Sadettin Ökten etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sadettin Ökten etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Haziran 2022 Salı

Ânı seyir, Hayy'ı zikirdir

“El ele, el Hakk’a; biz sadece nâkiliz.”

Sohbet ve muhabbet; Allah’ın, kuluna kuluyla tecelli edişidir. “Ben gizli bir hazineydim; bilinmeyi sevdim, mahlûkâtı yarattım.” mealindeki kutsî hadis, Cenab-ı Hakk’ın bilinmeyi sevdiğini ve bütün mahlûkâtın bilhassa da akıl melekesine sahip olması hasebiyle insanın esas gayesinin Allah’ı bilmek olduğunu söylüyor bize. Kendini buldurmayı ve bildirmeyi isteyen Allah, kâinata varlığının sırlarını gizlemiştir. Bu sırları çözmenin anahtarı ise kâinatı muhabbetle seyretmektir. “Muhabbetten Muhammed oldu hasıl/ Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl” beytinin ışığında şunu da söyleyebiliyoruz ki bu muhabbet, Hz. Muhammed’e (sav) ve onun kutlu yolunun takipçilerine olacaktır. Yunus Emre’nin “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü” dizesi, yaratılan her şeye muhabbet nazarıyla bakmamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Allah, fuzûlî bir yaratıştan beridir. İyi, kötü, güzel ya da çirkin bütün yaratılmışlar İlâhî bir ahengin parçalarıdır. Hikmetinden sual etmemek icap eder.

Sohbet ettiğimiz, karşılıklı gülüştüğümüz insanlara karşı daha hoşgörülü olur ve bu insanların kusurlarını daha az fark ederiz. Bununla beraber pek fazla sohbet etme şansımız olmayan insanlara dair gördüğümüz ya da duyduğumuz küçük kusurlar bile o insanlar hakkında kötü düşünmemize yetebilir. Muhabbetin bu iyileştirici gücü kâinatın hamurunda muhabbet saklı olmasından ileri gelir. Sadettin Ökten ve Kemal Sayar’ın radyoda gerçekleştirdikleri konuşmalar, üç cilt olarak kitaplaştı ve büyük beğeni topladı. Şiir tadındaki sohbetler kitaplaşırken de şiir gibi isimler aldılar. Serinin ilk kitabı Dünyaya Geldim Gitmeye, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazrete ait bir şiirden alınırken ikinci kitap Aşk ile Ânı Seyretmek de yine aynı şiirden bir dize. Üçüncü kitabın ismi Âleme Bir Yâr İçin Âh Etmeye Geldik ise Yenişehirli Avni’nin bir şiirinden alıntı. İnsana, hayata, akla, kalbe, sevgiye, aşka, hakikate, medeniyete, şehre, aileye, topluma vs. dair karşılıklı hasbihal şeklinde cereyan eden konuşmalarda aynı dertten mustarip iki yüreğin muhabbeti referans alan serzenişlerini okuyoruz.

İkinci cildin sunuş yazısında Kemal Sayar şunları söylüyor: “Sakin, mütevekkil ve munis bir Müslümanlığın insan yüreğini genişlettiği, yeryüzüne ve gökyüzüne aşina kıldığı bir yaşayış ve düşünüş tarzı bu mübarek topraklarda, ne zaman kayıp gidecek olsak elimizden tutuyor. O yüzden, ‘Bizi bize bırakma,’ diye dua ediyoruz, ‘Ne olur, tut demeden, tut elimizi.’ Bugün belki en fazla bir yaşama adabına muhtacız ancak kadim bilgeliğin müşfik eli başımızı okşadığında kendimize geleceğiz. Bu sohbetlerde ‘kaybettiği âlemden bir gölge gibi dolaşan’ bir bilgenin sözleri değil, o âlemi daima kendi içinde gezdiren ve onu bize taşıyan, o zamanı bugüne ekleyen hatıraların saati var.” Bu ifadeler söz konusu sohbetlerin ve kitabın esas gayesinin ne olduğunu da açıklıyor.

Ne mutlu dünyaya kazık çakma derdinde olmayanlara, ne mutlu dünyanın ahiretin tarlası olduğu müjdesine sarılanlara ne mutlu ibn’ül vakt olanlara, ne mutlu aşk ile anı seyredenlere, ne mutlu hayret makamına erenlere…

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

1 Eylül 2021 Çarşamba

Gönülden çıkan her söz insanın imdadına yetişir

"Âdemi bul âdem ol âlemde âdem gizlidir
Etme tahkîr âdemi âdemde âlem gizlidir."

- Yozgatlı Mehmed Said (Fennî)

Güzelliğin, hayrın ve iyiliğin üzerimize yağmur gibi yağmasına ihtiyacımız var. Bu yağmurdan muradımız ne kendimizin ne de tabiatın serinlemesi. Tam aksine, varlığın ihtişamıyla ısınmak istiyoruz. Bir güzel insana, bir hayır duasına, hiçbir karşılık talebinde olmayan iyi bir davranışa özlemimiz bundan. Dört bir yanı soru işaretleriyle dolu bir virüs, yine dört bir yanı keşfedilemeyen insanla karşı karşıya geldi. İnsanlar evlerine çekildi. Virüs, avını bekleyen bir avcı misali bekliyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hakikat, nurlandırıp şenlendireceği gönüllülerini arıyor. O gönüllüler ise bu karmaşadan olsa gerek gönüllerinden bihaber. İşte böyle zamanlarda bir bilenin, hem dinlemesini hem de söylemesini bilenin elimizden tutması gerekiyor. O tutuş mümkündür ki insanın kalbiyle rabıtasını kuvvetlendirme noktasında bir yakıt olacaktır.

Yaşı ve tecrübesi ne olursa olsun her insan bir bastona ihtiyaç duyar. Kiminin bastonu müziktir, kiminin okumak ve yazmak, bir başkasının bastonu tabiatla kucaklaşmakken ötekinde derin bir sükûnet bu vazifeyi üstlenir. Çağımızın hasret kalınan münevverlerinden Sadettin Ökten, birçok bastonu varlığında kuşatmış, farkında olarak ya da olmayarak o bastonları bölüşüp başkalarına da sunan bir ehl-i gönül. Son dönemde onu hem dinleme hem de okuma imkânına vesile olan ise bir ruh tabibi, Kemal Sayar. Gönülsüz ruh olmadığı gibi ruhsuz gönül de olmadığı için her yönüyle iç ferahlatan, gönül genişleten, sözü zenginleştiren bir buluşma. Daha evvel Dünyaya Geldim Gitmeye ve Aşk ile Ânı Seyretmek ciltleriyle tanık olduğumuz bu buluşma, Âleme Bir Yâr İçin Âh Etmeye Geldik cildiyle çemberini gittikçe derinleştiriyor. Kimsenin bir şey talep etmediği, talip olanın çok şeyler alabileceği, engin bir muhabbet ocağı diyebiliriz bu üç cilt için de. Çerağı yakanın Hakk olduğuna imanımız tam zira yapan da O'dur çatan da. Ama şuna da inanırız ki Hakk kuluna, kuluyla tecelli eder. İnsanın insana umut oluşu, yurt oluşu bundandır şüphesiz.

"Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin / bülbül hamûş havz tehî gülsitân harâb" demiş Keçecizâde İzzet Molla. Ömrün bize düşen bu sayfasında, yani baharda, bülbüller suskun, havuz boş, gül bahçesi harap. Oysa mevsim baharsa madem, kainat muhakkak güzelliklerini açmış, sunmuştur insanlığa. Aklın çizdiği çerçevenin dışına çıkamayınca göz de körleşiyor gönül de. Akıl bize hırslı olmayı, kazanmayı, tüketmeyi, yarışmayı telkin ediyor. Bizi son sürat giden bir trenin içine atıyor ve ardımızdan sinsi sinsi gülüyor. Durma imkânı olmadığı için görme imkânı da olmuyor. Hissetmek ve yaşamak romantik bir eyleme dönüşüyor. Ökten hoca tam da bu konu için uygun bir anısını anlatıyor: "Yıl 2008, Amerika'dayız ve oraya üçüncü gidişim. Hayat çok hızlanmış, çok sertleşmiş, çok sıkışmış... Kızımın orada evi var, ben de ziyaretine gittim. Temmuz aylarındayız, akşamüstü günbatımını izlemek için bahçeye indim. Orta katta da akademisyen bir hanım oturuyor. Kadın bahçeye geldi, ben de ona dönerek, "Ne kadar güzel bir bahçe" dedim. O da "Evet, çok hoş" dedi. "Gelin oturun, beraber seyredelim" dedim. "Benim işim var, bilgisayarda bir makale yazmam lazım, maalesef gitmek zorundayım" dedi. Ben de içimden dedim ki, nasip meselesi. O makaleyi bir başkası da yazacak mutlaka; ama sen bu güneşi her zaman göremeyeceksin... "Böyle dingin kalırsak, tabiatı dinlersek ne olacak?" diye bana soruyorlar, diyorum ki, "Yüzünüzden tebessüm, sesinizden şevk eksik olmayacak."

Yenişehirli Avnî'nin "Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik / biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik" dizeleri kitaba isim olmuş. "Biz bu dünyaya makam elde etmeye, mevki kazanmaya gelmedik, bir yâr için âh etmeye geldik." diyor o. Bugünün insanı için pek havalı, bir o kadar da romantik gibi görünen dizelerde büyük bir hikâye gizli oysa. Ökten hoca şöyle açıklıyor: "Yenişehirli Avnî'nin yâr dediği Cenab-ı Allah'tır. Ve "âh", Allah ism-i Celâl'inin son hecesidir. Bu sebeple "âh" etmek, Allah demektir. Âh etmeden O'na varmak mümkün değil. Âh etmemizin sebebi elest bezmindeki vuslat anlarını hatırlamamızdır. Tekrar o deme dönmek istiyoruz, özlüyoruz ve derinden bir âh ediyoruz."

Musiki ve şiir insan hayatının merkezinde olunca, yani insan, ömrünü muhabbet merkezli kurunca, istikameti de hakikatli oluyor. Ökten hoca doğup büyüdüğü ev, gördüğü tahsil, meşgaleleri, yetiştiği çevre, hevesleri, duyuşları ve yaşayışları nedeniyle, tabir-i caizse bir kilim gibi. Nerede dursa orayı güzelleştiren, değerli kılan bir hâli var. Bu hâlde birçok büyüğün, gönül insanının dokunuşları var. O kilimi incelerken bunu görüp hissediyorsunuz. Bugün hâlâ kendisine "Ben bu dünyaya neden geldim? Yaşamımın bir anlamı var mı? Etrafıma bir faydam oluyor mu?" sorularına soramayan, dolayısıyla da sürekli sıkılan, türlü gelgitlerle yaşamak zorunda kalan kimselerle iç içe yaşıyoruz. İstikamet kazanamamış ruhlar, bedenlerin içinde çırpınıp duruyor. Batıda da doğuda da görülmekte olan bu hâle dindirebilmekle çocukluğumuz arasında büyük irtibat var. Bir çocuğa sadece çocuk nazarıyla bakmamak, onun içinde meyve verecek tohumları ekmek, iyi dinlemek ve sohbet etmek gerekiyor. Kitaptan dinleyelim: "Ben manevi hayat yaşayan bir evde doğdum; ama daha da ötesinde ben bir medeniyetin içine doğdum. Hayatın anlamına dair hiçbir sorum olmadı; çünkü zaten o medeniyet bana o soruların cevabını hem teorik hem de pratik olarak vermişti. Şöyle söyleyeyim; şimdi hayatımın bu ileri yaşlarında bir üniversitede verdiğim derslerde de bu gündeme geliyor. Medeniyet tasavvuru dediğimiz hadisenin içerisinde, hayatın anlamı ve gayesi de vardır. Medeniyet tasavvuru muhtevası içerisinde o da geçer. Çok az insan, doğrudan bu soruyu sorabilir. Mesela Tolstoy bu soruyu kendine sormuş. Birçok insan da bu sorunun cevabını yaşadığı toplumsal yapıdan almıştır. İnsanın zihni ve gönlü çok diri olmadığı zaman, toplumsal yapıdan aldığı cevap onu tatmin eder ve böyle yaşamaya devam eder."

Harakani sultana "En güzel derviş kimdir?" diye sormuşlar. "Kapının eşiğinde bekleyen, varlığı yokluğu belli olmayan, dikkat çekmeye çabalamayan" demiş. Şimdi büyük öğüt sahibinin şu sözlerini hatırlamamak mümkün olmasa gerek: "Yeryüzünde sanki bir garib veya bir yolcu gibi ol.". Varlık yeterince ağırken bir de ona benlik eşlik edince, yaşam içinden çıkılmaz bir hâl oluyor. Daha rikkatli, daha sakin, daha vicdanlı olmalıyız. İyi kitaplarla iyi fikirleri yan yana koyup, yaşamımızı daha anlamlı getirmeye çabalarken çevremize hem ayna hem de ışık olmalıyız. Başkalarında kusur arayan değil, kendinde kusur bulan bir anlayışı tercih etmeliyiz. Farkında oluruz ya da olmayız, bu hayatı daha güzel kılacaktır. Kaderimizi sevmemiz gerekiyor. "İnsan, ömrüne biçilmiş olan elbiseyi, yani kaderini sevmedikçe mutsuz yaşar. Madden çok büyük kuvveti olanların manen sürekli çırpınma hâlinde olmalarının ve sürekli şikayet etmelerinin sebebi, ömürlerine yeni kader arayıp durmalarıdır. Kader sevildikçe, varlığın kederi hafifler." demiştim bir paylaşımımda. Sonra bazı kitap alıntı sitelerinde, bu cümlelerin kitaba yakıştırıldığını gördüm. Ne mutlu deyip, kendime çok sevdiğim iki hocam arasında bir yer bulmuş oldum. Çünkü onlar en çok da şunu hatırlatıyor bizlere: Korunuyorsunuz, bunu hissedin.

Sadettin Ökten: "İstikameti bozmamaya çalışırsanız korunduğunuzu hissediyorsunuz. Allah, kullarına koruyucu meleklerle beraber insanı koruyacak kollayacak insanlar da gönderiyor. Siz o insanlara, babam, ağabeyim, annem, kardeşim, arkadaşım diyorsunuz; ama onlar, bu özelliklerinin haricinde koruyorlar. Onlar da bunu farkında olarak yapmıyorlar; ama sizi koruyorlar, besliyorlar, büyütüyorlar, geliştiriyorlar. Bu, bazen bir sükûtla, bazen bir sözle, bazen de bir eylemle oluyor. İnsan hayır ve şer arasında muallakta durur; ama Allah'a iltica ederse huzuru bulur."

Kemal Sayar: "Dün bir danışanım geldi; ağır bir depresyon geçiriyor. Daha tedavinin başlarında; tedaviye kısmen cevap veriyor, fakat hâlâ arada bir gelgitler oluyor. Yine o gelgitleri yaşadığı bir anda alıp başını sahile gitmiş. Hayattan bezgin, bıkkın bir hâlde sahilde hüngür hüngür ağlamış. Bir delikanlı arabasıyla geçerken onun ağladığını fark etmiş. Hanımefendi de delikanlının ona doğru baktığını anlamış. Delikanlı gitmemiş ve orada beklemiş. Göz ucuyla annesi yaşındaki hanımefendiyi bir taraftan gözetlemiş. Danışanım bu olayı anlatırken, "Benim yanlış bir şey yapacağımdan endişelendi ve ben orada ağlarken belli bir mesafede durarak sürekli beni izledi, ben ayrılana kadar da gitmedi" dedi. Bu genci, bu hanımefendinin karşısına birisi çıkardı. Hakk onu muhafaza etmek için o genci gönderdi."

Yaşamanın yavaş yavaş doğmak olduğunu anlatan, şükretmek için ne büyük nimetlerin olduğunu hatırlatan bir kitap var artık elimizde. Okudukça gönlümüzü açması temennisiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Temmuz 2021 Pazar

Yumuşak, tabiî ve mûnis bir hayat akışı

Merhum Celâleddin Ökten, yani Celal Hoca; Türk maarif hayatının pek mühim isimlerinden biri olmakla birlikte, Sadettin Ökten hocanın hayatında hem hizmetleriyle hem himmetleriyle unutulmaz bir yere sahiptir. Hayatımdan Portreler adlı kitabında çevresiyle birlikte bir dönemin İstanbul'unu ve düşünce hayatını, zevklerini, estetiğini, ritmini anlatan Sadettin Ökten'in bu kitabının sayfalarını çevirmeye başlarken karşılaştığımız ilk isimdir merhum pederi Celâl Hoca.

Sadettin hoca Vefâ Lisesi'nde öğrenciyken eve bir gün karnesini getirir. Velisi de pederi. O zamanlar karneyi veliler imzalıyor. Hoca velisinin adını Celâlettin olarak yazmış, babasına uzatıyor karneyi, Celâl Hoca, oğlunun kulakları kızarıncaya kadar durumu izah ediyor. "Ben dinsiz Celâl miyim? Ben, Celâleddin. Benim adım Celâlettin değil, tin değil, din. Ben incirin celâli değilim, dinin celâliyim ben!" diyor ve karneyi imzalıyor. Böyle bir baba-oğul ilişkisi. Sadettin hoca, "Şu anda baba oğul arasında böyle bir ilişki türü yok. Bu kadim bir ilişki türü, eski usûl bir ilişki türü" diyor.

Hayatımdan Portreler'de Celâl Hoca'nın kronolojik bir hayat hikâyesi yok. Sadettin hoca bunun yerine izlenimlerini, gördüklerini, hissettiklerini kendi üslubunca aktarmış ki bu kitaba eşsiz bir lezzet katıyor. Sanki bir mühim zatın belgeselini izler gibi, onunla birlikte eşlik ediyorsunuz maziye, anılara. Sadettin hocanın bu tavrı seçmesinde yaşayarak öğrenmenin yeri büyük bir alan kaplıyor. Öyle ki kendisine yöneltilmiş "Dini nasıl öğrendiniz?" sorusuna şu cevabı vermiştir: "Biz dini yaşayarak öğrendik. Bize dinî bilgi telkin edilmedi. Çünkü etrafımızdaki bütün insanlarda hayatın akışı dinî esaslar üzerineydi. Çok abartılı da değildi, çok gevşek de değildi. Böyle akıyordu hayat; yumuşak, tabiî ve mûnis."

Şiiri, divan şiirini çok seven bir zat Celâl Hoca. Oğlu Sadettin Ökten'le bir oyun oynayarak, ona da şiir sevgisini çok küçük denebilecek yaşlardan itibaren aşılıyor. Bu, günümüzde çocuk eğitimi kitaplarında da öğütlenen bir taktik. Ezbere değil, tamamen sevmeye dayalı bir eğitim metodu. Şöyle ki Celâl Hoca bir beyit okur, hem de öyle bir güzellikte okur ki Sadettin Ökten kısa sürede ezberler. Onların vezinlerini bulur, buldurur, tâlim eder. Düşünün ki Sadettin hoca o yaşlarda okuma bilmiyor, tamamen kulaktan o vezinlere alışıyor. Tamamen meşk kültürünün bir numunesi. Bu şekilde divan şiirini sevdiriyor Celâl Hoca, bir giriş sağlıyor.

O beyitlerin ne manaya geldiğini yıllar sonra çözüyor Sadettin hoca. Bazen "Kânadı bitse bir mûrun sanır hayra işâretdir / velâkin bilmez anı kim zevâline delâletdir", bazen de "Âkil ağlar geçen eyyâmı için / deli bayram geliyor der sevinir" dizeleri çınlar evlerinin köşelerinde.

Çok düzgün bir Osmanlı Türkçesi olan Celâl Hoca, gazete yazılarından günlük notlarına kadar her emeğini eski alfabeyle tutar, bu ömrünün sonunda dek böyle olmuş, böyle gitmiş. Mesela kesinlikle mutfak demez, matbah dermiş. Devamını Sadettin Ökten hocamızdan dinleyelim: "Annemle birbirlerine "Hû" ve "Yahû" diye hitâb ederlerdi. Annem "Hû, niye böyle söylüyorsun, matbah diyorsun?" deyince, "Hanım doğrusu o." diyor. "Mutfak, o galattır". Sonra "Galat-ı meşhûr lügat-i fasîhden evlâdır diye bir söz var. Ben buna kulak asmam." diyor. "Ben Arapça hocasıyım. İstanbul sultânîsi Arabî muallimi idim. Doğrusunu biliyorsam ona matbah derim." Meselâ çaydanlık demez, "çaydan" der. Niye öyle? Zaten doğrusu odur. "Şamdanlık niye demiyorsun?" der. Böyle birkaç kelime daha var. Mesela "Mâ lezime" der malzeme için. Ve biraz sıkıştırınca da "Eee doğrusu budur!" der. Böyle bir zat-ı muhteremdi o."

Tüm işlerinde ciddiyeti esas almış Celâl Hoca. Bu bakkala pazara giderken de, çocuklarına bir şey anlatırken de, yemek yerken de, muhitiyle muhabbet ederken de böyle imiş. İşin gayr-i ciddisi olmazmış onun için, her iş ciddi imiş. Sabahları kahvaltı yapmaz, bir bardak ıhlamur içermiş. Bir öğle yemeği yermiş, akşam da pek bir şey yemezmiş. Hayatını bu şekilde götürmüş: Okumak, yazmak ve dostlarıyla konuşmak.

1947 yılındayız. Celâl Hoca'nın emeklilik yaşı gelmiş, harp bitmiş. O zamanlar Beyazıt'ta oturuyorlar. Celâl Hoca evde, hanımı da öyle. Evin iki ablası okuyor. Aile bir anda darlığa düşüyor. "Hûcuğum hiç üzülme, gün doğmadan neler doğar" diyor beyefendisine hanımı. Bu söz Celâl Hoca'nın hep içini açmış. Sadettin Hoca "Annem ilk mektup mezunu, bir İstanbul kızı" diyor ve devam ediyor: "Ama ondaki bu tevekkül ve teslimiyet pederi müthiş rahatlatıyor."

Özel eğitimler veriyor talebelere Celâl Hoca, talebelerinden biri de İlhan Ayverdi. İlk müracaatında Celâl Hoca ona ders vermeyi kabul etmemiş. Sonra bir rüya görmüş, o rüyada Ken'an Rifâî, yanında da İlhan Ayverdi Hanım var. Hazret, Celâl Hoca'ya bir gümüş lira veriyor. Bu rüya üzerine Celâl Hoca ders vermeyi kabul ediyor. O zamanlar öyle, rüyalar muhakkak tatbik ediliyor.

Celâl Hoca'nın hayatında yalnız hocalar, alimler, hafızlar, musikîşinaslar yok; şeyhler de var. Bu isimlerden biri de Fahreddin Efendi. Tekke ise Nûreddin Tekkesi. "Benim doğduğumdan, kendimi bildiğimden beri var olan bir fenomen hayatımızda, özellikle rüyalarla, şeyh baba hamuruyla" diyor Sadettin Ökten. Hocadan dinleyelim: "Bir gün Hazret-i Fahreddin; "Hocaefendi, Hazret-i Pir'in sandukasını yeniledik. Üzerine de Arapça bir ibare yazıldı. Sen ona bir baksan" dedi. İlk defa o zaman ben türbe-i şerife girdim. Sonra Safer Efendi anlatıyorlar; "Biz tersanede çalışırken Hazret-i Pir'e karaağaçtan bir sanduka yaptırmıştık, onu getirdik koyduk türbe-i şerife, pirimizin kabr-i şerifi üzerine" diye. İşte o zaman ilk defa Safer Ağabey'i gördüm orada ben, Kemal Ağabey ile birlikte. O zamanlar hazretler, fakir için ağabeydiler. Daha evvel hatırlamıyorum onları. On-on bir yaşlarındayım. Arapça bir metin gayet maharetle oyulmuş sandukanın üzerine; Hoca metni okudu; "Şurada bir şey -ne olduğunu hatırlamıyorum- fazla olmuş" dedi. Baktım Safer Ağabey'in elinde bir mum var, bir macun, tak kapatıverdi o fazlalığı. Fahreddin Efendi "Ha öyle mi olmuş!?" filan dedi. Biz çıktık eve geldik. Babam sonra anneme "Yahu hanım bugün baltayı taşa vurdum" dedi. "Ne yaptın orada hûcuğum?" dedi annem. "Efendi'nin huzurunda yanlış buldum yahu" dedi. "Orada hadiseyi bir şekilde geçiştirip sonradan derviş Safer Efendi'ye, derviş Kemal Efendi'ye tashih ettirmem lâzımdı yazıyı. Baltayı taşa vurdum Efendi'nin huzurunda."

Rüya tabirinde iyiymiş Celâl Hoca. Aileden bazı kimseler ona rüyalarını anlatırlarmış. Bazen tabir edermiş bazen de "bu mübtedî rüyasıdır" deyip tabir etmezmiş. Bu konuda da bir güzel anı mevcut. Darüşşafaka'nın müdiri Hasan Fehmi Bey, bir mana -yani rüya- görüyor: Kerimelerini bir haça germişler; bir subay da hanımefendi kıza silahla ateş ediyor. Tabiî adamcağızın bu nasıl bir mana diye zihni karışıyor. Aynı mektepte, aynı lisede muallim Celal Efendi'ye söyleyince o: "Senin kızına bir subay talip olacak ve kızı alacak ama nikahları ahkam-ı şer'iyye üzere kıyılmayacak, Frenk kanununa göre kıyılacak" diyor. O zaman medeni kanun yok elbette. İmam nikahı var. O arada da işte bir subay talip oluyor kerimelerine. Sözdü, nişandı derken zaman geçiyor, kanun değişiyor ve resmi nikahla evleniyorlar. Celâl Hoca ise şöyle diyor: "Bendeki rüya böyle bir şeydir, sağlam rüya!"

Celâl Hoca'nın iş konusunda sıkıntılı zamanları. Bir mana görüyor. Rüyasında bir büyük somun ekmek veriyorlar, o da alıyor. Sabah hanımına manayı anlatmış ve "Hanım müjde ben ekmeği aldım, yakında bize iş teklif edecekler" demiş. Maarif'ten birileri "Bu da hocadır, sarıklıdır ama aklı başındadır, gerici değildir" demişler herhalde. Cağaloğlu Kız Orta Mektebi yurt bilgisi muallimliğini teklif ediyorlar hocaya. Hemen kabul ediyor. Aslında ciddi bir tenzil-i rütbe var işin içinde ama medar-ı maişet meselesi diyor Sadettin hoca ve ekliyor: "İşte bu rüyalarla biz böyle büyüdük. Pederde bu anlayış hakim idi. Yani bir tarafta bir mantık adamı var, felsefe adamı var. İcab-ı hâlinde Fransızca ders hazırlar, Hachette'ten kitap ısmarlar. Lisede verdiği felsefe dersini Fransızca kitaptan okuyup anlatır. Türkçe tercümesinden naklen değil, özellikle ana kaynağın kendisinden. Ama bir taraftan da rüyalar. İşte böyle bir adam. Ve çok sarfettiği bir söz: Bu yaştan sonra cehenneme seccadeyi seremem."

Yaşı kaç olursa olsun karşısındaki çocuğa sorumluluk vermeyi seven ve bu sorumluluk bilinciyle hareket eden çocuğun kendini önemli, güçlü hissedeceğini bilen bir tavrı varmış Celâl Hoca'nın. Mesela bir gün oğlu Sadettin Ökten'e bisiklet almış "Senin bir vazifen var" demiş. "Her sabah Çubuklu'ya vapur geliyor saat yediyi yirmi geçe, o vapura gideceksin, benim gazetemi alacaksın" diye eklemiş. Sadettin hocadan dinleyelim yine: "Bisiklet alındı ya bir bedeli var. Ben çocuğum, on yaşlarındayım, küçüğüm, öyle bir şey yok yani. Sahil yolu, bügünküyle aynı yol. Vasıta çok az ama neticede on yaşınızdasınız. Tahmin ediyorum arkamdan çok okudu: Fallâhu hayrun hâfizan ve hüve erhamürrahimîn. Sonra bunun Sûre-i Yusuf'tan olduğunu öğrendim... Bu davranışı müthiş bir güven veriyor size. Hem bir sorumluluk veriyor bir iş yaptığınızdan dolayı hem de müthiş bir gurur duyuyorsunuz. Babanızın gazetesini alıyorsunuz ve bunu hiç aksatmıyorsunuz. Ve yavaş yavaş ahvâl-i âleme muttali oluyorsunuz ve pederinizden imâlı bir takdir alıyorsunuz."

Merhum pederinin eğitim metodunu "Birtakım taşları koyuyor, işaret taşlarını, zihninize ve gönlünüze ve geri kalan alanı size bırakıyor. Benim rahatlığım da oradan geliyor olabilir. Sonra siz el yordamıyla buluyorsunuz o alanda yolunuzu. Ama öyle güzel koymuş ki o taşları, o taşların dışına çıkmıyorsunuz, çıkamıyorsunuz" diyerek özetliyor Sadettin hoca. Pederi, bir şeyin önemli veya önemsiz olduğunu muhakkak sezdirirmiş. Mesela 1950'li yıllarda bir akşam annesiyle radyo başında radyo tiyatrosu dinliyor Sadettin hoca. Celâl Hoca gelmiş, "Lehvün ve laibün" demiş ve gitmiş. Bu kadar. Ne kadar? Oyun ve oyalanma. Yapma, etme, hır, gür yok. Bir ikaz, bir tavır, bir iz. Şüphesiz maariften birçok kişiye de ekol olmuş Celâl Hoca. Nurettin Topçu'lar, Ali Fuad Başgil'ler, nice anılar, nice güzellikler...

Celâl Hoca'nın vefatına doğru duyduğu bir mana var. Ablası Sadettin Ökten hocaya anlatıyor. Cami cemaatinden bir hanım gelmiş, "Ben bir rüya gördüm, hocaefendi ile alâkalı, siz söyleyin de bir tabir etsin" demiş. Mana şöyle: Hocaefendiye bir büyük somun ekmek veriyorlar ve Hocaefendi o ekmek koltuğunun altında gökyüzüne yükseliyor, ref oluyor. Celâl Hoca'ya mana aktarılıyor, o tabir etmiyor, yalnızca "hayırdır inşallah" diyor. Bundan sonraki hadiseyi ise Sadettin Ökten'den okuyalım: "Küçük ablam İzmit'te çalışıyor enişte ile beraber. Küçük bir oğulları var, bizde kalıyor. Ablam ve eniştem de hafta sonları bize geliyorlar. Ablam "Pazar günü İzmit'e döneceğiz, babama veda edelim" diyor. Babam anneme "Benim işim var, çocukları sen yolcu et" demiş. "Babam bizimle görüşmedi" dedi. "Demek ki o bir veda mesajı imiş". Onlar pazar gittiler, peder salı akşamı vefat etti. Böyle bir çizgi içerisinde rahmetli pederin hayatı. Şöyle baktığım zaman her davranışında bir renk, bir üslûp, bir biçim size bir şey söylüyor."

Tekke şeyhleri tarafından çağırılan, intisap etmesi istenen bir zat imiş Celâl Hoca. Kimler yok ki? Abdülhakim Arvasî, Ken'an Rifaî, Mehmed Zâhid Kotku, Fahreddin Efendi. Mesela Ken'an Rifâi, Celâl Hoca'ya "Hoca, sen bildiklerini unutmaya hazır mısın?" diye sormuş. Hoca "Yok, hazır değilim" demiş. Yani intisabı istememiş. Fahreddin Efendi ile ise ilişkileri daha farklı. Bir kere arkadaşlar. Biri aynı mahallede bir tekkenin şeyhi, diğeri imam. Fakat intisabı Mehmed Zâhid Efendi'ye oluyor zira Fahreddin Efendi'yle bir anlaşmazlığa düşüyorlar. Celâl Hoca Medine'ye gitmek istiyor, bu hususu Fahreddin Efendi'ye açıyor. "Ne işin var senin oralarda? Oranın Allah'ı başka mı? Yaşlı adamsın, otur burada" diyor. Bu cevap huzursuz ediyor Celâl Hoca'yı. Kendisinden yaşça bayağı küçük olan Mehmed Zâhid Efendi'ye intisap ediyor, ona gönlü ısınıyor. Çünkü efendi ona git diyor, Medine iştiyakına sıcak bakıyor, Celâl Hoca da Zâhid Efendi'ye mürit oluyor.

Gelelim son bir hadiseye. Bu da tekkeler arası muhabbet ilişkisine çok kıymetli bir timsal. Celâl Hoca vefat ediyor. Fahreddin Efendi bu vefatı öğrendikten sonra "Ya çok da üşür" demiş. Aylardan kasım, hava kar, tipi. "Çok da soğuk hava, bakalım ne yapacak şimdi?" demiş. Cenazeyi götürüyorlar, Muzaffer Ozak da var cenazede. O zaman hazret Cerrahî hulefâsından. Dervişleriyle birlikte Fatih Camii'nden alınıyor Celâl Hoca, Edirnekapı'ya doğru arka yoldan götürülüyor. Cerrâhî âsitânesine giden dört yola gelince Muzaffer Efendi "Dönelim de hâcet penceresinden bir niyaz edelim" demiş. Dervişlerinden biri "Yok" demiş, "Nakşî cemaatinden bir zat, lüzum yok, o zaten başka bir efendiye intisab etmişti" diye eklemiş. Bunun üzerine Muzaffer Efendi gayet ârifâne bir cevap veriyor: "Demek başka bir gül daha koklamış hocaefendi."

İnsan kitabın özellikle bu sayfalarını okurken burnuna çok tuhaf kokular geliyor. Bir dönemin tüm kroniği sanki avuçlarına iniveriyor, oradan kelime oluyor, okuyor, izliyor, tefekkür ediyor. Hayatımdan Portreler 163 sayfa, Kültür A.Ş tarafından Mart 2016'da neşredildi, Derya Çakır Baş hazırladı. Celâl Hoca'yla ilgili kısmı 38 sayfa. Bol fotoğraflı. Samimiyetle söylemek gerekirse insan ölmeden evvel bu kitabı da okumalı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Mart 2020 Pazartesi

Gönlün yorgun olduğu yerden hiçbir şey çıkmaz

“İnsan sadece mantıkla tatmin olmaz, duygu arar. Duygununsa İslam’daki karşılığı muhabbettir.”
- Sadettin Ökten

Kalpten kalbe bir yol var demişti Neşet Ertaş o kendine has şivesiyle. Gönle dokunan türkülerinde bir muhabbet havasının yüceliği ve aynı zamanda mütevazılığı göze çarpıyordu. Geçmişimizde muhabbet ve gönül ehli birçok mütefekkirimiz oldu, birçok şairimiz, yazarımız ve daha birçok büyüğümüz. Tıpkı Neşet Ertaş gibi muhabbete, gönle dokunan sözleriyle yer ettiler bizde. Bize muhabbetin ve gönlün önemini söylemeden hissettirdiler bazen. İnsan konuşacak bir dost bulduğunda varlığının büyük kısmını tamamlar. Bu dost illaki bizimle aynı sosyal statüde, yakın yaşlarda veya benzer mertebede olmak zorunda değildir. Arada muhabbet ve gönül bağı kurulduğunda her şey hallolur ve ondan sonra muhabbetin lezzetinden söz edilir sadece (Gerçi artık sohbetler ‘politik olarak aynı bakış’a indirgendi). Hangi konudan konuşulursa konuşulsun, en dünyevi konudan bahis açılsa bile dostla konuşulan konu farklı hissettirir insana. Çünkü insanın ruhu bir muhabbet arar. Bu en münzevi yaşayanda da böyledir. O da kendiyle muhabbet eder dost olmadığında. Gerçek diyebileceğimiz dostu bulduğunda ise ona yönelir. Sadettin Ökten’i de Kemal Sayar’ı da okuryazarlıkla biraz hemhal olan herkes bilir. İkisi de muhabbet ehli kimselerdir. Gönle dokunan yazıları, kitapları vardır. İkisi de aslında muhabbet kavramına uzak mesleklere sahiptir. Sadettin Ökten inşaat mühendisi, Kemal Sayar ise psikiyatristtir. Elbette psikiyatri konuşarak ifa edilen bir meslektir ancak bu konuşmalar bir dostla edilen muhabbet gibi değildir. Ve bu iki değerli insan da gönül ehli oluşlarını mesleklerine yansıtmışlar ve mesleklerine yeni bir tanım getirmişlerdir.

Erkam Radyo’da Gönül Sadası programıyla hatırladığımız bu iki değerli insanın o programda yaptıkları konuşmalar Turkuvaz Kitap'tan neşredildi ve çok kısa sürede üst üste yeni baskılar yaptı. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Dünyaya Geldim Gitmeye dizesiyle üst başlığı oluşturulan kitap Gönül Sadası’ndan Akisler alt başlığına sahip ve tıpkı alt başlığına uygun bir konuşma metniyle açılıyor. Gönül, mânâ, güzel bakmak gibi kavramlar etrafında dönen konuşma zaman zaman modern hayatın yıkıcılığıyla ilgili tespitler ve eleştiriler de içeriyor. Bu konuşmadan ise bir sonuç çıkarıyoruz: İnsan dünyada garip ve yalnızdır. Fakat burada Kemal Sayar’ın henüz ilk cümlesi dikkat çekiyor. İki güzel kelimemiz var: gönül ve sada. Bunlar bize mahsus kelimeler. Batı dillerinde tam manasıyla karşılığı yok. Bu cümleyi kuran bir psikiyatr olunca benim daha da dikkatimi çekti. Çünkü günümüzde her şey gibi ruh bilimiyle ilgili meslekler de mekanikleşmeye başladı. Bu mekanikleşmeye direnen bir görüntüsü var Kemal Sayar’ın ve bu tespiti de çekinmeden yapması bir okur ve ruh sağlığıyla ilgili bir alanda çalışan biri olarak hoşuma gitti. İlk söyleşiden sonra kalan otuz söyleşinin de gidişatı ya da en azından ne gibi konulara değinileceği ve hangi bakış açısıyla konuşulacağı anlaşılıyor. Kemal Sayar konuşmaya sık sık ruh hekimi kimliğini de katmış ve bu konuşmaya farklı bir bakış sağlamış. Sadettin Ökten Hoca ise hep aynı bildiğimiz gibi: Derin, bilgili ve nahif.

Sohbetlerdeki sıcak ve samimi hitap hem okuru kitaba daha da çekiyor hem de bir seviyeyi koruyor. Ancak bundan, sohbetlerin günlük rutin konuşmalardan oluştuğu anlamı çıkmasın. Evet spontane gelişen sohbetler bunlar. Herhangi bir metne bağlı değil ancak sıkı konular konuşuluyor. Örneğin henüz ikinci konuşmada Sadettin Ökten’in sağlam bir determinizm eleştirisi yapması, ‘ben ve ‘biz’ kavramları etrafında batının ve İslam’ın bakış açılarının karşılaştırılıp incelenmesi, Sadettin Ökten’in kendi kitaplarında sık sık yaptığı gibi şehircilikle ilgili tespit, eleştiri ve önerileri bunlardan sadece bazıları. Estetik değerlerin göz ardı edilmeden ve İslam dairesinden çıkmadan yapılan istisnasız her konuşma (31 tane) okura mutlaka farklı bir kapı açıyor. Mesela, daha önceki kitaplarının birinde şehir bir ahlâk meselesidir diyen Ökten Hoca’nın bu kitapta da “şehir sadece akılla kurulan bir yapı değildir, şehirde maneviyat vardır. Bir gotik kilisede de kendine özgü maneviyat vardır. Kendi şehrimizi biz imar edeceğiz, dolayısıyla koruyacağız, dönüştüreceğiz” demesi gibi. Şehircilik konusu açılınca bilge mimar Turgut Cansever’i de anmamak olmaz ki zaten Sadettin Ökten hocanın da birçok düşüncesi Cansever’le örtüşüyor. Çünkü benzer yerlerden bakıyorlar dünyaya.

Büyük şehirlerdeki insanlar için artık iş kavramı tamamen mekanik bir hâle dönmüş durumda. Sabah kalk-araca bin-işe git-yemek ye-mesaiyi bitir ve eve gel. Hatta eve geldikten sonra yapılan şeyler bile sanki bir makineymişiz de onun gereğini yapıyormuşuz gibi hareketlerden oluşuyor. Bununla ilgili son zamanlarda çıkan bir kitap vardı: 6.27 Treni. Kitabın asıl konusu insanın mekanikleşmesi olmasa da arka planda eleştirilen bir hâldi bu. Oysaki kadim medeniyetimizde böyle bir şey yoktur, olsa da büyük çoğunluğu kapsamaz. Elbette klişe bir şekilde geçmiş övgüsü yapmayacağım. Şu anda yaşıyoruz ve geçmiş bazı yönleriyle her zaman daha cazip gelebilir birçok dezavantajları da olmasına rağmen. Fakat şu andaki hayatımızdan atamayacağımız birçok şeyi de barındırmaz. Ancak iş hayatı söz konusu olduğunda şimdiki mekanikleşmeyi kaç kişi o zamanki iş/meslek/uğraş durumlarına tercih edebilir? Kim gününün çok fazla bir kısmını para kazandığı işe harcamak ister? Kaç kişi işten arta kalan zamanlarda bir sanatla, hobiyle, ailesiyle, doğayla ilgilenebiliyor? Bu açıdan geriye gittiğimiz kesin. Modern hatta postmodern zamanlarda yaşıyoruz ve bunun gereği de ‘ölümüne çalışmak’. Koreli filozof Byung-Chul Han da buna benzer şekilde, modernite döneminde hedefin hep ileride olduğunu, bu yüzden insanın daima hızlandığını çünkü anlamı orada bulduğunu, belirtir. Sadettin Ökten ise iş hayatının bu olumsuzluklarını karaktere ve ruhun hazzına bağlar:

İş hayatının, hayatın bütününü inhisar etmesi, maalesef karakter erozyonunu beraberinde getiriyor.

Ruh haz alırsa o çizgiye tekrar dönmez. Gönül o hazzı tadarsa biçime bakar, belki imrenir, sonra ‘Bırak benim yolum doğrudur,’ der. Mühim olan gönüldür, kalptir, onun haz almasıdır, o da bir lütf-i ilahidir.

Tabii bunları bu şekilde düşünebilmek için ‘isteme’ denilen kapitalizmin en büyük silahının tahakkümü altına girmemek gerekir. İsteme, daha fazla isteme, elde edince ise bir kenara fırlatıp ya da harcayıp yeniden isteme. İnsanı çürüten bir döngüdür bu. Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “İstemeye başlar başlamaz Şeytan’ın hükmü altına gireriz” demişti. Kemal Sayar ise “Yeter! diyebilmek en büyük zenginliktir” diyor ve mesleki bir sebep getiriyor buna: “Kâfi diyemediğimiz için içimizdeki boşluğu daha fazla şeyle doldurabileceğimizi zannediyoruz.

Hem Sadettin Ökten’in hem de Kemal Sayar’ın bütün sohbetlerin içinde konuyla ilgi anılarından bahsetmeleri, özellikle Kemal Sayar’ın mesleğindeki bazı olayları konuyla bağdaştırıp örnek vermesi okuru bir üçüncü kişi olarak konuşmaya katması açısından çok isabetli olmuş. Sadettin Ökten ise konuya uygun öneriler de getiriyor anılarının yanında. Hayatın içinde bir mola verip bir an için tefekküre dalma, doğayı izleme, gökyüzüne bakma önerilerini ve halihazırda uyguladığı davranışları söyleşi boyunca tekrarlıyor. Tabii Kemal Sayar da bu önerilere katılıyor ve kendi önerilerini söylüyor. Bu iki değerli insanın da dediği şeyler şimdiki hayatın akışı içinde belki de çok ütopik görünebilir; ancak uygulanabildiği takdirde insana bir nefes sağlayacak önerilerdir. Çünkü sadece bedene ve akla sahip değiliz, bir ruhumuz ve bir de gönlümüz var. Onları da beslemek gerekir. O zaman Sadettin Ökten’in ‘içe dönmek’ ile ilgili şu önerisini de verip yazıyı bitirelim:

…kendinize zaman ayırın. İnsanlarla çok ülfet etmeyin. Kendinize diri zaman ayırın, yorgun zaman değil; zihnin ve bedenin diri zamanlarını ayırın ve yalnız kalmasını öğrenin. Yorgun oluyorsunuz, zihin de gönül de yorgun oluyor, oradan bir şey çıkmaz, çıkmıyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

31 Mayıs 2019 Cuma

İnsanın sanatla irtibatı nerede başlar, nasıl şekillenir?

"Çoğu zaman yoksulluk içindeysem de, içimde yine de bir uyum, rahat ve duru bir müzik vardır."
- Vincent Van Gogh, Theo'ya Mektuplar

İnsanın sanatla ilk teması, farkında olsun ya da olmasın çocukluk döneminde başlar. İdrak yeteneğinin, yani anlayışının, akıl erdirme denen faaliyetinin gelişmesiyle ruhuna iyi gelen şeylerin farkına varmaya başlar. Zamanı tam olarak belirlenemeyen bu evre, mekan olarak ailenin yaşadığı çevreyi kapsar. Evin içi, sokak, mahalle ve civar çevre çocuğun hem kendi idrakini keşfetmesi hem de sanatla olan teması için önemlidir. Bir çocuk sekiz yaşındayken hissettiklerini, birkaç sene sonra farklı biçimde hissedip, yine farklı yerlerde yaşadıkları hislerle karşılaştırmaya başlayabilir. Sanatın düşünce ve yaşayış dünyasına doğrudan teması işte bu karşılaştırmalarla iyice filizlenir. Artık çocuk, dünyaya nasıl bir yerden ve ne doğrultuda bakacağını ufak fakat heyecanlı adımlarla kurmaya başlar.

Bendeniz, ilkokul ve ortaokul çağlarımda bayram namazlarını sıklıkla Silivrikapı'daki Sitti Hatun Camii'nde rahmetli dedemle yan yana kılardım. Bu camii, uzun bir zaman mescit olarak bilinirdi. Zira Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’nin kızı Sitti Hatun tarafından 16. yüzyılda yaptırılmıştı. Hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıydı. Dışarıdan bakıldığında tek katlı, sanki imece usulü kurulmuş ve o şekilde yaşayan, kendine mahsus bir cemaati olan, oldukça sakin bir atmosfere sahipti. Bulunduğu cadde çok işlek olsa da mescidin avlusuna girer girmez farklı bir iklim hissedilirdi. Oldukça sönük olan şadırvan sade biçimde selamlardı ziyaretçisini. Bodur minare, o zamanlar İstanbul'da nadir bulunan gökdelenlerin çoğalacağını haber eder gibi dururdu. Dar ve kısa bir yoldan gidilerek mescidin ahşap kapısından içeri girilirdi. Diktörtgen formundaki bir alanda enine uzun saflar tutulurdu. Birçok yönüyle yapay (ve yeni), bazı yönleriyle de doğal (ve eski) ifadeleri vardı mescidin.

Zaman geçti, aile efradı ihtiyarladı, emr-i Hakk vaki oldu ve dede, anneanne ve diğer akraba fertleri teker teker dâr-ı bekaya göç etti. İşte bu göç edişlerde cenazelerin taşındığı ve namazlarının kılındığı camii farklıydı. Silivrikapı'dan yukarı çıkılırdı, Kocamustafapaşa Caddesi'nden geçilir ve Cerrahpaşa istikametine geçilirdi. Caddenin sağ yanında bütün haşmetiyle ve büyüleyici tavrıyla cemaatini, sakinlerini, misafirlerini beklerdi Hekimoğlu Ali Paşa Camii. I. Mahmud’un sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa tarafından 1147 (1734-35) yılında Çuhadar Ömer Ağa ve Hacı Mustafa Ağa adında iki mimara yaptırılan bu camii, daha içine girmeden, kapısından çevresindeki duvarlara dek her yaştan insana farklı duygular hissettirirdi. İşte bendeniz, bilhassa lise çağlarımda buradan çok yakınımı uğurladım Silivrikapı Mezarlığı'na. Bu uğurlayışlarda, dini vazifelerin yanı sıra caminin formuyla daha çok ilgilendiğimi fark ettim. İnsana bütünüyle geçiciliğini hissettiren ve dolayısıyla her tarafıyla El-Bâki olanı hatırlatan bir camiiydi burası. Yalnızca camii de değildi aslında; tekkesiyle, kütüphanesiyle, türbesiyle, haziresiyle, sebiliyle ve çeşmeleriyle 'nur yüzlü' bir yerdi. İşte bu mimarî etkinin yanına bir de sanatın en güzide kollarından şiir de eklenince 'nûrun alâ nûr' olurdu. Hani, Yahya Kemal o harikulade şiiri Koca Mustâpaşa'da "Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada /  kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda" diyor ya, fakir de ömrü boyunca orada kaldı. Sükuneti ta ezelden ruhuna nakşedenlerle, sâdeliği zarafet kabul edenlerle, geceleri Allâh'a yakın dünyâyı seyredenlerle... Zaten Yahya Kemal de Koca Mustâpaşa'dan yaşadığı semte geri dönerken, içindeki o bitmeyen manevi arayışına dair nasıl bir yer bulduğunu itiraf eder: "Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa'dan / kalbim ayrılmadı bir an o güzel rü'yâdan."

Kabul ediyorum ki bir kitabı takdim etmek için uzun bir başlangıçtı. Elbette bunun bir sebebi var. Uzun yıllardır fikirlerinden, düşünce dünyasından beslendiğim (Şarkısı Biten Şehir kitabımı ithaf ederek hürmetimi ifade etmeye çalıştığım) Sadettin Ökten hoca da aynı serüveni yaşayıp sanatla buluşmuş. Mahalle mescidinde yaşadığı iklimle Bayezid Camii'nde yaşadığı iklim arasındaki fark onu sanatla buluşturmuş. Bu farkın neticesi işte şu cümlelerde mevcut: "Bir insan sıradan bir işi yaptığında yahut olağan bir mekânda bulunduğunda iç âleminde uyanan etkilere dikkat etsin, sonra da heyecan verici bir mekânda duyguları galeyana getirici bir başka deneyim yaşasın, iç âlemindeki olumlu değişimi hemen görecektir. Bu farklılık iç âlemimizden dış dünyamıza da yansır. Bakışlar yumuşar, simada asil bir tebessüm belirir, hareketler vakur ve güzel bir soyluluğa bürünür. Çünkü ruhumuz, yepyeni bir deneyim yaşamış ve bu deneyimin hazzını bedenimize aksettirmiştir."

Devamına çok daha dikkat buyurun lütfen: "Bayezid Camii'nin cemaatindeki bu derûnî ve duygusal farklılığı algılayan çocuk da pek tabii olarak bunu kendi mânevî dünyasında bir yerde muhafaza altına alır. Sonraki yıllarda ruhen bunaldığı, kalben sıkıştığı zamanlarda bu muhafaza ettiği hatıra ona bir ferahlık ve huzur kapısı açar."

Ocak 2019'da tıpkı hocanın daimi halet-i ruhiyesi gibi sessiz-sakin zuhur eden Aslında Bir Sanat Var; Ökten hocanın sanat, birey ve toplum üzerine yazılarından oluşuyor. Evvela bireyin sanatla tanışmasına değiniyor hoca. Burada gözlem, idrak ve eylem oldukça önemli başlangıç noktaları. Akabinde eğitim, eğitimin aktörleri ve içeriği, hatıralar, başka bir 'dünya'nın gözünden (Wilhelm) sanatsal serüven, insanın değerler sistemi, Batı sanatıyla tanışmanın zarureti ve kendi sanatını tanı(ya)mamak (yahut hocanın tabiriyle örselenmek) gibi her yaştan insanı ilgilendiren meselelere dair yorumlar serdediyor. İkinci bölümde bireyi estetik özne olarak tanımlıyor ve değerleriyle arasındaki irtibatı yorumluyor hoca. İnsanın iç dünyasında bilgiyle duygu alanlarının birbirinden ayrılamayacağını, bunların her an iç içe ve birbirinizi izleyen girift bir yapıda olduğunu söyleyerek, hayatiyetini daima sürdüreceğini belirtiyor. Bir eserle temas ettiğimizde; misalen bir şarkıyı dinlerken, bir resmi seyrederken, hazzın yanına başka şeyler de gelir: hatıralar, çağrışımlar, hayaller, arzular. Modernite, bireyin yalnızca hazzı yaşamasını salık verirken, insanı yalnızlaştırır aslında. İç dünyamız yalıtılmış bir yalnızlığa bulanır. Oysa bir duygusal alan vardır ki muhabbetten aşka uzanır. Modernite aşkı tanımlarken sürekli yer değiştirdiği gibi, muhabbet konusunda da tabiri caizse yorumsuzdur. Muhabbet ve aşk, bizim medeniyet tasavvurumuzda çağlar boyunca belirgin bir yere sahiptir. Ökten hoca "Muhabbet, aşkın kaynaktan gelen feyzin göstergesidir" der ve şöyle devam eder: "Hayat gailesi, birey tarafından çekilemeyecek kadar ağır bir yüktür. Varlığı ve gönlü muhabbeti tatmış olan bireyler müstesna."

Üçüncü bölümde sanatkârın kim olduğunu öğreniyoruz. Sanat eserini ortaya koyan insan kimdir? Sanatkâr değerler sisteminden bağımsız mıdır? Diğer insanlardan neden farklıdır? Yeteneğin rolü nedir? Hayat tarzı ve imkânlar sanatçının kaderinde nerede durur? Sanatkârın çevresi nasıl oluşur ve şekillenir? Birey sanatkârla nasıl tanışır? Sanatkâr hangi medeniyet tasavvurunun gölgesindedir? Modernist sanatkârın macerası nasıl sürmüştür? Bu gibi sorular, sanatla ilk buluşmasından itibaren bu buluşma üzerine düşünmüş ve her çevreden sanat ürününü görmüş, yorumlamış bir bilgenin dilinden zengin cevaplar bulabilir. Sadettin Ökten de işte böyle bilgece cevap arıyor sorulara. Sanatkârı tanıdıktan sonra okuyucuya dördüncü bölümde sanat eserinin ne olduğunu anlatıyor. Sanatın konusunu doğa, doğa üstü âlem, insan ve toplum gibi dört çevrenin oluşturduğunu söylüyor. Bu bölümde İslâm medeniyet tasavvurunda sanat, sanat eserinin mahiyeti ve türleri, soyutun tasviri ve muhatabın somuttan soyuta geçişi, eserin hayatın ne kadar içinde olduğu, kimlik inşasında sanat eserinin gücü ve sanat eseri ile özgürlük arasındaki ilişki kendine yer buluyor. Bendeniz döndüm dolaştım, bu bölümü şu paragrafla zihnime nakşetmeye çabaladım: "İslâm medeniyet tasavvuruna göre en güzel yaratılmış olan varlık insandır. Doğa, insanın hem yaşayıp yararlanması hem de tefekkür etmesi, içsel zenginliğini oluşturup artırması için ona lutfedilmiş bir çevredir. Sâni-i Mutlak'ın el-Bedî (benzeri olmayan) ismi tecelli edince bütün yaratılanların tek, yegâne ve en güzel olduğu da kabul edilmiş olur. Bu açıdan baktığımızda bizâtihi insanın kendisi ve ona lutfedilen doğa, duygu alanında zevk uyandırdığı için bir estetik haz kaynağıdır ve bu sebeple sanat eseridir."

Kitabın beşinci bölümü toplum ve sanata, altıncı bölümü sanat ve batı estetik'ine, yedinci bölümü ise sanat faaliyetine ayrılmış. Bu bölümler, hocanın ömrünü verdiği yapı mühendisliği alanındaki eğitim-öğretim ve araştırma faaliyetlerinin yanına bilim tarihi, bilim felsefesi, kültür, medeniyet ve sanat ilgisini nasıl yerleştirdiğini kademe kademe gösteriyor aslında. Bir şehirde nasıl yaşanır, bir yapıya nasıl bakılır, bir sanat eseri üzerine nasıl düşünülür ve yorum yapılır, teoriden ve felsefeden nasıl yararlanılır, güzel nedir ve nasıl oluşur, estetik olgunun dört ögesi (süje, obje, değer, yargı) nedir... Okunurken alınan lezzetin yanına şüphesiz farklı bilimlerden yararlanma ihtiyacı da ekleniyor ki makbul olan da budur. Hocanın o güzel üslubu, teknik meselelere dair konuşurken dahi 'bir ulu rüyayı görenler'le bir ömür geçirdiğini hatırlatıyor. Şehrin silueti bize neler söyler, eski İstanbul'un sokakları, şehirli muâşereti, şehirlinin şehirdeki sanat birikimiyle teması gibi bölümlerde bu hatırlatmalardan istifade etmek mümkün. İslâm medeniyetinin toplumsal sanat uzayından bahsederken, belki biraz uzun bir alıntı olacak ama bakın hoca ne güzel yerlere götürüyor insanı:

"Güzeli hissetmek için belli bir eğitimden, daha doğru tabiriyle belli bir seyir sürecinden geçmek lazım. Bu seyir sürecinde güzeli temaşa eden ehil kimselerle birlikte olunur, onlara iştirak edilir, zihin ve kalp her an uyanık olarak onların halini kabule müştak bir durumda olmak icap eder. Malumdur ki "Hal sâridir." derdi Fethi Gemuhluoğlu Bey. Bu seyirde temaşa ehli, güzele müştak olan ruha sevmeyi öğretir. Güzel, seversen zuhur eder. Seven her şeyi güzel görür. Değil olağanüstüyü, olağanı bile... Allah dostları "Sevginin cünun hali aşktır." buyurmuşlardır. Aşk coşkundur. Aşk gelince akıl zâyi olur. Yûnus Emre diyor ki:

Bu denize düşen ölür dediler
Ölür ise ko ki ölsün n'olısar
Aşk gelicek cümle eksikler biter
Bitmez ise ko ki kalsın n'olısar

Bu aynı zamanda  "Aşk gelicek güzel zuhur eder." demektir. Çünkü güzelde hiçbir eksik ve noksan yoktur. Coşkulu ve aklı zâil olmuş (yok olmuş) aşk hali bir süre sonra durulup damıtılınca muhabbet hâsıl olur. Muhabbet, aşkın özü ve esasıdır. Muhabbet ehli vakurdur, içe dönüktür. Aşk nüvesini kalbinin en muhterem ve mahfuz köşesinde saklar. Muhabbet ehlini ancak o hale vâkıf olan erbabı anlayabilir. Muhabbet öyle bir hazinedir ki asla israf edilemez. Fânîler için kullanılmaz, sadece ezelî ve ebedî olan güzele ithaf edilerek bezledilir (sarfedilir).
"

Ökten hoca kitabını modernitenin toplumsal sanat uzayı ve bunun içeriği ile İslâm medeniyetinin toplumsal sanat uzayı ve onun muhtevasını kısaca karşılaştırarak hatm-i kelâm eyliyor. Diyor ki modernist sanat eseri kendi başına bir varoluşu iddia ediyor. İslâm dünyasının sanat eseri ise yalnızca Allah tarafından lutfedilen cemalin, tecellisinin bir yansıması olduğunu biliyor. Bu durumda kendi  başına varoluş hilkatle çatışmaya doğru yol alırken, İslâm medeniyetinin sanat eseri ilâhî güzelin azameti karşısında bir tevazu ve acizlik ifadesi olarak mümtaz bir yer tutuyor.

Aslında Bir Sanat Var; yaşamın ve aklın insanı bu en çok sıkıştıran çağında, Süleymaniye'nin bahçesinde uzun uzun düşünmeye, sakin-sessiz bir parkta Itrî nağmeleri dinlemeye, güneş guruba ererken birkaç Van Gogh resmi yorumlamaya, Üsküdar sahilinde çay içerken Beşiktaş'a doğru bakıp bir türkü tutturmaya sürükleyen bir kitap... Sanatın her an hayatımızın içinde olduğunu, esas mevzunun onunla temas ederken bu temastan çıkan duyguların hâlimize neler katacağını önemseyen bir kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Aralık 2018 Cuma

Şehir konusunda ihmal edilen kavram: ahlâk

Şehir ve şehirleşme üzerine son dönemde ortaya çıkan düşünsel yöndeki anlaşmazlıklar, insanları ikiye böldü. Bir tarafta geleneksel şehri savunan, kapitalizmin müdahale edemeyeceği bir şehir kurma ideali olanlar var. Diğer tarafta ise çağın getirdiklerine karşı koymanın imkânsız olacağını düşünüp modern şehir savunusu yapanlar var. Derin bir kuyu olan bu konuda her kesimin haklı olabilecek fikirleri -ya da en azından ilk bakışta doğruymuş gibi görünen fikirleri- olsa da durumu medeniyet açısından inceleyen insan çok az. Salt pragmatist bir bakışla şehrin, şehirleşmenin ne demek olduğu ve nasıl olması gerektiğini söylemek bizi yanıltacaktır. Aslında daha önceden Turgut Cansever hoca bizlere kitaplarıyla bu konuda oldukça geniş malumat vermiş olsa da ne kadar okunduğu ya da dikkate alındığı günümüzün şehirlerine bakınca ortaya çıkıyor: Maalesef hiç. Zaten dikkate alınmış olsaydı Sadettin Ökten hoca İçimde AVM Var kitabını sanıyorum ki yazmazdı.

İçimde AVM Var, 2015 yılında Tuti Kitap etiketiyle neşredilmiş bir Sadettin Ökten kitabıdır. Deneme türünde birçok yazı bulunan kitap, 203 sayfadan oluşuyor. İlk denemeden son denemeye kadar şehir ve şehir tasavvuru hakkında fikirlerini okuyucuyu zorlamadan aktarmaya çalışan Ökten hoca, düşüncelerini sağa sola sapmadan net bir biçimde yazmış. Mesleği gereği de şehir konusunda sözü dinlenmesi gereken Sadettin Ökten, konuyu bir de estetik görüş ve sanat felsefesi içinde ele alınca ortaya dikkat çekici denemeler çıkmış.

Kitaptaki yazılarını adım adım kurgulayan ve okuru önce insan, medeniyet, tasavvur, ahlâk, değer gibi kavramlarla konuya hazırlayan hoca, daha sonra bizdeki ve dünyadaki şehirleşme ve şehir olgusu hakkındaki fikirlerine yumuşak bir geçiş yapıyor: “…Değer dediğimiz şey de hayatımıza mana katan, hayatı anlamlandıran, yaşanır kılan ve dış dünyada-maddi dünyada karşılığı olmayan ama iç dünyamızda bizim için çok kıymetli olan kavramlardır. Mesela ilim de estetik de sanat da böyle kavramlardır. Dış dünyada karşılıkları yok bunların. İnsanın davranış biçimleri her zaman değerle bir uyum içerisinde olur mu? Eski tabirle; bir mutabakat söz konusu mudur? Hayır. Bazen olur, bazen olmaz. O halde değer sisteminin davranışa geçtiğinde uygunluğunu denetleyecek bir sistem lazım. Bu sistem; genel manada ahlak, daha özel manada ise hukuktur.

Ülkemizde çok uzun yılardır özellikle şehir konusunda ihmal edilen en genel kavram, ahlâk. Sadece insan ilişkilerine veya davranışlarına hasrettiğimiz bu kavramın, aslında insanların birincil derecede muhatap olmak zorunda olduğu şehre bakış açımızı da belirlemesi gerekiyordu. Köprünün altından çok sular aktı. Bir şehri kurmak, dönüştürmek ya da muhafaza etmek ahlâkî bir problemdir, ahlâktan bağımsız değildir diyen Ökten hoca, kitabın başından sonuna kadar birçok denemesinde bu kavrama çok geniş yer veriyor. Ahlâkı hukuktan ayırmadan; fakat hukuktan da aşağıya koymadan bu iki kavram çerçevesinde şehir kurmanın temellerinden bahsediyor hoca.

Ahlâk, inanç, değerler sistemi vb. kavramların oluşturduğu medeniyet tasavvurunun bir şehir için olmazsa olmaz olduğunu bu denemelerden açık bir şekilde çıkarmak mümkün. Buna rağmen “ama bu çağda…” diye başlayan cümleler kurmanın ne kadar gereksiz ve yersiz olduğunu da Sadettin Ökten’in bu kitabı veya diğer kitaplarıyla anlayabiliyoruz: “Şehirde yaşamak, o şehri inşa etmek ve o şehirde inşa edilmek, yani şehrin fiziğiyle ilgili bizatihi bir eylem ve bu eylemin insanı etkilemesi de bir ahlâk ve hukuk sorunudur. İnsanlar umumiyetle olayın hukukî boyutunu çok net görürler. Neden? Çünkü hukukî boyutu ihlal ettiğiniz zaman canınız acır. Müeyyidesi vardır, yaptırımı söz konusudur. Ama şehir hukuktan daha geniş bir kapsamda bir ahlâk meselesidir. Hem kurmak hem dönüştürmek hem şehirde yaşamak… Neden? Çünkü bir davranış biçimidir ve o davranışın arkasında sizin inandığınız değerler sistemi vardır. Yani davranışlarınız değerlerinize uyuyorsa orada ahlâkî bir uyum ortaya çıkar. Özellikle çağımızda ve özellikle ülkemizde şehri kurmanın, şehirde yaşamanın, şehri kullanmanın ve şehri dönüştürmenin ahlâkî boyutu göz ardı ediliyor.

Sadettin Ökten, hem şehir kurmanın önemine hem de hayatın akışına yönelik tespitlerine “nispet” ve “iktifa” prensipleri tarafından da değiniyor. Nispeti kısaca bir şeye göre oran, iktifayı ise yetinme, yeterlik olarak tanımlayabiliriz. Anlatımını örneklerle zenginleştiren, zaten açık olan üslûbunu daha da anlaşılır kılan Sadettin Ökten hoca, nispet ve iktifayı kitabının temeline oturtup bu konuyu da örnekleriyle okura anlatıyor: “Yani bir evliya türbesinin yanına bir gökdelen -hatta sekiz katlı bir gökdelencik deyin- dikerseniz, o evliya türbesine muhtemelen önem vermiyorsunuz demektir. Bu meseleyi isterseniz alın, Kâbe’ye kadar götürün. Hiç fark etmez! İnsan nispetle yaşar hayatta…

İkinci prensip olarak iktifa ise şöyledir: Her fiziksel veri size belli bir imkân sunar. Bunun en anlaşılırı, mesela otomobil alıyorsunuz, prospektüsünde dört kişiliktir yazıyor. ‘Bagajı şu kadar yük alır, şu kadar benzin alır.’ diyor. Bu demektir ki o otomobili kullanırken o şartlara uyarsanız belli bir limit içinde güvenli kullanırsınız. Ama öyle yapmadığınız zaman, dört kişilik arabaya sekiz kişi koyduğunuzda o güvenlik ihlal edilir. Aynı şey şehirde var.

Sadece Kâbe örneği bile hocanın derdini anlamaya yeterli aslında. Çok katlı gökdelenlerle, Zemzem Tower’larla Kâbe’yi küçücük bırakanları ciddiye alanlar maalesef ki çevremizde de bolca mevcut. Bahaneleri ise, “O kadar insan nerede kalacak?” İslâm’a düşman birini getirip “Kâbe’yi itibarsızlaştırıp önemsizleştirin” desek, şu anki duruma getiremezdi. Öyle ki Kâbe fotoğraflarına bakarken etrafındaki gökdelenlerden görebilmemiz için büyüteç kullanmamız gerekiyor artık. İşin tuhaf tarafı bu, kimseye önemli bir sorun gibi görünmüyor. Kâbe’yi bir gökdelenden seyretmek veya herhangi bir yerdeki mübarek mekânlara tepeden bakmak insanların hoşuna gidiyor. Sadettin hoca bunun mücadelesini veriyor. Anlayan kaç kişi?

Sadettin Ökten hoca, bir tasavvurdan bahsederken sadece Osmanlı veya Türk tasavvurundan değil, Amerikan, Roma veya başka tasavvurlardan da bahsediyor. Daha önce de bahsettiğim gibi, düşünce ile yapılan şey - inanç ile yapılan şey arasında bir bağıntı olursa orada ahlâktan bahsedebileceğimizi söyleyen hoca, örneğin New York’un tam bir Amerikan şehri olduğunu, onların düşünce yapılarıyla yaptıkları arasında bir bağıntı olduğunu söylüyor. Bunun doğruluğunu veya yanlışlığını savunmaktan ziyade inanç-eylem arasındaki bağıntıya dikkat çekiyor Ökten. Çünkü asıl önemli olanın bu olduğunu, bu bağlantıyı yakalayamadığımız takdirde yaptıklarımızın önemli şeyler olmadığını yazılardan yakalayabiliyoruz.

Birçok yazısında toplumun şehir yapısını yönlendirdiğini savunan Sadettin Ökten, halk istemediği takdirde şehrin halkın istemediği bir yönde kurulmasının, değişmesinin veya yenilenmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Sadece demokrasilerde değil monarşide dahi bu durumun böyle olduğunu savunuyor ve yine açık, anlaşılır örnekleriyle bunu vurguluyor. Burada aklıma Turgut Cansever’in verdiği bir örnek geldi: İnsanların mahallelerine yapılan bir çeşmenin dahi estetik yapıyı bozduğu gerekçesiyle yürüyüş, eylem yaptığı zamanlardan koca koca binalara tepki gösterilmeyen zamanlara geldiğimizi söylüyordu Cansever hoca. Sadettin Ökten’in de dediğini bu minvalde alabiliriz.

Osmanlı’yı sevip sevmemek ayrı bir konu. Ancak şehir konusunda asla yabana atılamaz Osmanlı ve halkı. Sadettin Ökten’in de Osmanlı’yı (Osmanlı insanını) öne çıkarması bu yüzdendir: “Bir Müslüman, hele Osmanlı Müslümanı üç şey peşinde koşar:

1.Rıza-yı İlahi. Seküler dille ifadesi; Allah’ı hoşnut etmek. “Ben senin bu dünyada halifensem senin hoşnutluğunu kazanmam lazım.” diyor.

2.Kendi cinsinden bir beşer olan İslam Peygamberi’nin şefaatini kazanmak.

3.İslam Peygamberi’nin vârislerinin, yani ricâlullahın himmetini üzerinde hissetmek.

Bu üç umde üzerinde yürüyor hadise. Şehirde de buna göre inşa ediyor mekânları. Dolayısıyla bugün bizim anlayışımızla; vazgeçilmez gibi görünen imar yasası, yönetmelikler, şunlar bunlar o zaman yok. Çünkü bunlara ihtiyaç yok. Adam zaten ister istemez insana ve çevreye saygılı ve riâyetkâr bir hayat yaşıyor, mekân yapısını da buna göre kuruyor. Ama bu saygı ve riayet hayatın her safhasında var: Kazancında, ölümünde, doğumunda, beşerî ilişkilerinde, her şeyinde… Pax Ottomana bu işte!

Her yerde biz Osmanlı’yız, şu’nun torunuyuz bu’nun evladıyız deyip de koca koca gökdelenlere yatırım yapanlara, o gökdelenlerin veya şehrin yapısını bozan her yapıya son derece kayıtsız kalıp yanından geçip gidenlere duyurulur!

Şehir demek, sadece bina demek değildir. Zaten Sadettin Ökten şehrin yapısı, gelişmesi vs. derken sadece müşahhas şeylerden değil mücerret kavramlardan da bahsediyor. Mekânın yapısının insan ilişkilerine etkisini kimse yok sayamaz. Tek katlı yan yana iki evdeki komşuluk ilişkisiyle bir apartmanın bilmem kaçıncı katındaki iki konutun komşuluk ilişkisi bir değildir, olmayacaktır. (Hoca apartmanı ‘komşuluk bitsin diye yapılmış bir mekân’ olarak tanımlıyor) Her zaman her yerde bahsedilen, artık bir klişeye dönüşmüş olan, ancak bunun düzeltilmesi için de kimsenin kılını kıpırdatmadığı bir durum: Artık karşı evdeki insanı tanımıyoruz. Komşuluk görevlerinden veya komşuluk hakkından geçtim, tanımıyoruz. Görsek bir yabancı zannediyoruz. Bunu gökdelene de yıkamayız. Üç dört katlı yapılarda dahi bu durum bu şekilde artık.

Sadettin hoca, yine Osmanlı’dan örnek vererek komşuluk kavramını irdeliyor ve o zamanlar şehrin bu gibi kavramları dışarıda bırakmayacak şekilde kurulduğunu vurguluyor. Çok yabancı geliyor artık bize bu kavramlar. Ancak bir zamanlar şehirler bu şekildeydi. Ve huzur vardı. Mutluluk ayrı konu: “…Osmanlı’nın yaptığı bu… Şehri yaşayan bir yer haline getiriyor. Bu hale getirirken de üst otorite aşkın otorite olduğu için o otoritenin rızasını kazanmak -itaat değil, rızasını kazanmak- için kendisine ne kadar hürmet ediyorsa komşusuna daha fazla hürmet ediyor. Çünkü Peygamber’i hadis-i şerifte buyurmuş ki: ‘Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.’

Bu çok mühim! Türkçe’de bunun karşılığı ne? ‘Ev alma, komşu al.’ Peki, kapitalizmde karşılığı ne? ‘I don’t care who your neighbor is. (Komşunun kim olduğu hiç umurumda değil, hiç mühim değil.)’ çünkü herkesinki gibi bir ev orada, yalnız ve izole… Ve istenen tercih bu… Komşuluk yok onun için. Adam yapamaz, zaten istemez de.

Yüksek katlı evlerimize, sitelerin verdiği güvenlik duygusuyla rahatça girip keyfimize bakıyoruz. Fakat huzurlu muyuz? Sadettin Ökten hoca, medeniyet tasavvurumuzla değerler sistemimizin uyuşmadığı takdirde hayatımızda kaos olacağını söylüyor ve şu anda yaşadığımız durumu buna yakıştırıyor. Medeniyet tasavvuruyla değerler sisteminin uyuştuğu zamanda ise artık, yeni ve modern görülen şehirleşmede huzurumuzun alındığını savunuyor. Evet, birçok kolaylık (iyilik değil) sağlıyor yeni evler, binalar vs. Fakat neleri götürüyor bizden: Huzur, iç dinginlik, iç rahatlığı… Avrupalı’nın ya da Amerikalı’nın ödediği bedelin bu olduğunu söylese de artık bizim ödediğimiz bedel de budur.

Bunlara rağmen çıkış yolunun da ipucunu veriyor hoca. Ne kadar kulak veriyoruz acaba?

İnsan kendi gücüyle, yani doğayı, toplumu ve kendini değiştirme, kullanma, tasarruf etme gücüyle hangi istikamette yürüyecek? Hizmet ve merhamet istikametinde mi yürüyecek, yoksa tahakküm istikametinde mi yürüyecek?

Tahakküm istikametinde yürürse yaptığı gökdelendir. Hizmet ve merhamet istikametinde yürürse yaptığı şey bugün yok, orası boş… Onun için gökdelen orayı çok kolay dolduruyor, site orayı çok kolay dolduruyor. İsminde şehir olan ama kendisi şehir olmayan yerleri yalnız binalardaki yalnız insanlar dolduruyor.

Peki, hizmet ve merhamete dönük bir yerleşim kurulabilir mi? Tabii kurulabilir, üzerinde düşünmemiz lazım: Temel talebimiz ne? Bu temel talepleri bugün icra edebilir miyiz? Kapitalizm ‘Edemezsiniz, biz sizi yok ederiz’ diyor. O zaman kapitalist felsefe bir Tanrısal felsefe midir ki Tanrı sonsuz gücüyle bizi tehdit ediyor? Temel çatışma burada.

Yoksa Cenab-ı Allah bize bir kapı açıp yol gösterdi, biz farkında değil miyiz? Bunları düşünmemiz lazım…

Ökten hoca, derdini, tasasını ve düşüncelerini bize çok açık bir dille, sağa sola sapmadan, kimseye özellikle laf atmadan, durumu, yapılanları genel hatlarıyla değerlendirmiş ve çıkış yollarını anlatmış. Kitabın son yazısı ‘Modern Zaman Strüktürlü Medeniyet ve Günümüz’ yazısı her şeyi kapsayıcı bir yazı olmuş ve hoca, kitapta o ân’a kadar dediklerini özetlemiş sanki.

Bu kitabı bir farkındalık oluşturmak için (belki artık iş işten geçti diyenler olabilir) bütün siyasilere, mühendislere, mimarlara ve hocanın da hep üstünde durduğu topluma okutmak gereklidir diye düşünüyorum. Önce bir tasavvurda karar kılıp daha sonra da işe koyulmanın vakti geçeli çok oluyor. Herkes iyi ve düzgün bir şehirde yaşamayı hak ediyor çünkü.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

18 Ocak 2017 Çarşamba

Gelenek ile modernlik arasına sıkışmış zihinlerimize sahici önermeler

Sadettin Ökten, sahici bir medeniyet tasavvuru peşinde. Aynı zamanda sahici sorular soruyor. Medeniyet üzerine düşünmenin, bir tasavvur arayışı içinde olmanın soru sormakla başlayacağının farkında. Doğru sorular sormak… Doğru soruların kılavuzluğunda uzun bir yolculuğa çıkmak…

Timaş Yayınları bünyesinde faaliyet gösteren Sufi Kitap tarafından yayınlanan Gelenek Sanat ve Medeniyet adlı kitap geleneksel kodların sanat alanındaki şifrelerini çözme gayretini yansıtıyor. Onun gayreti kadim medeniyetimize nostaljik bir bakışla yaklaşmanın ya da bir takım duyguları tatminin çok ötesinde. Artistik söylemler peşinde de değil. Ne idüğü belirsiz bir gelenek tanımı yaparak kendini dokunulmaz kılmak amacı da yok. Sahici bakışların ve gerçek tanımların peşinde. Emek harcıyor, kafa yoruyor. Ökten, bir medeniyetin anlaşılması için o medeniyetin sanat telakkisinin mutlaka anlaşılması gerektiğini söylüyor.

Bilindiği gibi biz Müslümanlar uzun bir dönemdir kendi medeniyet tasavvuruna yabancı bir halde yaşıyoruz. Batı kültür ve medeniyeti, üstünlüğünü ve egemenliğini ilan etmiş durumda. İster istemez Batı dışı toplumlarm da bu medeniyet tasavvurundan etkilenmekte. Kendi medeniyet tasavvurumuzu yaşayamıyoruz ama Ökten’in de ifade ettiği gibi kadim medeniyet tasavvurumuza ait nüveleri iç dünyamızda taşıyoruz. Bu da ister istemez insanı bir ikilemi yaşamanın ağırlığı ile karşı karşıya bırakıyor. İşte tam burada Sadettin Ökten, adı geçen kitabında yaşamakta olduğumuz meseleleri tarif etme ve bu meseleleri aşma gayretini yansıtıyor. Kadim medeniyetimizin sanat telakkisini tahlil etmeye çalışıyor.

Tarihimizle ve medeniyetimizle ilgili birçok araştırma ve çalışmada sanat yönü akim bırakıldı. Burayla ilgili ciddi mesailer harcanmadı. Oysa medeniyet anlayışları sanatıyla kendini ifade eder. Toplumun birer üyesi olan sanatçılar, içinde yer aldıkları medeniyetin kendi varlıklarındaki izlerini sanat vasıtasıyla açığa çıkarırlar. Sanat aynı zamanda toplumların moral dinamiği olarak yaşamın içinde yer alır. Zaman, mekân ve hayat anlamlı bir bütün olarak geleneğin içindeki sanatın yansımalarında kendini gösterir. Sadettin Ökten, Gelenek Sanat ve Medeniyet adlı kitabında özelde şiirin üzerinde durarak ve ebru, hat gibi geleneksel sanatlarımızı ele alarak meselelere yaklaşımını dillendiriyor.

Ökten, kitabında Yahya Kemal şiirleri üzerinden medeniyet tasavvuru ile ilgili unsurları belirginleştiriyor. Yahya Kemal’in şiirlerindeki remizlerin ve simgelerin arka planındaki duygusallığa hassasiyetle yaklaşıldığında bir bütünlüğün haber verildiği söyleniyor. Bu remizler eski ve büyük bir yapının yapı taşları ve fikri bütünlüğün vazgeçilmez öğeleri. Yazarın dediği gibi Yahya Kemal şiiri bir medeniyet tasavvuruna gönderme yapıyor. Bu medeniyet bizim özgün, kadim ve şu an eski diye nitelenen medeniyetimiz.

Medeniyet tasavvuru üç şeyi içine alır: Mekân, insan ve zaman. Sadettin Ökten’e göre Yahya Kemal’de mekân “Kendi Gök Kubbemiz”. Bu kubbe vatanımızı örter. Bütün medeniyet değerlerimiz bu kubbe altında yaşanmıştır. Şair bu gök kubbeden hareketle medeniyet değerlerine ulaşır. Medeniyet tasavvurunu hayata geçiren insanımız aynı zamanda yaşanan coğrafyayı vatan haline getirmiştir. Yahya Kemal’e göre biz kendimiz olarak yaşıyorsak ve medeniyetimize sahip çıkıyorsak yaşanan coğrafya vatan ve buranın üzerini örten gök kubbe bizim gök kubbemiz olur. Eğer kendimiz kalarak yaşayamıyorsak bu zamanlarda gök kubbe bizi maddi ve manevi olarak kuşatmaz. Bu aynı zamanda vatandan uzaklaşmak anlamına da gelir.

Yahya Kemal’in gök kubbesi aynı zamanda devleti işaret eder. Bizim eski devletimizi… Devlet dirliğin, düzenin, güven ve refahın sigortasıdır. Ona göre gök kubbeyi temsil eden devlet dört sütun üzerinde yükselir: Hakan, ilmiye, seyfiye ve kalemiye sınıfı… Bunlar onun şiirlerinde yer alır. “Selimname”, “Ali Emiri’ye Gazel”, “Akıncılar”, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Aziz İstanbul” gibi şiirler yukarıdaki perspektifle değerlendirilebilir.

Yahya Kemal’de zaman her daim maziyle beraberdir. Onun şiirlerinde zaman bazen dümdüz bazen de devri daim şeklinde geriye gidişler ve geriden gelişlerden müteşekkildir. Şiirlerinde bazen mazinin uzak ya da yakın derinliklerine yol alır. Maziye gidişte, oradan dönüşte kimi kez mekânlar ön plana çıkar. Mekân hatırlanan ve gönderme yapılan zamanı bütünler, tamamlar.

Yahya Kemal, “İstanbul şairi” olarak tanınır. Sadettin Ökten bu konuda şu değerlendirmede bulunuyor: “Yahya Kemal belki bir İstanbul’dan bahsetmektedir ancak o İstanbul, şairin yaşadığı çağda kendisine atfedilen İstanbul değildir. Onun resmettiği ve şiirle ifadelendirdiği İstanbul çok başka, çok daha geniş, şümullü ve derin muhtevalı, mücerret bir kavram olarak insanımızı tarihi macerası içinde yorumlayan, bu yorum sırasında zaman ve mekân unsurlarını ustalıkla kullanan bir İstanbul’dur.”

Gelenek Sanat ve Medeniyet, birbirinden değerli denemeleri içinde barındırıyor. “Geleneğin Devamı ve Zenginleşmesi”, “Geleneksel Türk El Sanatları Üzerine Bir Deneme”, “Toplum ve Sanat”, “Geleneğin Sanatı”, “Zevk-i Selim”, “Ebru ve Zaman”, “Geleneğin Neyi Eksik” gibi... Geleneğin bulanıklaştırıldığı, gelenekselliğin entelektüel bir gevezelik malzemesi kılındığı bu günlerde konu hakkında ciddi şeyler okumak için adı geçen kitap iyi bir tercih olacak. Gelenek ile modernlik arasına sıkışmış zihinlerimize sahici önermeler sunuyor Sadettin Ökten. Hepsinden önemlisi soru sormanın vazgeçilmezliğine işaret ediyor.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.