Sinek Isırıklarının Müellifi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinek Isırıklarının Müellifi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2024 Perşembe

Çözümlenmemiş bir Oedipus kompleksi

Bitimsiz varlık aleminde üç tür hayat olduğuna inanıyoruz; ahiret hayatı, kabir hayatı ve dünya hayatı. Ahiret hayatı sonsuzluktur gözümüzde, kabir hayatı bir hassas bir denge, dünya hayatı ise en kısa olanı, bilimsel araştırmalara göre ortalama 65-80 yıl arası. İnanıyoruz ki dünya hayatında yaptığımız iyi kötü ne varsa ahiret hayatımızın belirleyicisi olacaktır ve yine inanıyoruz ki dünya ahiretin tarlasıdır. Bu tarla üzerinde doğup ölüyoruz, sevdiklerimizi bu toprağa gömüp yeni acılar yeşertiyoruz içimizde, ama sonra unutuyoruz bir an, öleceğimizi ve ölmüş olanlarımızı. “Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitti ömrüm” hayıflanmalarını hep taze tutuyoruz rafta, zamanı geldiğinde çıkarıp gururla tüketiyoruz.

Ahiret tarlasında yaşadığımızı bilip mutfak fayanslarını komple değiştirmek için kredi çekiyoruz, borç ödüyoruz, o fayansları 35 sene sonra göremeyeceğimizi unutuyoruz.

Tüm bu unutulanlar hafızanın mavi sularında yüzeye çıkınca bir pişmanlık yaşıyoruz, şu an olduğu gibi ve bu dünyadan sessizce geçip gitmeye çabalıyoruz. İyi bir dolma kalemimiz, hafif bir çadırımız, ilk baskı Ergin Günçe kitaplarımız ve muhannete muhtaç olmayışımız bizi bu dünya yolculuğunda mutlu ediyor, fazlasına talip değiliz. Bu koca tarlada çabalıyoruz, kendi yöntemlerimizle, kendi hapishanelerimizde fakat görüyoruz ki bu yöntemle kapılardan geçemiyoruz, boynumuzu eğmemizi istiyorlar. Reddediyoruz. Kapılardan geçmek için boynumuzu eğmeyi reddedeceğiz.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi kitabı da bu hapishanelerden birine çeviriyor başımızı. İlk baskısı 2011 yılında İletişim Yayınları tarafından yapılan kitabın ana karakteri Cemil ve onun pek sevgili eşi Nazlı. Arka kapak yazısında ‘’Aşk üzerine küçük bir roman’’ diye bir tanıtım cümlesi kurulmuş. Tam anlamıyla facia, bu cümlenin yazarın bilgisi dahilinde kullanılmış olma ihtimali bile okuyucuyu huzursuz etmeye yetiyor. Birincisi kitap bir aşk romanı değil (bu niyetle okuyacak olanlara duyurulur), ikinci olarak da roman bahsedildiği gibi küçük değil (umut ediyoruz ki bu metne imza atan kişi, romanın sayfalarını sayıp böyle bir çıkarımda bulunmamıştır) zira 166 sayfalık bu kitabın manası hacminden çok daha büyük, umarız yayınevi bu garipliği fark eder ya da popüler kültürün gerekliliğine uyarak böyle anlamı çürük ama sırtı parlak reklam cümleleri kurmaya devam eder.

Romanın ana karakteri Cemil kolay kolay akıllardan çıkmayacak bir tip, bunu sahip olduğu çok farklı kişilik özellikleri veya enteresan yaşam tarzına değil sade ve takıntılı bir adam olmasına borçlu. Kitabın başlarında Cemil’in Türk Edebiyatı’nda hangi karakterle akraba olduğu sorulsa ilk olarak Bay C. ikinci olarak da Hayri İrdal derdim, nitekim ilerleyen sayfalarda Barış Bıçakçı şöyle diyor: ‘’… en azından o an için ne istediğini biliyordu: Bir Yusuf Atılgan kahramanı olmak istiyordu’’.

Cemil sıradan bir adam, on iki yıl boyunca inşaat mühendisliği yaptıktan sonra bir kitap çalışması için işten ayrılıyor ve üniversitede tanışıp evlendiği Nazlı ile Ankara toplu konutlarda 1+1 evlerinde sakin bir hayat sürmeye başlıyor. Bitirdiği kitap projesini İstanbul’da bir yayınevine teslim eden kahramanımız için artık o cehennemin kapısı açılıyor: Beklemek.

Doktor Nazlı her sabah işe giderken Cemil de o gün yapacağı işleri kuruyor zihninde; kahvaltı sofrasının toparlanması, temizlik, günlük okumalar, bozulan saatin saatçiye götürülmesi ve yüzlerce kez dinlenilen albümlerin tekrar başa sarılması.

Kitap, insanın köşeye sıkışmış ruh halini, çıkmazlarını, hastalıklarını, ölümlerini ve gündelik dertlerini temiz bir dille okuyucuya aktarıyor. Temiz bir dil kısmı oldukça önemli, süslü cümlelerden, uzun betimlemelerden, can sıkıcı kelime kalabalıklarından oldukça uzak. Derdini en kısa yoldan etkileyici bir şekilde söyleyip okuyucuya bu basitlik üzerinden düşünme fırsatı sunuyor. Barış Bıçakçı’nın kullandığı bu temiz dilin kendisinin şairlik geçmişinden kaynaklandığını düşünüyorum, zira Bıçakçı’nın, Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile 1994 ve 1997 yıllarında iki şiir kitabı yayınladıklarını biliyoruz. Şairliğin az kelime ile çok şey söyleme becerisi yazarın romanına da sirayet etmiş gibi duruyor.

Parmağıyla işaret etmeden bize birçok yaşamsal krizi gösterebiliyor Bıçakçı bu romanında ve bunu büyük bir sakinlikle beceriyor. Toplu konutlarda yaşayan insan topluluklarının birbirleriyle olan ilişkileri mesela, site sakinleri sadece ortaya çıkan problemler neticesinde birbirlerinin kapılarını çalıyorlar. Kitap boyunca akıtan bir banyo konusu var (Zeki Demirkubuz’un kapanmayan kapılarını akla getiriyor) ve komşuluk ilişkileri, komşu ziyaretleri bu bağlamda gerçekleşiyor. Toplu konuttaki dairelerin banyoları alt kata sürekli su sızdırıyor ve bu durum tüm dairelerde böyle, problemin kaynağını bulmak güç, en iyisi yazar bu akıtan banyo konusuyla bizlere ne söylemiş olabilir deyip kenara çekilelim.

Psikanalitik pencereden Cemil’e bakacak olursak karşımızda psikolojik rahatsızlıkları olan birini göreceğiz. 6 yaşında annesini kaybeden Cemil, yirmili yaşlarda gergin, mutsuz, otuzlarında dünyadan kaçıp eşine sığınan, kırklarında ise takıntılar üzerine kurulu bir hayat yaşayan biri. Cemil’in annesini 6 yaşında kaybetmesi ve babasının bu kayıp sonrası hayata karşı verdiği tepki kahramanımızın karakterini oluşturuyor. Freud’un psikoseksüel dönemlerinde 6 yaş latent döneme denk gelmektedir. Bu dönemde çocuklarda Oedipus karmaşasını çözmesi ve cinsel kimlik rollerinin tam manasıyla oturması beklenir, yaşanabilecek sıkıntılar ise gelişim dönemini sekteye uğratıp ileride sıkıntılar doğuracaktır. Karşı cinsle kurulan simbiyotik ilişkiler, sahip olunan yaşam enerjisini yeterli kullanamama, içsel kontrolde aşırılık, kişilik gelişiminin tam manasıyla oluşmaması ve obsesif bir karakter oluşumu gibi problemler görülür.

Kitabın 13. bölümünde kahramanımız Cemil ölen babasının eşyalarına sarılmış ağlamaklı bir haldeyken içeri Nazlı girer ve Cemil o an kendini Nazlı’yla beraber yatakta hayal eder. Vaktiyle çözümlenemeyen bir ödipal karmaşa bu fikir uçuşmalarına neden olan yegane şeydir. Cemil’in kendini o an Nazlı’yla yatakta düşünmesi içgüdüsel olarak babadan kaçıp (katarsis korkusu sebebiyle) anneye (yani anne yerine koyduğu Nazlı’ya) yönelme çabasıdır. Belki de Cemil bu davranışıyla hiç yaşamamış olmayı ve ait olduğu yere dönmeyi istemektedir.

Latent dönemde almış olduğu yara Cemil’i içedönük ve obsesif bir kişi haline getirmiştir. Maddi ve manevi anlamda sığındığı eşi Nazlı ve iki-üç arkadaşı dışında sosyal bir hayatı olmayan kahramanımız kapalı ve sınırlı bir adam. Kendi çizgileri ve yaşama alanı dışına çıkmak onu tedirgin ediyor, kitaptan şöyle bir örnek verelim bu durum için: ‘’Kitabı açıp ayaküstü bir şiir okudu. Şiir çok güzeldi. İçinde hemen eve dönme isteği uyandı. Cemil için güzelliğin şaşmaz ölçütü bu olmuştu: Hemen eve dönme isteği uyandıran şey güzeldi’’.

Aynı zamanda obsesyonları da olan bir kişi Cemil. Ankara’da yaşanan su probleminden sonra barajlardaki doluluk oranını yetkili bir ağızdan duymak için haftalarca sular idaresini arayacak bir şekilde hem de. Ya da duvara sabitlenmiş mutfak dolabının fazla yük neticesiyle üzerlerine düşecek olma ihtimaliyle kendisini fazlasıyla tedirgin edebiliyor. Cemil’in bu derece yüksek kaygıya sahip olması babasıyla geçirdiği annesiz günlerin bir eseri gibi duruyor, çocuklukta açılan yaralar ne yazık ki ilerleyen yıllarda kabuk bağlamıyor.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi, merakı insan olanlar için keyifli ve derin olmasına rağmen dikkatli bakılırsa dibi görünen bir deniz gibi, edinip okumakta fayda var.

Kitapta yüzümüzü gülümseten güzelliklerden biri de Barış Bıçakçı’nın vaktiyle yayınlanan Sultan Makamı dizisine gönderdiği selam oldu. Yazımızı kitabın bu bölümünden bir alıntıyla bitirelim: ‘’Cemil saat iki gibi öğle yemeğini yerken televizyonu açtı. Eski dizileri gündüz kuşağında tekrar gösteriyorlardı. Yıllar önce yayımlanan Sultan Makamı dizisinin ilk bölümlerinden birine rastlayınca sevinçle seyretti. Dizi o kadar hoşuna gitti ki, birden kitabının yayımlanmasını çok istedi. Hayat, Cemil’in davet edildiği bir şölendi evet ama Cemil eli boş geldiği için huzursuzdu, şölenin tadını çıkaramıyordu. Yayınevini aramayı düşündü, vazgeçti.’’

Vazgeçtik.

Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur

29 Aralık 2012 Cumartesi

Çokça hüzünlü, azıcık da neşeli bir hikâye

Üç şey birbirine karışmıştı” diyor Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi kitabının başlarında: “Nazlı, ev, edebiyat.” Birbirine karışan bu üç şeyin hikâyesini anlatıyor elimdeki kitap. Herhangi bir kronolojik kaygı güdülmüyor, yazar içinden geldiği gibi kelimelere pay ediyor hikâyeyi.

Hikâyenin edebiyat kısmı ana karakterin yazarlık tutkusu üzerine kurulmuş. Yazar olmanın farklı dünyasını ana karakterin gözlerinden bize anlatan kitap, aslında kendi yazarının hikâyesini anlatmak ister gibi. Barış Bıçakçı’nın biyografisine paralel ipuçları da yakalayabiliyoruz: Arkadaşları ve yazarlık hakkındaki düşünceleri bunlardan sadece birkaçı. Ana karakterimiz Cemil’in bir roman denemesini İstanbul’da bir yayınevine getirmesiyle başlıyor roman. Kitabın sonuna kadar ise Cemil’in yayınevinden bir telefon beklediğine şahit oluyoruz. Hatta bu beklenti öyle bir hâl alıyor ki kahramanımız kendi kendine, onu arayacak olan editörle bile konuşmaya başlıyor. Bu bekleyişi satır aralarında şu şekilde yakalayabiliyoruz: ”Bir kitaptan ne çok şey bekliyorum değil mi Editör Hanım, tıpkı bir kadından beklediğim gibi."

Eğer eşiniz yazarsa ve yazdıklarını beğeniyorsanız, bu beğeniyi ”Güzel yazmışsın” diyerek değil; ellerini öperek ifade edebilirsiniz. Aynen böyle yapıyor Nazlı; Cemil’in romanını okumayı bitirdiğinde, kalkıp onun ellerini öpüyor. Yaklaşık 10 yıl önce işinden istifa edip kendini tabiri caizse yazmaya veren, haftada bir arkadaşlarıyla halı saha maçı oynamak haricinde evden çıkmayan bir eş ile yaşamak; kocasının oluşturduğu ruhsal söküklerden artık iplikleri toplamak, hassasça yapılması gereken bir iş olsa gerek. Kırklı yaşların verdiği iştiyakla ikisi de yeniden genç ve âşık olmayı için için istiyorlar. Hatta Cemil’in yakın arkadaşlarından birinin, evli olduğu hâlde genç bir kızla olan ilişkisini o kadar da garipsemiyorlar. “Ah keşke aşkımızı bir zaman makinesinde yenileyebilseydik!” düşüncesi de akıllarından geçmiyor değil, bir oda bir salon evlerinde.

Evleri, Ankara’nın çıkışında bir toplu konut sitesinde, ufacık bir çekmece gibi… Hayallerini, hayatlarını hapsettikleri bir çekmece… “Deniz tek tesellisi günlük ıstırapların.” diye söylenir ya Baudelaire; biz İstanbul’da yaşayanlar, “Bazı günler, bazı geceler, bazı hüzünler, bazı karanlıklar çok Ankaralı.” diye olumsuzlarız ya hayatı sıkıntılı zamanlarımızda. İşte bu roman, bunların zirvesinde geçiyor. İnsanlar bile etkilenirken yaşadıkları yerlerden, karakterler nasıl etkilenmesin? “İstanbul’da gün boyu dolaşırken Dünya’nın haline üzülürdüm. Ankara’da insan sadece Ankara’nın haline üzülüyor.” cümleleriyle vurguluyor bunu yazar.

Babasını kaybettiği hastanede doktor olan hayatının kadını Nazlı’ya yüklediği anlamlarla, yazdıkları yayınlanırsa mutluluğu yakalayabilmeyi bekleyen Cemil’in; ev ve edebiyat yan karakterleriyle bezenmiş çokça hüzünlü, azıcık da neşeli hikâyesi. Okuyunuz efendim, kendi hikâyenizin ileriki sayfaları hakkında birkaç ipucu sahibi olacaksınız.

Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas

28 Şubat 2012 Salı

Ruhsal söküklere edebiyat dikişleri atmak

Barış Bıçakçı, son dönemlerde özellikle kendine özgü üslubuyla, kısa cümleleriyle, fazla derine inmeyip derin düşündüren sözleriyle, aklımızda daima kalacak roman karakterleri oluşturmasıyla dikkatleri çeken bir yazar. Belirli bir olaya dayalı roman anlayışından uzak olarak, Cemil karakteriyle şimdiye kadar okuduklarımızdan daha farklı bir roman tadı bırakıyor ruhumuzda.

Cemil'in iç dünyasındaki ruhsal sorunlara bir de edebi uğraşları ve Nazlı eklenince, ne gibi durumlar ortaya çıkacağı, kitabı okuyanlar için henüz ilk sayfalardan itibaren merak edilen bir konu oluyor. Ya çığrından çıkıp bulunduğu yeri terk edecek ya da çevresindeki her şeyle, herkesle bağlantısını koparıp kendi dünyasına kapanacak bir karakter düşlüyoruz. Lakin işler bizim sandığımız gibi gitmiyor.

"Yazarken duygusal gelgitler yaşamanın kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Bir gün çok beğendiği bir cümleyi ertesi gün hiç sevmiyordu. Bir gün yazmaya inancı tamken, ertesi gün ülkede olup bitenleri düşünüyor, yazmak, üstelik dünyayla pek ilişkisi olmayan bir kahramanın romanını yazmak ona çok ahlaksızca geliyordu." (Sf.16-17.)

Bu gibi sakin, sessiz ve metinlerin ardından, "İşte demek istediğim de buydu!" diyebileceğiniz metinler de karşınıza çıkabiliyor.

"Musluğu tekrar taktı, vanayı açtı, sızıntı kesilmişti. Halbuki sızıntı hep vardır, ip gibi, yaşadıklarımızdan, okuduğumuz kitaplardan, seyrettiğimiz filmlerden zihnimize akan bir şeyler hep vardır." (Sf.36)

Kış gecelerinizi ısıtacak, halk otobüslerinde tek dostunuz, iş yerinde kaçamağınız olacak bu kitapta, siz de içinizdeki ruhsal söküklere bir nebze de olsa faydalı olacağını düşündüğünüz meşgalelere yönlenme coşkusu yakalayabilir, dinginleşebilirsiniz.

Barış Bıçakçı, su içer gibi, nefes alır gibi yazıyor. Şaşırtıcı biçimde bir Oğuz Atay etkisi bırakıyor okuyan ruhlarda.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler