31 Aralık 2012 Pazartesi

Aklını kullanıp cesur olamayanlara

Polisiye romanlarına aşina olanlar ve sevenler bilir; soluksuzca okumak, toplu taşıma araçlarında inilecek durak gelmesin diye trafiğin tıkanmasını dilemek, okurken türlü jest ve mimiklerle tepki vermek çok önemlidir. Bunlar aynı zamanda romana yapılan birer sevgi gösterisidir.

Barış Uygur, polisiye yazarlarımız arasına "Feriköy Mezarlığı'nda Randevu" ile girmiş, Süreyya Sami karakteriyle gönlümüze iki kurşun sıkmıştı. Seven sıkar ve her zaman sıkan sevilir. Süreyya Sami bu kez 2009 yılında. Akp'nin yeniden iktidar olduğu, Alex'in Fenerbahçe'yi sırtladığı, trafiğin kısmi felci atlatıp bir türlü düz koşulara başlayamadığı, paranın "yok" olmasının değişmediği 2009 yılında.

"Yaralarım kabuk tutmuştu ama iç organlarım hâlâ eski günlerini aratır durumdaydı. Üstelik eski günleri de öyle Osman Müftüoğlu'nun örnek göstereceği cinsten değildi doğrusu. İdrarımda biraz kan vardı ama zamanla düzeleceğini umdum. Eğer iç kanamam olsaydı şimdiye kadar zaten çoktan ölmüş olurdum. Zaten zamanla her şey düzelir. Hemen her şey."

Gözünüze afiyet; yazarın en sevdiğim huyu, her iki romanında da hangi yılda veya ortamda geçiyorsa onu gayet gerçekçi ama bir o kadar trajikomik anlatması. Özellikle "Cehennem Çiftliğinden Kaçış"da "İstanbul'dan bir okur"sanız bastığınız kaldırımları bile gözünüzde canlandırabilir, "ah o gemide ben de olsaydım" diye düşünebilir, "biz sevgilimle ilk kez orada öpüşmüştük" diyebilirsiniz. Bu romantik şeylerin dışında ülke siyaseti, yolsuzluk, düzensizlik, din ticareti ve türlü komplo teorileri de romanın konusunu süslüyor. Bu süsleme zerre kadar yormuyor, roman bir keskin nişancının gözyaşları gibi akıyor. Biraz mola vermek istediğinizde arkanızdan bir kurşun sıkılacağını hissedip kaçar gibi romanı okumaya devam ediyorsunuz. Sürükleyici olduğunu başka türlü anlatamayacağım. 2012 biterken oldukça yorgunum, yorgunuz, yorgunlar.

"Ne kadar akıllıysanız o kadar korkak olurdunuz. Tabii istisnaları da vardı. Çok aptal olduğunuzda bu sefer hiçbir şeyi anlamadığınız için her şeyden korkardınız. Hangi sınıfa girdiğimi merak ettim."

Eminim ki bu roman gerçekten akıllı olup, aklını kullanarak cesur olamayan okurlara oldukça iyi gelecektir. Harekete geçirecektir. Okuyup da hala harekete geçemeyen varsa bana mail atıp istediği serzenişlerde bulunabilir, içini dökebilir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

29 Aralık 2012 Cumartesi

Çokça hüzünlü, azıcık da neşeli bir hikâye

Üç şey birbirine karışmıştı” diyor Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi kitabının başlarında: “Nazlı, ev, edebiyat.” Birbirine karışan bu üç şeyin hikâyesini anlatıyor elimdeki kitap. Herhangi bir kronolojik kaygı güdülmüyor, yazar içinden geldiği gibi kelimelere pay ediyor hikâyeyi.

Hikâyenin edebiyat kısmı ana karakterin yazarlık tutkusu üzerine kurulmuş. Yazar olmanın farklı dünyasını ana karakterin gözlerinden bize anlatan kitap, aslında kendi yazarının hikâyesini anlatmak ister gibi. Barış Bıçakçı’nın biyografisine paralel ipuçları da yakalayabiliyoruz: Arkadaşları ve yazarlık hakkındaki düşünceleri bunlardan sadece birkaçı. Ana karakterimiz Cemil’in bir roman denemesini İstanbul’da bir yayınevine getirmesiyle başlıyor roman. Kitabın sonuna kadar ise Cemil’in yayınevinden bir telefon beklediğine şahit oluyoruz. Hatta bu beklenti öyle bir hâl alıyor ki kahramanımız kendi kendine, onu arayacak olan editörle bile konuşmaya başlıyor. Bu bekleyişi satır aralarında şu şekilde yakalayabiliyoruz: ”Bir kitaptan ne çok şey bekliyorum değil mi Editör Hanım, tıpkı bir kadından beklediğim gibi."

Eğer eşiniz yazarsa ve yazdıklarını beğeniyorsanız, bu beğeniyi ”Güzel yazmışsın” diyerek değil; ellerini öperek ifade edebilirsiniz. Aynen böyle yapıyor Nazlı; Cemil’in romanını okumayı bitirdiğinde, kalkıp onun ellerini öpüyor. Yaklaşık 10 yıl önce işinden istifa edip kendini tabiri caizse yazmaya veren, haftada bir arkadaşlarıyla halı saha maçı oynamak haricinde evden çıkmayan bir eş ile yaşamak; kocasının oluşturduğu ruhsal söküklerden artık iplikleri toplamak, hassasça yapılması gereken bir iş olsa gerek. Kırklı yaşların verdiği iştiyakla ikisi de yeniden genç ve âşık olmayı için için istiyorlar. Hatta Cemil’in yakın arkadaşlarından birinin, evli olduğu hâlde genç bir kızla olan ilişkisini o kadar da garipsemiyorlar. “Ah keşke aşkımızı bir zaman makinesinde yenileyebilseydik!” düşüncesi de akıllarından geçmiyor değil, bir oda bir salon evlerinde.

Evleri, Ankara’nın çıkışında bir toplu konut sitesinde, ufacık bir çekmece gibi… Hayallerini, hayatlarını hapsettikleri bir çekmece… “Deniz tek tesellisi günlük ıstırapların.” diye söylenir ya Baudelaire; biz İstanbul’da yaşayanlar, “Bazı günler, bazı geceler, bazı hüzünler, bazı karanlıklar çok Ankaralı.” diye olumsuzlarız ya hayatı sıkıntılı zamanlarımızda. İşte bu roman, bunların zirvesinde geçiyor. İnsanlar bile etkilenirken yaşadıkları yerlerden, karakterler nasıl etkilenmesin? “İstanbul’da gün boyu dolaşırken Dünya’nın haline üzülürdüm. Ankara’da insan sadece Ankara’nın haline üzülüyor.” cümleleriyle vurguluyor bunu yazar.

Babasını kaybettiği hastanede doktor olan hayatının kadını Nazlı’ya yüklediği anlamlarla, yazdıkları yayınlanırsa mutluluğu yakalayabilmeyi bekleyen Cemil’in; ev ve edebiyat yan karakterleriyle bezenmiş çokça hüzünlü, azıcık da neşeli hikâyesi. Okuyunuz efendim, kendi hikâyenizin ileriki sayfaları hakkında birkaç ipucu sahibi olacaksınız.

Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas

27 Aralık 2012 Perşembe

Bütün oyunlar akıllı olsun

Ahmet Edip Başaran'ın ilk şiir kitabı Oyunbozan, okuyucuyu Fethi Gemuhluoğlu'nun "Kutsal emanet merhaba'dır!" sözüyle karşılıyor. Hemen bir sayfa çevirdikten sonra da hesabı kesiyor.

"Ölüme bakarız, kumarda kaybedilen paraya bakar gibi
Çabuk yaşarız, her dem ensemizde havlayan korkmak
Çabuk yaşarız, çabuk biter çünkü cimrilerin gündüzü
Yaşamak göze gelir, gece olunca ücretler peşin ödenir."


Ahmed Edip Başaran uzun soluklu şiirleriyle bizi varacağımız noktaya sağ salim ulaştırıyor. Yolculuk boyunca evden işe ve işten ilişkilere "oyunbozan" dizeler okumak mümkün.

Tek başına çok fazla anlam ifade eden bu dizelerin altı, hunharca çizilmeli fakat asla yıpratılmamalı. Zira Ahmet Edip Başaran şiirlerinde esas madde: ne olursa olsun kibarlık.

"Boynuma yaralı bir kolye geçirmişler, o sendin."

"Bir meleğin kokusu geçiyor aramızdan."


"Kurallara uymuyor üç günlük sakalla şiirler yazıyoruz,
Müdürler kızıyor."


Şiirde, şiirin adının da ne kadar "çekici" olduğunu yine şairin seçimleriyle görebiliyoruz. "Asfalta Yapışan Köpek", "Heybetli Sükûnet", "Ölmek İçin Temiz Değiliz", "Eve Geç Kalma Korkusu", "Seni Seviyorum Dede", "Prensesin Gözleri Siyah", "Güvercin Göz" ve "İnce Bilekliler İçin Bir Şarkı" oldukça güzel isimlere sahip harikulade incelikte şiirler.

"Bir söz diyeceğim size, üzgünüm acı bir söz:
Herkes kendi kalbine saplanan bir mermi sanki."

Bir şiir okuyucusunu etkileyen şeylerden biri de, okuduğu şiirlerde kendi adına rastlamak hiç kuşkusuz. "Oyunbozan"da ben 4 farklı şiirde adımla karşılaştım. Hoşuma gitmesiyle birlikte merakım da arttı ve Ahmet Edip Başaran'a "Yağız" adını kullanma sebebini sordum. Cevabı şöyle oldu: "Hitap muhatabını bulur der ya hani Hasan Aycın ağabey. Kelimeler sahibini bulmuş diyelim."

"Vakit yağız bir serinliği içti, durmasın bendeki hırıltı
Isıtılmış kederler gelip bulacak beni, nasıl olsa."


"Oyunbozan"ı hem oyunculara hem de mızıkçılara önermekle birlikte, şairi merak ettiğiniz sürece kendisini İtibar Dergisi'nde bulabileceğinizi de belirtmek isterim. Şimdi bütün oyunlar akıllı olsun.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

26 Aralık 2012 Çarşamba

Yaşam ağaçsa, meyveleri ah'tır

"Hayatı, yazıdan daha çok önemsiyorum. Bir ağacı anlatmak yerine gölgesinde oturmak daha iyidir."
- Mustafa Kutlu

Kimi okuyarak, kimi görerek kimi de yazarak hayata karşı yaşama tercihini yapar. Kimin neyi daha fazla yaptığı, aslında yaşam öyküsü. Didem Madak'ın "Ah'lar Ağacı" bir şiir kitabından beklenen ne varsa, çok daha fazlasını ve ah'lısını sunuyor gözlerimizin çevresine. İki gözü iki çeşme ağlamak serbest, bitiren çıkabilir.

"Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta."

Zaman zaman kırgınlıklarımızı ve öfkelerimizi ifade etmekten kaçınır veya istesek de beceremeyiz. Bir ses ararız. Bu ses genelde ve görebilene şiir olur. Ve şair, bir anne gibi omzumuza dayar başını.

"Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır
Ölüsünü şiirle yıkadım."


Sanılmasın ki Didem Madak mutsuz veya karamsar bir şairdir. Bana kalırsa şair, dünyanın tüm hırslarından ve huzursuzluklarından kendini şiirle "kurtarmış", kurtarılmış bir "gölge"dir. Bu gölge yazın serinletir, kışın ise ısıtır. Yüreğinizi.

"İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülürdü toprağa."


Her şey bizim elimizde. Ne kadar kullanıp, neye uzatıp ve neden çekip çıkardığımız önemli elimizi. Eldir bir şairin kalbiyle beyni arasında birikenleri kağıda döken. Zaferimiz olabilir bir ah.

"Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadık kaç ah döküldü dallarımdan
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!"


Didem Madak iç ses olup söylüyor; gelin ve ahlar ağacından siz de biraz meyve toplayın.

Yağız Gönüler

24 Aralık 2012 Pazartesi

Mutluluğun formülünü arayanlara

Mutluluk nedir? Mutlu olabilmenin yolları nelerdir? Nasıl mutlu olunur? Varoluşumuzun en temel sorunsallarından biridir mutluluk ve herkese göre tanımı, ölçütü değişir. Kimi büyük, kimi küçük, kimi maddi, kimi manevi şeylerle mutlu olur. Kimimiz anlık mutluluklarla yetinir kimimiz sürekli mutluluğu ararız.

Müzik, sinema, edebiyat alanlarında evrensel bir sanatçı olmayı başarmış usta Zülfü Livaneli bize mutluluğun formüllerinden birini sunuyor, “Edebiyat Mutluluktur” diyor. Okumayı, yazmayı seven edebiyat gönüllülerini edebi metinler arasında gezindirirken yol göstermeyi de ihmal etmiyor.

"Edebiyatı, öncelikle bir yol gösterici olarak kabul etmeliyiz. Müzik gibi, resim gibi, başka birçok yol gibi, yazmak da hayatı algılamanın; anlamaya çalışmanın ve dolayısıyla hayata müdahale etmenin bir yolu. Duygu ve düşünceleri paylaşmak gibi basit bir şey değil."

Yunus'un, Nazım Hikmet'in, Yaşar Kemal'in, Dostoyevski'nin yolunu gösterirken neler okunmalı, nasıl yazılmalı, edebiyatın diğer disiplinlerle ilişkisi nedire dair edebiyatla ilgili zengin tavsiyelerde bulunuyor. Okurluk ve yazarlık tecrübelerini aktarırken popüler olannın peşine takılıp asıl olanı gözden kaçırmamamız konusunda uyarıyor.

"Büyük olan yazarların ve şairlerin sırrı, tumturaklı cümlelerde değil, gündelik dildeki kelimelere yükledikleri yeni ve şaşırtıcı anlamlarda gizlidir."

Livaneli'nin bir dönem yazdığı köşe yazılarından derleyerek hazırladığı bu kitabı büyük ustalara ve eserlere de saygı duruşu niteliği taşıyor.

"Edebiyatta kök nedir? Homeros'tur, İlyada'dır, Odysseia'dır, Dede Korkut'tur, Manas Destanı'dır, Cervantes'tir, Tolstoy'dur, Stendhal'dır."

Mutlu olmak için yeni formüller arıyor, edebiyata da ilgi duyuyorsanız Zülfü Livaneli'nin öyküler, romanlar, masallar dünyasındaki tavsiyelerine kulak vermelisiniz.

"Bazen düşler, insanın en temel gerçeğidir. Gerçek diye bellediğimizden daha gerçektir. Mitoslar ve masallar da öyle. Çünkü onlar, gündelik gerçek kabuğunun altındaki daha derin bir şeyi ifade eder."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

23 Aralık 2012 Pazar

İç hayatındaki bozuklukları gidermek isteyenlere

Merhum Nurettin Topçu üstâd, bir fikir ve mücadele adamı, bir akademisyen. Ders kitaplarına imza atmış bir öğretmen, ciddi bir muallim. "Psikoloji" de daha önce liselerde okutulmuş bir kitap. Zaman zaman sadeleştirilmiş, değiştirilmiş ama hep okutulmuş. Okurken zihnin derinliklerini keşfe çıkmak mümkün. Ancak bu keşif de zihninizin yanına kalbinizi de eklemezseniz, emniyet kemeri takmadan hatalı sollamaya maruz kalabilirsiniz.

"İnsan, medeniyet ve cemiyetin tesirleri ve bir de yaşın ilerlemesi ile olgunlaştıkça, gülmesi tebessüm şeklini alır; o da iradenin kontrolüne girer."

Birçok felsefe, sosyoloji, psikoloji ve mantık kitaplarına imza atmış üstâd, 70'li yıllardan sonra ahlak kitaplarını da külliyatına dahil etmiş. Bu da Nurettin Topçu'nun hemen her konuda fikir sahibi olduğunun ancak bu fikir sahipliğine entelektüeliteden ziyade "dava" gözüyle baktığının kanıtı. Dergâh Yayınları, Türk fikir cemiyetinin bu en büyük isminin kitaplarını yayınlayarak aslında her yaşa hizmet ediyor. Zira Nurettin Topçu; her devrin gözü, kulağı ve sesi.

"Ruhumuzu güzelliklere açabilmenin sırrı, ruhsal yaşayışın ona götüren yollarını bilmekle elde edilir. İç hayatımızın nerelerinde bozukluk bulunduğunu ve bunun giderilmesi için yaşayışımızda ne gibi değişiklikler yapmak lâzım geldiği anlaşıldıktan sonra, güzellik duygusu sonsuz bir şekilde yaşanabilir."

Dergâh Yayınları'yla Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın büyük bir titizlikle yayına hazırladıkları "Psikoloji"de, her "dersin" sonunda sorular var. Böylece okuyucu, okuduğunu anlamak ve konuyu pekiştirmek açısından özel bir sınava tabii tutuluyor.

"Aşkın aradığı vücut değildir, vücudu vasıta yaparak onun aradığı, bir ruhtur."

Psikoloji kitapları genelde uzanır biçimde okunur. Sanki bir psikologla seansa girilmiş gibi... Nurettin Topçu okurken ise ayaklar uzatılmaz. Başla ayaklar aynı hizaya yakın olursa, okuduklarınızdan çıkan anlam da nereye gideceğini şaşırır çünkü.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

21 Aralık 2012 Cuma

İncecikten yağan dizeler

"Şiirden hazzetmeyenler, Grapon Kâğıtları'nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mıırıldanabilirler."

Hayatta çıkmaza girdiğimiz kimi zamanlar vardır. Karamsarlığın, çaresizliğin ve belki de umutsuzluğun bir bulut gibi üzerimize çöktüğü işte bu zamanlarda, dile getirmek istediklerimiz yüreğimize oturur henüz yağmaya başlamamış sağanak bir yağmur gibi. Ses çıkaramayız. Bazen ses çıkarsak da, bunu sadece kendimizin duyacağını düşünürüz.

Vazgeçmeyiz, konuşuruz. Kağıtla, kalemle, kendimizle. Konuşuruz cesurca ve öfkemizi de acımızı da kelamla ortaya dökeriz. İsteriz ki bu kelamlar, akılda kalıcı ve yürek sızlatıcı olsun.

İşte tüm bunları yaparak fâni dünyayı terk etmiş, yürek sızlatan bir şair; Didem Madak. İzmir'in güvercin kalpli kadını...

"Bana birkaç hayatî meseleyi ödünç ver kalbim
Görüş günlerinde seninle konuşabilmem için.
Kalbim neden ben?
Sırf sevinesin diye seni bir kere bile
Elinden tutup parka götürmedim."


Öyle şiirler barındırıyor ki "Grapon Kâğıtları", okurken dizelerdeki isimleri veya mekanları değiştirsek, sanki kendi hayat hikâyemiz ortaya çıkacak. Bu yüzden her yeni şiiri okumaya başlarken korkuyor okuyucu. Korku iyidir, gerçekle yalanı birbirinden ayırma konusunda hız kazandırır.

"Dünya artık bir daha hiç
Bir okul çıkışı gibi kokmayacak mı?"


3 yaşındaki kızı Füsun'a, eşine ve şiire çok erken, 41 yaşında veda etti Didem Madak. Bir şey söylemek isteyip vazgeçer gibi, yol tam bitecekken döner gibi...

"Bir çamur deryasının içinde
Küçük beyaz mutluluk topları yakalamalı.
Bense vücuduma şiirler saplıyorum durmadan
Sen de bilirsin ya Allah
Dayanabileceği kadar acı verirmiş insana."


Karın yağışındaki inceliği, insanın da kalbinde aradığımız şu günlerde, incecikten yağan dizeler...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Aralık 2012 Perşembe

Gölgesinin sesine kulak verenlere

Gölgemizin sesi olur mu hiç? Oluyormuş. Stephen King ve Neil Gaiman gibi “ayarsız” yazarlardan övgü alması Jonathan Carroll’ı gözümüzde büyütmemize yeter aslında. Bir de Türkçeye çevrilen son kitabı "Gölgemizin Sesi"ni okuyun. Sıkı anlatımıyla Joe Lennox’un karmakarışık dünyasına girin...

Joe Lennox pısırık bir çocukluk geçirir. Büyük kardeşi Ross’a hayrandır, aynı zamanda da düşmandır. Ross ise eşkıyanın önde gidenidir. Derken Ross yaşadıkları kasabanın en belalı tipiyle kanka olur. Joe ise bu ikisinin işkencelerine maruz kalır.

Joe’nun hayatındaki önemli değişiklik ise büyük kardeşi Ross’un ani ölümüyle gerçekleşir. Ross’un trajik ölümü annelerinin hastaneye kapatılmasına neden olur. Aradan yıllar geçer, Joe kısa hikâyeler yazmaya başlar. Ross’un şeytani hayatını konu alan bir hikâyesi ise tiyatro oyununa çevrilerek, Joe’nun daha genç bir yazarken tanınmasını ve para kazanmasını sağlar.

Annesi de öldükten sonra babası başka biriyle evlenir. Joe, yaratıcı yazarlık dersleri için eşyalarını toplar Viyana’ya gelir. Viyana sessiz sokakları, romantizmi, lapa lapa yağan karları ve entelektüel birikimli insanlarıyla Joe’nun kaçmaya çalıştığı geçmişine çok iyi gelir. Tam da bu sırada gizemli bir çiftle tanışır: India ve Paul.

Kendisinden yaşça büyük olan ancak hiç de yaşlıymış gibi görünmeyen bu çiftle sıkı fıkı olur; ve onlar Joe’ya hayatında hiç kimseden görmediği bir sevgi verirler. Joe, çok geçmeden India’ya aşık olur ve bu aşk karşılıksız kalmaz. Özel sihirbazlık yeteneklerine sahip Paul’un ani ve şüpheli ölümü üzerine kitaptaki gerilimli dakikalar başlar. Paul de zaten karısı ve en yakın arkadaşının arasındaki ilişkiyi ölmeden hemen önce öğrenmiştir. Ve çok sinirlenmiştir.

Jonathan Carroll, insanın içindeki “gölgelere” yani karanlık anılara kafayı takmış bu kitapta. Hepimizde var olan karanlığı ve herkesten sakladığımız taraflarımızı gözler önüne seriyor. İnsanın geçmişinden kaçmasının mümkün olmadığını dile getiriyor. Tabii kitapta genç yazarımız Joe, geçmişinden kaçmaya çalışırken beyhude çabalarının da sonucunu çok ağır bir şekilde yaşıyor.

İyi yazar, iyi kitap... Gölgesinin sesine kulak verenlere...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

18 Aralık 2012 Salı

Kaygı ve tebessüm bir arada

"Hagi, kaleye baktı. Bir çalım nefis bir hareket, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi..."
- Ercan Taner, R.Wien - Galatasaray, 11.08.1999.

Balkanlardan o kadar farklı karakterler çıktı ki, doğdukları ülkelerin yeniden merak edilmesini sağladılar. Emil Michel Cioran mesela. Okuduktan sonra şunu fark etmek mümkün; keşke Gheorghe Hagi'den önce Cioran'ı tanısaydık. O zaman belki Hagi'nin gollerine daha felsefi yorumlar yapardık.

"İnsanları günler ve günler boyunca uzanık kalmaya mecbur edin: Savaşların ve sloganların başaramadığını sedirler başarırdı. Zira Sıkıntı'nın harekâtları, işgörürlük açısından, silah ve ideolojilerinkini aşar."

Yazar 1934'de -yani 23 yaşındayken- Bükreş'te yayınlanan ilk kitabı "Ümitsizliğin Doruklarında"yı, Rumence ve Fransızca yazdığı her şeyin temeli kabul eder. Eserlerini çoğunu da Fransızca yazmıştır. Metis Yayınları sağ olsun, birçok eserini dilimize kazandırmıştır. Özellikle "Çürümenin Kitabı", "Burukluk", "Tarih ve Ütopya" en sevilen kitapları. Cioran bu kitaplarını sevdiğimizi bilse eminim bize de "bir iki çift söz" ederdi. Çakılır kalırdık.

"Bir yazarın sustuklarının, söylemiş olabileceklerinin, dilsiz derinliklerinin üzerine eğiliriz. Bir eser bırakırsa, kendini izah ederse, tarafımızdan unutulmayı teminat altına almış olur."

İlk baskısını Eylül 1993'te yapan "Burukluk"ta, kimi zaman çok ciddi kimi zamansa gülmekten göbek hoplatan aforizmalar mevcut. Aforizma nedir, ne değildir için "Burukluk" okunabilir. Cioran'dan sonra yazılmış hiçbir şey de asla aforizma olamaz. Kitabı okuduktan sonra benimle aynı fikri düşünüp tebrik telefonları açacak, adıma çelenkler yaptıracaksınız. Zahmet etmeyin.

"Melankolisiz bir dünyada bülbüller geğirmeye başlardı."

Kitapta müzikten aşka, tarihten boşluğa, dinden batıya ve yalnızlıktan kansızlığa kadar birçok konuda özel bölümler var. Okuduktan sonra tek bir kelimeyle özetlemek isterseniz o da kitabın adı olur: Burukluk.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Aralık 2012 Pazartesi

Peşinden gidecek bir amacı olanlara

Jonathan Safran Foer’in “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın” romanı beni tek kelimeyle “çarptı”. Gerek çığır açan yazı tekniği, gerek çevirisi okura unutulmaz bir deneyim yaşatıyor.

Oskar Schellözel” bir çocuk. Babası gibi gülüyor, konuşuyor, akıl yürütüyor; babasının yaşayan en büyük hayranı. Yaşının küçük olmasını önemsemeden babasının ardından bulduğu bir anahtarın hangi kilidi açtığının peşine düşüyor. Hem de New York gibi bir şehirde…

11 Eylül saldırılarında babasını kaybeden, annesi ve babannesiyle hayata devam etmeye çalışan saplantılı bir ruh hali içindedir Oskar. Takıntıları ve alışkanlıkları vardır. Toplu taşıma araçlarına binemez örneğin. Zekâ oyunlarına karşı büyük bir ilgisi vardır. Küfretmesi yasak olduğu için kelimelerin fonetik kullanımıyla oynar ve “Goethe’mi ye, dalyanak!” der.

Oskar hazır cevaptır, kurnazdır, üzüldüğünde vücudunu morartır, pek arkadaşı yoktur, kavgayı sevmez. Babasının trajik gidişinden sonra bir vazodan çıkan anahtarın, hangi kilidi açtığını öğrenmek aynı zamanda, babasının nasıl öldüğünü de aydınlatmasını sağlayacaktır. Bunun peşinden gider.

Foer, büyük bir romancı. Gerçek bir labirent dahisi. Kitabı okumaya başladıktan sonra harikulâde cümlelerle okuru Oskar’ın peşinden sürüklüyor. Kitabın Oskar’ın gözünden görsellerle süslenmesi ise çarpıcı özellikler taşıyor.

Bu kitap özellikle “peşinden gidecek bir amacı olan” ruhlara çok; ama çok iyi gelecektir. Mutlaka edinin.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar