12 Kasım 2012 Pazartesi

Gerçek, kıymetlidir

"Geceleri okumaktan özenle uzak durunuz."

Küçük İskender deyince aklımıza birçok farklı şapkanın gelmesi normal. Zira kendisinin şairlik ve yazarlık dışında, eleştirmenliği ve film oyunculuğu (Ağır Roman, O Şimdi Asker) şapkaları da bulunuyor. Naçizane, şairliğinden çok yazarlığını sevmişimdir. Çok farklı ve inatçı bir üslubu vardır. Bu yüzden de yalpalamaz ve söylemek istediğini direkt söyler.

"Sık sık partner değiştiren, kendisinin asla değişmeyeceğine inanan insandır. Heykelini dikmeye gerek yoktur, çünkü zaten taştandır."

Bir sabah Ortaköy'de sahafları gezerken Underground Otopark'ı görmüştüm. Arkasında "Türk Yeraltı Edebiyatı'nın yapı taşlarından" ve "sokak çocuklarının temel ders kitabı" olduğu yazıyordu. Şaşırdım, çünkü yıllardır tarih ve şiir dışında yeraltı edebiyatı da okuyordum. Hemen aldım, paramı verirken sahaf "bunu bulmak çok zordur kardeşim" dedi. İnandım. Oysa ben her duyduğuma inanmaz, inanmış gibi yapardım. Tüm akrepler gibi. Temkinli olmak daima iyidir.

"Kapitalist çocuk, sevgilisine şöyle hitap ediyor: Gözlerin çok güzel, Sony mi?"

"Beyoğlu'nda terbiye, ancak çorbalarda bulunur!"

"Ölümümden hayatı sorumlu tutuyorum."


Temmuz 2009'da Sel Yayıncılık'tan çıkan bu kıymetli kitabı mutlaka bulunuz. Kıymetli diyorum çünkü bu kitapta gerçek sokaklar, gerçek insanlar ve gerçek düşünceler var. Gerçek, kıymetlidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Kasım 2012 Pazar

Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız 3 şey ne olurdu?

Torsten Krol, hakkında hiçbir şey bilinmeyen bir yazar. Blog yazarınızın gizemli yazarlara karşı zaafı olduğunu artık az çok anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Fısıltı gazetesi ise Torsten Krol’un hangi ünlü yazarın takma ismi olduğu yönündeki teorilerini geliştirmeye devam ederken kulağımıza en çok çalınan isim Stephen King’ten başkası değildir.

Yunus İnsanlar, modern dünyamıza karşı post modern bir anlatım örneğidir. Hem de çok güçlü bir örneğidir. Führer’in Yahudi katliamı sırasında Almanya’ya karşı savaş açılan ve Almanya’nın şehirlerine bomba yağdırılan bir dünyadayız. Annemiz Helga, çocukları da 16 yaşında Erich ile 12 yaşındaki Zeppi. Romanımızı bize anlatan ise kahraman Erich...

Erich’in babası Rusya’da savaşırken ölmüş. Amcası Klaus ise Führer’in kurduğu düzende Yahudileri imha eden ekipte yer alan bir doktor. Ancak sonra Venezuela’ya kaçan bir savaş suçlusu. Bir mektup yazarak büyük kardeşinin ailesine sahip çıkmak ve Helga’yla evlenmek istediğini belirtir. Helga da çocuklarını alarak Klaus’un yanına gider.

Sade bir törenle evlenirler, Klaus’un çalışacağı petrol bölgesine gidebilmek için Klaus bir sürpriz yapar ve bir kargo uçağıyla yola çıkarlar. Kitabın kapağında da görebileceğimiz gibi uçak ıssız bir adaya düşer.

Bu beklenmeyen olay karşısında sağ kurtulmayı başarırlar ve onları bir kabile bulur. Bütün olaylar onların bulunmasından sonra başlar. Götürüldükleri kabilede tam 11 yıldır onlarla yaşayan bir antropolog vardır; Gerhard. Gerhard onların hem arkadaşı hem işbirlikçisi hem de çevirmenleri olacaktır.

Modern dünyadan kopup gelmiş bu “yunus insanlar” ve en ilkel yöntemlerle, geleneklerle yaşayan Yayomi kabilesine uyum sağlamakta epey zorlanırlar. Gerhard’ın müthiş gözlemleri sayesinde ise yazarımız modern denilen dünyada aslında ne kadar iğreti olduğumuzu ve ilkel diye küçümsediğimiz insanlardan ne kadar daha ilkel olduğumuzu gözler önüne serer.

Asıl olayları anlatmamayı tercih ediyorum. Bu 355 sayfalık romanı tabir-i caizse bir solukta okuyacağınızı bildiğimden sürprizleri bozmak istemem. Kemal Tahir olsaydı bu roman karşısında “Ulan iyi! Ulan aferin!” derdi.

Krol’un en büyük başarısı ise bana göre “karakter yaratmak”taki ustalığı. Sayfalardan fırlayıp gerçek hayatta arkadaş olabileceğiniz karakterler bir okuru fazlasıyla heyecanlandırır.

Pınar Kür’ün yetkin çevirisiyle dilimize kazandırılan bu şahane kitabı sakın kaçırmayın. Verdiğiniz paranın her kuruşuna değiyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

10 Kasım 2012 Cumartesi

Erken bir konuşmaya şahit olmak

"Evet, vardın. Var olmuştun. Bir tüfekle göğsümden vurulmuş gibi hissettim."

Kuşkulanmaktan korkmayan, ölüm tehlikesine aldırmayan, nedenleri arayan, hayat veren ya da bunu geri çevirme bilmecesini kendi kendine soran bu kitap, ithaf bölümünde ciddiyetle belirtildiği gibi tüm kadınlara adanıyor. Yalnız bu adanma, erkekleri aldatmamalı. Bence bu kitabı en önce erkekler okumalı ve bol bol not almalı. Bazen erken bir konuşmaya şahit olmak, çok şey kazandırabilir insana.

Feminist ve öfkeli gazeteci-yazar Oriana Fallaci, 2006 yılında hayata veda etmişti. Özellikle Humeyni ve Ebu'l Hasan Beni Sadr ile yaptığı röportajlar ve İslam karşıtlığı ile ses getirmişti. Öyle ki, Muhammed Ali ile yaptığı bir röportajı yarıda kesmişti. Çünkü Muhammed Ali, Müslüman kimliğini gururla anlatıyordu ona. Rahatsız olur Fallaci... Bu arada İtalyan yönetmen Federico Fellini'den yediği fırçayı da eklemem gerekir. Fallaci, Fellini'den hiç hoşlanmadığını belirtir. Fellini de onun arkasından "pis yalancı" ve "küçük arsız, kaltak" diyerek hakaret eder. Kısacası çok "farklı" bir karakterdir Oriana Fallaci.

"Yaşam öylesine güç bir çaba ki, çocuk. Her gün yeni baştan başlayan bir savaş; mutluluk anları ise kısacık ayraçlar, sonradan bedelleri acıyla, fazlasıyla ödenen..."

Erkeğinden ayrılan bir kadının hamile olduğunu anlamasıyla birlikte iç dünyasında fırtınalar kopar. Adeta çocuğuyla bir düelloya girer. Öyle şeyler hisseder ki bazen bir dağın zirvesinde bazen de bir okyanusun derinliklerinde kaybolur. Çare arar, bulmakla bulmamak arasında kalır. Korkunç bir savaş verir, mağlubu belirsiz olan.

"Senden korkuyorum. Seni hiçyokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olmadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni neden?"

Fallaci'nin bu kitabı her ne kadar kadınlara ithaf edildiyse de, her erkeğin mutlaka okuması gereken çarpıcı bir yapıt. Bir kadının bedeninde filizlenen o küçücük canlıyla yaptığı erken bir konuşmayı dinlemek için en ideal metinleri barındıran bu kitabı dilimize kazandıran Pınar Kür'e de şükran borçluyuz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Kasım 2012 Cuma

İyi insan olmaya niyetlenenlere

İnsan olmak ötekinin ıstırabıyla hemhal olmakla başlar.” yazıyordu kitabın ilk sayfalarında, altını çizdim. Gökyüzünde, gün daha henüz doğuyorken yolculuk yapıyordum bulutların arasında ve her kitabın bir vakti olduğunu tekrar duyumsuyordum.

Kemal Sayar, ismini sıkça duyduğum, çokça tavsiye aldığım bir isimdi ve okuduğum ilk kitabı tam vaktinde girdi kütüphaneme, zihnime ve kalbime…

Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Kemal Sayar’ın toplumsal ve bireysel hayatlarımızda etkili olan hallere, meselelere dair yazılarının yer aldığı deneme kitabı.

Kemal Sayar, bir psikiyatri profesörü olduğu için belki de, yazdığı her şeyi hem bir bilimsel temele oturtuyor hem de insan halleriyle, ruhun derinliklerinde gizli olanla açıklıyor. Bir yandan da yılların tecrübesiyle, biriktirdiği insan hikâyeleriyle keskin bir gözlem gücünün ürünü sonuçları ortaya koyuyor.

"Dünya merhamet eksikliğinden can çekişiyor."

Son dönemde yaşadığımız toplumsal dönüşümlerden, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden, eksikliğini hissettiklerimizden dem vuruyor. Yaşadığımız değişimlerin yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ve ilişkilerimiz üzerindeki etkilerini açıklıyor detaylı bir şekilde. Aşka da söz geliyor elbette:

"Serinliğin krallığı her yerde kendisini gösteriyor. Aşk, içi boşaltılmış bir kelime olarak bundan nasipleniyor. Aşk için de bir sorumluluk altına girmeniz gerekmiyor, o dışarıdan gelip omzunuza konacak, doğru kişiyi buluvermenizle birlikte, birden içinizdeki bütün kırılganlığı, emniyetsizliği ve yalnızlığı iyileştirecektir. Aşkı sağlamak ötekinin görevidir o halde bir şeyler yolunda gitmiyorsa bu diğerinin suçu olsa gerektir. Günümüz dünyasında 'ilişki'ye o kadar yük bindiriliyor ki. Çift ilişkisi; bağ kurma, anlam bulma ve coşkunun yegane kaynağı oluveriyor modern şehir hayatında. Issızlığın ortasında bir birine umutsuzca yapışmış iki insan."

Tüm bu değişimlerin, vak’aların arasında insan kalmanın, iyi kalmanın ve hüznün de acının da kıymetini bilip yaşamanın gerekliliğini anlatıyor Kemal Sayar; bir psikiyatrist gözünden ve bir edebiyatçı kaleminden.

"Anlamak ve hissetmek bizi insan kılar. Bu arınışla insan oluruz. Terapist kimdi? Ben mi, yoksa bu narin kız mı? Onun saflığı beni de yıkadı. Arındım. Ve kirlenmiş, yönünü şaşırmış bir dünyada ele geçirdiğimiz o masumiyetin her bir anını kıymetlendirerek konuştuk. Birbirimize fısıldadık. Samimiyet ruhun özgürlüğüdür. O da ben de o kadar içten, o kadar yapmacıksız, o kadar kendimizdik ki. Ona insanın bu dünyada bedeniyle değil, sedece ruhuyla var olduğunu söyledim. Sadece ruhumuzda taşıdığımız mücevherlerin bizi başka insanlardan farklılaştırdığını. akledebilen kalbin ne büyük bir bağış olduğunu. Onu anladım. O beni anladı. Odadan çıkarken gözyaşları dinmişti. Benimse başım dönmüş, sersemlemiştim. 'Biraz yağmur' diye mırıldandım, 'kimseyi incitmez'."

Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, içinde bulunduğu zamanın ruh halini anlamak isteyenlere ve bu çağda iyi insan olmaya niyetlenenlere iyi gelecek bir kitap...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

Her şeyi sil baştan öğrenin

İzlenesi bütün filmleri, dizileri, ıvır zıvırı izlediniz mi? Okunabilecek bütün hikaye türlerini elden geçirdiniz mi? Birbirinin türevi olan bütün yiyecekleri tıkınıp tadılacakları tattınız mı? Dünyanın her yerini belgeseller, dergiler, gezi programları ile gezip bitirdiniz mi? Şu herkesin becerdiği falanca kızın / oğlanın defterini siz de dürdünüz mü? Tüketilebilecek her şeyin en az bir kere tadına baktınız mı? Elde edemedikleriniz için yeterince dua ettiniz mi? Peşinden koşmaya değer bulduğunuz herhangi bir şey kaldı mı? Eğer kalmadıysa, aynı bokları tekrar tekrar farklı biçimlerde deneyimleyebilmek için size sunulmuş mutlu mesut / umutsuz acınası kısır döngülerinizin içinde kendinize yeterince tur bindirebildiyseniz hazır olun. Bu gösterinin peygamberiyle tanışmanızın vakti gelmiş demektir.

Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk'un peygamberi Tender Branson size her şeyi sil baştan öğretecek. İstediğiniz her şeyi sorun ona. Psikolojiyle mi ilgilisiniz? İntihar etmek üzere olan birinin telefonuna nasıl cevap vereceğinizi sorun. Beş parasız nasıl yaşayabileceğinizi mi öğrenmek istiyorsunuz sorun cevaplasın. Sevgilinize götüreceğiniz hangi çiçeğin ne anlama geldiğini mi merak ediyorsunuz? Cevabı Google’da değil bu adamda. Başka sorunlarınız mı var? Kürkteki kan lekesi nasıl çıkarılır? Istakoz nasıl pişirilir? Perde ve masa örtülerindeki çiş lekeleri nasıl çıkarılır? Oturma odasının duvarındaki kurşun delikleri nasıl gizlenir? Ben ciddiyim hepsini sorun. Ona gecelik smokin ve şapkalardaki bıçak deliklerini nasıl onaracağınızı sorun. Boş park yeri bulmak için nasıl dua etmeniz gerektiğini sorun. Batmakta olan bir gemide, yanmakta olan bir mağazada sonuna kadar nasıl dans edebileceğinizi ve buna rağmen hayatta kalabileceğinizi sorun.

Fakat ne yaparsanız yapın ona kısırdöngülerinizi nasıl kıracağınızı tüketilebilecek hiçbir şey bırakmamışken hala anlam vermeyi başarabileceğiniz bir şeylerin kalıp kalmadığını, yaşamınızı devam ettirmek için ne gibi bir nedeniniz olduğunu, neden var olduğunuzu, bu kainatın orta yerinde neden nefes almaya devam ettiğinizi, amacınızın ne olduğunu sakın sormayın çünkü alacağınız cevaplar hiç hoşunuza gitmeyebilir.

Unutmayın ki yeraltı edebiyatı kendinizi mutlu hissetmek için beyninize tıkıştırabileceğiniz herhangi bir şey anlatmaz...

M. Murat Bilge

6 Kasım 2012 Salı

Her şey ölümcüldür

"Sizin için kendi ailenizden, kendi odanızdan ve kendi geçmişinizden daha tehlikeli bir şey yoktur."
- Andre Gide

Şu sıralar öykücülüğümüzde üzerinde dikkatle durduğum 3 isim var. Barış Bıçakçı, Ahmet Büke ve Yalçın Tosun. Her biri de edebiyatımıza büyük değerler katacak gibi görünüyor. Hatta bunu söylemek için geç bile kalmış olabiliriz. Yalçın Tosun'un daha önce "Peruk Gibi Hüzünlü" adlı öyküsünü önermiştim. "Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler", yazarın ilk kitabıydı. Ben bazen sondan başlamayı seviyorum. Zira hepimiz doğarak başlıyoruz bir şeylere, ölümden doğuma doğru gitmek de güzeldir bu vesileyle.

"Normalde cumartesileri hiç kalkmam yataktan. Çocukluğumun en mutlu günlerini köyün o en uzun, böcek sesleriyle dolu serini güzel gecelerini hatırlamaya çalışırım. Sisler arasında bazı yüzler belirir sonra. Bazı adlar yankılanır, ıhlamur kokularını titreterek yayılır yeşilliğe: Sinan, Cevher. Çocukluğumu paylaştıklarımın yanında olmak isterim. Bir zamanlar olduğum kişi olmak... Sonra birden yine küçük kız düşer aklıma. Bir yerlerden tanıdık gelen tedirgin edici iri gözlerini, korkular zaman geride kaldığında bıraktığı buruk tadı, kendimi ve bana çok uzakmış gibi gelen geçmişi düşünür oyalanırım..."

Şimdiye kadar okuduğum en tehlikeli öykülerden biri oldu bu kitap. Zira birçok şeyi hatırlamaya çalışmama sebep oldu. Bu da çıkılabilecek en tehlikeli yolculuklardan biri oldu benim için. Anılar ve acılar, kederler ve sevinçler, yaralar ve hatıralar, keyifler ve ikiyüzlülükler. Hepsinin zihninizde akmasına sebep olan bir öykü diyebilirim.

"Kimseye, kendine bile tüm hayatını anlatmamalı insan. Çünkü bu kötülüğü hiç kimse hak etmiyor."

"2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü"ne layık görülen bu kitabın bütününde bir fikir hakim. Fakat bu fikri direkt söylemek istemem. Öykü okurken en keyifli olan bu bulmacadan kimseyi mahrum bırakamam. Gençlik "sevivermeleri", güvensiz aileler, şiire göz kırpıp selam veren cümleler, dar çukurlar ve geniş parklar. Hepsine hazır olun ve okuyun. Çünkü okumalısınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

5 Kasım 2012 Pazartesi

Küçük insanların büyük duyguları

Sokak benim için bütün bir dünyanın sembolüdür, dünyayı nasıl görüyorsam sokağı da öyle biçimlendirdim” diyor ve Midak Sokağı'nın hikâyesini anlatmaya başlıyor Necip Mahfuz.

Arap yarımadasının Yaşar Kemal'i olarak anılan Mahfuz, realist bakış açısıyla, arka plana toplumsal sorunları yerleştirerek küçük insanlar üzerinden büyük olayları dile getirir. Bu insanların büyük hırslarını, aşklarını, acılarını, hayalkırıklıklarını, mutluluklarını anlatır. Romanlarının büyük çoğunluğu çok sevdiği, Nobel ödülünü almak için bile dışına adım atmadığı ülkesi Mısır'da geçer. Nil Deltası'ndan Kahire'nin sokaklarına kadar uzanır hikâyeleri. Mısır'ın tüm değer yargılarını gündelik yaşam içerisinde irdeler.

Romanın ana karakteri, ismini de aldığı Midak Sokağı'dır. Geleneksel değerlerine tutunan sokak, gelişen Kahire'ye ayak uyduramamaktadır. Mahfuz ilk sayfalardaki betimlemeleriyle sokağın içine çeker okurunu. Evlerin, dükkânların, Kirşa'nın kahvesinin birer sakini oluruz biz de. Yoksulluktan bıkan ve gözünü yükseklere diken güzel Hamide, Hamide'ye aşık genç Abbas ve yaşlı ama zengin Selim ve Hamide'yi düşlediği hayata ulaştıracağını vaadeden İbrahim Faraj romanın diğer baş karakterleridir.

Hamide Midak Sokağı'ndan kurtulmanın yollarını ararken Abbas ve Selim'i kendi hayallerinden çok uzakta, sönük, geleneksel adamlar olarak görür. Kahire'nin ışıklı caddelerinde yürüdüğü bir gün yakışıklı ve gizemli İbrahim Faraj karşısına çıkar ve ona düşlediği hayatın kapılarını aralar. Hamide, Faraj'ın çağrısına uyup peşine düşer fakat çok farklı bir dünyayla karşılaşır. Önce direnir ama sonra kaderine razı olur. Geride kalbi kırık bıraktığı Abbas'la yolları bir gün tekrar kesişir. Onları trajik bir son beklemektedir.

“Aşktan ölen insan kederli ölsün; ölüm olmayan aşkta hayır yoktur.”

Mısır Edebiyatı'nın baş yapıtlarından Midak Sokağı'nda göze çarpan Batılılaşma sorunu, sınıf atlama, lüks yaşam düşkünlüğü gibi kavramlar Osmanlı-Türk romanının pek çok önemli eseriyle benzerlik göstermektedir. Doğu-Batı değerlerinin, dini gelenek ve göreneklerin karşılaştırması her iki ülke edebiyatının da ele aldığı temel öğelerdir.

Doğu Masalları'nı andıran bir atmosferde, küçük insanların büyük duygularına tanıklık etmek istiyorsanız Midak Sokağı'ndan ağır adımlarla geçmelisiniz.

“Zira her şeyin bir sonu yok mudur? Evet, her şey nihayetine varır.”

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

2 Kasım 2012 Cuma

Duygusuz kelime oyunlarını unutun

"Rüyalar onarıcıdır, biliyorum."

Maalesef popüler kültür, harflerin canını sıkıp kelimelerin iliğini kemiğini kurutabiliyor. Kitapçıların rafları gerçekten kötü yayınevlerinin "çok satan" kitaplarıyla dolu. Bu kitaplar Twitter dansözlüğü ile yola çıkıyor, sonra da bir kenarda "motor" su kaynatıyor. Ebediyen de öyle olacaktır, umudumuz bu en azından.

"Suratına bakınca bir tatil köyü görür gibi oluyordum."

Acımasız başladım, biliyorum. Ancak siz de bilmelisiniz ki kelime oyunu bir deha belirtisi değildir. Bir şeyi ispat etme isteğiyle yapılamaz, yapılmamalıdır. Elinize sözlük alın, siz de yaparsınız. Belki de yapamazsınız. Mühim olan ne kadar gerçeğe yakın, ne kadar duygulu ve ne kadar samimi olduğunuz. Çaba, bu yönde olmalıdır. 1987 doğumlu Gökhan Yılmaz, ilk kitabı "Biraz Kuşlar, Azıcık Allah"ta yer yer anne gibi azarlıyor bir küçük çocuğu. Bazen de küçük bir çocuk olup hayata kafa atıyor, ağzıyla yüzünün yerini değiştiriyor. Kitabın içi cinlik dolu. Tövbe estağfurullah.

"Kuşlardan hiçbir şey anlamayan insanlar vardı gerçekten. Kuşlar en iyi dilbilgisi kitabıydı halbuki. Okullarda kuşlar bilgisi öğretilmeliydi. Kuşlardan güzel kimse ölemezdi. Kuşlardan güzel kimse bilemezdi mavinin rengini. Bir kuş rengini yitiriyorsa canı yanmış demekti. Gözlerine bakmadan da anlaşılabilirdi. Ama..."

Gökhan Yılmaz'ın öyküleri daha önce Lacivert, Öykü Teknesi, Melantis, Kül Öykü, Dergâh, Yeniyazı, Özgür Edebiyat, Kitap-lık ve Notos dergilerinde ya­yımlanmış. Bazılarına denk gelmiş, kendisini hafızama almıştım. Öykü mutlaka okuyunuz, bu sizi ruhsal yorgunluklardan uzak tutacaktır. En azından ben öyle yapıyorum diyerek sıyrılabilirim bu iddiamdan.

"Denize düşen yılan sanılır.

...
O zaman, hadi önce boşalalım ve sonra ağlayalım.
Sonra da ilişkimizi düzene sokalım?
...
Yine erkeksi fiiller... Sevişirken kendinden geçiyorsun.
Senden geçmemden daha iyi değil mi bu?
Ne diyeceğime bileniyorum."


Yazarı bu taze kitabı için öncelikle tebrik ediyor, sonralıkla da bu bol kuyulu ve bol "dilsiz eleştirilen" edebiyat yolculuğunda başarılar diliyorum. Sabırla birlikte. Kitap için de son sözüm şu; yazarın ikinci kitabı için şimdiden merak uyandırıyor. Oysa merak kolay uyanmaz, hep horlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Kasım 2012 Perşembe

Bir dönemin çığlığını duymak için

Nevzat Çelik'in 1.baskısı 1984 Nisan'ında yapılmış bu kitabı, bir devrin de sesi olma özelliğini taşıyor. Kitap, Şubat 1999'a kadar 22 baskı yaptı (Alan Yayıncılık), sonrasında ise farklı bir yayınevi (İmge Kitabevi) tarafından basılmaya başlanmıştı.

1984'te Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü ile alkışlanan "Şafak Türküsü", yazarın Ahmed Arif, Nâzım Hikmet ve hatta Attilâ İlhan'dan etkilendiği "kurşunlarıyla" dolu.

"Kırılacak cammışım gibi davranıyorlar
Yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün
Oysa birazdan boynumu kıracaklar
Pul pul dökülecek yaz sıvası eylülün."


1980 itibariyle siyasi sebeplerden ötürü idamla yargılandı Nevzat Çelik. Tam 7 yıl cezaevinde kaldı. Birçok şeye tanık oldu. Şiirlerinde bunları rahatlıkla görebilirsiniz. İlk şiiri de bu dönemde (1982) yayınlandı. Aldığı ödüllerin dışında birçok şiiri de bestelendi, hafızalarda yer edindi.

"Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama..."


Her ne kadar belli bir kesime/kitleye yüzü dönük bir şair olsa da, Nevzat Çelik yukarıda da dediğim gibi bir dönemin sesi. O sese kulak vermemiz gerekebiliyor, özellikle de dönemi iyice görebilmek için. Bu görüşün ne kadar objektif olduğundan çok, ne kadar duygulu/samimi olduğu önemli okuyucular için.

"Nevzat, altındaki sandalyeye boynuna da ilmiği geçirdikten sonra vuracak olan çingenenin bir eyyam önce oturduğu sokakta oturan bir kadıncağızı sevmişliğini düşünecek kadar içi geniş olmadadır. Çünkü bu doğru kararlılıktır."
Bu sözler Can Yücel'e ait. Nevzat Çelik hakkındaki sözleri kitabın ilk sayfalarında yer alıyor.

"Şafak Türküsü", bir dönemin sesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Kapan’a kısılmış bir yazar

Bir yazarın kitabını yazmak ne kadar zordur belki bilirsiniz, bir de Vüs’at Bener’e ait bir kitabı yazmak, işleri daha da zorlaştırıyor.

Vüs’at Bener’in yazısı nasıl anlatılır? Bu büyük ustanın eserleri çoğunlukla otobiyografik özellikler taşıdığı için onun yazısını anlatırken bir bakıma aslında onu anlatıyoruz.

“Seni öyküler dışı tutacağım. Öyküler ancak bizim dışımızda yaşanmışlık sanrılarında uyutacak bir kısa zaman için-içi sıkılanları. Onlara bir ölçü duygu da katacağım hatır için! Yazık ki deliremeyeceğim.”

Aile bireylerinin hayatındaki yerini, yersizliğini; boşa düşmelerini, zemine yapışmalarını; yine cebi delik gezmelerini, hastalıklarını, kimseyle konuşmak istememesini samimi bir dille anlatmaktan başka bir şey yapmıyor Usta.

1950’den yılından beri yazan bir sanatçı olarak, bugün varolan eserlerinin sayısı az sayılır. Bu durum da onun ince eleyip sık dokuduğundan ve kısa hikâyelerinden yoğunluktan kaynaklanır. “Yorumsuz” hikâyesinde boşuna dememiş: “Yazım ipliklendi. Boğazıma dolanıyor.” diye.

Kendisiyle ve hayatla kavgalı bir yazar Vüs’at Bener. Onun öykülerini okurken ister istemez parmak uçlarındaki ve bıyığındaki sigara sarılarını görür gibi olup, çatallı sesiyle “Bak şimdi anlatacağım öykünün, Gogol’ün ünlü öyküsüyle ilgisi yok” deyişini duyabilirsiniz.

“Yaşamımın son basamaklarını çıkıyorum. Huzur yok. Hani bir iki senecik kendimle barışık yaşayabilseydim, ne gezer.”

Türk Edebiyatının birkaç büyük ustasından biri olan Vüs’at O. Bener yabancı bir yazar olsaydı, buralarda üstüne toz kondurmazlardı. Mutlaka keşfedin ve okuyun.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar