Tembellik Hakkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tembellik Hakkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2017 Pazar

Tembellik lüks değildir, tamamen doğaldır

Kitabın ismi yanlış anlaşılmaya müsait olsa da yazarın hayatına ve bilhassa ölümüne bakılınca derdi daha iyi anlaşılacaktır. Paul Lafargue, 15 Ocak 1842’de başlayan yaşamına 26 Kasım 1911’de son verir. Sebebi ise yaşlanmasının, ruhunu yıpratması ve bedenini sürünmeye mahkûm etmesidir. Buraya kadar her şey “yaşlılık delirmesi” gibi görülebilir lakin hiç de öyle değildir. Lafargue, insan hayatında çalışmanın önemli bir yere sahip olduğunu her seferinde izah ederken, bu çalışmanın insan hayatını en ufak bir kısmıyla dahi olumsuz etkilemeyecek bir biçimde gerçekleşmesini ister. Bu yönde çalışmalar yapar. Nitekim yazmış olduğu Le Droit a la Paresse, yani Tembellik Hakkı; aslında 1848 yılında Avrupa’da yaşanan devrimlerin Fransa’daki yansımasını çözümleme denemesidir. Çalışma Hakkı’nda başlı başına bir sorun vardır ve Lafargue bunu çürütmek ister. Yayımlandığı dönemde büyük yankı uyandıran kitabı Türkçeye tercüme eden Suha Demirel’in de kitabın sonunda belirttiği gibi; Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ilk olarak 21 Şubat 1848’de yayımlanan Komünist Manifesto’dan sonra Avrupa dillerine en çok tercüme edilen eser olmuştur. Bu arada kitabı dilimize daha önce Vedat Günyol’un ve Işık Ergüden’in de kazandırdığını da belirtmek gerekiyor.

Lafargue kitabın hemen başında burjuvazinin mal-mülk ve zevk içinde yüzmesine sebep olarak anamalcı ahlakı gösterir. 15. ve 16. yüzyıllarda Hristiyanlığın yok saydığı çoktanrılı geleneklerin sürekli nefsi okşayan ve tensel istekleri karşılayan niteliklerinin artık değiştiğinden; Rabelais ve Diderot gibi “kendi düşünürlerinin” öğretilerini inkâr edecek bir düzeye ulaştığından bahseder. Artık Hıristiyan ahlakının fazlasıyla kaba bir taklidi olmaktan öteye gidemeyen anamalcı ahlak, yani kapitalizm; Lafargue gözünde şudur: “Üreticinin ihtiyaçlarını olabilecek en az düzeye indirgemek, sevinçlerini ve coşkun duygularını yok saymak, onu, acımasızca ve hiç durmadan çalışan bir makine olma işlevine mahkûm etmek.

1789’da İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ilan eden Fransa’da işçiler bir buçuk saatlik yemek molasıyla birlikte günde tam on altı saat atölyelerde çalışmaktadır. Bu durumun korkunç bir hâlini de Fransız doktor Louis-René Villermé özetler: Fabrikatörlerin, tüccarların, kumaşçıların, fabrika yöneticilerinin evlerinde büyüyen çocukların yarısı yirmi birinci yaşına evlerinde lüks ve rahat bir yaşam içinde girerler. Buna nazaran dokumacı ve pamuk iplikçisi ailelerin evlerinde büyüyen aynı çağdaki çocukların yarısı, yirmi yaşını görmeden ölüp gider. Lafargue bu durumu burjuvazinin devrimci ilkelerinin sefil başarısızlığı olarak nitelendirir ve köpürür: “Bir köyün orta yerine anamalcı bir fabrika kurmaktansa; oraya veba tohumları saçmak, su kaynaklarını zehirlemek çok daha iyidir. Böyle bir yerde hele bir fabrika çalışması başlatın; neşeye, sağlığa ve özgürlüğe elveda dersiniz; yaşamı güzel ve yaşanmaya değer kılan hemen her şeye elveda.

Ekonomistler o dönemde de ve el ’an günümüzde de işçilere “çalışınız!” der. “Kamu varlığını artırmak için çalışınız!” diye de derinliğini(!) belirtirler. Fakat her devirde bir aklı başında ekonomist çıkıyor elbette. O dönemde de Destutt de Tracy çıkıp şöyle demiştir: “Yoksul uluslarda halkın rahatı yerindedir. Zengin uluslardaysa halk, genelde yoksuldur.

Bu yoksulluk gözle görülür biçimde artınca ve basının da “ilgi” odağı olunca elbette toplum mühendisleri de harekete geçer. Bu her devirde böyledir. Bu mühendisler belirli aralıklarla yardım kampanyaları düzenler. İşin içinde “kampanya” olunca, bir tuhaflığın vuku bulmaması da imkânsız olur. Mesela yoksulluğun tavan yaptığı dönemde bir kadın işçi iğle dakikada en fazla beş ilmek atabiliyor. Ancak bazı değirmi dokuma tezgâhları ise bir dakikada otuz bin ilmek atıyor. Bu durumda makinenin her bir dakikası, kadın işçinin yüz saatlik çalışmasına denk oluyor. Ya da diğer şekilde kadın işçinin on gün boyunca dinlenmesine olanak sağlıyor. Sizce seçenek ilki mi, ikincisi mi? Elbette ilki. Makinelerin bu amansız gelişmişliği, patronların kadın işçilerden de aynısını beklemesini sağlıyor: Makineyle yarışırcasına güç sarf etmek, dinlenme süresinin kısalması ve saçma, insan kıyıcı bir hayat! Lafargue hem toplumdaki bu ucu sınırsız gelir dağılımına hem de yapılan yardımlara amansızca tepki gösterir: “Sosyetik kadınlar, çok acı çektikleri bir hayat yaşıyorlar. Terzi kadınları geceyi gündüze katarak yaptıkları o perilere yaraşır tuvaletleri deneyip haklarında konuşmak için, sabahtan akşama dek, bir kıyafetten diğerine mekik dokuyorlar. Saatler boyunca, saçlarını enselerinde toplayıp topuz yaptırma konusundaki coşkun duygularını her ne pahasına olursa olsun kendilerini mutlu etmeye çalışan saç ustalarına teslim eden boş kafalı kadınlar. Korselerinin içinde sıkışıp kalmış, ayakkabıları içinde ayakları büzülmüş, bir itfaiyecinin yüzünü kızartacak derece dekolteleriyle, yoksullar için birkaç kuruş yardım toplayacağız diye, geceler boyu balolarda fırıldak gibi dönüp duruyorlar. Sevsinler sizin yüce ruhunuzu!

1865’te Marx’la tanıştıktan sonra Lafargue’nin üzerindeki Pierre-Joseph Proudhon etkisi azalır. Marx, bu azalmayı ve Lafargue’nin zekâsını iyice anlayınca kızı Laura ile onu evlendirir. Artık Lafargue’nin mücadelesini verdiği “tembellik hakkı”na eşi ve Marx’ın etkisinde kalan tüm fikirdaşları da katılır. Ayrıca Marksist hareket içinde bir militan olarak görev alır ve Marx ile Engels’in düşüncelerini savunur, yaymak için çabalar, hatta her ikisinin de yapıtlarının çevirilerini yapar. Üzerlerine kitaplar yazar. 69 yaşına geldiğinde Lafargue artık işe yaramayacak ölçüde yaşlandığını düşünür. Eşini de buna ikna ettikten sonra ikisi de birlikte intihar ederler. İntihar mektubunda Lafargue, neden buna karar verdiğini kısaca şöyle açıklamıştır: “Bedence ve ruhça sapasağlamken, yaşama zevki ve sevinçlerini birer birer elimden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum. Yıllardır yetmiş yaşımı aşmamaya söz verdim kendi kendime. Yaşamdan ayrılmanın yılı olarak bu dönemi seçtim ve kararımı uygulama yolunu tasarladım: Deri altına siyanür enjekte etmek. 45 yıldan beri kendimi adadığım davanın, yakın bir gelecekte başarıya ulaşacağından emin olmanın büyük sevinciyle ölüyorum.

Acaba Lafargue, tembellik hakkı davasında yaptığı çalışmalarda Brezilyalı kabilelerin etkisinde mi kalmıştır? Çünkü bu yerli kabileler, kendi sakat ve yaşlı insanlarını öldürerek; artık savaşlar, şölenler ve danslarla, tadını çıkaramayacakları yaşamlarına son vererek onlara dostluklarını ifade ederler. Sadece Brezilyalı kabileler değil, birçok yerli ilkel halk bunu uygular. Hazar Denizi’nin Massagetesleri, Almanya’nın Wensleri ve Galya’nın Keltleri gibi.

Hatta Lafargue bu konuda yaptığı araştırmasını şöyle bitirmiştir: “Günümüz modern emekçi sınıfı öylesine yozlaşmış ki, fabrikalarda çalışmanın korkunç acılarına metanetle katlanabiliyor!

3 Aralık 1911’deki Paul ve Laura Lafargue’nin cenaze töreninde Lenin, söylevini şöyle bitirir: “Avrupa’da, sözde barışçıların, burjuva parlamentarizminin egemen olduğu bir dönemin artık sonunun geldiğinin sinyalleri gitgide çoğalıyor. Emekçi sınıfın devrimci savaşçılarının görevi boyun eğmek olacağı dönem, Marksizm’in düşüncelerinin ruhunda yetiştirildi ve örgütlendi; burjuva sınıfının egemenliği çökertilecek ve Komünist düzen kurulacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf