Tarık Tufan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarık Tufan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2023 Salı

Saplantılı bir aşkın psikolojik ve edebi çözümlemesi

Dünyanın sadece alınıp satılabilen ‘şeyler’ üzerinden değerlendirildiği, görünmeyenlerin yok bilindiği, hissetmenin ve bir duyguya sahip olmanın zayıflık sayıldığı bu dönemde, yeniden insan olduğumuzu ve bir kalbe sahip olduğumuzu hatırlamaya fazlasıyla ihtiyaç duyuyoruz. Bu ihtiyaç doğrultusunda da romanların, şiirlerin, filmlerin, müziklerin peşinden gidip bizi bize hatırlatacak bir yansıma arıyoruz. Hissettiklerimizi, akşamları bir başımıza tekli koltukta otururken düşündüklerimizi, sık sık iç çekişlerimizi, bazen karanlık bazen aydınlık duygularımızı bize anlatacak bir yansıma. Çünkü anlamak ve anlaşılmak istiyoruz, “Bak, onun da başına gelmiş, o da bunları hissetmiş, demek ki dünyada yalnız değilim” diyerek kendimize dünya yorgunu bir arkadaş, yoldaş arıyoruz.

Çağdaş Türk edebiyatında insana ait duyguları sarsıcı bir biçimde tahlil eden, ruhu tanıyan, şehrin tüm katmanlarından haberdar olan ve gerçekçi gözlemlerle insanı insana anlatan isimlerden Tarık Tufan’ın son romanı Âşıklara Yer Yok bizlere sahici bir yoldaşlık teklif ediyor. Bu yolculukta çoğu zaman ruhumuzu bir aynanın karşısında buluyoruz; kendimize bile itiraf edemediğimiz duygular, yaşadığımız travmalar, bağlılıklarımız, bağımlılıklarımız, bizi dümdüz eden aşklarımız, partner seçimlerimizi şekillendiren ebeveyn davranışları ve insana ait türlü zaaflar, güzellikler. Âşıklara Yer Yok bütünüyle insanı kapsayan, olay örgüsü ve karakter tahlilleriyle bizi içinde bulunduğumuz andan sıyıran ve okurda tekrar okumalıyım hissiyatı uyandıran bir eser. Bunlara ek olarak Tarık Tufan’ın dil inşasında gösterdiği titizlik ve özeni de unutmamak gerekiyor. Okuyucuyu yormadan, olay örgüsünde dikkati canlı bir biçimde tutan, detayları ustalıkla işleyen ve orada boğulmayan, dilin imkânlarını sadece anlatmak için değil, anlatıyı yaşatmak için kullanan usta romancı bu yönüyle geniş bir okur kitlesine sahip oluyor.

Kitap ilk bakışta bir aşk hikâyesini anlatıyor gibi görünse de, hikâyenin köklerine doğru indiğimizde gördüğümüz şey çocukluk çağı yaşantılarımızın ruh ve anlam dünyamızı nasıl şekillendirdiği ve de bugünkü ilişkilerimize nasıl yön verebileceği oluyor. Burada altını çizmemiz gereken bir husus var; günümüzde birçok roman, karakterlerin ruh hallerini tahlil etmek ve burada okurla bir bağ kurmak üzerine inşa edilir fakat bu inşa göstere göstere ya da acemice yapıldığında tüm güzellik kaybolur. Tarık Tufan’ı farklı kılan ise bu tahlilleri yetkinlikle yapması ve bizi o karakterlerin ruh dünyalarına doğru bir maceraya çıkartması oluyor. Kitap boyunca bu hissiyat hiç kaybolmadı; eylemlerin ve söylemlerin aslında neden kaynaklandığını, karakterlerin kişilik inşa süreçlerini bizlere acele etmeden gösterdi.

Orhan ve Firdevs’in birbirleriyle kurduğu problemli ve bir o kadar da gerçekçi aşk hikâyesine davet ediyor bizi kitap. Ana karakter Orhan bir sempozyumda Firdevs’le tanışır ve bir anda tutkuyla o güçlü karaktere yani Firdevs’e bağlanır. Ardından ona ulaşmak için dürtüsel ve primitif hamleler yapar. Firdevs, Orhan’ı görür, yaklaşır ve uzaklaşır, yaklaşır ve uzaklaşır. Bu gitgellerin ve bağlanamamanın sebepleri kitabın ilerleyen sayfalarında keşfedilmeyi bekler. Sanırım bu kitapta beni etkileyen şeylerden birisi de bu keşif duygusu oldu.

Orhan kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, kendisiyle, geçmişiyle ve bugünüyle kavgası hiç bitmeyen bir akademisyen. Üniversitede asistanlığa kabul edilir edilmez Cankurtaran’daki baba evinden, hikâyesinin başladığı mahalleden ayrılır. Orhan bu telaşlı ayrılışı tez yazmak, kendisini meşgul eden arkadaşlar ve eğlence ortamları gibi şeylere bağlasa da, temelde arzuladığı şey kendi kimliğini ortaya koymak ve ailesiyle kurduğu problemli bağları kopartmak. Fakat bu durum çok uzun sürmüyor ve Orhan babasının kaybıyla beraber başladığı yere, Cankurtaran’daki eve, annesinin yanına geri dönüyor. Bazı evler ve bazı muhitler sahiden de insanın kaderi oluyor ve insan kaderinden bir türlü kaçamıyor.

Bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Bunu nereden bildiğimi sormayın ama bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Dünyadan elini eteğini çeker, yaşam hevesini, neşesini kaybeder ve kendi içine gömülüp dünyadaki günleri tamamlamaya çalışır. Orhan o eski evde annesinin çöküşünü izlerken bir yandan da hayatının en ağır ithamlarından biriyle yaşar. Anneye göre baba Necdet Bey, Orhan yüzünden ölmüştü ve bunu açık açık söylüyordu: “Baban senin yüzünden öldü!” Bir oğul için taşıması en ağır yük budur belki de. Babasının sözünü dinlemeyen, onun boyunduruğundan kurtulmak için çabalayan, bir türlü ailesini memnun edemeyen Orhan babasının kalp krizinden ölümüne sorumlu tutuluyordu ve şöyle diyordu Orhan: “O paslı bıçak, gece gündüz benim de yüreğime tekrar tekrar saplanıyor. Bu acıyı biteviye yaşamak ve böylece kendimi sonsuz döngüde cezalandırmak için ölüp ölüp yeniden diriliyorum. Babam benim yüzümden mi öldü?

Baba Necdet Bey otoriter bir figür. Her koşulda ailesine ve çevresine destek olmak için elinden geleni fazlasıyla yapan biri ama bunun karşılığında da Necdet Bey için tam teslimiyet, çocuklarının söz dinlemesi, kendi yönlendirmeleriyle hareket etmesi ve boyun eğmesi olmazsa olmazdı. Nitekim kendisi de babasından böyle görmüştü ve kendi evlatlarının da böyle yetişmesini istemişti. Orhan’ın ağabeyi, Necdet Bey’in istediği gibi bir evlattı; babasının sözünü dinleyen, ailesine bağlı ve çizilen istikamet doğrultusunda ilerleyen bir çocuktu. Fakat Orhan sürekli hatalar yapan, üzerinde kurulan tahakküme pasif-agresif bir şekilde direnen, ailesi tarafından hayal kırıklığı olarak adlandırılan biri olarak karşımıza çıkıyor. Ve hem annesi hem de babası tarafından sürekli olarak yetersiz hissettirilen, yetersizlik ve değersizlik şemaları kolayca tetiklenip aktif hale gelen Orhan kitap boyunca bu duygularla baş etmeye çalışıyor. Tarık Tufan bu şemaları doğrudan önümüze koymadan kitap boyunca bir iz sürmemizi istemiş ve bunda da son derece başarılı olmuş.

Terapi odası dışında insanlarla etkileşim halindeyken mesleki olarak düşünmemeye gayret gösteriyorum fakat romanlarda bunu çok başaramıyorum; karakterin kişilik özelliklerine dair çıkarımları bir şekilde yapıyorum. Âşıklara Yer Yok’taki karakter kurgusunun güçlü olması sebebiyle bu çıkarımları yapmak benim için oldukça keyifli oldu. Babasının baskısıyla sürekli olarak ezilen, abisiyle kıyaslanıp eleştirilen, babası öldükten sonra bile annesi tarafından yetersizlikle itham edilen ana karakterimiz Orhan baba figürüyle her ne kadar çatışıyor gibi görünse de, aslında yine babanın boyunduruğu altındadır ve tüm dönüşleri onadır.

Bağımlı kişilik bozukluğunda kişi genellikle bir ötekinin varlığına, bakımına muhtaçtır. Yaşamlarını başkalarının ellerine teslim ederler ve partnerlerine sıkı sıkıya bağlanıp onları bu davranışlarıyla kendinden uzaklaştırıp terk edilirler. Bu olasılığa karşı tedbir olarak partnerlerinin arzularına hemencecik boyun eğer ve onları memnun etmek için tüm güçleriyle uğraşırlar. İlişkileri sona erdiğinde özgüvenleri yerle bir olur. Destek ve bağdan mahrum kalınca içe kapanır, giderek daha gergin ve umutsuz hale gelirler. Orhan’ın Firdevs karşısındaki çaresizliği, bile bile yaptığı akıl almaz fedakârlıklar, kendisine gösterilen kötü muameleye boyun eğmesi ve ayrılık zamanlarında göstermiş olduğu aşırı duygusal tepkiler bu durumun en net örneği. İş arkadaşı Kenan’la yaptığı telefon görüşmesinden sonra şöyle söylüyor Orhan:

Bazı insanlar farkında olmadan çıkışsızlığa, karamsarlığa müptela oluyorlar ve karanlıkta saklanıyorlar. Kalan son güçlerini o karanlık sığınakta tüketiyorlar ve birileri oradan çekip çıkartmak için ellerini uzattıklarında adım atacak mecalleri kalmıyor. Utanarak söylüyorum ki ben o insanlardan biriydim; korkaklığım yüzünden çaresizliğe bağımlı oldum.

Bağımlılar kendileri için inisiyatif almayı neredeyse imkânsız bulurlar, bunun yerine özgüvenli ve güçlü gördükleri kişilerin peşine takılıp onlardan bir kurtuluş yolu beklerler. Kendi kimliklerini başkalarınınkilerle birleştirme eğilimindedirler, karşılıksız sevgi gösterme kapasiteleri muazzamdır. Yalnız kalmaktan nefret ederler, kimlikleri sevdikleri insanların kimlikleriyle iç içe geçmiş olduğundan ayrılık düşüncesi onlar için ölüm gibidir, ilişkiyi kaybettiklerinde kendilerini kaybetmiş gibi olurlar. Orhan’ın güçlü ve üstün gördüğü Firdevs’e duyduğu hayranlık, Firdevs’in kendisini terk ettiği dönemlerde zihninde canlanan olumsuz düşünceler, intihar fikri, yalnız kalmaya ve reddedilmeye gösterdiği aşırı tepkiler onun en karakteristik özellikleri olarak karşımıza çıkıyor. Kafa dinlemek için gittiği Saklıkuyu’da karşılaştığı Defne isimli karaktere bir anda yaklaşması, duygusal olarak etkilenmesi ve Firdevs yerine Defne’yi koyabileceğini düşünmesi de aslında tesadüfi bir durum değil. Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı DSM’nin 5. versiyonunda bağımlı kişilik bozukluğunun 7. maddesi şöyledir: Yakın bir ilişkisi sonlandığında, bakım ve destek kaynağı olarak derhal başka ilişki arayışına girmek.

Orhan, Firdevs’e aşkını ilan ettikten sonra ikili arasında sağlıksız bir ilişki gelişir. Firdevs, Orhan’ın aşkına karşılık vermez ama başı her sıkıştığında Orhan’ın yanına gelir ve sonra onu yeniden terk edip kayıplara karışır; bu durum böyle devam edip gider. Firdevs, Orhan’a birbirlerine çok benzediklerini söyler; bu doğru bir söylemdir aslında, çünkü Firdevs’te de bağımlı kişilik örüntüsü görünür. Buna ek olarak sınırda (borderline) kişilik bozukluğu da Firdevs’in mustarip olduğu bir durumdur. Sınırda kişilik bozukluğunun bir alt türü olan yılgın sınırda kişilikte kişi sadece bir veya iki kişiye biat ederek bağlanma stratejisi izler. Yalnızca bir kişiye sırtlarını dayayan yılgın sınırda kişilikler tüm yumurtalarını aynı sepete koymuş gibilerdir. Hayatta tutunacak tek dallarının her an tehdit altında olduğuna inandıklarından, dünyalarına daima dengesizlik hâkimdir. Haliyle, güvenlik hissedemeyişleri ve çaresizlikleri zihinlerini hep meşgul eder. İlgi ve sevgiye ihtiyaç duydukları halde öngörülemez biçimde zıtlaşmaya meyilli, manipülatif ve değişkenlerdir (Firdevs’in her yara aldıktan sonra Orhan’ın kapısını çalması ve ardından terk etmesi). Dürtü kontrolleri yoktur, çocuksu davranışlar sergilerler. Dengesiz duygudurum düzeyini dışsal gerçeklikle uyumlu hale getirmeyi başaramazlar; normallik, depresyon, heyecan arasında belirgin geçişleri olur veya arasına uygunsuz, yoğun öfke ya da kısa süreli kaygı veya öfori dönemleri serpiştirilmiş, keyifsiz ve kayıtsız dönemler yaşarlar.

Firdevs de Orhan gibi yaralı bir çocuktur aslında. Kumarbaz, borç batağına saplanmış, ilgisiz, korkak ve sorumsuz bir baba. Zayıf ve beceriksiz babasından tiksinen Firdevs babasına hiç benzemeyen Fırat isimli birine fena halde âşıktır. Fırat kaba, sert, heybetli, kavgacı ve serseri bir tiptir; her anlamda Firdevs’i kullanır, istismar eder, peşinden koşturur, ağlatır. Orhan’a Fırat’ı anlatırken şöyle der Firdevs: “Fırat’ın hayatımda önemli bir yeri var. Aslında merhametli bir adamdır, beni sürekli gözetir, kollar. Son zamanlarda çok değişti. Bana zarar verdiğinin farkındayım ama ondan ayrılmayı başaramıyorum.” Evet, Firdevs Fırat’tan ayrılamıyordu, çünkü Fırat’ta babasından görmediği ilgiyi ve gücü görmüştü. Fırat onu tüm dünyaya karşı koruyabilirdi, babası gibi ortada bırakmazdı. Ve Firdevs kendisini deliler gibi seven Orhan yerine Fırat’ı tercih ediyordu, çünkü Fırat da aslında babası gibi zayıf ve korkaktı. Nitekim Fırat Orhan’la karşılaştığında düşündüğü ilk şey onunla nasıl baş edebileceği olmuş ve yoğun bir şekilde yetersizlik hissetmişti. Firdevs’in kaçtığı şey de tam olarak buydu.

Her iki karakter de saplandıkları aşk bataklığının farkındaydı ama bir türlü kurtulamıyorlardı. “Bu bekleyişin ne kadar hastalıklı olduğunun farkındaydım, her sabah uyandığımda ilk iş olarak bundan vazgeçmek için kararlar alıyor, fakat akşam olduğunda tutkumun karşısında zayıf düştüğümden kendimi yeniden Firdevs’in gelmesini arzularken buluyordum” diyor Orhan ve çaresizce devam ediyor: “Bunu bilerek mi yapıyordu? Umut etme sınırını geçtiğim ilk anda yeniden karşıma çıkıp her şeyi tersyüz etmesinin nasıl bir açıklaması olabilirdi? Benden uzaklaşacağı korkusuyla hesap sormaktan kaçınıyordum, delice sorgulamalarım onunla yüz yüze geldiğim anda bitiyordu, bir ay boyunca neden bir daha gelmediğini, bırak gelmeyi bir kez olsun neden aramadığını sormuyordum bile, hiçbir şey yokmuş̧ gibi yüzündeki cezbedici gülümsemeyle ansızın ortaya çıkıveriyordu.” Çünkü Firdevs’e duygusal olarak muhtaçtı ve ne yaparsa yapsın ondan vazgeçemiyordu.

Firdevs’in durumu da aslında Orhan’dan farksız değildi ve Firdevs de büyük bir çaresizlikle babasının açtığı yaraları kapatmaya çalışıyordu: “Keşke senin sandığın kadar güçlü bir kadın olabilseydim Orhan. Maalesef değilim, o kadar zayıf ve o kadar kırılgan hissediyorum ki, sana anlatamam. Üstelik kendime bile itiraf edemediğim bu zayıflıktan dolayı artık utanç̧ içindeyim. Kendimi soktuğum durumlara bak! Acınacak bir halde sevgi dileniyorum, yakınlık dileniyorum, birilerinin pesinden koşuyorum, gerçekten sevilebilmek için neredeyse yalvaracak hale geliyorum.

Aşk dediğimiz olgu ziyadesiyle karışık ama sanki temelde şöyle işliyormuş gibi geliyor bana: Âşık olduğumuz zaman bizdeki libidinal enerjiyi yani yaşamsal enerjimizi karşı tarafa aktarmaya başlıyoruz ve karşıdan bize yansıyan görüntüye tutkuyla bağlanıyoruz. Karşı taraf bu ilişki ve bağı kopartıp gittiğinde onda bize ait bir parça kalır, hayatımızı sürdürmek için ihtiyacımız olan o enerji artık ondadır ve o bir daha geriye dönmemek üzere gitmiştir. Firdevs ve Orhan hayatlarındaki bu kopuşlardan fazlasıyla etkilenip tepki gösterirler, çünkü sahip oldukları kişilik örüntüleri ayrılmaya ve yalnız kalmaya müsait değildir. Hem Firdevs hem de Orhan bu bağımlı ilişkilerden kurtulmak isteseler de başarılı olamazlar, çünkü bağlandıkları profiller kendi eksikliklerini kapatan ve hastalıklı bir biçimde kendilerine iyi geleceklerini düşündükleri tiplerdir.

Âşıklara Yer Yok, üzerinde uzun uzun konuşulacak, çok katmanlı bir kitap. Orhan’ın Saklıköy’deki günleri ve Vedia Sultan Bimarhanesi tuhaf bir ürperti oluşturuyor okurda. Sanırım bu noktada Tarık Tufan’ın sinemaya olan hâkimiyeti devreye giriyor ve zihinsel bir yolculukla bulunduğumuz mekândan kelimelerin gücüyle bizi soyutluyor. Saklıköy’deki Defne, Berna, Ahmet Hilmi Bey gibi karakterlerin hayat yolculuklarını, onları ve Orhan’ı bir araya getiren kader çizgilerini izlemek büyük bir heyecandı.

Tarık Tufan’ın insana yakından bakan ve onu anlayan son kitabı Âşıklara Yer Yok için gönül rahatlığıyla uzunca bir süredir okuduğum en iyi yerli roman diyebilirim. Aşkı anlamak, aşkın psikopatolojik kökenlerini görmek ve hissetmek için tavsiyemdir.

Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur

24 Kasım 2021 Çarşamba

Zamanı geldiğinde herkes gider

İnsanın kendi olabilmesi için en fazla, en şiddetli, belki en kanlı savaşı yine kendisiyle vermesi gerekiyor. Mağlubu ve galibi aynı olan bir savaş bu. Çünkü iç savaşlar evvela bir ülkenin kendi kendisini yemesine sebep olur. İnsan da bir ülkedir. Bedeniyle, ruhuyla, kalbiyle, nefsiyle, duygularıyla ve düşünceleriyle, hatta davranışlarıyla; şehirler, köyler, kasabalar, yıkık binalar, terk edilmiş apartmanlar, kapısına kilit vurulmuş dergâhlar, ebediyen susmuş mezarlıklar ve kimsenin geçmediği köprüler, hiç kimsenin bilmediği yollar gibidir insan.

Madem insan bir ülkedir; onun ne barbarı biter ne işgalcisi. Ne casusu biter ne yağmacısı. Ne Mukadderat muharebeyle işler insan denen ülkede. Eğer şirket olsaydı insan, muharebeler değil muhasebeler karar verirdi gidişata. Oysa insan bir ülkedir ve en mahrem bilgileri vicdan denen her yanı mayınlı çekmecede saklıdır. İnsanın stratejisini aklı, hassasiyetlerini ise ahlakı belirler. Ahlak nedir? İnsanın kendisini, kendi hikâyesine inandırdığı bir bozgun. Kuyunun en altındaki merdiven. Göğe dizili bulutlar. Toprakla hemhal çiçekler. Eşyanın tabiatı insanın fıtratına mündemiçtir. Tabiat, fıtrat ve hakikat varlığı öylesine sarmalar ki insanın varoluşsal boşluğu düşmesi çoğu zaman bu sarmalın büyüsündendir. Sarsıldıkça temelleri güçlenen insan, kalbindeki ve ruhundaki tahribatın şiddetini ancak yalnızlığıyla ölçebilir, ne kadar yalnız kaldığıyla. Dil bunun için kutsaldır. Hiçbir şeyin anlatılamaz olamayacağına dair bir delildir dil. İnsanın kendi hikâyesine bir baş ve bir son yazarken, ortasındaki cebelleşmeyi bir arayış olarak biçimlendirir. Her anlatış, bir önceki anlatıştan farklıdır. Bu sebeple hatırlamak bir yanılgı, düşlemek kusursuz bir intihardır. İntihar ise şairin dediği gibi, geride kalanlara yönelik bir suçlamadır. İnsan her hayal kurduğunda ve her gördüğü düşte, mekânı ve zamanı olmayan bir iklime düşer. Karanlığın coğrafyası. Zarif yenilgilerin. İntihar edenlerin ilk seçeneği, arayışlarında elde edemedikleri varoluşsal yükselişe itiraz olarak yok edici bir düşüştür. Düşmek, hicrandır.

Tarık Tufan’ın yeni romanı Geç Kalan da işte bu hicranın, geç kalmanın, geriye bakmanın, en önce ve daima kendini suçlamanın, ruhsal arbedelerin, sis dağıldıktan sonra ortaya çıkan dehşetin, büyülü karamsarlığın ve imkânsız umudun romanı. İnsanın içinde yer eden, unutulmaz, onulmaz, dinmez acı denir hicran için, ayrılık acısı denir kısaca. Acaba kimden ayrılmanın? İnsan başkasından ayrılırken, kendinden de ayrılmış olamaz mı? O zamanki kendinden, o zamanki hâlinden ve duygularından? Hicran gelir ve insan denen ülkeyi yıkıp döker: “Hikâyenin başını ve sonunu kaybettin, hikâyene inancını yitirmenin ilk adımı bu; biraz zaman geçince izbe bir boşluğun içinde budalaca dolanıp duracaksın. İnsanın başına gelen en büyük musibet, kendi hikâyesine inancını yitirmesidir, zamanla öğrendin; uzaklara bakar gibi bakacaksın kendi yüzüne, çürümüş bir cesedin kokusundan uzaklaşmak ister gibi kaçacaksın kendi teninden, gelişigüzel mazeretler ayıplarını örtmeye kâfi gelmeyecek. Hicran yüreğine yerleşti bir kere.

Kendine başkalarının gözüyle bakabilen insanın, sefaletle burun buruna yaşayacağını anlatıyor Geç Kalan. Öte yandan; bir yazarın, başkalarının hayatına dokunmasının ne büyük bir sorumluluk olduğunu da yer yer okuyucuya gösteriyor. Bu aynı zamanda yazarla okur arasındaki bir duygusal antrenman. Sırtından yağlı boyaya yapışmış hareketsiz duran böceğe benzediğini düşünürken hikâyenin kahramanı, okur kendi hâline şükredebilir ve hatta kıvrak bir tebessümle o acılı paragrafı sonlandırabilir. Schadenfreude. Tarık Tufan’ın mahareti ise tam burada ortaya çıkıyor. O, kelimelerin hem şifa verdiğini hem de yeni yaralar açtığını gösteriyor anlatımında. Türkülere, sırlı dualara, kestane balına, zerdeçala, Âyetü’l-kürsî’ye, kekik suyuna aynı anda inanmanın, ancak insan denen ülkeye yakışacağını ortaya koyuyor.

Başkalarının acılarını anlamak mümkün değildir, öldükleri anlaşılır başkalarının. Bu yüzden ölüm en kolay anlaşılır bir şeydir. Esas mesele, ölümü kabullenmektir. Tıpkı ölüm gibi, kabullenilmeyen her şey insanın kaderinde bir döngü haline geliverir: “Hayatı parçalanan insanın asıl sancısı aklının, ruhunun ve kalbinin ayrı ayrı yerlere düşmesidir. İçindeki bölünmenin dayanılmaz ağrıları; içsel sürgün, sonsuz mahkûmiyet, en derin ayrılık hasreti. Ölmek, dirilmek, yeniden ölmek, dirilmek ve böylece uzayıp giden, her seferinde acıyı daha derinlere saplayan kederli döngü.

Canı yandığında, canının olduğu yeri çağırır insan. Delilerin boşluğu, şairlerin ilhamı, dervişlerin Allah’ı ve her âşığın yârini çağırması bundan. Canı yanan, canını zikreder ki yeniden can bulsun. Peki geride kalan, ölüme geç kalan, henüz hayatta olan biri, gideni nasıl çağırır? Tarık Tufan, bir çağrının hikâyesini, Firuzan’ın gölgesini, aşkın sınırsızlığını ve sonsuzluğunu hırpalıyor sayfalar boyunca. Asıl meselenin gözleri ve sözleri değil, karşılıklı biçimde özleri teslim etmek olduğunu, özgürce ve korkusuzca sevmenin büyük bedeller istediğini, esas aşkın mağlubiyetlerle örüldüğünü, Türkçenin tüm lezzetiyle okuyucuya sunuyor. Her âşığın çıkmazlarında kuvvet yahut yakıt olarak bir köşede duran türkülere, şarkılara, apartmanlara, filmlere, kitaplara, öfkelere, küsmelere ve ölüm selam duruyor. Belki de bizleri, yaşamın büyüsünü kaybettiğini düşündüğümüz anlarda aşkı hatırlayacağımız bir saygı duruşuna davet ediyor. Ölümlü olan insandan ölümsüz olan aşka, mümkün saygıların en güçlüsüne. Kendi kendine ama bütün kâinata savrulan bir sitem gibi: “Ölümsüzlüğe inanıyordunuz. Ölümsüzlüğe, berbat filmlere, işkembe çorbasına, taze zencefile, büyük sözlüklere ve kadere. Ölümsüzlüğe ve kadere aynı anda inanmanın kirli, kusurlu, kabahatli kumaşlarından, muteber hakikat hırkası dikiyordunuz kendinize. Dergâhtan kovulmuş dervişler. Arın, namusun kırık şişesi. Eşikte kalmış melamet. Kovulmanın yüz kızartıcı sancısı. Sırrı dökülmüş ayna.

Çığlıkların, yakarışların, ağlayışların, ağız dolusu gülemeyişlerin, iç çekişlerin, kısa ama sürekli sessizliklerin, bir ayağı kısa masa gibi güçsüz duruşların, bir el dahi sallayamayışların, son bir kez seni seviyorum diyemeyişlerin romanı Geç Kalan. Bir kuyu açmayı hüner bilen insanın, kendi içindeki kuyuyla -tek bir kuyu mu vardır insanın içinde?- bir türlü buluşamamasının, buluşup da su çekememesinin, su çekip de kana kana içememesinin romanı. Yarım kalmanın ve asla tamamlanmayacak olmanın bir vasiyetnamesi: “Allah sana merhamet etti, nefes verdi, aşk verdi, kelimeler verdi. Kıymetini bilemedin. Ne arıyorsun? Şimdi bir mağara bul kendine. Şimdi kendine üç yüz yıllık bir uyku bul. Besili bir buzağı bul ve kurban et. Ortasından yürüyerek geçebileceğin bir deniz. Göğe tırmanacak bir çarmıh. Karnına gizlenebileceğin bir balık. Sığınacak bir gemi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı 10 Kasım 2021'de edebiyathaber'de yayınlanmıştır.

20 Kasım 2020 Cuma

Kendini bulma çağında kaybolan olmak

"Anlaşılmak mı istiyorsun? Bize de tek bu gerek zaten! Kendini anla, o zaman yeterince anlaşılmış olursun. O iş seni yeterince oyalar."
- Carl Gustav Jung, Kırmızı Kitap

"Kendini tanımak 'dıştan içe' sessiz bir yolculuktur, anlatılması ve paylaşılması zor, bazen sadece kokusu alınabilir."
- Engin Geçtan, Zamane

Aile sorunlarını ele alan diziler bir döneme damgasını vurmuş, unutulmaz olmuştu. Sosyal medyada hâlâ bu dizilere atıf yapıldığı ve özleyenlerin hayli yoğun olduğu görülebiliyor. Son birkaç senedir meseleler iyice çetrefilleşti, kalabalığın için yalnız olduğu 'keşfedilen' insanın aynı zamanda kendini de tanımadığı, her geçen gün kendinden uzaklaştığı söylenir oldu. Bu dönemde kişisel gelişimden psikolojiye, felsefeden tarihe dek hep insan üzerine gidiliyor. İnsan kimdir? Onu anlamak mümkün müdür? O başkasını ne kadar anlıyor? Neden susuyoruz? Neden her şeyi içimize atıyoruz? Kendini anlamak, kendini bilmek, kendini tanımak... Bilhassa şu sıralar ekranlardan üzerimize adeta psikologlar fırlatılıyor. Birileri bizi terapiye zorluyor. Diğer yandan türlü cins yaşam koçu da atölyelere davet ediyor: önce nefes kontrolünü sağlayacaksın, sonra kendini yeniden keşfedeceksin. Tuhaf bir döngünün içindeyiz ve kabul edelim: kaybolduk.

Kaybolan, oldukça sarsıcı biçimde açılıyor. Mecidiyeköy'deki tipik plazalardan birinde olduğumuzu düşünelim. Doğum günümüz. Arkadaşlarımız pasta almış, türlü hazırlıklar yapmış. Pastanın önüne yaklaşıyoruz tebrikleri kabul ederek, belki bir de dileğimiz vardı stokta, tam üfleyeceğiz mumları ki hakikat bize doğum günü pastasının üzerindeki mumlarla selam çakıyor: adımız yanlış yazılmış, daha doğrusu yazdırılmış. Nasıl bir hayatı yaşıyoruz biz böyle? Bu adımızı bilmekten aciz insanlar mı bizim arkadaşımız? İlerlediğini sandığımız bu gemi, kocaman bir sahtelik bataklığının ortasına mı gömülü? Derken insan, yaşadığı hayatla olan uyumunu, daha doğrusu uyumsuzluğunu fark ediyor ve o korkunç soruyla baş başa kalıyor: meğer ben kendimi kaybetmişim, bunu nasıl fark etmemişim?

Meseleyi -daima ve illa- Jung'tan alacak olursam, insan soğan gibidir. Kabuklarını soya soya özüne ulaşmaya çalışır. Kendini gerçekleştiren insan denen kavram, özüne ulaşmış, yani kendini tanımış kimseler için söylenmiştir. Romanın 'kaybolan'ı Hakan elbette bir günde farkına varmıyor her şeyin. O da soğan kabuklarını soymuş zaman zaman. Sonra bıkmış ve bırakmış. Hâliyle sorunlarla çözümler arasındaki mesafe ürkütücü bir boyuta ulaşmış. Hakan hem kendi ilişkilerinde hem de çevresindeki insanların ilişkileri içinde çeşitli yüzleşmeler yaşayıp bazen farkında olarak, bazen de yorgun bir bilinçle açılıyor. Önce bedeni, sonra ruhu açılıyor. Doğrudan kişiler değil, ilişkiler onu çıkarıyor boşluktan. Çok büyük bir yıkımdan -gerçek manada- kuvvetlenerek sağ çıkmış Sonay, sorunları görme yetkinliğiyle çoğu zaman "Bir kere de sen adım at. Dokuz kere ben adım atayım tamam ama bir kere de sen at ki, onuncusu için ben de güç bulayım" demek zorunda kalan Yıldız ve hem her ikisiyle hem de ikisinin dışında akan hayatla yüzleşmek için daima ringde dövüşen, oysa mola isteyecek kadar bile gücü kalmayan Hakan: üçü de kaotik bir üçgeni çağrıştırıyor bize. Hepimizin yaşamında oluşabilecek bir üçgen bu. Kimileri için kaderin, kimileri için de aile içinde kuşaklar boyu birbirini takip eden travmaların bir oyunu. Ama işte benzer şeylerle karşılaşmak, yaşam coşkusu denen ve her an sönmeye hazır olan o ateşi yeniden harlayabilir: "Kaybolmuş bir insanın, kendisini ancak bir başkasında bulabileceğine bütün kalbimle inandım. Mühim olan o insanı bulabilmek. Aynı kederi paylaştığınız o ruhla karşılaştığınızda, tanıdık bir şeyleri görmek umudunuzu diriltir. Bir mucize kadar hayret verici bir karşılaşma; ortak kederli ruhların birbirini bulması..."

Romandaki karakterlerin yaşam hikayelerini takip ederken, bazen acıların ve sancıların kendi kendilerine yok olup gitme ihtimalleri nedir diye düşünebilir okur. Çünkü zincirleme travmalar ve birbirine benzeyen yıkımlar çoğu zaman insandaki bir şeyleri aşma, bir şeyleri çözme isteğini devre dışı bırakıyor. Motorun su kaynattığı, makinenin infilak ettiği, insanın kafasının attığı anlar vardır. Orada durmak ister insan. Acı gidene kadar da yürümemek ister. Nitekim: "Bazı acılar var ki onlardan kurtulabilmek için insanın çaba sarf etmesi yetmez; unutmaya çalışmak, zamana bırakmak yahut kabullenmek, yüzleşmek, üstüne gitmek beyhude, ne yapsan geçmez. Kurtulmanın tek yolu o acının seni terk etmesini beklemek; bazen insanlar kadar acılar da yorulur ve giderler."

Daha önce gezilmiş, görülmüş, topuklarla tozu alınmış olsa da yeni bir gözle -ruhla- bakıldığında iyi gelen mekânlar ve yollar, şehrin tükenmeye yüz tutmuş son huzur veren noktaları, çorbanın kudretine yeniden inandıran esnaf lokantaları, kimilerinin çocuksuzluktan kimilerinin de yokluktan sığındığı türbeler. İsteyen Şişhane der, isteyen Galata, belki Beyoğlu, hatta İstanbul. Böyledir bizim buralar: "Burası tarihin zihin karmaşası, şehrin delirdiği yer, İstanbul'un sıradışı meydan okuması, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e sirayet eden çılgınlık, akıl tutulmasının sıradanlığa ve alışkanlığa dönüştü meskûn mahal. Sarhoşlarla dervişler, azizelerle orospular, çalgı sesleriyle naralar, parayla iman, şehvetle hikmet; kaos, cinnet ve sığınak."

Tarık Tufan, kitabın sonunda her şeyi bir neticeye kavuşturmamayı tercih ederek önemli bir hatırlatma yapıyor: insanın kendini bulma meselesi bir yolculuktur. Buldum diyen yalan söyler. Çünkü insan kendine varamaz, kendine yaklaşır. Adım adım, bata çıka, düşe kalka. Çoğu zaman tek başına. Dolayısıyla kendini bulma atölyeleri, kendini gerçekleştirme seminerleri olsa olsa birer ağrı kesicidir. Kendini bulmaya ve tanımaya çalışmak son derece ağrı, sancı ve yara verici işlerdir. İnanmayan Çürümenin Kitabı'na yahut Genç Werther'in Acıları'na, hiç olmazsa Gariplerin Kitabı'na ama mutlaka Mantıku't-Tayr'a bakabilir.

Hepimiz öyle veya böyle Kaybolan'ın Hakan'ıyız aslında. Kimimiz yârini kimimiz yerini, bir başkası yolunu öteki yurdunu aramıyor mu? Arıyor. Bir acayip ruh mülteciliği bu. Şunu da unutmamalı: "Herkes hayatında en az bir kere deliriyor, düşüyor, kayboluyor ve hiç kimsenin delirmesi, düşüşü yahut kayboluşu bir başkasınınkine benzemiyor."

Ne tozlu devran ki çırp çırp bitmiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Mayıs 2017 Perşembe

Kış hikâyeleriyle baharı karşılamak ya da "ne çok acı var"

Baharın gelmeye başladığı şu günlerde bir Tarık Tufan kitabı okumak, insanda, hanımeli kokularını içine çekmenin verdiği hissi değil, acı badem yemenin verdiği tadı hissettiriyor. Öylesine acı, sert, insanın ‘genzini yakan’, ağlatan; önce tebessüm ettiren sonra gene ağlatan…

"Beni Onlara Verme," Profil Kitap’tan yayımlanmış Tarık Tufan’ın son kitabı. Yazar, bu kez hikâye türünde okurların karşısına çıkıyor. 245 sayfadan oluşan bu kitap, yazarın en hacimli kitaplarından ve toplam 41 hikâye barındırıyor. Daha önce yazarın herhangi bir kitabını okuyan okurlar bu kitabın da içine hemen girecektir ancak yazarı tanımayanlar (varsa?) ‘ne çok acı var’mış cümlesini kuracaklardır kitabı okuduğu her an. Beni Onlara Verme'nin girizgâhında yazar niye ve ne hakkında yazdığını açıklayarak okuru kitaba hazırlıyor ve okur bu pasajdan sonra Fırtına Cemal’in, Şoför Cesur’un, Hayırsız Yasin’in, 15 Temmuz’da şehit olan Erkan Abi’nin ve daha birçok kişinin o çetrefilli, bazen duygusal, bazen kriminal, çoğu zaman acılı dünyasına adım atıyor: “Kendimi bilmeye başladığım yaşlarda, içinde yaşamak zorunda kaldığım hayatın bende baş edilmesi güç bir nefes darlığı ve kopkoyu bir iç sıkıntısı yarattığını derin bir acıyla fark ettim. Hayatımı her yanından kuşatan gerçekliğin kalın ve aşılmaz duvarlarını güçsüz ellerimle yıkayacağımı zamanla öğrenmiştim. Bu nefes darlığından, bu iç sıkıntısından kurtulabilmek için kendi kendime hikâyeler anlatmaya başladım. Gerçekliği bozarak, ruhumu ayakta tutmaya çalışıyordum. Bu durumla başka türlü yüzleşmeyi göze alacak kadar cesur bir adam olmak isterdim. Mahallemizi, insanları, yaşadıklarımı hayallerimi katarak anlatıyordum. Beni yaralayan ne varsa, anlattıkça anlam ve duygu değişikliğine uğruyordu. Nefes darlığı ve iç sıkıntısı yaratan bir gerçeklik tahammül edilebilir bir hâle dönüşüyordu.

Tarık Tufan’ın, kitaplarında dili kullanma meziyeti bu kitapta da gözümüze çarpıyor. Cümlelerdeki sadelik okumayı kolaylaştırsa da, manada oluşan ağırlık okuru zaman zaman yorabiliyor. Bir de bunlara yazarın yoğun betimlemeleri eklenince okur daha da çok yorulabilir. Fakat başka bir yazarda olumsuz bir özellik oluşturacak bu durum, Tarık Tufan’ın her kitapta tarzı oldu. Yazar bu sayede sözcüklerle, sahneyi okurun gözünün önüne çiziyor ve sinematografik bir anlatım sağlıyor. Kitap, otobiyografik hikâyeleri bol içerse de Tufan bazen kendi bakış açısından, bazen de üçüncü tekil kişi açısından yazılarını oluşturmuş. Ancak her zaman, bazen duygusal olarak çok etkilendiği, bazen onu az etkileyen olayları ve kendisine değip geçen veya kendisini delip geçen olayları anlatmış. İmkansız aşklar, kendi imkansızlığını oluşturan insanlar, İstanbul’un kenar semtinde dünyayı hiç ilgilendirmeyen ama o semtin çocuklarını ta derinden etkileyen yaşamları, aşkları her zamanki gözlem ve yazı gücüyle okura aktarıyor yazar: “Aşık olduğu kadın ölünce, aramızda olduğu halde gerçekte ölmüş olan erkekler vardır; kalbi atar, nefes alır, siz onları hayatta, bir biçimde yaşıyor sanırsınız ama kadın giderken erkeğinin en hayat dolu yanını da alıp gittiğinden birlikte ölmüşlerdir. Aynı tabuta, aynı mezara sığamadıklarından, biri toprakta diğeri aramızda kalmıştır.

Aşk teması etrafında detaylı bir şekilde dolanan yazar, ölüm ve ayrılığı da buna katarak hikâyelerini daha da dramatikleştiriyor. Kitap, sanki bütün imkânsız aşk hikâyelerinin toplamı gibi. Bunlara bir de toplumsal acıları da ekleyen yazar okurların kalbine kalbine vuruyor. Birçok hikayeden sonra, bir diğer hikayeye geçmek için bir süre duraklayacaktır okur: “Ülkenin hangi yanına dokunsak altından ağlayacak bir yara çıkıyor, farkında mısın? Hangi fotoğrafa baksak içimizi sızlatan bir yüz var. Umran’ın fotoğrafını gördün değil mi? İlginç olan nedir biliyor musun? Bakıyoruz ve ölmüyoruz. O fotoğraflara bakıyoruz, Umran’a, Aylan’a, Ceylan’a, Yasin’e bakıyoruz ve hayatta kalmayı başarıyoruz. Yaşamak hırsı, hayata karşı duyduğumuz o sınırsız şehvet, kredi kartlarımız, ev taksitlerimiz, büyük ekran televizyonlar, indirimli alışveriş günleri, erken rezervasyonlar, özlü sözler, ömrümüzce biriktirdiğimiz para puanlar ve uçuş milleri, feysbuk hesaplarımız, vatsap gruplarımız, telefona yüklediğimiz oyunlar ölmemize mani oluyor. O fotoğraflardan birine bakarken ölüversek hiçbir şeyimiz kalmayacak. Bütün ağırlıklardan kurtulacağız. Ölmeden önce bir kere öleceğiz. Risaletpenah Efendimiz’in dudaklarından dökülen o hakikate mazhar olma şerefine ereceğiz ve ölmeden önce öleceğiz. Bir fotoğrafa bakarken. Bir çocuğun yüzüne bakarken. Bir coğrafyaya bakarken. Aynaya bakarken.

Tufan’ın bu kitabında bazı yerlerde özellikle Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzı hissediliyor. Büyük hikâyeciye bir öykünme diyebiliriz bu bölümlere. Üstelik kişilerin tasvirini gerçekleştirirken Kutlu’nun tarzının hissedilmesi kitaba olumsuz bir etki değil, tam tersi artı bir değer katmış.

Öykülerde bazen imgesel ve soyut anlamın görülmesi Tarık Tufan’ın dilini şiirselleştiriyor ve hikâyelerin etki gücünü artırıyor. Bunlara ek olarak toplumsal olayları da öykülerin arasına etkili bir şekilde yerleştirmesiyle yazarın başarısı daha da artırıyor. 90’lı yılların politik düzeninden ipuçları verdiği kısım bunun en önemli kanıtlarındandır: “1990. Eğer bir takım politik tercihler içinde örgütlü bir yaşam sürüyorsanız ya da örgütü filan bırakın mesela dilini, kimliğini yaşamak arzusunda bir Kürtseniz, ne bileyim adamakıllı bir Müslüman olayım deyip dinî inançlarınızı özel veya kamusal alanlarda özgürce yaşamak istiyorsanız, başınızda bir örtü varsa mesela, 90’lı yıllar diye başlayan hikâyeler çok iç açıcı olmaz. Başında veya sonunda, en hafifinden sebepsiz ve uzun süreli bir gözaltı, gözaltında işkence, öyle dövme sövme değil ağır işkence, uzun tutukluluk, hukuksuz hükümler, faili meçhul cinayetler, öyle böyle değil binlerce faili meçhul hikâyenin içine dahil olabilir insan.

Halkın içinden yazdığı hikâyelerdeki aşkı, fakirliği, imkânsızlığı ve acıyı çok iyi bir şekilde okurların kalbine kazıyan yazar, Beni Onlara Verme'de en iyi işlerinden birini çıkarmış.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

7 Nisan 2017 Cuma

Ruhu ağrıyan bir adamın portresi

"Hepimiz bir şey bekleriz. Mesela ben, hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum, bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim, bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti."
- Andrei Tarkovsky

Umutla umutsuzluğun birleştiği anlarda hayat, birçok kez manik-depresif bir hal alabilir. Yaşanan olaylara duygu-durum bozukluğuyla bakmanın zorluğu, tam olarak umutla veya tam olarak umutsuzlukla bakmaktan daha zordur. Her an değişen ruh durumları, insanda mengeneye sıkışmış bir ruh ortaya çıkarır. Ruhsuzluğun getirdiği dinçlik veya hassaslığın getirdiği kırılganlıktan daha zordur bu tür durumları yaşamak. Hayatının büyük bir bölümünü bu şekilde geçiren bir insanın yaşama bakışı, elbette ki böyle olmayan bireylerden farklı olacaktır. İnsanı bu duruma getiren birçok sebep sayılabilir; terk eden bir baba, iki çocuğuyla ne yapacağını bilmeyen ve yüzü bundan sonra çok az gülecek bir anne, mülkiyetin ve eşyanın vermiş olduğu sıkışmışlık hissi, hayatın içinde tüm realistliğiyle duran “gündelik sözlerimiz arasında geçecek kadar kaba” ölüm, bekleyişler, arayışlar arayışlar ama bulamayışlar... Tarık TufanVe sen Kuş Olur Gidersin”de bunların kitabını, hikayesini yazıyor. Temelde olan bir hikaye ve yer yer denemelerle birleştirdiği yazılarıyla bir insanın yaşadığı ‘halleri’, duyguları veya hissizliği kalbinden hissederek kelimeleri sayfalara gönderiyor. Bir Tarık Tufan kitabı okurken gözümün önüne, elinde sigarasıyla uzaklara bakan, aklından bütün yenilgileri atmış ama ruhu ağrıyan bir adamın portresi geliyor. Bütün yenilgileri tatmış, acıları duymuş ama artık köze dönen ruhunun içinde yaşayan bir kaybetmiş (ya da kazanmış).

Ve Sen Kuş Olur Gidersin, Profil Kitap’tan yayımlanan bir roman. Ancak romandan yer yer farklı özellikler de gösterebiliyor. Özellikle başlarda sık sık, sonralarda ise daha az yer almakla beraber bazı bölümler yazarın bakış açısından ve asıl olaydan kopmadan bir deneme gibi sunulmuş okura. 125 sayfadan, 1 önsöz ve 25 bölümden oluşuyor. Okur, okumaya ilk başladığında bir deneme kitabı okuyor sanabilir kendini fakat sonrasında başkarakterin annesinin ölümüyle başlayan asıl olay, roman kısmını bize aktarıyor. 25 bölümün çok büyük kısmı başkarakterin bakış açısından anlatılıyor ancak 17. bölüm karakterin sevdiği kızın bakış açısıyla (Lola); 18. bölüm kardeşinin bakış açısıyla; 19. bölüm babasının bakış açısıyla ve 24. bölüm de kitabın sonlarında yanında işe girdiği kafesçi Muzaffer Amca’nın bakış açısıyla yazılmış. Bu şekildeki anlatım tarzı kitaba bir tempo katmış. Hatta yazar, kitabın ortasından sonra değil de, başlarda da bu yöntemi denese daha iyi olabilirdi. Annesinin bakış açısından da bir bölüm eklenebilirdi. Tarık Tufan, roman türünde yazdığı kitaplarında karakterlerinin psikolojik durumlarını başarılı bir şekilde detaylandıran bir yazar. “Hayal Meyal” kitabında da, “Şanzelize Düğün Salonu”nda da bu durumu görebiliyoruz. Bu kitapta da, babasının evi terk etmesiyle beraber başlayıp, annesinin ölümüyle devam eden süreçte karakterin yaşadığı psikolojik durumu ve yalnızlığı başarılı bir şekilde betimliyor yazar: “İnsanların yüz ifadelerine biraz dikkatli bakınca birçok şeyi gizlemenin, ya da en azından bir şey yokmuş gibi davranmanın zorunlu olduğunu düşündüm. Birçoğu ‘Bu herife nerden yakalandım?’ der gibi bakıyordu. Kimi, sıkılgan bir şekilde etrafına bakmayı tercih ederken kimisi de, ilgili görünmek için ben konuşurken başını sallayıp üzgün bir hal takınıyordu. Hiçbiri de ‘Bunları dinlemeye tahammülüm yok. Başının çaresine bak. Ne halin varsa gör’ türünden şeyler söyleme cesareti gösteremedi. Böyle düşündüklerini adım gibi biliyordum. Neden durup dinliyormuş gibi yapıyorlardı o zaman? Sanırım bana ihtiyaçları vardı o zamanlar. Henüz düşmemiştim ve tutunduğum yerde olmak için sahip olduğum birçok şeyi feda edebilecek insanlar tanıyordum.

Tarık Tufan’ın romanlarında her zaman gözümüze çarpan bir şey vardır: umutsuzluk ve daha da önemlisi bu umutsuzluğun içinde çırpınan bireyler. Mutlu insanlar, işleri yolunda giden karakterler pek bulunmaz yazarın kitaplarında. Arayışlar ve bulamayışlar, insanın içinde kopan fırtınalar, kavuşamamalar her zaman bolca bulunur. İnsanların iki yüzlülüğünü, kokuşmuşluğunu, sahte sevgilerin içinde kendini birilerine beğendirme çabalarındaki insanların zavallılığını, toplumda hiç konuşulmuyor gibi yapılan ama en çok konuşulan konuların insanlara verdiği hazzı yazar sanki otobiyografisini anlatır gibi aktarıyor okura. Bir bilgim yok ama ben bu kitabın tamamen olmasa bile kısmen otobiyografik ögeler barındırdığını düşünüyorum: “Düşüş hikayeleri gizliden gizliye hoşumuza gider. İflas etmiş iş adamları, geneleve düşmüş kadınlar, evden kaçmış gençler, terk edilmiş çocuklar, intihar etmiş adamlar sohbetlerimizin gizli keyifleridir. Herkes bildiği en hazin düşüş öyküsünü anlatmakla geniş sohbet ortamlarında ayrı bir statü elde eder. En acı hikayeyi biliyor olmak ayrıcalığıyla, ufak ayrıntılara girerek anlatır durur. Başkalarının düşüşleri, anlatılması en kolay hikayelerdir nasılsa. Gazeteleri okumaya üçüncü sayfadan başlamayı alışkanlık edinmiş bir toplumun bu gizli zevki, acıları her geçen gün biraz daha sömürüyor, kendileri için eğlenceye dönüştürüyor. Yeter ki başkalarının başından geçmiş olsun. Yeter ki kendi evlerine uğramamış olsun.

İnsan Tamamlanmamış Bir Cümledir
Yazarın her kitabında olduğu gibi bu kitabın dili de okuru kitabın içine çekiyor. Anlaşılır cümlelerle kitabını oluşturan yazar, süslü tasvirlerden genelde kaçınsa da bazen betimlemelerin yoğunluğu okumayı ağırlaştırıyor. Bunu Tufan’ın her kitabında gördüğümüz için yazarın tarzı olarak kabul edebiliriz; ancak benzetmeleri biraz daha az kullanması, kitabın akıcılığını daha da artırırdı. Öyküleyici anlatımın betimleyici anlatımla harmanlanmış hali de okur için artı bir özellik. Konu olarak da çok bilinen, toplumda her zaman karşılaştığımız bir olayı işleyen yazar bunu kendi tarzıyla ortaya koyunca okuması keyifli, ancak düşündürücü, insanın kalbine tesir eden bir kitap çıkmış ortaya. Özellikle babasının evi terk ettiği bölümü sanki yaşamış gibi işlemiş satırlarına. Kitapta tempo özellikle 31. sayfadan sonra artmaya başlıyor. Yukarıda da yazdığım gibi, o sayfaya kadar genellikle deneme tarzında giden kitap bundan sonra daha çok romana evriliyor.

Tarık Tufan yazar olmasaymış iyi bir sosyolog veya psikolog olabilirmiş. Bu ikisi farklı alanlar olsa da Tufan, ikisinden de ne kadar iyi anladığını bu kitabında net bir şekilde göstermiş. Zaten sosyoloji ve psikolojiden anlamadan roman yazılmaz ama Tufan’ın tespitleri bunları iyi bir şekilde bildiğini gösteriyor. İnsanın kendini tamamlama isteğiyle ilgili yazdığı şu satırların bunun kanıtı olduğu kanaatindeyim: “Hevesleri, beklentileri, erteledikleri, kursağında kalmış kelimeleri, kaçırılmış bakışları, gizledikleri, bitirilmemiş mektupları, susuşları ve istemsiz veda edişleriyle tamamlanmamış bir cümledir insan. Son anda binmekten vazgeçtiği bir otobüs, suskun kalınmış bir telefon araması, sinemada yanında duran boş koltuğa bakış… Tamamlanmamış bir cümledir insan. Yalnızlığıyla bile bir araya gelemeyecek kadar ıssız… Bütün bunlara rağmen hayat, yine de anlamlı bir cümle kurabilme isteğidir. İnsanın kendini tamamlayabilme isteği… Zaman içinde aşınmış, her şeye kırgın bir ruhun kendini onarabilme çabasıdır.

İnsan Hep Yarındır
Tarık Tufan’ın karakterleri kitaplarında bazen ya da her zaman bir bunalım halinde. Düşünceli, dalgın, her an kötü bir şey olabilecek korkusu ya da sorunlardan kaçmaya çabalayan bireylerin çıkmazları birçok kez karşımıza çıkıyor. Bu durumun ortaya çıkardığı ‘erteleme’, karakterlerde kendini gösteriyor. Fakat bu erteleme, tembellikten ziyade sorunları karşılama güçlerini kendilerinde bulamadıklarından kaynaklanıyor. Oldukça duyarlı olan bu bireylerin halini Tufan, kitabın sonlarında açıkça ortaya koyuyor. "İnsan Hep Yarındır" başlığıyla sunduğu bölümde karakterin ve kitapta esen havanın bir özetini çıkarıyor okura: “Yarın kelimesi bende büyülü çağrışımlar uyandırdı hayatım boyunca. Yaşadığım her günün acısını ve umudunu yarına erteledim. Ertesi gün olduğunda her şeyin yerli yerine oturacağına ilişkin bitimsiz beklentiler büyüttüm içimde. Nefes aldığım ölçüde yarınlar bitmiyordu. Bu kadar geniş bir yarının hiçbir zaman gelmeyeceğini elbette biliyordum. Buna rağmen bu duygu hiç eksilmedi dünyamdan. Yaralarım yarın iyileşecek! Oyuncağım yarın alınacak. … Yarın bugünden iyi olacak. Yarın bugünden iyi olabilir. Yarın ya da bugün… Bitimsiz yarınlar sayesinde gün boyu sırtımda taşıdığım yükleri bir kenara bırakıp uyuyabiliyordum.

Karakterin psikolojisinin sağlam bir şekilde okura aktarıldığı, olay örgüsünün düzgün verildiği iyi bir kitap Ve Sen Kuş Olur Gidersin. Tek eksiği, biraz kısa kalmış. 30-40 sayfa daha bu kalitede yazılabilseydi tam bir tamamlanmışlık olabilirdi.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

12 Eylül 2013 Perşembe

"O adam"ı bekleyenlere

"Şehrin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi ve 'Ey kavmim!' dedi, 'Bu elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!'"
- Yâsin Suresi, 20-21

Cemil Meriç, "Tek hürmet ettiğim adamdır. Kaybedilmiş bir davanın bu kadar fedakar kahramanı olabilir. Öyle görmek ve inandırmak ihtiyacında." diyordu Don Kişot’un arkasından.

Bir an duralım! Kısa bir an sadece…

Gündelik telaşlarımızın bizi nasıl sistematize ettiğini ve ilişkilerimizin, iletişimimizin nasıl yapaylaştığını düşünelim.

Sabah erken saatte günün ilk darbesini dijital çalar saatlerimizden yiyoruz. Eğer hala bizi öperek uyandıran bir annemiz, eşimiz, çocuğumuz, hatta kurmalı bir saatimiz bile varsa şükretmeliyiz. Ardından bir koşturmaca ile evden çıkarak kalabalık toplu taşıma araçlarında birbirimize son derece tahammülsüz bir şekilde yollara düşüyoruz biraz daha çalışmak, kazanmak, yükselmek, sonra yine kazanmak ve hep kazanmak için. Kulaklıklarımızı takıyoruz hemen; iç çekenleri, öksürenleri, içli içli ağlayanları, en insancıl, en kısık sesleri duymak istemediğimizden. Ardından toplantılar, deadline’ı yaklaşan projeler, ay sonu raporları… Gözümüz saatlere takılıyor durmadan, zaman hızla geçiyor bizi kendine katmadan. Son bir gayretle ya eş dosta vakit ayırıyoruz ay yükselirken gecede ya da evimize atıyoruz kendimizi, içinde yer aldığımız gerçeklikleri görmezden gelip televizyon karşısında adeta bir katarsis ruhuyla hayatı suni bir ekranda yaşayabilmek adına... Oysa neler kaçırıyoruz olağanüstü bir gerçeklikle yanımızdan geçip giden hayatta?

Belki hep geçtiğimiz cadde üzerinde, kim bilir birkaç kere vitrinine baktığımız, alışveriş yaptığımız bir mağaza “Kapanış nedeniyle zararına satışlar!” yapıyor. “Şu mağaza kapanmasaydı, iyiydi.” diye düşünüp, içeri girip de “Hayırdır abi?” demek geldi mi aklımıza?

Belki mahallemizde bir çocuk, yürüyemediği için sokakta oynayan akranlarına uzaktan bakıyor, işten dönüş saatimize denk geldiğinde gidip de başını okşadık mı?

Peki, mahalle bakkalımıza ne zaman tembihlemiştik “Bizim ufaklığa giderken harçlığını sen ver, dönüşte biz hallederiz.” diye? En son bizim kuşağa yetişti galiba bu gelenek.

Bir pazar yerinde, tezgâhlar kalktıktan sonra sokaklarda dolaşıp yere atılan sebze ve meyvelerden toplayan kadınlarla zaten yüz yüze gelmiyoruz alışverişimizi hafta sonları süpermarketlerden yaptığımız için.

Filistin’de, Myanmar’da, Suriye’de, Mısır’da… Dünyanın dört bir yanında ölen masumlar için son zamanların trendi, tweet göndermekten başka bir vicdan muhasebesine giriyor mu yüreklerimiz?

Ezber cümlelerin, ezber duyguların içinde aktığını varsayarken, gerçekte sevgilinin kalbine dokunmayı unutanlardan mı olduk?

Aldığımız eşyaların kıymetinin ertesi güne kalmadığı, her gün doymazlıkla yenilerini alıp eskilerinin değerini sıfırladığımız bir döngü içinde girdik duygusuzca.

İşte tüm bu şehrin kıyısında köşesinde kalmış insanlara, geleneklere, mekanlara, ruhlara, kısacası ötekileştirdiğimiz ne varsa, onlara ışık tutuyor “Bir Adam Girdi Şehre Koşarak”. Tarık Tufan, koşarak şehre giren bu karakter tahayyülüyle, her şeyin son derece hızlı ilerlediği dünyamızda hepimizi gelip omuzlarımızdan sarsıyor birbirimize dönmemiz için.

İyi de yapıyor!

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas