte yandan entelektüelin kendisinden sonraki çağda hatırlanma gerekliliği yoktur. Zira Said'in yaptığı tanım da bunu gerektirmiyor.

Kitapta Edward Said'in kendisinden bahsettiği kısımlarda, bariz bir hayal kırıklığı ve sürgün hissini belli oluyor. Ama bunun kitabın objektifliğini etkilemediğini belirtmek gerek. Kendine verdiği referanslar konferanslarda gelebilecek soruların cevabı niteliğinde.

Kitabın beslendiği kaynaklardaki çeşitlilik, okuyucunun kitabın tek bir ağızdan veya yönden bahsetmediğini, olası tüm tanımların değerlendirmeye alındığını görmesi için.

Kitap verilen konferansların metinlerden oluştuğu için, okuyucu bölüm sonlarındaki sonuçlarla yetinmek durumunda. Kitap Said'in bahsettiği entelktüel'in üslubuyla yazılmış. Kendi fikrini empoze etmeyi değil, araştırmayı teşvik edici nitelikte bir çalışma. Nihayetinde entelektüelin fiziki ya da ölçülebilen niteliklerinden ziyade daha genel ama sınırları belli olan bir tanımla entelektüel'in bizatihi kendisini kendisine tanımasına ve duruşunu belirlemesine kolaylık sağlama amacı taşımakta. Bu aynı zamanda, kitabın yazım üslubundan ve duruluğundan dolayı, sokağa entelektüel'i tanıma fırsatı vermekte.

Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan

13 Ocak 2015 Salı

Soğuk şehrin soğuk şairi

"Neler yapmadık şu vatan için!
Kimimiz öldük;
Kimimiz nutuk söyledik.

- Orhan Veli

"Hayat yolum boyunca bana verdiği her şey için 
yurduma teşekkür ediyorum."
- Martin Heidegger

Gençliğinde sıkı bir kaleci olan Albert Camus, felsefeden çok daha önce futbolla tanışmış. Hepimizin bildiği "Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam futbola borçluyum. Çünkü topun hangi köşeden geleceğini asla bilemezdim." sözünü de futbolun, hayatın ta kendisi olduğuna inandığı bir zamanda söyleyivermiş olsa gerek. Futbolu şerefiyle oynayanlar arasında "ahlaklı yaşam" örneklerine rastladığımız birkaç isim var. Mesela Ivan Zamorano. Şilili efsane futbolcu memleketinde on bin çocuk okutmuş, ilkokuldan üniversiteye kadar... Oleg Bloghin var. SSCB dönemi futbol efsanesi, futbolu bıraktıktan sonra 9 yıl parlamentoda ülkesini daha iyiye götürebilmek için çalıştı. Çok sonra, "eğer bunu yapmasaydım çok pişman olurdum" sözleri işitilmiş. Romario'nun engelli çocuklar için meclise girdiğini, Davor Suker'in ülke futbolunun bataklığa saplanmaması için gençlik akademileri açtığını, futboluyla kazandığı itibarı ülkesi için harcayan Pele'yi biliyoruz. Son dönemde ise Drogba'nın kendi adına kurduğu vakıfla Afrika'daki çocuklar için çalıştığını, sık sık ırkçı saldırılara maruz kalmış Samuel Eto'o'nun da Batı Afrika'da yardım faaliyetleri düzenlediğini biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir fakat görünen köy şu ki; ülkesinin vaziyeti hususunda malumatı olan futbolcular, bilhassa ahlak ve vicdan sahibi olanlar, ellerini taşların altına koyuyorlar. Emekliliklerinde yan gelip yatmakla değil, ülkelerine olan borçlarını kapatmakla meşgul oluyorlar.

2013'ün kavruk bir ağustosunda kaybettiğimiz şair Ahmet Erhan da, şiirlerine hayatı ne kadar sıkıştırdıysa ülkesini de o kadar sıkıştırmış. Adanademirspor'un genç takımında futbol oynarken geçirdiği ağır sakatlıktan sonra şiir yazmaya başlamış. Yani sahalardan uzaklaştıran sakatlık, insanı şiire yakınlaştırabiliyor. Belli ki Ahmet Erhan daha evvel de şiire meraklıymış. Çünkü gerek dergilerde yayımlanan şiirlerinde gerekse kitaplarında, militanlık yahut siyasal slogan atmadan nasıl devrimci şiirler yazılabildiğini ele güne göstermiş. Bu hususta ülkemizden oldukça parlak şairler çıktığını söylemekle konuyu kapatabiliriz. Son bir ekleme: Ahmet Erhan koyu bir Galatasaraylı imiş.

Şehirde Bir Yılkı Atı, ilk olarak 2005'te yayımlandı. İçinde hayat dolu dizeler var dersem romantik bir şey demiş olurum, bu yüzden demiyor. Hayat dolu, ama gerçek bir hayat. Halktan yana olan bir hayat. İşte bu tip dizeler: "Yaranamıyor evlendim ben bu Hayat''la / bir kere adam gibi boşanamadım", "Türkiye! Bağımın en kuru gazeli / telefonları ikide bir yüzüme çarpan / bak, burası Hayat kokuyor / gencecik kızlar üzüm eziyor topuklarıyla", "Alkole karşı ırzım süklüm püklümse / iyi de, Hayat'a karşı o kadar safkan / babam olmazdı ki ben olmasam".

Kitapta, Konya doğumlu ressam Habip Aydoğdu için de "Bir Ucu Yanık Resim" adlı bir şiiri var şairin. "Derse ki: Ateşte yangın, su / kısacası, hayatta ve ölümde ben varım" diyor, "Kendime küssem rengimle barışırım" diyor, "Tükenmez bu Türkiye" diyor. Bir şiire, birkaç resim birden sığdırıyor.

Çevresinden yana dertli dizeleri var şairin. "Soruyorlar, hep sorarlar / istiyorlar, hep isterler" derken yılgınlığının cevabını da kendi veriyor: "Yüz kere söyledim, dinletemedim / şimdi ömrüm kırkyedi ayak."

Bazen bir balıkçıya, bazen bir çocuğa, annelere ve babalara, hayata en ağır izleri bırakmış ölümlere, elektrik sobalarına, gurbet kandillerine, komşu ablalara, Che Guevera'ya şiir yazmış Ahmet Erhan. Bir şeyler söylemiş, tanık olmuş, tarih düşmüş. Oğlu Ahmet Deniz'in on sekizinci yaşı için yazdığı şiirde, aslında herkese bir şeyler diyor, oğlum sen anla der gibi: "Belki ben de bir gün onsekizime basarım / yağmurdan eksik garip bir rüyada... / ama sen bir armağansın oğlum / şu alçak, şu acımasız dünyaya..."

Şair, okuyucunun dış sesi olduğu vakit dilin kıymeti daha da anlaşılıyor. Soğuk Ankara'nın soğuk şairi de, hani Pablo Neruda demiş ya "Şiir; yazanın değil, okuyanındır" diye, işte bu deyişi olur olmaz dizeleriyle hatırlatıveriyor. "Öyle" adlı şiirinden: "Öyle çok sevdim ki / bu yalnızlıklar mezbahasında / hiç kendine çarptığın oldu mu/ birdenbire bir köşebaşında.". Bu da "Hiyeroglif" şiirinden: "Varamam gecenize, sırtım üşür / kendimle daha fazla yorulamam, bağışlayınız / iadeli taahhütlü bir mektup gibi / attığım imzalar birdenbire silinir / sizin e-mailleriniz var, kulak asmayınız."

Hevesini gerektiğince kör ederek gecelerce şiir kusmuş bir şairimizdi Ahmet Erhan. Her kitabı, şairiyle birlikte dönemin koşullarını aktarır durur. Tekrar tekrar kendini okutur. Bir soğukluk eser durur Ahmet Erhan dizelerinde. Belki kaçan bir penaltı sonrası gibi, belki de sahibini arayan bir atın dizginleri gibi.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Ocak 2015 Perşembe

Sayfalarda kalan Üsküdar'ın yitip giden irfan meclisi

"Yüksel'cim; biz bu dükkândan geçmemiş olsaydık şimdi yedi dükkân süprüntüsünden beter olurduk."
- Neyzen Niyazı Sayın

Bir İstanbul kitabı okumak istediğimiz zaman çok fazla kitapla ve hatta külliyatla karşılaşmamız mümkün. Son dönemde çıkan İstanbul romanlarını yazanlara bakarsak, bilhassa popüler olanlarını yazanlar 50 yaşına henüz ulaşmamış yazarlar. Çok mu önemli? Konu İstanbul ise ömrün ve doğal olarak tecrübenin önemi artıyor. Çünkü doğumundan itibaren yaşamının tamamını İstanbul'un belli bir semtinde geçiren insanların gerek üslupları, gerek anıları o kadar lezzetli oluyor ki; okuyucu işte o zaman aradığını buluyor.

Merhum Ahmed Yüksel Özemre, 1935'te Üsküdar'da dünyaya geldi ve 2008'de yine Üsküdar'da rahmet yoluna çıktı. Yolu düşenler Karaca Ahmet Sultan Kabristanı'ndaki âile kabrinde kendisine bir fatiha okuyabilirler. Son derece ilginç bir yaşam hikâyesi olan Özemre, Mekteb-i Sultanî mezunu. Bu okulda atletizm hususunda birçok salon rekoruna sahip. Türkiye'nin ilk atom mühendisi. Pozitif, sosyal ve dinî ilimler hususunda 279 makalesi ve raporu mevcut. Hâlen üniversitelerimizde okutulan ve defalarca yeniden basılmış olan Teorik Fizik ve Nükleer Mühendislik ile ilgili 12 ciltlik ders kitabı ve 11 ciltlik ilmî eser tercümesinin müellifi. Tüm bunların yanında Kubbealtı Neşriyat'tan çıkmış olan çok sayıda anı kitabı da mevcut. Bunların çoğu ise ömrünü geçirdiği Üsküdar'la ilgili. İşte Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı da, 1994 senesinin Ramazan'ında; yaşadıklarından hafızasında yer edinmiş olanları kaleme almak hevesiyle başlayıp bitirdiği bir heves. 17 gün 17 gecede biten bu kitaba kendisini öyle bir kaptırmış ki zevcesi bile günlerce "Hû! Akşam ezânı okundu. Hadi artık attâr dükkânından çık da gel iftar et!" diye latîfe edermiş.

Kitap aktar hocaların tanıtımıyla başlıyor. Aktar demişken, aslı attar olan bu kelimeye Üsküdar halkının dili dönmemesinden dolayı zamanla aktar denmiş. Akabinde söz konusu attâr dükkânından bahis açılıyor. Dükkânın müdavimleri saymakla bitmez. Birçok tekkenin şeyhi, meşhur sanatkârlar, sırlı sôfiler, ârifler; muhabbet etmek üzere sürekli bu dükkâna geliyor, dolayısıyla dükkân bir akademi görevi görüyor. Dükkanın gönül ehli müdâvimleri arasında Rufaî şeyhi Sarı Hüsnü Efendi, Sandıkçı Dergâhı’nın son şeyhi Haydar Efendi, Celvetî-Bektâşî şeyhi Yusuf Fâhir Ataer Baba, Hamzavî-Melâmî meşreb Eşref Ede Efendi, Özbekler Tekkesi’nin son şeyhi Necmeddin Özbekkangay Efendi, Kerâmeddin Efendi, Üsküdar İskele Camii baş imamı Nâfiz Uncu Efendi, Necmeddin Okyay, Sâcid Okyay, Dümbüllü İsmail Efendi, Osmanlının son müezzinbaşısı Hâfız Muhiddin Tanık Efendi, Fehim Tandaç, Melâmî meşreb Abdullah Bey, ressam Hoca Ali Rıza Bey, neyzen Niyâzi Sayın, Turgut Çulpan, Ahmed Âmiş Efendi, Albay Mühendis Vehbi Güloğlu, Abdülbâki Gölpınarlı, Hâfız Âmâ Tevfik, Prof. Dr. Ali Alpaslan, Uğur Derman, Prof. Dr. Güngör Şatıroğlu, gazeteci-yazar-mûsikîşinas Nezih Uzel gibi isimler bulunuyor. Öte yandan dükkânın en uzun süreli müdâvimleri ise kitabın müellifi Ahmed Yüksel Özemre (53 yıl) ve pek tabii babası (54 yılı aşkın) yer alıyor.

Dükkânın sahibi Sâim Düzgünman Efendi. Evlatları ise Ahmed ile ebru sanatının son ustalarından Mustafa Düzgünman. Küçücük bir alanda attarlığın tüm kendine has mes'uliyetleri dışında yukarıda adı zikredilen ehl-i dilin muhabbetleri ve meşkleri kışı ayrı ısıtan, yazı ayrı serinleten hassasiyetlere sahip. Hem dükkanı hem de bu birbirinden farklı zevkleri, mesaileri olan mühim zatları; tüm bunların yanında da eski Üsküdar'ı o kadar lezzetli bir üslupla kaleme almış ki Ahmed Yüksel Özemre, bilhassa mekan tasvirleriyle okurken o dönemi yeniden yaşatıyor yahut konuk ediyor.

Zamanla Üsküdar'ın nüfusu 40 binden 850 bine çıkınca, etrafı da kuyumcular basınca dükkân bundan nasibini (!) alıyor ve mecburen kapanıyor. Dönemin nezaketi, zarafeti, aklı ve izanı yoldan çıkıyor, artık avamilik kol geziyor. Günümüzde de Üsküdar'ın geldiği hâl ortada. Artık meczubunda bile bir farklılık yok. Okunan ezanlardan kılınan namazlara ve ardında durulan imamlara kadar her şeyde bir bozukluk, bir kopukluk mevzubahis. Kitaptan bir anı:

“Necmeddin Hoca da, Sâim Efendi Amca da, kendi yetişme çağlarının en büyük Kur’an tilavet mürebbîsi sayılan Kaptanpaşa Camii İmamı Ahmed Nazif Efendi’nin talebelerinden olan babamın tilavetindeki şîveyi, tavrı ve musıkîye vukûfunu çok takdir ederlerdi… İmamların, kıldırdıkları namazın tilavetine göre, cemaati fevkalâde tesir altında bırakabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Saim Efendi Amca’nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan ve bilhassa terâvih namazlarından, bilmekteyim. Kıldırdıkları namazla cemaate onlar kadar inşirah, neş’e ve letafet bahşeden imamlara, maalesef, bir daha hiç rastlayamadım. Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.”

Kitabı okuyup bitirince insan düşünüyor. Şimdi hangi dükkanda oturup da mûsikî öğrenebilir bir genç? Meşk, makam, usul? Ve hatta edeb, ilim, irfan ve erkan? Yahut hangi dükkâna bir mûsikîşinas teşrif eder de kibrini bir kenara bırakıp muhabbet ehli oluverir? Halbuki mûsikî, gönlün muhabbetidir. Netice-i kelâm: Gençlerin de suçu yok. Onlara "Dilşâd olacak diye kaç yıl avuttu felek" eserini terennüm edecek muhteremler de pek kalmadı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

31 Aralık 2014 Çarşamba

Eski İstanbul sokaklarında yürümek isteyenlere

“Bu, boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatının ve hayallerinin hikâyesi...”

Orhan Pamuk’un son kitabı Kafamda Bir Tuhaflık’ı herhangi bir beklentim olmadan, hakkında hiçbir yazı veya yorum okumadan, çok sevdiğim bir kitapçıdan hızlıca almıştım. Aldığım hızla da okumaya başladım ve hikâyenin içine daldım.

Okuduğum en iyi Orhan Pamuk kitabı olmamakla birlikte bitirdiğimde geride kalan hissi güzeldi; akıcı, zengin ve naif bir roman.

"Kafamda bir tuhaflık var," dedi Mevlut. "Ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum kendimi."

“Ben yanındayken bir daha asla öyle hissetmeyeceksin,” dedi Rayiha anaç bir tavırla. Mevlut çayhanenin camlarında yansıyan Rayiha’nın hayalinin kendisine şefkatle sokulduğunu görüp bu ânı hiç unutamayacağını anladı.


Kahramanımız Mevlut, yoğurt satıcılığından otopark bekçiliğine, elektrik tahsilatçılığından büfe işletmeciliğine pek çok iş yapıyor. Fakat ne yaparsa yapsın, hep, geceleri İstanbul sokaklarında boza satmaya devam ediyor. Mevlut’un hayatı akıp giderken arka fonda sokaklar değişiyor, İstanbul değişiyor, Türkiye değişiyor…

“Ne yazık ki bir şehrin şekli şemali / bir insanın kalbinden çok daha hızlı değişir.” (Bauderlaire).

1969’dan 2012’e kadar Türkiye’de yaşanan her şey yer buluyor kitapta. Olaylar, insanlar, geride kalanlar… Gündelik hayattan ekonomik ve siyasi meselelere kadar neler yaşadığımızı tekrar anımsatıyor. Mevlut’un öyküsünde biraz da memleketin hikâyesini okuyoruz.

“Sokak satıcıları sokağın bülbülleri, İstanbul’un neşesi ve hayatıdır.”

Tabi, en çok da İstanbul sokakları var kitapta. Mevlut gecelerce yürüyor, sur içinde , sur dışında; cumbalı sokaklarda, gökdelenler arasında… Biz de onunla birlikte arşınlıyoruz yolları. O yanık sesiyle, “Boo-zaa” diye bağırdıkça, benim aklım hep Vefa’ya gitti; kim bilir sizi nereye götürecek…

“İnsan şehirde kalabalık içinde yalnız olabilirdi ve şehri şehir yapan şey de zaten bu kalabalık içinde insanın kafasındaki tuhaflığı saklayabilme imkânıydı.”
Hikâye, farklı karakterlerin ağzından anlatılıyor. Bir tek Mevlut’un sesini duymuyoruz; okurken, bunu yazarın özellikle tercih ettiğini düşündüm. Farklı sesleri duyuyor olmak, öyküyü zenginleştiriyor, metni daha katmanlı bir forma sokuyor. Hikaye küçük küçük parçalarla çoğalıyor; gerçeklik ve derinlik artıyor. Pamuk, hayatın da büyük resimden değil, küçük an’lardan ibaret olduğunun altını çiziyor. Orhan Pamuk, okuyucusuna küçük oyunlar armağan etmeyi seven bir yazar. Kafamda Bir Tuhaflık’ta da diğer kitaplarına ve başka yazarlara selam çakıyor ara ara. Ki bu da hoşluk katıyor kitaba.

“Bu dünya konuşsaydı acaba ne derdi?"

Kafamda Bir Tuhaflık, ince ince işlenmiş bir hikâye okumayı sevenlere ve eski İstanbul sokaklarında yürümek isteyenlere iyi gelecek bir kitap.

"Bozacı, iyi ki geldin yukarı." dedi. "Sokaktan sesini işitmek iyi geldi bana. İçime işledi. İyi ki boza satıyorsun, iyi ki kim alacak demiyorsun.”

Mevlut kapıdaydı. Çıkıyordu ama biraz yavaşlamıştı. "Hiç öyle denir mi?" dedi. "İçimden geldiği için boza satıyorum ben."

"Hiç vazgeçme bozacı. Bu kuleler, betonlar arasında kim alır deme. Sen hep geç sokaklardan."

"Ben kıyamete kadar boza satacağım." dedi Mevlut."


Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

22 Aralık 2014 Pazartesi

Sevgili huzursuzluğumuz, ricakeş olursa

"Oysa biz hep bir düş kazasında
Yitirdik arkadaşlarımızı
Karşıdan karşıya geçerken
Eli bırakılan çocuklardık."

- Zafer Ekin Karabay (1975-2002)

"Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm."
- Karacaoğlan (Neşet Ertaş'ın sesiyle)

Efkârlı türküler söylemek en çok da "kendini tanıdığı için çok sonra pişman olan" şairlere yakışır. Efkar da zaten fazla düşünen insanların yaşama pratiğidir ve sigara yakmakla doğrudan bağlantılıdır. "Sen az zamanda çok sigara içenlerin de rabbisin" diyen Bülent Parlak şiirinin edebi ahengi hususunda; "modern Türk şiirinde türküsel söylem" dersem içim rahatlaşacak. Şairin sesinden türkü dinlemiş biri olarak ben bunu sezinliyorum. Mesela Bülent Parlak burada "sezinliyorum" demezdi, "hissediyorum" derdi.

"Ricakeş" kelimesine daha evvel bir şiirde yahut kitap adında rastlamadık. İlk şiir kitabına "Sevgili Huzursuzluğum" adını veren şair, bu kez de kafa açacak, kafa kıracak gibi görünüyor. Adı okuyucuyu yanıltmamalı, rica dolu şiirler yok. Aksine dünyaya minnet etmeyen ve güncelin yıprattığı insanın "artık yeter" ricasını sırtlayan şiirler var. Bir ricakeş gülüşü var kitapta. Hani devlet dairelerinde bir an evvel işimiz bitsin diye yaptığımız gülüş, işte ondan.

Şairin 2010 ve 2014 arasında yazdığı yirmi şiirden oluşuyor Ricakeş. Kapağı, Lozan'dan "Bir yüz sene daha kazandık" diyerek çıkan İsmet Paşa dahil tüm halk düşmanlarını alaya alır gibi tasarlanmış. Hayatının neredeyse tamamına küçük planlar serpiştiren stratejik insanlara küfür gibi gelecektir bu simsiyah, kravatlı kapak. Ricakeş'te yer alan neredeyse her şiirin bir hikâyesi var. Mesela "Tufanım Var, İkizim Yok" şiiri. Bu şiir, Tito dönemi Yugoslavya'sının toplama kampı olan Goli Otok'ta işkence gören Boşnak şair Risto Trifkoviç'i konu edinmiş. "Bir gün pişman olmak için sıraya gireceğiz" diyor şair ve kitabının adına yakışır duruşunu sergiliyor şu dizesiyle: "Anlatsam / yarısında izin alıp gideceğiniz bir hikayedir burası."

Gündemin insanları nasıl meşgul ettiğine ve ne hâle getirdiğine eleştiri babında "Sabah Kalkınca İntihar Etmeyi Unutacak Kadar Dalgın" adlı şiirinde şöyle diyor Parlak: "Yaşamak iyi gelmiyor hiçbir sancımıza / söyleyin / sarsıcı bir sırrı öğrenince / övünerek başkalarına anlatan halk bizim neyimiz olur.". İntihardan devam etmek gerekiyor burada çünkü 13 Eylül 2002'de 27 yaşındayken intihar eden şair Zafer Ekin Karabay için de bir şiir var Ricakeş'te. "Ararken" adlı şiirinde Ekin Karabay şöyle der: "Bileğimdeki vazgeçilmiş intiharın / sokaktaki ıslak tenimi duyumsadım / ve ararken yakalandım / kayıp otobüsünde / kendi resmimi.". İşte Parlak da "İzmarit İçerek Büyüyen Çocuklar" adlı şiiriyle, Karabay'ın genç ömrüne ses vermiş: "Bir çağdan bir çağa geçerken / geride unutulan şaşkınlardık / tabutuyduk üstüne kapanıp ağlanan / dört kızdan sonra bir oğlun."

Şairin ilk şiir kitabı "Sevgili Huzursuzluğum"da yer alan "Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım" dizesi, ikinci kitabındaki "Anne Abartma Ölümü Arada Çık Gel" şiirinde bir karşılık bulmuş gibi: "Halbuki anne / cinayet / uzun uzun baktığımız kızın masasına gelen erkek / değil midir."

Bülent Parlak şiirinde okuyucu, tarihi ögelerle bilhassa Ricakeş'te sık sık karşılaşacaktır. Günümüzdeki sorunların temelini tarihte ararken, hiçbir romantizme kapılmadan şair görevini yerine getiriyor. Yazmasam olmazdı demiyor, yazmasam ölürdüm diyor sanki: "Hıncımın tarihi vardır elbet / vardır elbet erzincanlı bir piyadenin / yıl iki bin on üç, martın dokuzunda / karlofça'yı hatırlayıp / kendini ayağından vurmasının sebebi."

Dile getirdikleriyle hayatı arasında bariz farklılıklar olan insanlara da şairin diyeceği var. "Sen Varken Kapitalizm Neyin Nesiydi Bilmiyorum" şiirinde bu konuda oldukça sarsıcı dizeler bulunuyor. "İnsan harama inanmasa bile / sevmeye inanmıştır her vakit" gibi, "İçimizden gelen bir şeyi yazıyorsak / içimizden gidenlere çare bulamıyoruz demektir / yine de / bankalar şaşırmıyor maaş günlerimizi" gibi ve hatta "Ellerimi senin ellerinle yıkayacaktım bir gülseydin / lüks otomobillere bile inanırdım" gibi.

"Venezüela Hava Yolları" şiirinde Güney Amerikalı bir devrimci bakışıyla kadınları ve gösterişi selâmlıyor Bülent Parlak: "Manikürle başlıyor zenginlik, sona eriyor ölümle / tam ortasında bu iki şeyin bolca feragat etme hakkı vardır / bir kurban derisi en çok tuza yalvarır / kasap, bıçak ve yedi ortak hariç.". Diğer yandan "Arjantin 1453" şiirinde ise bana hemen Hakan Günday'ın Piç adlı kitabını hatırlatan dizeler yakaladım. Önce kitaptan: "Piçler, âşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür. Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.". Sonra da şiirden: "Yetimler / diğer arkadaşlarından daha çok âşık olurlar / ve hayatlarını herkesten daha fazla mahvederler / hayatı veren Allah'tır / bağışlayacak olan ve mahvedecek olan da Allah'tır."

Kitabın son şiiri "Evet, İskân" ise İsmet Özel'in 1967'de yazdığı "Evet, İsyan" şiirine atıfta bulunuyor. "Müteahhit çağında yaşıyoruz sevgilim / sana vaat edeceğim ev sıradan değil / göle bakmıyor diye pencerelere küsme / üzme beni tek katlı bir gülüş için / ismet özel hangi cesaretle "evet, isyan" diyerek / başlatmıştı devrimi."

Ricakeş, Bülent Parlak'ın "Sevgili Huzursuzluğum"la birlikte attığı ilk adımı daha sağlam kılmış. Şiirleri sanki daha keskinleşmiş, gürleşmiş. Bu da okuyucuyu sersemletiyor. Sersemlik iyidir, serserilik değil.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

17 Aralık 2014 Çarşamba

AnadoluSol Bakış nedir, ne değildir?

"Geçmişin bilgisi şuurumuzu oluşturmaktadır. Bir Anadolu çocuğu uzviyetiyle otuz veya kırk yaşında olsa bile kafasiyle dokuz yüz yaşındadır. Biyolojik bakımdan otuz, kırk, doksan yaşlarında olabilir. Fakat ruhi bakımdan o, bin yaşındadır. Yani milletin yaşı kadar."
- Nureddin Topçu, Fikir Dünyamızın Yıldızlarından (M. Sılay, Düşün Yayınları, 2010)

Devlet ve Allah – AnadoluSol Bakış” kitabı İslamcı camiada uzun zamandan sonra ilk kez dile getirilmiş bir yaklaşımı ifade etmektedir. Daha önce Nurettin Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını kullanmasına benzer şekilde yazar da bu kitapla iki kavramı gündemine alıyor: “Anadoluculuk” ve “AnadoluSol.” Bununla beraber Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” terimi ile Nurettin Topçu’nun “toprak reformu” düşüncesinden farklı bir yönelişi ifade ettiği de söylenmelidir. Tımar-Ahi altyapısına bağlı olan yazar Anadolu’da çift hukuk sisteminin şerî temelinin ekonomik olduğuna vurgu yapmaktadır. Lütfi Bergen’e göre yönetici tabakanın muhatap olduğu hukuk sistemi örfîdir ve halkın hukuku ile bağları bulunmamaktadır. Yazarın Nurettin Topçu’dan farklı olarak içeriğini doldurduğu kavram olan “Anadoluculuk” da Üsküdar-Ardahan-Hakkari hattı değil Batı-dışı tüm dünyadır. Yazara göre Anadolu aslında “Anatolia” kavramı olup “Doğu” demektir.

Sosyalist kesimlerde de “Anadolu Sol” kavramı kullanılmıştır. Enis Tütüncü’nün “CHP’nin Mayası-Anadolu Sol” başlıklı çalışması, kavramı “Anadolu hümanizması” perspektifinde ele almakta, Kemalist CHP’nin 6 ilkesi ile Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evren’i yetiştirmiş olan “Anadolu kültürü”nü terkibine ulaşmaya çalışmaktaydı. CHP’nin Anadolu Sol’u “fıkıh-nizâm İslâm’ı” dışında kalan bir Anadolu tasavvurunu öne çıkarmakta, İslâm’ı “hümanist, paylaşmacı, irfanca bilgi” değerleriyle yüklü boyutuyla ele almakta ve bu değerlerin halk kültürü olarak günümüzde de yaşadığına vurgu yapmaktaydı. Enis Tütüncü’ye göre; “Anadolu Ulusal Devriminin yaratıcısı, Anadolu ve Rumeli’nin göçmen ve yerli halklarıdır. Mustafa Kemal, bunlara önderlik etmiştir. Bunların tümü için üst kimlik “Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı”dır. Bu kimliğin özü, Anadolu ve Rumeli’nin binlerce yıllık tarihinde yaşamış olan tüm kavim ve uygarlıklardan süzülmüş, Anadolu Hümanizmasının önce insan diyen dünya görüşünde yoğrulmuş, “1923 Aydınlanma Devrimi“ ile birlikte, yeniden çağdaşlık yoluna çıkarılmış olan bireydir” (Tütüncü Enis, Anadolu Sol, 2006). Enis Tütüncü’nün aksine Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” kavramına yaklaşımı iktisadî üretim ve nizâm yapısında meşrebî ve mezhebî farklılıkların hatta dinî ayrılıkların flulaşacağı fikrine dayanmaktadır. Yazar, Medine Vesikası’nı imzalayan Yahudi ve müşriklerin de vesikada “ümmet” adı altında birbirine saldırmazlık anlaşması imzalandığına vurgu yapmaktadır. Buna göre Batı kapitalizminin Katolik-Protestan özünün Batı-dışı Hristiyan (Ortodoks vd.), Yahudi mezheplerle kavgasına değinmekte ve bütün Doğu’nun capitalist Batı’nın sömürgesi altına alındığına işaret etmektedir. Bu yaklaşım, “Anadoluculuk” fikrini ve “AnadoluSol” kavramını bugünkü Türkiye’nin dışına çıkarmaktadır.

Lütfi Bergen, “Devlet ve Allah” kitabındaki iddiasını, “Anadoluculuk düşüncesini yeniden güncellemeye ilişkin bir çaba” şeklinde değerlendirmekte ancak “AnadoluSol” kavramını başlığa taşımaktadır. Yazarın sık sık Nurettin Topçu’ya referans vermesi nedeniyle “Anadoluculuk” kavramını kullanarak Topçu geleneğine bağlılığını yinelediği anlaşılmaktadır. Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını da Lütfi Bergen, bu kitabında “AnadoluSol” kavramı ile öne çıkarmakta, Anadoluculuğun görmezden gelinen bu yönüne vurgu yapmaktadır. Yazar, kitabın önsözünde, “Anadoluculuk hakkında çok araştırma yapılsa da, bugün bir entelektüel çevre tarafından temsil edilmiyor. Biz gerek İslamcılık eleştirilerimizde ve gerek ise sosyalizan İslâmî hareketlerin düşünsel yaklaşımlarına ihtirazî kayıtlarımızda Anadoluculuk düşüncesinin birikiminden hareket ederek sorular soruyor ve cevap üretmeye çalışıyoruz. Bu kapsamda kimi zaman Nurettin Topçu’nun kavramlarına, “isyan ahlâkı”na da eleştirel baktığımız görülecektir” diyerek Anadolusol’u, “Anadolucu Sosyalizm-Ruhçu Sosyalizm” kavramını kullanan Nurettin Topçu’nun işlediği mecra üzerinde yürüme kaygısı taşıyan bir terim olarak ifade etmektedir.

Kitabın üzerinde önemle durduğu konu İslamcılık düşüncesinin değişik versiyonlarının “positivist” olduğu iddiasıdır. Yazar kitapta sıklıkla İslamcılık eleştirisi yapmakta ancak Topçu mistisizmini örnek almamaktadır. Yazara göre İslamcı yazarlar Müslüman toplumun terakki etmesi konusunda bir sakınca görmediler. Batı’da geliştirilen “Medeniyet’in tekliği” hususuna itiraz etmedikleri gibi Müslüman toplumun “medeniyet içinde” yer alması gerektiğini düşündüler. Yazar, İslamcıları bu yaklaşımları nedeniyle terakkici/positivist görmektedir. İslamcılık düşüncesi, Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel kent” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibinin de adıdır. İslamcılığın bu terkibi kurarken (Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel toplum” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibi) geleneksel Müslümanlığın bütün kurumsal yapılarına (tekke-vakıf-mahalle-şehir-hane-tımar-dirlik-tımar-pazar-fıkıh toplumu, vs) radikal bir yıkım hareketi geliştirdiğini bilmekteyiz. İslamcı hareketler halkın dinsel meşruiyet olarak gördüğü inanç ve pratikleriyle (tasavvuf, mevlid, türbe ziyareti, ehl-i tarik olma, misvak kullanma, sakal bırakma, vs.) çatışmaktaydılar. İslam devleti fikrini de eleştiren yazar Anadolu’nun İslâmî/şerî sosyal düzeninin tımar, ahilik, adalet/hukuk yapısı, vakıf gibi kurumsallıklarla inşa edildiğini düşünür. Yazar aynı eleştirileri antikapitalist Müslüman öbeklere de yöneltmektedir. Yazara göre kentleşme sürecine karşı koyamayan antikapitalizm de son tahlilde kapitalizmi tahkim etmektedir. İşçi/emekçi kesimlerin asıl müttefiğinin burjuvazi olduğunu düşünen yazara göre sosyalizm Anadolu’nun bin yıllık düzenindeki esnaf/zanaatkâr/çiftçilerin yaşadığı iktisadî nizama mündemiçtir.

Kaynak: heyula.net

12 Aralık 2014 Cuma

Mısır Mısırlılara bırakılmayacak kadar hayatidir

Bilgi, insanın karmaşık dünyasına anlam katmak, yaşadığı dünyaya bakışta sorunsuz alanlar icat etmek ve bu alanlarda söyleyeceklerinin öneminin keşfedilmesinin “dünyada” varoluşunun garantisi olarak algılanmasını besler.

Müslüman âlimlerin Mısır konusunda çalışma yapması belki İbn-i Haldun’un şu düşüncesinde gizlidir desek tarihsel olana uygun düşmez, fakat Müslümanların zihinsel tarihlerinin gerçekleşmesi olarak görülebilir; “Mısır’ı görmeyen İslam’ın gücünü anlayamaz.

Batılı bilim insanları her konuda olduğu gibi hiyerogliflerin çözümlenmesini de kendileriyle başlatırlar. Bu yazıların kendileri tarafından okunup “bilim dünyasına” katkı sağladıklarından dem vururlar. Aslında gerçekler hiçte onların anlattığı gibi değildir. Ortaçağ Arap âlimleri Mısır üzerine kafa yorup, Mısır’ın tarihini açıklamaya çalışırken, olmazsa olmazı olan bu şekilleri okumaması düşünülemezdi. İnsaflı Oryantalistlerden bazıları bu konuda Ortaçağ Arap âlimlerinin yaptığı çalışmaları İngilizceye kazandırmışlardır. Joseph von Hammer, Londra’da İbn Vahşiyye’nin hiyeroglif yazılarının çözümlenmesi üzerine bir kitabını (900 sayfa) Arapça metin ve İngilizce çevirisiyle birlikte yayınlamıştır. Bir başka insaflı oryantalist Blochet 1909 ‘da Ortaçağ Arap âlimlerinin bazı hiyeroglif harflerini çözmeyi başardıklarını söylemiştir. Daly, okumalarına dayanarak bu harflerinin yarısından fazlasını Arap âlimlerin çözdüklerini söylüyor.

Ortaçağ Arap âlimlerinin Mısır Hiyerogliflerinin okunması çalışmalarını yaparken bunu Kuran-ı Kerim’deki Hurûf – u mukatta harflerin anlaşılmasına yönelik bir çalışma olduğunu söylemek, gerçeklerle bağdaşmayan bir yaklaşımdır. En azından bir tek bu nedene bağlamak ilmi bakımdan doğru olmadığı malumdur. İlim adamlarının yapacakları çalışmalarının yönünün buraya uğraması, yani Hurûf-u mukatta harfleri mevzuuna gelmesi, kaçınamayacakları bir durum olarak görülmeli ve böyle anlaşılması halinde ilmi bir tavırdan söz edilebilir. Meseleyi, batılılar “doğuluların” yaptıklarını “küçük” görme alışkanlıklarının bir sonucu olarak görmek daha doğru olsa gerek.

Kitap, Mısır hakkında birçok konuda bilgi vermektedir. Onlardan biride devlet idaresinin nasıl yapıldığıdır. Ülkemizde özellikle bir dönem çok tartışma konusu olmuş “toprak rejimi” Mısır’da nasıl olduğu ilginç detaylar kitaba alınmış. “İbn Zahire, firavunun her sene iki yöneticisinden, birini Yukarı Mısır’a diğerinin Aşağı Mısır’a gönderdiğini, bunların tarım tohumları taşıdığını belirtir. Tarım yapılan toprakların kontrolü sırasında ekilmemiş bir yer bulunursa, kral görevdeki yerel memurun infazını emrederek, kendisinin ve ailesinin mallarını müsadere ediyordu.

Batı’nın Egzotik Dünyası

Kitabın en ilginç bölümünden biri Kleopatra’nın Orta Çağ Arap kaynaklarından nasıl geçtiğiyle ilgili bölümdür. Batılı kaynakların aksine Kleopatra’nın baştan çıkarıcı fiziksel güzelliğine dair Arap kaynaklarında hiçbir emare yoktur. Hatta sikkelerdeki görüntüsüne bakılırsa Kleopatra, batılıların hayal ettikleri gibi güzel bir kadın da değildir. Batılıların zihinleri Doğu dendiği zaman fantastik ve egzotik hikâyelerle süslü bir yer tasavvur edilir. Kleopatra’da batılıların “fantastik doğu” algısından payına düşeni almış görünüyor!

Batılıların her konuda öncü olduklarını inandırmak istemelerinin hiçbir tarihsel dayanağının olmadığını göstermesi açısından güzel bir çalışma. Ortaçağ Arap âlimlerin Mısır hakkındaki bilgilerinin dönem itibariyle bakılacak olursa üst düzeyde olduğunu gösteren çalışma, Müslümanların erken dönem denilecek bir zaman diliminde Mısır hakkında ciddi bir birikime sahip olduğunu kitabı okuyup kapattıktan sonra anlıyoruz. Her bilim dalının kendilerinden neşet ettiği “doğru”suna sımsıkı sarılmış batılı yazarlar, tarihin derinlikli incelemesinin nasıl yapıldığını görmek istiyorlarsa, biraz daha çalışmaları gerekecek. Bu çalışmalara bizim unuttuklarımızdan başlamaları kaçınılmazdır!

Mısır batılılar için her zaman merkez bir ülke olma vasfını korumuştur. Batılılar Mısır tarihini Mısırlılara bırakılmayacak kadar önemli ve öncelikli olduğunu erken keşfettiler ve Mısır üzerine çalışmalar yaparak ön kabuller oluşturdular. Son dönem Mısır siyasetindeki gelişmelerde gösteriyor ki batılılar Mısır’ı Mısırlılara bırakmamakta “tarihi” devam ettiriyor.

Atilla Mülayim
tyb.org.tr

9 Aralık 2014 Salı

İstanbul'u meydanından dinlemek

"Hatırla mazi-i mesudu, sen de ben gibi yan
Tulûğa bak beni yâd et, guruba bak beni an."
- Münir Nûrettin Selçuk, Nihâvend

"Bizim bütün sıkıntımız, muhafaza etmemiz gereken tarihi ve milli değerlerimizi ziyan etmemizdir. Biz, bahâ biçilmez bir hazineye sahip olduğumuz halde onun içinde kapalı kalıp açlıktan ölen milyarderler gibiyiz.”
- Sâmiha Ayverdi, Milli kültür mes'eleleri

Benim gibi 1980 sonrası doğan kuşak, Sultanahmet'te gezintiye çıktığında mâziden kalan sayfaları arayıp bulmakta zorlanabilir. Elbette bunlar anılar, hatıralar ve hikâyeler değil. Niteliği bozulmamış, ilk günkü gibi kalmış yapılar. Burada ihtiyacı giderecek şey olsa olsa tarihtir. Tarihten istifade ederek belki Sultanahmet'i daha iyi kavrayabilir, anlayabilir ve dolayısıyla sahip çıkabiliriz. Elbette otomobiller, kaldırımlar ve birbiri ardına yükselen yapılar karşısında ne kadar sahip çıkabilirsek...

Biz "Sultanahmet Meydanı" deriz. Daha evvelinden "At Meydanı" demişizdir çünkü Bizans "Hipodrom" olarak tanımlamıştır burayı. Onların büyük sarayı, zafer takı, dini mabetleri ve diğer kültürel yapıları burayı doldurmuştur. Hipodrom'un planlaması öyle yapılmış ki, bazı kitaplarda burada başlayan caddelerin Roma'ya çıktığı belirtilmiştir. Gerek Bizans gerekse Türk hakimiyetinde İstanbul her zaman kutsal bir şehir oldu. Hipodrom da kutsal bir meydan. Bizans'ın araba yarışlarıyla başlayan hikâyesi İstiklâl Harbimizin görkemli işgal protestolarına ve mitinglerine kadar uzandı. Şimdilerde bakımlı bir parktan ve Ramazan "eğlencelerinin" sahne aldığı bir turistik mekandan gayrı niteliği kalmasa da, tarihin büyük bir tanıdığır At Meydanı. Örme Sütun, Burmalı Sütun ve Dikilitaş; meydanın gizemli tarihini teşkil eder. Dikilitaş'ın kaidesindeki kabartmalarda Hipodrom'daki araba yarışlarının tasvirini görmek mümkündür. Hipodrom'un tarihe olan şahitliğini anlatmak güç, lâkin Nika İsyanı'ndan bahsetmek gerek:

"11 Ocak 532 tarihinde, o gün koşulacak yarışlarla ilgili olarak İmparator İustinians'un açıkça Mavileri desteklediği açıklaması Yeşilleri harekete geçirir. Taraftarları yatıştırmak üzere imparator, "mandator" adındaki görevliyi Yeşillerin liderleriyle görüşmeye yollar. Theophanes'in yazdıklarından öğrendiğimize göre aralarında geçen dialog sırasında Yeşiller Calopodios adında bir kişi hakkında şike yaptığı iddiasıyla şikayette bulunurlar. Onu, ihanet etmiş Yuda soyundan gelen ve Tanrı'nın cezalandıracağı bir kişi olarak tanımlarlar. Sinirlenen mandator onlara "Yahudiler-Samaritenler" diye bağırır, Yeşiller de kendilerini Theodokos Meryem'in (Tanrıanası Meryem) koruduğunu söylerler. Konuşmaya Maviler de katılır. Mandator'un Mavileri kayırmasına daha da öfkelenen Yeşiller, "Mavilerden olmaktansa Yahudi olmayı tercih ederiz" derler. Bu konuşmalardan ve mandatorun tavrından hoşnut kalmayan Maviler de Yeşillere yandaş çıkarlar. Yarışlar iki gün ertelenir, fakat olaylar yatışmaz. 17 Ocak günü halkın "Nika", yani "zafer" diye bağırışları sırasında çıkan bir yangın Ayasofya da dahil olmak üzere kentin dörtte birini tahrip eder. 18 Ocak günü, halkı yatıştırmakta çaresiz kalan İmparator İustinians, kaçma planları yapmaktadır. Ancak Theodora onu hiddetle durdurur ve Prokopios'un kaleme aldığı şu konuşmayı yapar: "Belki kadınların erkekler önünde konuşması ve korkaklara cesaret vermesi doğru değildir. Ama tehlike anında herkes elinden geleni yapmalıdır. Bence bu durumda kaçmamız bize hiçbir şey kazandırmaz. Kaçarak kurtulsak bile bunun sonu yoktur. Hükümdar olan bir kimse sürgünde yaşayamaz. Ey İmparator! Kaçarak kurtulmak istiyorsan bunda bir güçlük yok. Hazinen var, gemilerin hazır bekliyor. Ama sarayından ayrıldığın zaman hayatını da yitirmiş olacaksın!". Bu konuşma İustinians'u yüreklendirmiş olmalıdır ki, komutanlarından Belisarios'u ayaklanmayı bastırmakla görevlendirir. Belisarios ve Narses askerleriyle hipodroma gidip tüm kapıları kapattırırlar ve hipodromu ateşe verirler. Kaynaklarda, bu yangında 30 bin kişinin öldüğü yazılmaktadır."

Kadınların zor anlarda nasıl sorumluluk aldığına yine At Meydanı'ndan bir örnek verebiliriz. 23 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'in işgalini protesto amacıyla yapılan Sultanahmet mitingi mesela. Kürsüde Halide Edip vardır. Bu mitingleri takip eden diğer mitinglerden sonra meydanın adı Sultanahmet olarak kalır. Ta ki 1994 seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı Refah Partisi kazanana kadar. O tarihten sonra Osmanlı kültür mirasını yeniden canlandırmak adına meydanın girişine ve bazı yerlerine "At Meydanı" yazan tabelalar asılır. Meydanda Ayasofya ve Sultanahmet Camii dışında en dikkat çeken yapılardan biri 1901'de İstanbul'a gelen Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm'in hediyesi olan Alman Çeşmesi. İlk yapıldığında burada bir kitabe varmış, şimdilerde duruyor mu bilmiyorum. Bu kitabede Ahmet Muhtar Paşa’nın beyitleri, sülüs yazıyla Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. Şöyle başlar: "Hazreti Wilhelmi Sani kamuranı nizigar / padişahı ali Osmani ziyaret kasdidüb / mahdemiyle eyledi İstanbulu pirayedar."

Seza Sinanlar'ın bu kısa çalışması (88 sayfa) At Meydanı'nı Bizans araba yarışlarından Osmanlı şenliklerine kadar izliyor. Bilindiği gibi Sultanahmet Meydanı'nında Osmanlı şehzadelerinin sünnetleri, düğünler ve Ramazan şenlikleri tarihimizde büyük yer tutar. Kitapçıkta şu konu başlıkları yer alıyor: Bir Roma şehri kurulurken, Hipodrom demek yarış demek, bir yargı ve infaz mekânı, meşruiyet Atmeydanı'nda kazanılır, seyyahların gözünden Atmeydanı, Konstantinopolis'ten Konstantiniyye'ye, Hipodrom'dan Atmeydanı'na, sarayın ve halkın eğlencesi, şenlik alanlarının gözdesi, ayaklanmalar, cezalandırmalar, meydan okumalar, şenlikler çayırlara sultanlar boğazlara taşınırken, bir dönem kapanıyor: şehre nazım plan, Atmeydanı'nda ilk kazı, ek: Atmeydanı'nda yapılan düğünler.

Kitabı bitirdikten sonra okuyucunun Sultanahmet Meydanı'nda daha fazla tefekkür hâlinde gezeceğini düşünüyorum. Belki de düşlüyorumdur. Bilmiyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler