9 Eylül 2013 Pazartesi

İlişkiler bir cinayet midir?

Şimdi arkanıza yaslanın ve beni iyi dinleyin size harika bir roman hakkında berbat cümleler kuracağım.

Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı” tanımı ile başlıyor kitap.

Malina, Bachmann'ın 'Ölüm Türleri' ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın da tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. 1971 yılında yayınlanmıştır. Romanın yayınlanmasından 2 yıl sonra Roma’daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybeder. Tamamlanmamış kitaplar, düşler içinde yitip gitmiş hayatlar beni her zaman derinden etkiler, üzer, tıpkı Oğuz Atay’ın Türkiye’nin Ruhu’nu yarım bırakıp gitmesi gibi.

Yazıldığı dönemde büyük ses getirir edebiyat dünyasına. Ve edebiyat çevrelerinde uzunca bir süre tartışılır. Ben, bu roman ile neden bu kadar geç tanıştım bilmiyorum. Sanırım o da benim eksikliğim.

Kitabın ilk bölümü 'İvan'la mutluluk', ikinci bölümü 'Üçüncü adam', üçüncü bölüm 'Son şeyler üzerine' başlığını taşıyor. Kitapta bir olay örgüsü yoktur, baştan sonra bilinç akışı tekniği ile yazılmış bir romandır. Okurken , “gerçekten Malina var mıdır, yok mudur, bir hâyâl ürünü müdür, yoksa yazarın aklında yaşattığı bir ideal karakter midir, yani başka bir deyişle bir alter-ego durumu mu vardır” diye düşündürür. Ama bununla fazlaca oyalanmaya vakit bırakmaz, kelimelerin içinde kaybolup gidersiniz.

"Yaşayacak bir niçin'i bulunan, hemen her nasıla dayanabilir."

"Tarih öğretir, ama öğrencileri yoktur."

"Çevremdeki bu koşuşturmanın ortasında kendimi herhangi bir işle oyalamam kesinlikle olanaksız, eminim siz de görüyorsunuzdur dünyadaki bu delice koşuşturmayı ve ondan kaynaklanan cehennem, gürültüyü duyuyorsunuzdur. Yapabilseydim eğer işlerle uğraşılmasını yasaklardım, ama onları yalnız kendime yasaklayabilirdim."

Romanda “ben” konuşur ve “ben” bir kadındır. Birinci tekil kişinin ağzından dinleriz her şeyi. Kederlerine bir isim koyma çabasına gitmeden tüm acılarını, ciddi çırpınışlarını, tutkularını, en realist hâli anlatır “ben” ve hiçbir kaygı gütmeden. Özgür ve acı çeken insanı.

Ben faşizmi en güzel onun kaleminden okudum, "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır."

Kitap, ne kadar bireysel bir roman gibi görünse de, bütününe bakıldığında tamamen toplumsal gerçekçilik ile yazılmıştır.

"Ben, mutlak nitelikteki ilk israfın simgesiyim, kendimi esrikliğe kaptırmışım, dünyadan akıllı bir biçimde yararlanabilme yeteneğim yok, ve adına toplum denen maskeli baloda boy gösterebilirim, ama gelmeyebilirim de; engeli çıkmış biri gibi, ya da kendine maske yapmayı unutmuş, ihmali yüzünden kostümünü artık bulamayan ve bundan ötürü de günün birinde artık davet edilmeyen biri gibi. Belki de birisiyle sözleşmiş olduğum için, Viyana'da, bana henüz yabancı olmayan bir ev kapısı önünde durduğumda, aklıma son anda kapıda yanılmış ya da günü ve saati şaşırmış olabileceğim geliyor; o zaman dönüyorum ve çok çabuk yorulmuş, içim çok fazla kuşkuyla dolu olarak, Macar Sokağı'na koşuyorum."

“İvan'ı düşünüyorum. Aşkı düşünüyorum. Damardan verilen gerçeği ve bunun etkisinin ne kadar kısa sürdüğünü. Bir sonraki, daha yüksek dozu.”

Beceriksiz, başarısız sevgiliyi de şöyle anlatır; “Erkek için kadınları az düşünmek kolaydır, çünkü hastalıklı sistemi, hiç aksamayan bir sistemdir; erkek kendi kendini yineler, yinelemiştir, yineleyecektir. Kadınların ayaklarını öpmekten hoşlanıyorsa eğer, daha belki de elli kadının ayaklarını öpecektir, o halde o anda ayaklarını öptürmekten hoşlanan bir yaratığı düşünmesine, onun yüzünden düşüncelere dalmasına gerek yoktur, o erkek böyle düşünecektir. Oysa, bir kadın şimdi sıranın kendi ayaklarına geldiği gerçeğiyle hesaplaşmak zorundadır (...) Birini gerçek anlamda bir mutsuzluğa sürüklediysen eğer, o zaman o da seni düşünecektir. Genelde ise erkeklerin çoğu kadınları mutsuz kılar ve bunda bir karşılıklılık yoktur, çünkü başımıza gelen doğal bir yıkımdır, erkeklerin hastalığından kaynaklanan, engellenmesi olanaksız doğal bir yıkım.

Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır. Yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bu yüzden roman “bir cinayet romanı“ tanımlamasını alır. Sevginin ve diğer güzel şeylerin en önemlisi kadının ve ilişkilerin cinayeti. Diğer 2 bölüm de tamamlansaydı neler anlatacaktı kim bilir?

Romanda 'Bir gün gelecek' diye bir ütopyadan da bahsedilir; “Bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içersinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin kralları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu, başlangıç olacak; bütün bir yaşamın başlangıcı.”. Ancak daha sonra o günün de 'aslında gelmeyeceği'ni ilan eder. Çünkü Bachmann kendisiyle yapılan bir söyleşide 'Gelmeyecek ama yine de inanıyorum. Çünkü inanmazsam eğer, artık yazmam da olanaksızlaşır' der.

Gerçekten iki insanın birbirini sevmesi mümkün müdür? Dengesizlikler ve çırpınışlar, dibe vuruşlar nereden sonra başlar? Kadın iki kişilik ilişkilerde ne kadar kadın? Aslında sadece bir cinayet mi ilişkiler, hem kendimizi hem onu mu öldürüyoruz her gün, her an?

Tutarsızlıklar, umursamazlıklar, dengesizlikler, iç çatışmalar, kör inançlar, düğümler, kördüğümler, hiç çözülemeyecekler. İlişkiler, ilişkiler…

“Aslında kötü bir alışkanlıktır okumak, öteki bütün kötü alışkanlıkların yerini tutabilecek ya da onların yerine herkesi daha bir yoğun biçimde yaşamaya itebilecek bir alışkanlıktır, delicesine bir yaşam biçimidir, insanı yiyip bitiren bir tutkudur. Hayır, uyuşturucu kullanmıyorum, kitapları kullanıyorum…”

İyi bir roman hakkında iyi cümleler kurmak çok zor. “Ne söylense hakkını bulur, ne desem yerine oturur?” diye düşünmekten alıkoyamaz kendini insan. Ben okurken bitmesini istemedim kitabın, kitapseverler nadir yakalar bu duyguyu.

Diyeceğim şudur ki; okumadan ölmeyin. Belki de Malina, Olric’in çift yumurta ikiz kardeşidir.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

6 Eylül 2013 Cuma

Çareyi uzaklaşmakta bulanlara

Dolambaç, Hollandalı yazar Gerbrand Bakker’in son romanı.

Ayrılmanın,bırakabilmenin ve kabuğundan çıkıp uçabilmenin anlatısı. Okuru yetişkin bir kadının labirentlerine sokup kitabın son sayfasına dek orada sessizce dolaştıran yazar, abartısız anlatımı ve süssüz diliyle yormadan, sıkmadan derdini anlatmayı başarıyor.

İsminin Emilie olduğunu söyleyen Hollandalı akademisyen bir kadının yaptığı bir hata yüzünden işini ailesini ve kocasını bırakıp Galler’in kuzeyindeki eski bir çiftlik evine taşınması kitabın temel meselesi olarak veriliyor. Ancak bu kadının kim olduğu, isminin gerçekten Emilie olup olmadığı, kimseye haber vermeden gelip yerleştiği dağ başındaki bir çiftlik evinde bulunma sebepleri kitap boyunca yavaş yavaş sallamak suretiyle ince bir elekten geçiriliyor.

Bakker’ın metni için bu eleğin üstünde kalanlar ve altına dökülenler diyebiliriz. Zira okura çift taraflı bakış açısı yürütme şansını veren yazar roman boyunca takip ettiği izlek sayesinde bunu olayların içine başarılı bir şekilde yedirmeyi başarmış. Kitabın aralık ayına dek süren ilk bölümü boyunca Emilie’nin kendiyle hesaplaşması yavaş yavaş ortaya çıkan küçük sırlarıyla birlikte ait olduğu şeylerden kırılıp kopması ve savruluşunu inceliyor yazar. Kır hayatına yabancı olan karakterin aidiyetsizlik duygusu üzerinden ünlü şair Emily Dickinson ile aralarında ustaca paralellikler kuruyor. Romanın geneli boyunca Emilie’nin Dickinson dizelerine tutunarak içini kendisine açması, tutunacak hiçbir şeyi kalmayan kentli bireyin kendi gibi olana yönelişini gözler önüne seriyor.Tüm bunların yanı sıra roman şiir’i yüceltmesi bakımından da büyük önem arz ediyor.

Kitabın Aralık ayı bölümünden sonrasında ise çiftliğe tıpkı Emilie gibi bir anda yolu düşen,onun gibi ruhsal kayıpları olan Bradwen Jones isimli 20 yaşındaki genç erkek damgasını vuruyor. Başta yalnızlığına gölge düşüren bu genç adamdan korkan Emilie sonraları bir anda kendisini Bradwen ile yaralarını sararken buluyor. Emilie iyileşirken yazar okur’u kadının kocası ve ailesiyle tanıştırıyor. Eksik kalan parçaları yine gürültüsüz bir şekilde fark ettirmeden yerine oturtuyor. Emilie kendi sırlarından arınırken onların kirinden bir türlü kurtulamıyor…

Yazar Bradwen karakterini öyküye tam da Emilie’nin yalnızlığa alışmak üzere olduğu bir noktada dahil ediyor ve bu yolla kentli bireyin yalnızlığa olan özlemini ilginç bir şekilde baltalıyor. Emilie yalnız kalamayacağını,yalnız yapamayacağını anladıkça yazar amacına hizmet etmeyi başarıyor.

Öykü Emilie’nin bahçesinden birbir eksilen kazlar, göl ve porsuk imgeleri,kasaba doktoru ve çiftliğin eski sahibesinin yaşamı gibi küçük yan öykücüklere sahip. Bakker bu yan olayları yine ana hikayenin belli başlı noktalarına başarılı bir şekilde ilmeklemiş ve her küçük olaycık içinde ana karakterin ruhsal hayatını anlamayı daha da kolaylaştıracak büyük dipnotlar sunmuş. Dolambaç çareyi uzaklaşmakta arayan bir kadının, sorunlarından yalnızlıkla kurtulacağına inanan kalabalıktan sıkılmış insanın romanı. Neden ve sonuçları çok kesmeyen bir metin. Zaten farkında olunan şeylerin tozunu attıran bir rehber. Sessiz hüznüyle ince ince şipleyen türden bir öykü.

Hafif bir jazz müzik, battaniye, kahve ve şömine eşliğinde şehrin kalabalığından ustaca uzaklaştıran bir sonbahar romanı ilgililerine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

2 Eylül 2013 Pazartesi

Şiirin içine şairin dışarıdan bakışı

"Genç şair! Karıştır, oku bu kitabı! Sonra da, işte zaman silgisi, kurşunkalemle yazılmıştır, aklından sil çıkar ki, ben işine karışmış olmayayım, sen gene bildiğin gibi yaz, bildiğini oku!"
- Behçet Necatigil

İşte böyle yüce gönüllüdür şair Behçet Necatigil ve bu yüzden hocadır. Söyler ve kenara çekilir. Hayatına dair yazılan yazıları ve sevgili kızı Ayşe Sarısayın'ın hatıralarını okuduğumuzda da bunları görebiliriz.

Şiir okumak başka, şiir üzerine yazılar okumak ise bambaşkadır. İkisi arasında gerçek olan bir şey varsa o da şiir okumanın daha kolay olduğudur. Belki de değildir. Kim bilir? İşte bilmek için bir kitap, üstelik Türk şiirinin en büyük isimlerinden: Behçet Necatigil. Şiirle öyle veya böyle ilgilenen herkes için Behçet Necatigil ayrı bir yerdedir. Somutlaştırayım: Gün içinde yoğun olarak ev, sevgi ve sessizlik üzerine konuşuldu mu akla tek bir şair gelmelidir. O da Behçet Necatigil'dir.

"Hayat bölünmez, sağlam bir akış olmaktan çıktı, bir mozaik halini aldı: İçinde cam kırıkları, taş parçaları, döküntüler, her şey var."

Yaptığım alıntıdan görüldüğü gibi saf şiir üzerine kurulan bir kitap olmaktan öte, hakiki şiir üzerine kurulan bir kitap Bile/Yazdı. Hakiki şiirde hayat vardır. Bundan dolayı da ilk baskısını Ada Yayınları'ndan 1979 yılında yapmış olan kitap aradan 33 yıl geçti ve YKY'den toplamda 4. baskısına ulaştı. Üç bölümden oluşuyor: Şiircikler, şiir uçları ilk bölüm. Şiir tanım ve gözlemleri ikinci bölüm. Üçüncü bölümde ise şiir üzerine çokça yazı var. Kitap biterken Necatigil'in dünden bugüne konuşmaları mevcut. Hepi topu 104 sayfa olsa da gerek ilham gerekse poetik anlamda bolca malzeme görüyorsunuz, incelikle inşa edilen.

"Şiir bir çıkartmadır, uyuyan topraklara
uyumayışlardan."

"Şiir ısrarlı bir telkindir, ama tekin olmayabilir
bazı telkinler gibi."

"Şiir yazılamaz olunca mı anlaşılır nasıl yazılacağı?"


Şiirle uğraşın veya uğraşmayın. Bırakın hoca konuşsun, sonra siz nasıl olsa iyi şiiri daha iyi göreceksiniz ve belki de yazacaksınız.

"İki tür şair sevilmez: Ya sızlanan ya da
bitpazarında hurdacı dükkânı açmış."


Şiir hakkında her şeyi, şairinden okumak isteyenlere diyelim...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

31 Ağustos 2013 Cumartesi

İsimlere takılmayanlara

"Barış Adlı Çocuk", Sevgi Soysal’ın 1976 yılında yayınlanmış ve kendi seçtiği on üç öyküsünden oluşan kitabıdır. Soysal’ın Kitabını pek çok diğerinden farklı kılan ise anlatımda tercih ettiği tutum ve dönemdaşı Tezer Özlü’yü anımsatan karamsar sert ve acı bir hissiyatla donatılmış olmasıdır.

Kitap yazarın ölümünden önce yayınlanmış son eseridir. Ayrıca kendisinin son dönemlerini aydınlatan bir kaynak olması bakımından da önem arz etmektedir. Kitapta yer alan ilk yedi hikaye yazarın yaşantısından bağımsızmış gibi görünen kurmacalar olarak dikkat çekmektedir.

Bu yedi hikayenin genelinde Soysal bireyin toplum karşısındaki çekingenliğini, ötelenen insanın ruhsal tedirginliklerini aktarırken imgeler üzerinden sağladığı bir toplum, kurum ve olgular eleştirisi yapmaktadır. "Cellat Fuchs, Kent Halkına Nasıl Karıştı?" başlıklı hikayede şehrin dışında yaşamaya mahkum edilmiş bir cellat’ın düzeni kırıp insan arasına karışma arzusunu ince bir lirizm ve hassas dokundurmalarla ustaca anlatırken "Ay’ı Boyamak"ta ise amaçsızlığına son vermek için bir türlü sonuç vermeyen bir döngü içerisine atılan Hasan Özçakar isimli karakter üzerinden insanın bir şeylere tutunma arzusunu,amaçsızlığın getirdiği yalnızlığın ruhta yarattığı tahribatları ve boşluğa düşen bireyin çıkmazlarını okuruna hissettirmektedir.

Hissettirmektedir, kitabın geneli için kullanılabilecek bir sözcük, çünkü Soysal metninin hiçbir noktasında kesin bir biçimde ideoloji sunumu yapmamakta, başarılı bir biçimde hissettirmektedir. Bu hissettirmenin ardında ise okura "Benim için görüşüme katılıp katılmamanızın önemi yok,ondan kendinize hangi parçaları alabildiğinizin önemi var" mesajının verildiği de söylenebilir. Sevgi Soysal 12 Mart dönemini iliklerine kadar hissetmiş olan bu yüzden eserleri toplatılmış ötekileştirilmiş ağır eleştirilere maruz kalmış ve hapis cezası almış bir yazardır. Kuşkusuz ki tüm bunlar "Barış Adlı Çocuk"ta yer alan ve kitabın en uzun hikayeleri olarak göze çarpan hapishane hikayelerinin şekillenmesinde baş aktör konumunda bulunan ögelerdir.

Bu hikayelerde yazarın güçlü gözlem yeteneği ve argoya olan hakimiyetine şahitlik ederken O dönemin siyasal yapılanması, toplumsal düzenin işleyişi, hapishane bürokrasisi ve ilişkileri üzerine de sağlam çıkarımlarda bulunmak mümkün.

Kitaba adını veren "Barış Adlı Çocuk" öyküsü belkide eserin içinde barındırdığı tüm hikayelerin bir özeti ve ana teması niteliğinde. Barış ve faşizm, barış ve savaş.. Barış ve umutsuzluk… Barış ve umut… En nihayetinde ise barış ve Sevgi Soysal... Yazar olgulara, isimlere, kavram ve karmaşalara takılanların dünyasından "Takılmayın" öğüdünde bulunuyor bu öyküde. Soysal’ın hikayeleri acımasız gerçeklerle örülü, merhamet duygusuna çok az yer var, beklenmedik anda beklenmedik birinden gelen bir tokat etkisi yaratıyorlar adeta. Yazarın karakteristik kodları ve kalp dünyasının birer dökümü hepsi. Bu dökümün en karanlık sayfalarını ise kitabın sonlarında yer alan hastahane hikayeleri oluşturmakta.

Sevgi Soysal 1975’te göğüs kanseri teşhisiyle tedavi görmeye başlamasının ardından 1976 yılında bir memesinin alınmasından sonraki dönemde hastahane odalarında doktorlar, ilaçlar, hastalar ve hastalığı ile yüzleşme sürecini anlatıyor bu parçalarda. Bu hikayeleri okurken Tezer Özlü ve onun hastanelerinin etkisini başka başka biçimlerde izlemek mümkün. Yazarların birbirlerinden etkilenmiş oldukları kesin olmakla beraber hangisinin bir diğerine daha ağır bastığı okuyucunun takdirine kalmış. Soysal "Barış Adlı Çocuk" yayınlandıktan sonra yaşamını henüz kırk yaşındayken kaybetmiştir. Farklı ruh hali, imgelere olan hakmiyeti, dil’in sınırlarını zorlamadaki başarısı ve kaygısız tavrıyla Türk Edebiyatı'nın önemli değerleri arasında yerini almıştır.

"Barış Adlı Çocuk" Sevgi Soysal'ı ve onun dünyasını tanımak isteyenler için isimlere ve ardında sakladıklarına takılmamayı öğreten güzel bir eser. İlgililerine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

29 Ağustos 2013 Perşembe

Büyük şairler, yeniden keşfedilmeyi bekler

"Büyük mütefekkirler kendi dönemlerinin tercümanlarıdır. Akif de bunlardan biridir. Hatta döneminin en büyüğüdür."
- Prof. Dr. İsmail Kara

İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy'un yaşamı üzerine ciddiyetli bir çalışma maalesef ki yapılmamıştı.

Sempozyumlar, makaleler, konferanslar ne kadar bolsa, içi o kadar koftu. Anma merasimlerinden öteye geçmiş, Mehmet Âkif'in milletimiz ve topraklarımız için neler ifade edebileceği üzerine kafa yorulmamıştı. İlginçtir ki eserleri üzerine de hâlâ ortada bir şey olduğu söylenemez. Eleştiriyi çok seven bir milletiz, her şeyi eleştiririz ama bir şeyleri tahlil veya izah etmekten de koşa koşa kaçarız. Oysa ki vatan şairimizi gayet iyi tanımamız, eserleriyle "şöyle böyle" değil "ciddi ciddi" ilgilenmemiz gerekiyor. Sadece Safahat'ı bilmek yerine, Süleymaniye Kürsüsünde, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım ve Gölgeler gibi çok önemli eserleri de bilmeli, okumalı ve idrak edebilmeliyiz. En azından buna gayret göstermeliyiz.

Elbette bunları yapanlar vardır, Prof. Dr. İsmail Kara ve öğrencisi Fulya İbanoğlu da muhtemelen öncelikle bu hassasiyetleri barındıranlar için harikulade bir çalışmaya imza atmışlar. Elemim Bir Yüreğin Kârı Değil / Mehmet Âkif Albümü; kapağını kaldırır kaldırmaz sizi içine hapsediyor. Çünkü orada bir dava yatıyor, bir mücadele barınıyor ve bir çile çekiliyor...

"Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım:
Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!..
Ah! karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!
Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn...
Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!"

Mehmet Âkif'in "Gitme ey yolcu" adlı bu şiiri, bence vatan şairimizin hayatının özeti. Çocukluğu, aile hayatı, eğitimi, arkadaşlıkları, ahlâk anlayışı, milli iradesi, vatan sevgisi, her şey bu şiirde. Naçizane böyle düşünüyorum. Titizlikle hazırlanmış albümde, albüm denmesinin sebebi bu olsa gerek; bol miktarda fotoğraf içeriyor. Sanki bir belgesel izliyorsunuz okurken, metinler yormuyor. Metinde okuduğunuzu kafanızda canlandırma zahmetine girmenize bile gerek kalmıyor, çünkü hemen yanındaki fotoğrafta her şeyi görüyorsunuz.

12 Mart 1921'de kabul edildi İstiklâl Marşımız. Yani cumhuriyetin ilanından önce. Demek ki Türk milletinin tarihe damgasını yeniden vurmasına vesile olmuştur İstiklâl Marşı. Buradan yola çıkarak da Mehmet Âkif'i de anlamaya çabalayabiliriz. Bu minvalde İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı şair İsmet Özel şöyle der: "Türk milleti tarihe damgasını İstiklâl Harbi ile vurdu. İstiklâl Harbi İstiklâl Marşı’nın temin ettiği mantık ve iradeyle kazanıldı. Millet hayatının sukut etmesi bu mantığın terk edilmesi, bu iradeye yabancı kalınmasından başka bir şey değildir. Kim millet hayatının yükselmesini istiyorsa, o kişi üzerine, şimdiye kadar ihmal edilmiş bir görev almış olur.". Demek ki görevimiz İstiklâl Marşı'nın da ötesinde. İşte vatan şairimizi anlamaya çabalarken kendimizden, kendi tarihimizden başlamamız gerektiğinin göstergesi. Bunun önemini ise daha fazla okudukça ve iştahla, daha fazla araştırarak elde edebiliriz.

Birçok çileye göğüs germiş, Cumhuriyet Türkiye'sinden monarşik idare ile yönetilen Mısır'a “Ben vatan haini miyim ki, peşime polis takıyorlar...” diye diye ve elemle giden fakat buna rağmen "Doğacaktır sana va'dettiği günler Hak'kın" dizesiyle bize büyük bir umut zerk eden büyük şairimizi daha yakından tanımak hepimizin üzerine vazifedir. Vazifeleri keyfimiz râzı geldiğinde değil, geç kalmadan gerçekleştirmeliyiz.

Timaş Yayınları'ndan haziran 2013'te yayımlanan ciltli ve şömizli 136 sayfalık bu kıymetli çalışma, Mehmet Âkif'i yeniden keşfetmek isteyenler için önem arz ediyor. Gelecekte Mehmet Âkif üzerine yapılacak ciddiyetli çalışmaların artmasına vesile olacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Ağustos 2013 Perşembe

Umudunu hep içinde taşıyanlara

Beyaz Şah, Romanyalı yazar György Dragoman'ın 2005 tarihli "Sandor Marai" Roman ödülüne layık görülmüş olan kitabı. Hikaye 1980'li yıllar Romanya'sında geçiyor. Ağır bir rejim ve polis baskısı altında dünyayı anlamaya çalışan 11 yaşındaki Cata’nın gözlerinden bakıyor okur olaylara. Babası gizli polis örgütü tarafından sebebini bilmedikleri bir biçimde tutuklanan ve Tuna kanalına sürgün edilen Cata’nın bir anda annesiyle birlikte hayata göğüs germek zorunda kalışı kitabın ana meselesini oluşturuyor. 200 sayfalık kitap 18 küçük alt başlıktan oluşuyor. Her alt başlıkta daha da zalimleşen gündelik hayat,acımasız sıradanlık ve değişen toplumsal çehre yazarın başarılı anlatımıyla oldukça güzel işleniyor.

Cata, çocuk aklı ve kendi kalp penceresinden baktığı olayların kısa vadede yaşamı üzerinde yarattığı etkiyi birinci ağızdan anlatırken, okurda hikayenin başından sonuna eksik olmayan bir sıcaklık duygusu uyandırıyor. Dragoman’ın yersiz söz sanatlarıyla boğmadığı karakterin analtımı samimiyeti yakalamayı başarıyor.

Kitap ilerledikçe okur okuduğu her başlığın altına konumlandırılmış olan olay ve olaycıkların aslında bir umudu besleyen ve hikayeyi sona götürecek olan yapboz parçacıkları olduğunu anlıyor. Bu yönüyle yazar okurunda abartısız bir heyecan yaratmış oluyor.

Hikayenin denizinde rahatça yüzen okur ani dalgalardan korkmadan yavaş yavaş ve tadına vararak ulaşmak istediği noktaya varabiliyor. Edebiyatın mücevharatından nasibini almayan Dragoman’ın metni etkisini sessizliği ve sakinliğinden alan bir anlatı.Olayların içine çıkılmaz hallere sokulmadan da gayet güzel bir biçimde aktarılabileceğini kanıtlayan yazar hikayesinde vermek istediği mesajları küçük bir çocuğun ağzından egosuz,engelsiz ve saf bir biçimde aktarma yolunu seçmesi bakımından da fark yaratıyor.

Tüm bunların yanı sıra Roman beslendiği 80’ler dokusunu ve bu yıllara ait imgeleri de kusursuz bir şekilde sunuyor.

Okur küçük bir çocuğun ruhunda baba figürü’nün yerini,bu çocuğun öfke, mutluluk ve çaresizliklerini izlerken umud etmenin bazen insanın tek sığınağı olabileceğinin de farkına varıyor.

Kitap gerek yan karakterleri, gerek olay örgüsü ve varmak istediği noktaya okuru ulaştırma biçimiyle umudun gücü adına bir şeyler okumak isteyen, süsten uzak edebiyatı tercih edenlerin ilgisine layık.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

20 Ağustos 2013 Salı

Hayattan netice alabilmek için yürümeyi tercih etmek

"Hey hey, yürü dilber yürü ömrümün varı,
Eridi kalmadı dağların karı vay vay."
- Hicâz türkü, Ankara koşması

"Yürüyüşçü, yürüyüş sırasında dünyaya bakışını derinleştirir, bedenini yeni koşulların içine sokar."
- Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik - Yürümek

Toprakla aramıza giren teknoloji, başımıza ve ayaklarımıza da çokça işler açmıştır. Teknoloji bize türlü türlü yollar sunmuştur. Tali yol, paralı yol, yan yol. Otomobil, minibüs, kamyon, biiip. Peki yürümek vardı ne oldu ona? "Yürüyelim arkadaşlar" diye bağırıyorduk mesela yüce Avrupa'nın en büyük futbol organizasyonu olan Şampiyonlar Ligi maçlarında. Modernizmin her şeyine inat: Toparlanın, yürüyoruz.

Ocak 2004'te Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini alan "Yürümeye Övgü", büyük kitap dervişi Ali Çolak sayesinde keşfettiğim bir kitaptır. "Yürüyüş dünyaya açılmadır!" cümlesiyle başlayan bu David Le Breton kitabı, okuyucuyu yürüşe teşvik etmekten çok yürüyüşün derinliklerine dalıyor. Yürüyerek neleri elde edebileceğimizi ve yürümeyerek neleri kaybedebileceğimizi izah ediyor. Okurken oturmak serbest, ama kitap bittikten sonra lütfen yürüyünüz. Merdiven de çıkıp inebilirsiniz. Yürüyen merdiven ve asansörlerle de aranıza mesafe koyun, onlar birer ömür tüketicileridir.

"Günümüzde yürüyüşçü kişisel bir tinselliğin hacısıdır, yürürken derin düşüncelere dalar, alçakgönüllü, sabırlı olmayı öğrenir, yürüme bir tür gezici ibadet biçimidir, gezilen dolaşılan yerlerde hiçbir kısıtlama söz konusu değildir yürüyüşçü için, yürüyüşçünün çevresinde muazzam bir dünya vardır."

Yürüyerek yorulmak diye bir şey vardır ki keyfi anlatılamaz. Yürüdükten sonra yemek yiyen, kitap okuyan, müzik dinleyen, arkadaşlarıyla sohbet eden yahut uyumaya çekilen birinin yaşadığı tadı hiçbir şey anlatamaz. Yürümek keyfî bir şey olduğu kadar sıhhîdir de. Her ikisini de sağladığını düşünürsek yürümek, insan olmaktır. İnsan olduğumuzu hissetmek ve insan kalabilmek adına yürümeliyiz. Bu yürüyüşler bol dedikodulu ve çekirdekli bir akşam gezintisinden çok, bir keşif yürüyüşü olmalı. Kendimizi keşfe çıkmalıyız yürüyüşle.

"Yürümek keyiflidir, çünkü öncelikle insanı gündelik yaşamın zorlamalarından geçici olarak da olsa kurtarır. Yürümek stresi, aceleyi, üretme zorunluluğunu yok eder. Yürümek, asılnda yaşamın o kendine özgü zamanını yeniden bulmaktır. Yürürken yorulduğumuzda çimenlere oturmak, bir ağacın gölgesinde uyumak, bir ırmakta yüzmek yaşamın tadına varmamızı sağlar."

Kitapta altı çizilecek aforizmalar bulabilirsiniz ama bu sizi yine yürümekten alıkoymasın. Çizin ve yürüyün. Yürümeye başlayın. Çünkü yazarın dediği gibi "Yaşamımızda yapmayı düşündüğümüz değişikliklerle ilgili en önemli kararları yürürken ve dinlenirken veririz" hepimiz. Sevdiğimize kızdığımız zaman soluğu yürüyüşte alır derin derin düşünürüz. Sevmediğimiz bir şey bizi üzdüğünde de sokağa atarız kendimizi, stres atmak için yürümek imdadımıza yetişir.

İzci Marşı'nda "Yollar uzun dikenli olsa da / bastığın yer üzüntülerle dolsa da / sel çığ ateş önünde her ne olsa da / izci gülerek yürür" diye bağırılır. Yürümek, güldürür.

Bu kitap en çok yazarı David Le Breton, Jean-Jacques RousseauRobert Louis Stevenson ve Henry David Thoreau gibi yalnız yürümekten yana olanların kitabı aslında. Yürümek yalın bir şeydir. Yani ne kadar gösterişsiz, süssüz ve sade olursa o kadar netice verecektir. Hayattan bir netice alabilmek için yürüyün.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

15 Ağustos 2013 Perşembe

Vicdanının sesini dinleyenlere

"Heba" Hasan Ali Toptaş'ın son romanı. Derinlikli, ince işlenmiş, kendisini kolay açmayan bir metin. 308 sayfada noktalanan 7 bölümden oluşan bir iç muhasebenin kitabı. Ana Karakter Ziya’nın 42 yıl önce öldürdüğü küçük bir kuş yüzünden çektiği vicdan azabı etrafında şekillenen ve yer yer geçmiş, yer yer günümüze dönük anlatılan hikayesi. Kitap; şehir ve kır yaşantısının çıkmazlarına dokunurken, Suriye sınırında büyük fedakarlıklar ve zorluklarla geçirilmiş bir askerlik ve burada ölümsüzleşen bir dostluğun öyküsü aynı zamanda.

Toptaş bu noktadan bakıldığında karakter sahibi bir eser ortaya koymuş, zira her bir bölümde anlatılan olayların kendi içinde bir duruşu ve tavrı var. Olaylar geçmiş, bugün ve gelecek zinciriyle birbirine başarılı bir şekilde bağlanmış. Bölümlere kısaca değinmek gerekirse: Toptaş okuyucuyu "Anahtar" başlıklı bölümle karşılıyor. Bu bölümde Ana karakter Ziya’nın şehir hayatı karşısındaki isyanına, bıkmışlığına, ayrılma arzusuna şahitlik ederken ev sahibesi Binnaz Hanım’ın hikayelerini okuyup yazarın okura verdiği anahtarla metnin gizleri kurcalanmaya başlanıyor.

"Rüya" başlığını taşıyan ikinci bölümde ise yazar okuyucuyu Ziya’nın çocukluk yıllarına, yakın dostlarına ve ailesine bir rüya aracılığıyla götürüyor. Bu bölümde okur Ziya’nın karakteristik özelliklerini derinlemesine analiz etme fırsatını elde ederken 42 yıl boyunca peşini bırakmayan kuş simgesiyle tanışıyor ve Ziya’yı psikolojik olarak önemli bir şekilde yaralayan bu olayın hikayesini öğreniyor.

105. sayfada başlayan "Huzur" isimli bölümde Ziya’nın en yakın arkadaşı Kenan’ın köyüne olan yolculuğu, şehir hayatından sonra köy hayatı karşısındaki tepkisi,yaşadığı büyük kayıp ve bunun ruhunda açtığı yaralar ustaca bir anlatım ve kusursuz betimlemeler eşliğinde aktarılıyor. Bu bölümde ana karakterin buhranları, kalbinin üzerinden eksik olmayan kara bulutlardan kurtulmak için verdiği sessiz mücadele aracılığıyla günümüz kent insanının sıradanlaşan ve tekdüzeleşen yaşantısına da güzel göndermelerde bulunuluyor.

"Yazıköy" başlıklı bölümde isminden de anlaşılacağı üzere Ziya’nın bundan sonrası için yaşamaya karar verdiği Kenan’ın köyü işleniyor. Hikayenin düğümlenme ve çözümlenme sürecinde etki edecek karakterler yavaş yavaş okurun ilgisine sunulurken köy ve kent yaşamı arasındaki derin farklılıklar, toplumsal yapıdaki zıtlıklar belirgin bir şekilde sergilenmeye başlanıyor. Yazar bu bölümlerde tarafını belli etmeye başlıyor.

147. sayfada başlayan "Sınır" bölümünde Ziya ve Kenan’ın dostluğunun başlangıcına götürüyor yazar okuyucuyu. Ziya ile Kenan dostluğu üzerinden geçmiş ve günümüz dostluklarını sorgulatıyor. Dostluk kavramının geçirdiği dönüşümü, eksilenlerini, bünyesine katıp getirdiklerini oldukça güzel bir olay örgüsü içinde yine kendine özgü büyüleyici betimlemeler eşliğinde aktarıyor. Ziya ve Kenan ikilisinin Suriye Sınırında geçen askerlikleri ve burada yaşadıkları acı tatlı olaylardan oluşan bu bölüm kitabın en kapsamlı ve en uzun kısmını oluşturuyor. Bu bölümü okurken Hakan Günday’ın Ziyan kitabını okumuş olan okuyucuların ilginç benzerlikler ve paralellikler keşfetmeleri muhtemel. Zira karakterin adının Ziya oluşu ve bölüm boyunca anlatılan olaylarda yazarın takındığı tavır iki metin arasındaki ilginç benzerliği açıkça belli ediyor. Bu bölümde Ayrıca yazarın Türkiye’de askerlik ve askerlik kurumunun ideolojisi üzerine söyledikleri ve vermek istediği mesajlar da kendisine yer buluyor.

"Minnet ve Fena" isimli son iki bölümde yazar okurunu geçmişten çıkartıp hikayenin tüm soru işaretleriyle birlikte günümüze getiriyor. Bu bölümlerde Kenan’ın köyüne yerleşmiş olan Ziya’nın şehirli düşünceleri ile küçük köylü insanının düşünce çekişmelerini inceliyor yazar. Yine bu bölümde Toptaş’ın kır ve kent yaşamını ne denli iyi bildiğini metinde izlediği yoldan ve çizdiği rotadan açıkça gözlemlemek mümkün.

Toptaş Hikayesini koşturabildiği kadar koşturuyor ve nabzın en yükseldiği noktada fişi çekip bırakıyor. Son derece başarılı bir anlatım, akıp giden bir üslupla kotarılmış olan "Heba" yazının başında da belirttiğim gibi kendisini kolay açmayan bir metin. Özenle işlenmiş dolayısıyla okurdan da özenle çözülmesi bekleniyor. Sıcak yaz günlerinde vicdan muhasebesi yapmak isteyenlerin ilgisine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

4 Ağustos 2013 Pazar

Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!

"Bu kitap rikkatli ve müstehcen, dangıl dungul ve duyarlı, zahit ve kaba saba. Okurunu kâh dik kafalılık ve gözyaşlarıyla, kâh fars ve yasla sırılsıklam ediyor. Işıltılı cam kırıklarını andıran bir dili var bu kitabın."
- Hermann Kurzke, Frankfurter Allgemeine Zeitung

İnsanın kendi evinden uzaklaşması onda neler yaşatırsa, dilinden uzaklaşması da işte onları yaşatır ve hatta yazdırır. Türkçeye ilk kez İletişim Yayınları tarafından çevrilen bu Emine Sevgi Özdamar kitabında; insanın evinden ve dilinden uzaklaşmasının yaşattıkları ve yazdırdıkları var.

Muhsin Ertuğrul, Beklan Algan, Ayla Algan, Haldun Taner, Melih Cevdet Anday ve Nurettin Sevin'den tiyatro eğitimleri almış olan yazarın kitapları 17 dile çevrildi. "Annedili", ilk olarak 1990'da yayımlanmıştı ve o dönemde özellikle Almanya'daki Türk işçilerin iç dünyalarındaki karışıklıkları ve kapitalizmin zorbalığını ortaya çıkarması sebebiyle büyük takdir toplamıştı. 1994'te New York Yılın En İyi 20 Kitabı'ndan biri seçilen "Annedili" şu cümlelerle açılıyor:

"Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan. Dilin kemiği yoktur, onu nereye döndürürsen oraya döner."

Annesi Fatma Hanım'a ithaf ettiği kitapta yazar, hatırlamak istediği şeyleri hatırlamaya hep aynı yerden başlıyor, dilinden. Dört hikâyeden oluşan bu kitapta yazarından kendi hayatından oldukça fazla iz var. Bu yüzden de son derece gerçek ve samimi. Hikâyelerin hepsi birbiriyle bağlantılı, birbirleriyle kardeş. Çünkü kardeş olması için çok sebep var.

"İbni Abdullah: Ruh kalpten ayrılırken ölmek üzere olan insanın gözüne perde iner, ama işitme duyusunun en son yitirecektir. Hadi şimdi lütfen ilk harfleri okuyunuz. Elif be dal zal re."

Sanki her hikâyede bir tiyatro oyunu izleniyor, perde açılıyor ve dobra dobra esen kelimelerle kapanıyor. Sessizliğin içinde gizli olan şeyler hayatın faniliği, ölüm ve derin bir sevgi, saf sevgi. Yer yer espriler de havada uçuşuyor "Annedili"nde, güldürüyor. Acınacak hâlimize gülüyoruz, belki de ondandır.

"Dizlerimin üstünde oturduğum divan, bana anılarımı ver. Ben bir kuşum. Ülkemden uzak diyarlara uçtum, çözülmemiş cinayetlerin işlendiği şehirlerin kenarındaki otobanlardayım."

Bir kadının dili her zaman ağırdır. Bakmayın siz edebiyattaki "erkek adam" hâkimliğine. Kadın konuşunca erkek susar, akıllı olur. Tıpkı İsmet Özel'in dizelerindeki durum gibi: "Kadın şairler aşktan bahsettikleri zaman / mangalın küle mahcubiyeti artar."

"Annedili", küçükken vazoyu kırdığımızda ağzımıza uçan bir terlik gibi. Siper alın.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Ağustos 2013 Perşembe

Öze ulaşma anlatısı okumak isteyenlere

Polonya asıllı romancı Joseph Conrad, zamanının çok ötesindeki bu eserle modern çağa özgü konuları ele alır. Avrupa emperyalizminin Afrika ve Asya'daki sömürüsüne eleştirel bir gözle bakan ilk edebi çalışmalardandır.

"Yavaş yavaş ölmekteydiler-apaçıktı bu. Düşman değildiler, dünyayla ilintili hiçbir şey değildiler artık- yeşilimsi loşlukta karman çorman uzanmış, kara birer hastalık ve açlık gölgesinden başka bir şey değildiler..."

Marlow'un (anlatıcı) araştırma yapmak hevesi içerisinde, Belçikalı bir ticaret gemisiyle Kongo'ya yaptığı yolculuk sömürgeciliğin yüreğine yapılan bir yolculuğa dönüşür. Avrupa'nın büyük devletlerinin, Afrika'nın göbeğine uygarlık götürmek bahanesi altında nasıl bir vahşete sebebiyet verdiklerine tanık olur. Medeniyetin tuzakları vahşi dünyanınkinden çok daha ağırdır. Marlow roman boyunca, tanık olduğu gerçeklik karşısında bocalayan bir tutum sergiler.

“Tarih öncesi insanlar bize lanet yağdırıyordu, niyaz ediyordu, hoş geldiniz diyordu... Kim bilebilir? Biz... Hayalet gibi suyun üzerinde kayıyor ve deliler evindeki bu çıldırma sahnesi karşısında akıl sahibi insanların yaşayabileceği türden bir şaşkınlık ve gizli iğrenme duygusu yaşıyorduk. Yeryüzü gerçekmiş gibi görünmüyordu... İnsanlar da... Hayır, insan dışı değillerdi. Daha kötü olan onların insan dışı olmadıklarına dair bir şüpheydi...”

Yolculuk teması üzerine şekillenen hikâyede, Marlow yola çıkış, gidiş ve geri dönüş gibi klasik bir döngü içerisindedir, ne var ki zafer kazanmış biri olarak dönmeyecektir geriye. Çünkü Marlow insan zihninin ilkel, bilinmedik alanlarına doğru yol almıştır artık. Rahme, karanlığa, bilgisizliğe... Kongo'daki şelaleleri değil bilinçaltını keşfe çıkmıştır. Nirvana'ya ulaşmaz ama değişir. Uygarlaşmış sömürgenin vicdansızlığının ve dehşetinin farkına varır. İngiltere'deki evine geri döndüğünde artık sokaklarda dolaşan insanlara karşı tahammülü yoktur. Marlow'a göre onlar öldürücü bir uyuşukluğun pençesindedirler.

"Kendimi gene o mezar kentinde buldum. Birbirlerinden biraz para yürütmek, o iğrenç yemeklerini gövdelerine indirmek, o sağlıksız biralarını içmek, o önemsiz, aptalca düşlerini görmek için sokaklarda koşuşan adamlara kızıyordum. Düşüncelerime saygısızlık ediyorlardı. Yaşam üzerine bilgileri sinir bozucu birer yalan olan saldırganlardı bunlar, bunlar, çünkü benim bildiklerimi bilmelerinin olanaksız olduğuna inanıyordum...( ) Onları aydınlatmak için bir istek yoktu içimde, ama kendilerine verdikleri o salakça önemin doldurduğu yüzlerine gülmemek için zor tutuyordum kendimi bazen."

"Galiba en iyi şöyle anlatabileceğim bu duyguyu: Bir-iki saniye süreyle, sanki bir kıtanın orta yerine değil de, dünyanın orta yerine gidecekmişim gibi geldi bana."

Romanın bir diğer karakteri, T.S. Elliot'un "Oyuk Adamlar" metninde de adı geçen Kurtz'tur. Vahşi doğanın göbeğinde yalıtılmış, ötekilerden uzak bir yaşama tarzını tercih eden uygar Avrupa’lı bu karakter, orada bir tür tersine evrim yaşayacaktır. İlkel kültürlerin barbarlık aşamasına kadar iner. Bu haliyle içi boş, oyuk adamı temsil etmektedir. Kurtz, Avrupalı burjuva sınıfının emperyalizmle birlikte manevi olarak çöküşünü yansıtır.

Karanlığın Yüreği, Avrupa'nın moderlenştirme adı altındaki sömürgeciliğinin korkunç yüzünü, 20. yy. insanının ahlâk yönünden çöküşünü ele alan, kişinin özüne ulaşabilme çabasının anlatısıdır.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia