Oruç Aruoba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oruç Aruoba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2022 Perşembe

İnsan daimi bir yer-yol-yön arayıcısıdır

"Kişi kendini yapar, bozar, dağıtır, yıkar, kırar: Sonra, yeniden kurar. Önemli olan, kişinin kendini başlangıçtan kurmuş olması değil, baştan kurabilmesidir."

Bir yerde olmanın, bir yönü seçmenin, bir yola çıkmanın açtığı düşünme olanaklarını kaybettik. Yola çıkmak, yola gitmek, yola varmak hepimiz için birer lükse dönüştü. Bu çağda yürümek, düşündüren değil güldüren bir şey oldu. Oruç Aruoba, son derece lezzetli olan Yürüme adlı kitabında, bizim (zaten) ne olduğumuzdan başlayıp hep-hiç arasında 'kişi'ye uzanan yolculuğumuzun izini sürüyor.

Nietzsche için yaşam, insanın türlü aralarda gezinmesiyle ortaya çıkan bir yolculuktur. Bu onun elbette yaşama dair yaptığı tek bir tanım da değildir. Aruoba, kitabının hemen başına aldığı Nietzsche paragrafıyla okuyucunun zihnini meşgul ediyor. Hangi aralara dikkat edilmesi gerektiğini gösteriyor. Sevginin hissedildiği, baharın tadıldığı, güzel seslerin dinlenildiği, dağların, ayın ve denizin insanın yüreğini titreten görünümlerini bir an içine saklamış, sırlamış arala. İşte bu aralardan oluşan tüm anlar ve aralar, Aruoba'nın zihnine birer cümle olarak düşüvermiş olmalı ki Yürüme kitabı ortaya çıkmış.

Okuyucunun Kasım 1992'den bu yana belirli aralıklarla yeniden basılan Yürüme'ye olan ilgisi, "acıları bile anılara dönüştürürüz biz" diyen yazarın sesine bir yankı belki de. Çünkü "durumumuz, ötekilerin durumlarının toplam durumudur". Çünkü "uygar kişi, kendisi ile bütün insanlar (insanlık) arasında bağ kurabilen insandır". Bu uygar olma hâli şaşkınlığı, hayreti insana bol bol yaşatır. En çok da üzülmeyi. Ancak Aruoba burada bir uyarı yapıyor. Uygar insanın üzülmesi, modern zamanların üzülmesi gibi ah'lı vah'lı değil diyor, daha çok kızgın bir üzülme. Neden olarak da ancak dünyanın temelden bozuk olduğunun farkında olan insana uygar denebileceğini belirtiyor.

Felsefeye meraklı bir okuyucuya yeni kapılar aralamaktan memnuniyet duyan bir yazar Aruoba. Yürüme'nin içindeki notlardan bunu anlayabiliyoruz. Heidegger'in sık sık "ufuk" kavramına başvurduğunu, "ne ise o olmak" düşüncesinin Schopenhauer'de ve Nietzsche'de kendine yer bulduğunu, Russell'ın "aylaklığa övgü" düzdüğünü ama yüz küsur kitap yazmaktan geri durmadığını, "hayret"in Sokrates'e "hayranlık"ın da Kant'ın has kavramları olduğunu, Bloch'un "henüz olmayanın" felsefesini yaptığını, Derrida'nın Nietzsche'nin not defterinde bulunan "şemsiyemi unuttum" tümcesinden sayfalarca anlam çıkarabileceğini öğrenebiliyoruz bu notlardan. Kitabın içindeki resimlerde Heidegger'i Karaorman'daki yürüyüşünü ve Freiburg'daki çalışma masasını, Van Gogh'un Emile Bernard'a mektubunu, Aziz Hieronymus'un çalışma odasını, Albrecht Dürer'in erkekler hamamını görebiliyoruz.

Yolu yürüyerek çözümlemenin imkânsızlığına vurgu vardır Yürüme'deki metinlerde. Yolu yalnızca "açan" bilir. Öte yandan açılmış hazır yollarda yürümenin tadını dönüp duran tekerlekler değil yalnızca insan kavrayabilir. Özgürlükse, açılmamış, yani belirsiz yollarda yürümektir. Belki de yaşam bu yüzden "her ne olursa olsun" özgürdür: "Zaten, hep, kırık-dökük, paramparça ilişkiler bırakıp ardında, böylesine yıkıcı, yırtıcı bir yolda yürümüyor mu yaşam?"

Bir yolcuya yardım etmenin en dürüst yolu onunla birlikte yürümektir. Çünkü duran, yürüyeni asla anlayamaz. "Yanında yürümekten başka yardım yolu yok" derken Aruoba, Homeros'un deyiminin hâlâ geçerli olduğunu da hassasiyetle vurgular: "Çoğunluk, insanların neredeyse hepsi, bir(er) yük olarak yaşıyorlar yeryüzün(d)e..."

Kişi bölümüne, yani kitabın en zor bölümüne geçerken Oscar Wilde karşılar okuyucuyu. Bir hatırlatma yapar. "Acısını çektiğin her şeyi onaylamazsan, tam olamazsın" der Wilde. Aruoba da öyle bitiriyor kitabını: "Kişi, kendi olabilendir."

Yağız Gönüler

29 Nisan 2021 Perşembe

Felsefenin mısrası: Oruç Aruoba

Kitaplar da insanlara benzemez mi? Adlarıyla, biçimleriyle, anlattıklarıyla... Sanırım ben en çok azınlığın keşfine, ellerine ve kütüphanesine vardığı Halil Cibran, Oruç Aruoba, Emil Cioran gibi insanları seviyorum. Onlar benzersiz ve ikâmesiz bir kendiliği metnine getirmeyi başaranlar. Bilhassa Oruç Aruoba'nın üslubu, kendine has bir güzergâhı olan ve yalnız o yolun yolcularının peşi sıra düşeceği gizli bir patika gibi.

Yazarın alametifarikası bu belki de; Ruhça'sının olması. Ruhça’sını; ruhuna ait olan o üslubu dilleştirmeyi başarması. İnsanın edebiyatta erişeceği en üst nokta kurmaca kabiliyeti, metindeki yetkinliği, iyi bir anlatı sesi, yüksek bir retorik kurma kudreti değil kendine ait dili inşa ettiği zamana tekabül ediyor. Yazmayı tutku edinmişlerin varmaya çalıştıkları nihai nokta da açığa çıkıyor böylelikle: kendine has bir dil yaratmak. Öyle ki okuyanlar desin: Bunu 'O' yazmış. Belki de bu yüzden özgün bir dil inşa edenler; o dili asla inşa edemeyeceklerde hayranlık uyandırırken, o dili inşa edecek yeteneği olanları kıskandırıyor.

Nurdan Gürbilek, Yazı ve Arınma’da Oruç Aruoba’nın ustam dediği Bilge Karasu’dan üslup üzerine şu pasajı alıntılıyor:“Kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılması sağlar; kimininkinde ise bir karasu gibi akış. Benim dilim çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.

Karasu’nun ideal üslubu gibi bambaşka üslup sesleri var. Kimi yazının sesi, karın yağışının o sessiz sesine benziyor mesela, kimi ise camları alaşağı eden bir taş sesine. Bazı metinlerdeyse ses yok, koku var sanki. Ağır bir parfüm kokusu, inatçı bir kir gibi okunur okunmaz buruna gelen kesif bir koku. Yahut libidinal enerjisini okura anında ifşa eden bir ten kokusu. Çeviride dahi tahrip olmayan, başkalaşmayan, beşeriyetini aşarak ruhunu okura duyurabilenler var bir de; Oruç Aruoba’yı, Oruç Aruoba yapan ses.

Müzakereler kitabında “büyük filozofların aynı zamanda büyük üslupçular olduğuna inanıyorum” diyen Deleuze, üslubu “üslup asla insan değildir, her zaman öze(üslup-olmayan) aittir” olarak belirtir. Üslup olmayanı ise “bir öz olarak üslup olmayan, farkın bir imkânıdır. Üslupsa farkın ta kendisidir” diyerek altını çizer.

Felsefeyi “kavramlar yaratan ve icat eden bir disiplin” olarak tanımlayan Deleuze, kavramların imal edilmesi gerektiğinden de bahseder. Deleuze’ün felsefeye bu bakışı, Edebiyatta özgün ve özerk yazının konusu olarak minör yazının keşfini de beraberinde getirir. Üsluba da, felsefe gibi güzel bir yorum getirerek ikisinin de kullanabileceği bir yolu işaret eder; “bir minör-oluş yaratmayı bilmek.

Deleuze ve Guattari’nin Kafka’nın eserleri üzerine yaptıkları çalışmalarla başlayan minör edebiyat ya da minör yazı; bir azınlığın majör dilde yaptığı edebiyat ve dilin “yersizyurtsuzlaşması” gibi anlamlara gelir. Minör yazı; yeni bir dil yaratma değil, var olan bir dili yeniden yaratma olarak da tanımlanabilir. Ayrıca yazarın, dilin dayatılan kurallarını, gramerini ve çokça kullanılan üslupları beceremediğinden değil, ayrıksı bir tutumla bunlardan kaçınması olarak da yorumlanabilir.

Minör edebiyatın edebiyatımızdaki en büyük temsilcilerinden biri olarak; Türkçeyi Fransızca yazım kurallarına göre yazması, bir isyancı gibi kullandığı büyük harfleri ve terziliğini ele verircesine birbirine tutuşturduğu iğneli yazılarıyla Sevim Burak belirir.

Oruç Aruoba, birçok eserini Türkçeleştirdiği Wittgenstein’ın ilhamıyla yazılarını “kendisiyle kafa kafaya vererek” yazdığını, sonra kitaplaştığını ifade eder. Oruç Aruoba okuru olmak, kişisel bir tarihe tanıklık etmeye benzetilir bu yüzden. Fakat Aruoba, tek bir insanın kendine ait meseleleri gibi görünen öznel anlatımını felsefi kılmayı başardığından onların hepsini (Kaan Özkan’la röportajındaki ifadesiyle) “düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden ayırarak bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeye; kavramaya ve kavramlaştırmaya çalışmasıdır” diyerek özetliyor.

Şiirin olduğu yerde felsefeye ihtiyaç yoktur” diyecek kadar şiiri mühim gören, aynı zamanda şiirleri de olan Aruoba şiir ve felsefe arasında güçlü bağlantılar kuruyor. “Şiirin yapılması zaten yazılmasıdır, oysa felsefe önce yapılır sonra yazılır” diyerek şiirde düşünme ve yazmanın eş zamanlı işlediğini; felsefede ise bu mesafenin uzadığından bahseden Aruoba, kendi yazısında bu mesafeyi kısa tutmayı gözetmesiyle izah ediyor yazdıklarının niçin şiirsel bulunduğunu. Ayrıca 1990’da çıkan ilk kitabı Tümceler’de yazdığı birçok yazının Japon Edebiyatının bir şiir türü olan Haiku’yla benzeştiğini sonraları fark eder.

Özgünlük, üslupta olduğu kadar var olma biçimi olarak da kendini gösterir. Ruhundaki kudreti keşfeden, kendilik cesareti gösteren oluşuyla varoluşunu gerçekleştirir. Var olmanın hükümranlığı tam olarak böyle bir şey. Oruç Aruoba’nın üslubunda, düşüncesinde ve varoluşunda bunu başardığını söylemek yanlış olmaz herhalde. Philosophia, Amor, Felicitate başlıklı tümcesinde "Gelmeyeceğini bildiğini beklemen, 'bilgelik sevgin' idiyse, ve, geleceğini bildiğini beklemen, 'sevginin kendisi' idiyse; işte, gelmek üzere yolda olduğunu söylemek için arayanı beklemen de, 'mutluluktur" diyen Aruoba, üsluptaki özgünlüğü gibi yaratır düşüncesinin özgünlüğünü de.

Felsefe yapmayı, kişinin gelmeyeceğini bildiği birisini beklemeye benzeten Aruoba, Felsefeci ve filozof ayrımına da net bir yorum getirir. Eski Yunan’daki sophos (bilge) ve philosophos (bilgeliği seven) ayrımını vurgular ve filozofun bilgeliğe ulaşmaya çalışan ama hiçbir zaman ulaşamayacağını bilen kişi olduğundan bahseder. Böylelikle yazılarında güçlü bir şekilde hissedilen özlem de ifadesini bulmuş olur.

29 Mayıs 1925’te Heidegger’in Hannah Arendt'e "M." olarak imzaladığı mektupta geçen; "Gerçek birleşme, diğerinin hayatına ait olmaktır." cümlesinden haberi var mıdır bilinmez ama ilişkilerin felsefesini yaptığı kitabı İle’de Heidegger’in cümlesindeki anlamla kucaklaşıyor Aruoba; "Sen ile ben, hiç ‘bir arada’ olmadan ‘birlikte’ olabiliriz. Ben tek başıma bir şey yaparken seni düşünerek yapıyorsam yaptığımı, sen de, tek başına bir şey yaparken beni düşünerek yapıyorsan yaptığını, birlikteyizdir. Bu bir avuntu mu?"

Oruç Aruoba'nın bu cümlelerinden ilham olan, dörtlü bir ayrımdan bahsedilebilir ilişkilerde: Bir Aradalık, Beraberlik, Birliktelik, Birlik. Bir Aradalık; arkadaşlık, flörte, Beraberlik; sevgililik, dostluğa, Birliktelik; evliliğe, Birlikse aşk’a tekabül ediyor sanki. İlk üçü bilinmez ama dördüncü raddeye varmak için bir arada, beraber, birlikte olmaya dahi gerek yok. İle’de geçen bu cümlelerden Oruç Aruobaca ilişki de tariflenebilir; “Senin ile benim, amaçlarımızı birleştirerek, tek kılarak, ikimizin de ötesindeki o ‘üçüncü’yü yaratmamız. Ben ve Sen'den bir ‘Biz’ doğacak. Onu Ben doğuracağım. Ben ve Seni birbirimize bağlayacak bu şey ve Beni - Seni çocuğumuz gibi Biz yaşatacak.

Fakat tüm bu güzellemelerin bir de bedeli var. Oruç Aruoba'nın "sana büyük acılar vereceğim çünkü senin büyük sevinçler yaşamanı istiyorum" sözü tersten bir okumayla da doğru. Bize en büyük sevinçleri getiren, sinemize en büyük acıları zerk edecek kişi olacak aynı zamanda.

Zeynep Merdan
twitter.com/kesfsever
* Bu yazı daha önce Sabit Fikir dergisinde "Felsefenin Mısrası: Oruç Aruoba" ismiyle yayınlanmıştır.

12 Eylül 2020 Cumartesi

İnsanın serüveni yürümekle başlıyor

Kitabı kaleme alanın cümlelerinin üzerine cümle kurmak, bu sefer her zamankinden biraz daha zor geldi bana. Oruç Aruoba, insanın derinliklerine inen bir yolculukla , yürüyüşümüze dair ne varsa anlatılabilecek en güzel kelimelerle anlatmış.

Kitabın adı Yürüme, insanın dünyadaki yolculuğu düşünüldüğünde, manidar bir isim doğrusu…

Kuşların bu dünyadaki serüveni uçmakla başlıyor. İnsanın yürümekle…

Hayvanlar da yürüyor ama yürüyüşü en zor olan insan. İnsanın yürümesi de iki türlü: yeryüzünde yürüme, iç âlemine yürüme… Her iki yürüyüşte zor. .. yürümeye başlayışımız çok uzun zaman alıyor. Diğer tüm varlıkların yürüyüşünden fazla. Yeryüzünde adım atmayı öğreniyoruz, tam kendi ayaklarımız üzerinde duruyoruz derken, kendimize olan yürüyüşümüz çıkıyor karşımıza. Artık öğrenmemiz gereken yeni bir yürüme. Emeklemek, ayağa kalkmak, desteksiz ayakta durmak ve adım atmak…

Yürümeyi öğrenmekle de bitmiyor işimiz. Bir yol, bir yön, bir yer gerekiyor artık…

" ‘ Durum’ yoktur artık;
yön vardır ve yürümek:
‘durum’ yerine ‘yürüm’ "

"Hep, olmamız gerektiğini düşündüğümüz kendimiz ile
__ hep biraz şaşarak __ olmakta olduğumuzu
Gördüğümüz kendimiz arasındaki aykırılık, sanki
Orası burası delik bir şemsiyeyle sağanak altına
Çıkmışız gibi bir etki bırakır üzerimizde."

Kendimizden, öz kendimize arayışalar başalar böylece. Sahi neredeyizdir? Bizi sağanak yağmurdan korumak için yanımıza aldığımız şemsiye neden delik deşiktir?

"Bir eksiklik bir, bir yapamamışlık yatar
Bir yerlerimizde__genellikle, en çok
Önem verdiğimiz yerimizde__"

Artık aramak gerek, durmak değil yürümek gerek. Her günümüz son günümüzdür, diyerek uygarlık üzerine notlara geçer Oruç Aruoba… Uygarlık nedir, kimdir uygar kişi?

"Uygar kişi ‘ ne ise o olan’ insandır__ tek derdi, ne olduğunu anlamaktır. Çünkü, bilinçtir uygarlık eninde sonunda."

"Olduğu gibidir; ama ne olduğunu anlamış değildir daha__ bu anlamayı bitireceği de yoktur; bunu da bilir. Anlaması hiç bitmez uygar kişinin; anlamadıklarının da sonu gelmez__ hep anlamayan insandır uygar kişi; çünkü şunu anlamıştır: anlaması biterse uygarlığı da bitmiş demektir."

Böyle anlatmaya devam ediyor Oruç Aruoba uygar kişiyi. Okur olarak kendime dönüp soruyorum: uygar kişi miyim? Uygar kişi olabilir miyim? Uygarlık ve biz…. derken yazar yeni bir bölüme geçiyor: yer, yön, yol Yerimiz neresi, yönümüz neresi, yol nerede, yol ne? Yürümeye başladık ya hani, yolcuyuz artık.

"Mutlak yeni yol yoktur:
Ama yola çıkacak kişi açısından, yeni yol
__çoktur."

"Bir yere ulaşmak isteyen kişinin
Tutabileceği tek yol,
Hep yolcu olma yoludur."

"Nasıl da yorulur, bazen
Yola çıkan kişi
__ nasıl da bezer…"

Velhasılıkelam, yolcunun işi kolay değildir artık. Yürümeye başlamıştır bir kere. Ulaşmak istediği bir yer vardır, ulaşmayı umduğu bir kendi vardır. Adeta bir boşluktadır yolcu. Her yer yol, her yer yöndür. Peki, yolcunun yönü ve yolu neresidir? Yönünü bulabilmek mi kolaydır, yolunu bulabilmek mi?

"Bir yaşam, bir yönün bir yol olup
Olmayacağının deneme sürecidir."

Bir yön buldu diyelim insan, o yönde başladı yolunda yürümeye; peki ya yerini bulabilecek mi?

"…. Önemli olan,
Bir yerde bulunmak değil,
Bulunduğu yerin bilincinde olmaktır;
Aynı şekilde yolda olmak değil,
Yürüdüğü yolun bilincinde olmak…"

"Yer de, yön de, yol da,
bilinçtir."

Demek ki dünyadaki serüvenimizde, bizi diğer canlılardan ayıran bilinçtir. Bu yolun parolası bilinçtir. Bu yolun pusulası da bilinçtir. İnsan ise ‘arayış’...

Aradıklarımızı bulabilmek ümidiyle, arayışımızı sevebilmek ümidiyle...

Sümeyra Yılmaz
twitter.com/Smyra_ylmaz

4 Nisan 2013 Perşembe

Yakın ne kadar yakın, uzak ne kadar uzak, bilemeyenlere

"Daha zor günler geliyor."

Türkiye’de felsefeyi iyi yapan ender insanlardan biri olan Oruç Aruoba‘nın, ilk okuduğum kitabı idi Uzak. Yakın ne kadar yakın, uzak gerçek anlamda bize ne kadar uzak?

Kitap iki bölümden oluşuyor: “Tavşan Besleyene Kılavuz” ve “Özlem Çekene Kılavuz”.

Bir söyleyişinde okuduğuma göre Aruoba, ilk bölümünü ona hediye gelen bir tavşandan yola çıkarak yazmaya başlamış ve felsefik bir öyküye dönüştürmüştür. Zaten yazar dediğimiz kişinin de çoğu zaman yaptığı bu değil midir?

"Tavşan besleyen,
Kendini sürekli anlamağa çalışan;
Ama hiçbir zaman anlayamayacak
- Sürekli yakınlaşmağa çalışan; ama hiçbir zaman
Yakınlaşamayacak-
bir varlığı anlamağa; ona

Yakınlaşmağa, çalışmayı da öğrenmelidir-
Bile bile..."

İlk bölümü okudukça yaşamınıza paralel gelen cümleler buluyorsunuz kitapta. Kaçımız hani çok sevdiğimiz “aşk” ya da “dost” diye adlandırdığımız ilişkilerde yarı yolda kalmadık ya da “yok yapamıyorum” deyip hayata kendi ellerimizle geri vermedik? Aslında bu bölüm okuyanın kendi “evcil” kavramından ne çıkardığı ile de ilgili. Evcilleştirebildik mi isteklerimizi, arkasından kovalayıp durduk mu olmazlarımızı? Eminim her okuyan kendi tavşanını çıkaracak bir nevî bu imgeden. Belki bir “hırs” ya da “ego” olacaktır başkasına göre. Bu anlamda felsefe amacına tam ulaşmıştır, bu kitapta bana göre.

"Tavşan besleyen,
Bir gün, tavşanın artık ele avuca sığmaz bir hâle
Gelmiş bulmaya da hazırlamalıdır kendini: giderek
Büyüyüp, başlangıçtaki sevimliliğini yitirmesine;
Taleplerinin ve etkinliğinin, artık baş edemediği
-baş edemeyeceği- yalnız başında, evinde,
Sağlayabileceği koşulların yetersiz kalacağı-
Ve o koşulları sağlama, gerçekleştirme
Çabalarının da hep anlamsızlıklara gelip dayanan
-dayanacak- boyutlara varmasına…"

Tıpkı bir şarkıda dediği gibi "Gideceksen tavşanların peşinden, göze alacaksın düşmeyi". Bir düşünün ya siz neyi, ne kadar, kaç defa göze alabilirsiniz?

Kitabın asıl can alıcı yeri ise ikinci bölüm bana göre: “Özlem Çekene Kılavuz”.

"Babam’ın Anısına" diye başlar:

"Her ölüm dünyada bir boşluk açar- bir boşluk bırakıp öyle gider kişi: öteki kişiler de, şimdi, o çatlağı kapatmakla, o boşluğu doldurmakla görevlendirilmiş hissederler kendilerini."

"Özlem: bir yanına bir şeyler yazılmış bir katlı kâğıdın yırtılmış yarısında boşluk, gibi…"

Aruoba, bu bölümde “beklemek” ile “gelmek” arasındaki ilişkiyi, “özlemek” ile “gitmek” arasındaki ilişki ile bağdaştırıyor. “Beklenen daha gelmemiştir; özlenen artık gitmiştir”. Zamanla özlemenin neye dönüşüp neye dönüşemediğini, kendine ve ona gidip ile gidememek, kalmak ile kalamamak arasındaki tüm karmaşaları, soruları ve çözümlemelerini anlatıyor yazar.

İplerinizin ucundaki uçlar ne kadar açabilecek düğümlerinizi. Giden, bekleyen, kalan hiç gelmeyecek olan hep aranan sizin Godot’unuz nedir ya da kimdir?

"Özlem, kalabalık içindeyken, bir an susup, dinlediğin dere şırıltısıdır."

Kitabın bu bölümünden daha fazla bahsetmek istemiyorum, kelimelere dökülemeyecek kadar güzel olanı okumanız ve bizzat yaşamanız gerektiğine inandığım için.

Not: “Uzak” adlı kitap “Yakın” adlı yazarın diğer kitabı ile bütünlük oluşturur. Meraklısına duyurulur.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak