Zamanın Behrinde Ramazan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zamanın Behrinde Ramazan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2016 Perşembe

Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor

Kalbine dikkat et, sevdiklerine dikkat et, sevmediklerine de…” diyor Necdet Subaşı Hoca; kalbin, sevginin, nefretin, dikkatin derin bir unutuluşa mahkûm edildiği modern zamanlarda. Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor aslında. Dikkate, sevgiye, insana… Nereye yöneldiğini ya da hangi rüzgârla savrulduğunu fark edemeyen zihinlere bir merkezi işaret ediyor, kalbi… Görselin, görüntünün içinde yitip gitmeye karşı sahici olana çağırıyor. Zamanın behrinde yaşanmış sımsıcak, samimi hayatlara çağırıyor hepimizi, samimiyete… Yok sayılan, görmezden gelinen, geçmişin karanlık dehlizlerine hapsedilen tarihi ve talihimizi çağırıyor şimdiki zamanlara. Sımsıcak kalemi ve samimi kelamıyla…

Subaşı’nın Zamanın Behrinde Ramazan, Yaz Dediler Ânı, Tedavüldeki Kitaplar & Kritik Öyküler adlı kitaplarını okuyunca söylemek istediklerim daha net anlaşılacak. Kişisel öyküsü etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor aynı zamanda. Evde yapılan, sade, gösterişsiz, riyasız iftarları anlatıyor. Yer sofrasını, Tanrı misafirlerini… Yemeklerin duayla herkesi doyurduğu zamanları… Kaderi kitaplardan ezberlenmiş cümlelerle çizilmiş kayıp kuşakları anlatıyor sonra. Maceraları kitap satırlarından akanları…

Yıllar boyu resmi ideoloji ve onun uzantısı akademyanın görmezden geldiği, hatta nefret ettiği İslam’ın sosyal yönü ve etkileriyle ilgili, ilintili birbirinden derin akademik çalışmaların sahibi Necdet Subaşı. Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın… Subaşı, “Din ve Toplum Arasındaki İlişkileri Anlam(landırm)ak Ya da Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları” adlı makalesinde, “İslam’ın kendine özgü sistematiği, değer inşası, toplumsal birikime yön vererek dönüşebilen geleneği hâlâ belirleyicidir. Gündelik hayatta var olan görüntülerin onu açıkça göz ardı eden çalışmalardan yola çıkılarak yorumlanabileceğini düşünmek pek rağbet görmemektedir.” diyerek İslam’ın toplumsal belirleyiciliğinin altını bir kez daha çiziyor.

Necdet Hoca, akademik bir ciddiyet içinde ama asla asık suratlı değil. Entelektüel ve aydın vasfı su götürmez ama halkına, kültürüne, içinden geldiği sosyo/ekonomik yapıya yabancılaşanlardan değil. Akademisyen yönü aydın çehresinden, aydın çehresi akademik yönünden seçilmez. Soğuk, asık suratlı hoca profilini yerle bir eden bir sıcaklığa ve samimiyete sahip. Güçlü bir edebiyat damarını akademik birikimle tahkim ediyor. Tabiî ki yapaylıktan uzak, içimizden biri gibi seslenen üslubuyla…

Türk modernleşmesi, çağdaş Türk düşüncesi, modernleşmenin topluma etkileri, din, Alevilik, kültürel farklılaşmalar, Diyanet, yurt dışındaki Türkler, gündelik hayat çalıştığı, ilgilendiği alanlardan bazıları. Bir imparatorluk bakiyesi olan, birçok farklı unsurun bir araya gelmesiyle oluşan Türkiye gerçeğini komplekssiz, hırslarına yenik düşmeden tanıma ve tanıtma gayretinde. İdeolojik bir kampın sınırlarında durarak başkalarını ötekileştirmeden tanımaya çalışıyor.

Modern Cumhuriyet, resmi ideoloji toplumu yeniden inşa ederken dini anlamlandırma aşamasında hem sosyal bilimler alanında hem de yaşam noktasında tedirginlik ve kafa karışıklığı içindeydi. Radikal modernleşme çabası içinde din negatif anlamda bile yeterince değerlendirilmeye tâbi tutulmadı. Dinin toplumsal bağlamı uzun süre görmezden gelindi. Din tartışmaları kısır laiklik ve laikleşme konuları etrafında dönüp durdu. Bu laiklik fetişizmi dini araştırmaları kısıtladı, fakirleştirdi. Bu durum Necdet Hoca’nın da altını çizdiği gibi velud bir alanın akim kalmasına sebep oldu. Düşünsel kısırlığın önemli nedenlerinden biri olarak bugüne kadar geldi. Böylelikle ne İslam tam anlamıyla anlaşıldı ne de doğru dürüst bir İslam eleştirisi ortaya çıktı.

Necdet Subaşı, Anadolu’nun, derin milletimizin sorunlarına, açmazlarına ciddi, sahici çözümler arayan bir gönül insanı. Tribünlere oynamak gibi bir gayesi yok. Bizi yakan ateşin yine bizim ateşimiz olduğunun farkında. Mezheplerin, meşreplerin birer savaş sebebi kılınmasının karşısında. “Bugün aklı başında herhangi bir Müslüman’ın gelenek içinde ortaya çıkmış en önemli kurumlardan birisi olan mezhep kavramını ulu orta eleştirmek, ulu orta reddetmek yerine bu durumun kendi sosyolojik tabiatı hakkında kafa yormasının daha yararlı, daha verimli olduğunu düşünüyorum.” diyerek enerjimizi boşa harcamamanın gerekliliğine işaret ediyor.

Yazımızı Mustafa Oral’ın sitemizde yayınlanan mülakatında Necdet Subaşı hakkında söyledikleriyle bitirelim. “Doğduğum yıl babam iş kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Bir kolunu ve bir gözünü kaybetmişti. Babam benim sağ kolumdu; ben sağ kolumu kaybetmiştim. Babam benim gören gözümdü; ben sağ gözümü kaybetmiştim. Bir körlük, bir çolaklık hüküm sürüyordu bende. Bize düşen, bundan sonra 'sol' gözü, 'sol' eli kullanmaktı. Kıbrıs’tan kalan karartmalar, ardından sağ elin ve sağ gözün kaybı hayatımı zorlaştırıyor, içimde gecelerin çoğalmasına neden oluyordu. Gittikçe içe kapanıyordum. Konuşmayı unutuyordum. On üç yaşındaydım. Bir gün Mevlânâ diyarından Necdet Subaşı isminde bir öğretmen kasabaya tayin oldu. Bana verdiği ilk şey Efendimizin hicretini anlatan 'Hicret' isimli bir kasetti. Onun ile yavaş yavaş sağ gözüm görmeye, sağ kolum uzamaya, kalbimin sağ tarafı tutmaya başladı. Onun etkisi ile namaza ve yazmaya hicret ettim.

On üç yaşındaydım. Ablam Şefika, Manisa’da açan bir karanfildi. Bana mesir macunu ayarında nesir ve şiir tohumları getirirdi yazları. Öğretmenimiz Necdet Subaşı kasabaya Mevlana’dan gül tohumları getirirdi. Avuç avuç üzerimize serperdi. O günlerde namaza başladım. O tohumlar bir gün sürgün verir umuduyla yazmaya başladım. Anlayacağınız yazmaya namazla birlikte başladım. Yazımız namazımızla yaşıttır.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.