Oğuz Atay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oğuz Atay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Nisan 2024 Cuma

Sevgili yazarımız burada, ya biz neredeyiz?

Korkuyu Beklerken, Oğuz Atay’ın yayınlanan üçüncü çalışması ve biricik öykü kitabı. Eskiler “tek çiçekle bahçe olmaz” deseler de tek öykü kitabıyla türde adından söz ettiren az sayıdaki yazardan biri Oğuz Atay. 1975 yılının şubat ayında yayınlanan kitabının daha sonraki baskılarına o tarihten sonra kaleme aldığı “Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya” adlı öykü eklenir. (Hikâyenin Türk Dili dergisinde “Demiryolu Öykücüleri-Bir Düş” ismiyle yayınlanması adeta yazılmamış bir Oğuz Atay hikâyesidir. Bu hikâye yazarın tercih ettiği hali ile 1987 yılında gerçekleşen ikinci baskıda Korkuyu Beklerken’e dâhil edilir.) Korkuyu Beklerken ile aynı yıl yayınlanan Bir Bilim Adamının Romanı, Oğuz Atay’ın 1977’deki vefatından önceki son kitabıdır.

Oğuz Atay’ın romanlarında da, tiyatro oyununda da çıkış noktası doğu ile batı arasındaki fay hattında çıkışsız kalmış Türk insanıdır. Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar’a girişmişlerdir ve Oyunlarıyla Yaşayanlar bir noktada Korkuyu Bekleyenler arasından çıkar. Bu noktada Oğuz Atay’ın tamamlayamadığı kitapları olan Eylembilim ve Türkiye’nin Ruhu’nun da manidar isimler olduğunu söylemekte fayda var. Necip Tosun’a göre Oğuz Atay’ın Türk öyküsüne kattığı en önemli farklılık o kendine özgü ironisidir. Onun öyküsünde gerçek “ironize” edilerek neşvü nema bulur. Füsun Akatlı ise Oğuz Atay’ın ironisinin kendisine yöneldiğinde zirve yaptığına dikkat çeker. Akatlı, ayrıca Atay’ın romanlarındaki söz kalabalıklığının hikâyelerinde bir söz ekonomisine dönüştüğüne dikkat çeker.

Onun hikâye karakterlerine günlük hayat için rastlamak mümkün değildir. Marjinal tipler üzerine kuruludur onun yazdıkları. Ancak Oğuz Demiralp’in Korkuyu Beklerken’e yazdığı önsöz tam da bu noktada anlamlıdır: “Ne var ki, bu marjinal kişilerin ruhları kat kat açıldıkça onları üreten çevre ve kültür, toplu olarak ortaya çıkmaktadır. Toplum kişiye içkindir, o kişi atipik olsa bile.” Necip Tosun, Oğuz Atay için “tam bir kültür öykücüsüdür” tanımını yapar. Tosun, bu anlamda da Oğuz Atay’ı Kemal Tahir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa ve Halid Ziya Uşaklıgil ile akraba kabul eder.

Yıldız Ecevit, kitabın ilk üç hikâyesi olan “Beyaz Mantolu Adam”, “Korkuyu Beklerken” ve “Unutulan”ı Oğuz Atay’ın hikâyesinde ilk dönem olarak tanımlar. Üç hikâyede de grotesk ve Kafkaesk bir atmosfer hâkimdir. Beyaz Mantolu Adam için kolaylıkla bir tutunamayan diyebiliriz. Havanın sıcaklığına rağmen giydiği kıyafeti bir kadın kıyafetidir ve dilenmeyi beceremez. Yaşadığı topluma tamamen yabancıdır. Türk’e benzemediği için dikkat çeker diye canlı vitrin mankeni olarak istihdam edilir. Küçük kaplarda mısır satıp başkası adına sevap işlemek yahut hastaneden yeni çıktığını memlekete dönmesi gerektiğini söylemek gibi harcı alem kurnazlıkları da akıl edemez. Hikâyenin sonu hem trajik hem de tuhaftır. Gogol’ün Palto'su ile de uzaktan akraba olan bu hikâyenin gerçek bir kişiden ilham alarak tasarlandığı da söylenir. Hikâyenin sonu ise Albert Camus’un yazdıklarını çağrıştırır. Oğuz Atay, bu hikâyesini kısa film yapmak için epey uğraşmıştır. Murat Gülsoy, Beyaz Mantolu Adam hikâyesini cinsiyetçi tutumuyla eleştirir. Atay’ın bu duyarsızlığını hikâyenin kaleme alındığı zamanda feminist kuramın yeterince gelişmemiş ve Türkçeye tercüme edilmemiş olmasına bağlar Gülsoy.

Unutulan ise çatı katında terk edilen bir eski sevgili cesedi ile karşılaşmayı anlatan sürreel bir hikâyedir. Yıldız Ecevit bu öykü ile Kafka’nın Taşra Doktoru arasında bir akrabalık kurar. Hikâyedeki tavan arası Freudyen bir bilinçaltıdır adeta. Hikâyenin karakterinin çatı katına çıkma bahanesi şudur: “Eski kitaplar bugünlerde çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara.” Oysa onu oraya sevk eden bir türlü bastırmadığı vicdan azabıdır. Grotesk bir cesetle yüzleşecektir karakterimiz.

Kitaba adını veren Korkuyu Beklerken adlı hikâye ise evinden çıkmaya cesareti kalmayan paranoid bir kişiliği anlatır. Köpeklerden, arılardan ve yabancılardan korkan karakterimiz kabuğuna çekilir ve bekler. Bekleyiş korkularını daha da arttırmaktan başka bir işe yaramaz gerçi. Bu hikâyenin öncüllerinden biri Kafka’nın Yuvası diğeri ise Borges’tir. Gizli bir mezhebin ne olduğunu anlamadığımız “Ubor Metenga” mesajından sonra evine kapanan kahramanımız, kendini hapsederek adeta imha eder.

Yine Yıldız Ecevit’ten okumaya devam edersek Oğuz Atay hikâyeciliğinin ikinci bölümünü teşkil eden üç hikâye olan Bir Mektup, Ne Evet Ne Hayır ve Tahta At; farklı bir bilincin ürünüdür ve Kafkaesk değildir. Füsun Akatlı Bir Mektup'u Çehov’un yazdıklarıyla akraba bulur. Tıpkı Ne Evet Ne Hayır gibi mektup formatında kaleme alınmıştır. Hikâye, karakterin patronuna yazılmış ve gönderilmemiş bir mektuptur. Hikâyenin ana karakteri geçmişteki idealist beni ile bugünkü hâli arasındaki çelişkilerle mustariptir. Asla kendisi olamayan karakterimiz zihninde bir “üçüncü şey” icat etmiştir.

Ne Evet Ne Hayır ise günlük bir gazetenin kişisel dertlere çözüm vadeden köşesine hitaben yazılan mektup, genelde bir iletişimsizliği özelde kadın-erkek ilişkilerindeki aşılamayan mesafeyi konu edinir kendine. Emre Ayvaz, bu hikâyeyi okuma tecrübesini paylaşırken ilk okumada gülüp geçme gibi bir hataya kapıldığını, ancak ikinci okuyuşta hikâyenin ağırlığını hissedebildiğini vurgular.

Tahta At ise taşranın turizmle tanışmasını hicveden bir hikâyedir. Homeros göndermeleriyle de örülü olan Tahta At'ta Atay, Batılılaşma maceramızın çarpıklıkları ironik bir dille anlatılır. Günlüğünden 1973’te Oğuz Atay’ın Çanakkale’den Bodrum’a gezdiğini öğreniyoruz. Tahta At biraz da o gezinin bir mahsulüdür. Necip Tosun’un da işaret ettiği gibi yabancılaşmayı temsil eder Truva Atı. Kitapta, sosyal tenkidin en güçlü olduğu hikâye olan Tahta At, batılılaşmanın taklitçilik damarını hicveder.

Yıldız Ecevit, Babama Mektup'u otobiyografik bir metin olarak kabul eder ve kurmaca olmadığı için de öykü olmadığını savunur. Her ne kadar öykü olmasa da bir metin olarak Atay’ın ikinci dönemine yakın olduğunu da eklemeden edemez. Ancak hikâyede yer alan şu satırlar bile Babama Mektup'un Tutunamayanlarla akraba bir metin olduğunu ispatlamaya yeter: “Acaba senin de bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icat edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huylan yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle Varoluşçu bir bunalımı’ yan yana düşünemiyorum doğrusu. Aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz.

Son hikâye olan Demiryolu Hikâyecileri - Bir Rüya ise adeta Oğuz Atay’ın bir imdat çağrısıdır. Hayatı boyunca yazdıklarına beklediği karşılığı bulamayan Atay’ın bir veda busesidir bu hikâye. Günlüklerinden Oğuz Atay’ın hikâye yazmaya da devam etmek istediğini öğreniyor ve iki tasarısını da okuyoruz ki tasarılardan birinin adının Geleceği Elinden Alınan Adam olması zan ediyorum ki bu yazının son cümlesinde yer alabilecek kadar çarpıcı bir hayal kırıklığını imliyor.

Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken'in son cümlesi olarak sorduğu o meşhur “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” sorusu geçen zaman içinde epey bir “Biz buradayız” cevabı aldı. Yine de sorunun güncelliğini korumaya devam ettiğini söyleyebiliriz. Uzun Sözün özü Korkuyu Beklerken tekrar tekrar okunmayı bekliyor.

Suavi Kemal Yazgıç

KAYNAKÇA
Ecevit, Yıldız; “Ben Buradayım”, İstanbul, 2005.
İnci, Handan-Türker, Elif (Yayına Hazırlayan); Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum, İstanbul, 2009.
Tosun, Necip; Öykümüzün Kırk Kapısı, Ankara, 2013
Tosun, Necip; Öykümüzün Sınır Taşları, İstanbul, 2016
Kabaklı, Ahmet; Türk Edebiyatı, İstanbul, 2008
Notos Dergisi Oğuz Atay Özel Sayısı, Haziran-Temmuz 2011.

14 Şubat 2018 Çarşamba

"Ben buradayım ey okuyucu, sen neredesin?"

Türkiye’de postmodern edebiyat denildiğinde başta gelen isimlerden biri Oğuz Atay’dır (1934-1977). 43 gibi erken bir yaşta hayata gözlerini yuman Atay’ın eserleri –başta Tutunamayanlar olmak üzere- edebiyat camiasında büyük etki bırakmış ve özellikle ölümünden sonra daha bir ün ve anlam kazanmıştır. Geçen süreçte bu anlam derinliğinin giderek artan bir genişleme arz ettiğini söylemek mümkün. Sanki bu günleri tahmin eden Oğuz Atay “ben buradayım ey okuyucu, sen neredesin” diye sorarak ilerideki okuyucularına işaret etmiş gibidir. Gelinen noktada yazar tarafından tekil olarak sorulan sorunun okur tarafında çoğul bir yankı bulduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Atay’ın sorusuna giderek daha fazla bireyin cevap verdiğini görüyoruz. Artık Atay’a “buradayız ey yazar” diyebilen bir kitle oluşmuştur. Sağlığında Atay’ın kitapları pek ilgi görmemiş olması ancak geçen süreç içinde durum tam tersine dönmesi Atay’ın zamanı ve toplumu okumadaki başarısını gözler önüne seriyor. Oğuz Atay, eserlerinde, toplumun içinde hep var olan ancak daha önce cesurca irdelenememiş karakterleri, konuları ve toplumsal sancıları anlatır. Cümlelerine Batılılaşma ya da yabancılaşma sürecindeki bireylerin yaşamları, toplumdan kopuşları ve özellikle iç çelişkileri mükemmel bir şekilde sindirilmiştir. Buradaki sorunlu yapı sadece Batılılaşma ile sınırlı değildir. Geleneksel düşünce ve yaşam biçimi de yeterince nasibini almaktadır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır.

Başta belirtildiği üzere, Türkiye’de postmodern edebiyat denilince akla gelen ilk isimlerdendir Oğuz Atay. Postmodernizmin en tipik özelliği belirsizlikler durumu ya da süreci olmasıdır. Jean-François Lyotard’ın (1924-1998) ilk defa felsefi zemine taşıyarak “dil oyunları üzerinden bilginin elde edilişinin ve mahiyetinin değişmesi sonucu ortaya çıkan durum” olarak tanımladığı postmodernizm olgusu dokunduğu her alanı benzer şekilde etkilemektedir. Postmodernist algının ürettiği yaşam biçiminin hayatın tüm alanlarında oluşturduğu gibi postmodern edebiyatta da mekân ve zaman netliği yoktur. Okur bir postmodern edebiyat örneğiyle karşılaştığında zamanın ya da mekânın neresinde olduğunu çok fazla bilmez veya bu durumla ilgilenmez ya da yazıda mekânın ve zamansal uzamın önemi yoktur. Olayın geçtiği yer ve tarih çoğunlukla okurun muhayyilesine bırakılır, geçişleri okurun yapmasına izin verilir. Bir anlamda postmodern yazın mekânsızdır ve zamanın tamamına içkindir diyebiliriz. Zira zaman şeridi içinde geçmiş, şimdi ve gelecek arasında ve mekânda ani geçişler olur ve bu durum olayın akışı içerisinde normalleştirilir. Modernizmin kesinlik arz eden ve rasyonalizm ile pozitivizmi hayatın merkezine taşıyan katı-ilkesel durumuna tepki olarak ortaya çıktığı söylenilen postmodernizmde her şey rölativizm üzerine kuruludur. Dolayısıyla aynı anda sayılamayacak kadar çok alternatif vardır ve hepsi aynı oranda doğrudur. Bu durum paradoksal bir işleyişi de beraberinde getirir. Lyotard’ın sözünü ettiği dil oyunları burada devreye girmektedir. Postmodernizmin “ne olsa gider” (everything goes) olarak tanımlanan mottosuna uygun olarak postmodern edebiyatta hikâyenin kesinliği bulunmaz ve her an her şey doğrudur. Hayatın merkezinden çıkarılan rasyonalizm ve pozitivizmin yerine görecelilik yerleştirilmiştir Aslında bu bir çözümden ziyade kaostur. Hiç de postmodern olmayan “ordo ab chao” (kaostan gelen düzen) tabirinin yeniden yorumlanmış hâli gibidir.

Oğuz Atay eserlerinde tarihi, kültürel değerleri ve toplumsal gerçekliğinden uzak düşerek yaşamaya çalışan -“tutunamayan”- insanların bunalımlı hayatlarını işler. Diğer taraftan bu değerlerin ve gerçekliğin kesinliği de muallaktadır. Bu durum tam da -o dönem net olarak adı konmamış olsa bile- postmodernist dönemin tanımlanmaya çalışıldığı sürece denk gelmiştir. Modernizmin ortaya çıkardığı kapitalist yaşam biçimi ve emperyalist siyasi sistem insanlık için daha çok felaketler getirmiş gibidir ve postmodenizm görünüşte buna itiraz etmektedir. Batı için çok daha anlaşılır olan ve itiraz edildiğinde desteklenebilen bu durum Batı haricindeki toplumlarda dayatılmış sorunların kabulünü doğurur. Batı toplumları dışındaki toplumlar iki yönlü kıskaç altındadır adeta. Bir yandan muallakta ve tartışmalı olan öz değerlerinden soyutlanmaktayken diğer yandan baştan sorunlu Batı algısının dayatılmasına maruz kalarak suni bir problem yumağının içine dâhil olmaktadır. İşte Atay’ın ele aldığı karakterler, bir yandan yabancısı olduğu yaşam biçiminin dayatılması sonucu ortaya çıkan bunalımdaki sancıyı çekerken diğer yandan da tartışmalı öz değerlerinden soyutlanarak amansız bir boşlukta savrulmaktadır. Bu insanlar yabancıları oldukları bu hayata tutunamamaktadırlar.

Yukarıdaki anlatımın tipik bir örneğini gördüğümüz Oyunlarla Yaşayanlar, Oğuz Atay’ın yazdığı tek tiyatro eseridir. İletişim Yayınları tarafından neşredilen eser yüz on sayfa olmasına karşın içeriği oldukça zengin. Emekliye ayrılmış bir tarih öğretmeni, ailesi ve birkaç dostu üzerinden Türkiye'nin vatandaş ve aydın profilinin resmedildiği eser baştan sona doğru ironi seviyesi artarak devam eden bir kurguya sahip. Atay bu eserinde, geçmişinden koparılmış ve değerlerinden yalıtılmış bir topluma dayatılan hayat tarzının yaşattığı sarsıntıları aktarmaya çalışıyor. Çocuğundan gencine, orta yaşlısından ihtiyarına, kadınından erkeğine ve mekteplisinden alaylısına kadar toplumun her kesiminden birey aynı yaşam şartları içerisinde farklı gibi gözüken ama temelde benzer bir bunalım yaşamaktadır. Bu bunalıma kuşak çatışması diyebileceğimiz gerginlikler de eklenince durum daha da karmaşık hâle geliyor. Sözü edilen bunalım ve gerginlik durumu eserin arka kapağındaki tanıtım yazısında “Tanzimat’tan itibaren” diyerek başlayan sürece işaret ediyor olsa da bu coğrafyadaki insanların sorunları bağlamında Tanzimat’tan öncesiyle de yüzleşilmesi bir başka zorunluluktur diyebiliriz.

Kurumsal olarak Tanzimat ile birlikte Batılılaşmaya ve modernleşmeye başlamış, toplumsal olarak da Cumhuriyet’ten sonra Batılılaşma ve modernleşmenin kurumsal dayatmalarına boyun eğerek kabul etmiştir bu topraklar. Cumhuriyet’in kuruluşu ile genele yayılarak hız ve şiddet kazanan bu süreç geçmiş ile olan bağları zayıflatılan toplumun yukarıdan aşağıya tanzim edildiği bir ortam ya da yapı meydana getirmiştir. Dünyadaki tüm örneklerinde olduğu gibi, sosyal yapının siyasi erk tarafından yukarıdan aşağıya doğru düzenlenmesi sorunlu toplumsal yapıların ortaya çıkmasına neden olduğu bir gerçektir. Tarih boyunca imparatorluklardan totaliter hatta demokratik yönetimlere kadar bu yöntemin uygulandığı tüm siyasi yapılar aynı sonucu vermiş, toplum iktidar tarafından dizayn edilerek iktidarın varlığını meşrulaştırma ve gücünü pekiştirme yöntemine tabii tutulmuştur. Bu uygulama modern dönemde çok daha etkin ve şiddetli yapılmışsa da postmodern olarak nitelendirilen dönemde geçişler daha soft, daha yumuşak olmuş fakat sonuç değişmemiş, toplum ve iktidar hiyerarşisi aynı kalmıştır. Modern dönemdeki sert söylem ve tutum postmodern dönemde yanılsamalı bir retoriğe dönüşmüştür. Aradaki en temel ayırım ya da dikkate değer tek fark budur aslında.

Oyunlarla Yaşayanlar adlı eserde de bunu görüyoruz. Toplum konformist retoriğe mahkûm edilerek geçmişi tahrif edilmekte ve geleceği ipotek altına alınmaktadır. Üzerine düşeni yap(a)mayan sıradan vatandaş bu durumun çok da farkında olmayabilir. Bu durumun farkında olması gerekenler toplumun aydınlarıdır ve aydınlar toplumu bilinçlendirmeye yönelik faaliyetlerde bulunmalıdır. Felsefe, sanat ve edebiyat bu anlamda toplumu bilinçlendirme amaçlı kullanılmadığından sorunlar saçaklanarak büyümektedir. Ortaya çıkan sorunların en önde gelen sorumluları bir toplumun düşünür, sanatçı ve edebiyatçıları, yani aydınlarıdır. Aydınların içinde olduğu bu çelişkili durum bazı düşünürler tarafından kavramsallaştırılarak ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu kavramsallaştırmaların belki de en yerinde olanı Julien Benda’nın (1867-1956) “Aydınların İhaneti” ve Antonio Gramsci’nin (1891-1937) “Organik Aydın” tanımlarıdır. Her iki tanımlamada da üzerlerine düşen görevi yerine ‘getirmeyen’ aydınların, iktidarın toplum üzerindeki denetim, kontrol ve yaptırım gücünün toplum tarafından kanıksanmasına, sermaye dâhil güç odaklarının eylemlerinin toplum nezdinde meşrulaştırılmasına katkı sağladığı belirtilmektedir. Oğuz Atay’ın eserinde aydınların bu durumunu net olarak görebilmekteyiz zira eserdeki başkarakter (emekli tarih öğretmeni) kendisine buradaki aydının misyonunu yüklemektedir. Esasında aydın üzerine oluşturulan bu dil de postmodernizme modernizmden miras kalmış paradoksal bir dil oyunudur ve süreç her halükarda bir kısırdöngü içindedir.

Eserde aile içi ilişkiler ele alınarak giderek artan yozlaşma ve yabancılaşmaya da örnek veriliyor. Bilindiği gibi yabancılaşma kişinin ya da toplumun kendi değerlerinden (fıtrattan) uzaklaşması anlamına gelmektedir. Yozlaşmaya yol açan bu durum suni değerler ve yanılsamalarla sağlanmaktadır. Ebeveyn ve çocuklar arasındaki ilişkiler geleneksel yapının dışına çıkmıştır. Gelenek ve modern arasında tutarlı bir ilişki kurulamamakta, her iki yapı mevcut sistemin çarkları arasında ezilmektedir. Eser, buradaki savrulmanın neden olduğu eski ve yeni arasındaki çatışmayla meydana gelen karmaşık durumu okuyucuya vermek üzere kurgulanmış. Gerçeklerle kurgular birbirine karıştığından insanların gerçek ve kurgu ayırımı yapması zorlaşmıştır. Bu bağlamda, yaşananlara gönderme yapılan eserin ismi oldukça manidar. Zira her birey kendi gerçekliğini sanal olarak kurgulayarak (bir oyunun içinde) yaşamaya çalışmakta ve kişiler arası ilişkiler pasifleşmektedir. Eserde seçilen karakterler, kelimeler ve kavramlar bilinçli olarak seçilmiştir şüphesiz. Örneğin emekli bir tarih öğretmeni üzerinden anlatılan tarihi konular gerçekte sunulan tarihe (bir anlamda tahrife) atıf yapmaktadır. Geleneği donmuş şekilde temsil eden yaşlı karakter şimdi ile geçmiş arasındaki kopukluğu işaret eder. Emekli öğretmeninin karısı hiçbir şeyden habersiz hayat meşgalesi içinde yaşamaya (geçinmeye) çalışan vatandaşı simgeler. Evin oğlu ‘zamane’ gençliğinin önemsemez ve aldırmaz tavrının bir yansımasıdır. Başkarakterin dostu olarak gösterilen iki erkek ve bir kadın tiyatro sanatçısıdır ve onlar da kendi gerçekliklerinde yaşamaktadırlar. Halkın farkında olmadığı gerçekleri yazdığı tiyatro metinleriyle anlatmak isteyen emekli öğretmen yazdığı metinleri tiyatro sanatçısı arkadaşlarıyla sahnelemeye çalışmaktadır. En trajik nokta ise ailesinin çektiği sıkıntılardan bağımsız olarak kendi gerçekliğinde yaşamakta ısrar eden emekli öğretmenin kurguladığı oyundan çıkmamak için direnmesidir. Kitabı genel olarak ele aldığımızda başkarakterin kurguladığı gerçeklik, o zamana kadarki edinimlerinden oluşturulduğundan başka bir kurgunun kendisidir aslında. Sık sık gerçeği bulduğunu ve insanlara bunu ulaştırması gerektiğini belirten emekli öğretmen de bu durumun farkında değildir. Eserde tiyatro üzerinden gerçek ve kurgu karmaşası oluşturarak anlamlı bir alegori yapmaktadır Oğuz Atay. Zira tiyatroda canlandırılanlar her ne kadar gerçeğe yakın olsa veya gerçeği işaret etse de gerçek değildir. Bir yerden sonra tümüyle retoriktir ve perde kapandığında oyuncular gerçek hayatlarına dönmek zorunda kalır. Fakat Oyunlarla Yaşayanlar’da öyle olmuyor.

Tiyatro içinde tiyatro diyebileceğimiz ve bir absürt komedi olarak nitelendirebileceğimiz Oyunlarla Yaşayanlar’da kasvetli bir hikâye kara mizahla oldukça zenginleştirilmiş. Bu anlatım okumayı eğlenceli hâle getirmekle birlikte değindiği konuların ve hayattaki karşılıklarının ne kadar saçma ya da anlamlı olduğunun görülmesini sağlıyor. Buradaki belirsizlik, anlamsızlık ve çelişkiler günümüz insanının özellikleriyle örtüşüyor diyebiliriz. Yaşadıklarının, bireyler ve toplumlar tarafından kanıksanmasını sağlayan bu özellik(ler) sistemin devamlılığının ve meşruiyetinin teminatı haline gelmiş durumda. Gerçeklikleri karikatürize ederek anlatan eser okura kurgulanmış bir oyun içinde yaşadığı hissini veriyor. Oğuz Atay, yaşanılan gerçekliğin birileri tarafından kurgulanan bir oyun olma ihtimalini ironik bir şekilde ortaya koyuyor. Öyle ki, bir türlü bitip gerçeğe dönülemeyen bir oyun bu.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

18 Mart 2013 Pazartesi

"Ben buradayım sevgili okur, sen neredesin?"
-Buradayız Usta!

Bugüne kadar "Ruhuna Kitap" için yazdığım Oğuz Atay kitaplarında "eleştirmenlik" mesafesini hep korumaya çalıştım. Fakat belki de tamamlayamadığı bir kitap olduğu için Eylembilim'de aynı mesafeyi koruyamayacağım. Okurken sesini duyduğum bir yazarı üçüncü göz olarak anlatamayacağım. Bu nedenle Cevat Çapan'ın mektubundan cesaret alıp affınıza sığınarak Oğuz Atay'a yazdığım mektubu paylaşmak istedim.

Sevgili Üstad,

Bu "Sevgili" kelimesinden sonra gelen sıfat hakkında senin de sorunların olduğunu biliyorum. O yüzden üzerinde çok da düşünmedim. Senin bile içinden çıkamadığın bir mesele hakkında ahkam kesmek kimsenin haddine düşmez.

"Kitaplarını bir çırpıda okuyoruz" klişesini sana yöneltmek büyük bir saygısızlık olurdu. Her insanın hayatında senin kitaplarını okuması gereken dönemler var. Zamanını sen belirliyorsun. Nasıl yapıyorsun bilmiyorum ama tek bir kelimen bile "hayır daha bu kitabı okumaya hazır değilim" cümlesini kurdurtuyor insana.

"Ben buradayım sevgili okur. Sen neredesin?" demiştin ya, buradayız. Şimdi gençlerin (çoğu zaman beğenmediğin) ellerinde kitaplarını görsen mutlu olur muydun bilmiyorum. Popüler kültürden olsa gerek herkes "Tutunamayanlar"ı kütüphanesine özenle yerleştirir oldu. Aslında elimizden geleni yaptık o etikete dahil olmaman için, ama başaramadık galiba. Evet, hâlâ senin dönemindekiler kadar başarısızız. Sen gençlerin ve aydınların Doğu Batı karmaşasından şikayetçiydin ya, şimdiki halimizi görsen kim bilir ne kadar çok dalga geçerdin bizimle.

Mesela Twitter ve Facebook diye iki saçmalık var hayatımızda. Hatta senin özenle yazdıkların bazen oralarda tırnak içinde yazılıp beğeniliyor (Evet artık bir şeyi beğenmek de çok kolay). Daha da kötüsü
bazen ismin bile geçmiyor altlarında. Sen olsan kızmazdın, sadece dalga geçerdin. Ne de olsa insan dediğin "x" tir değil mi ustam? X dediğin de sürekli değişen  bir varlık.
Eylembilim kitabının başında Cevat Çapan senin çok alay ettiğin bir şey yapmış: kitabına önsöz yazmış. Ama hiç aklın bu tarafta kalmasın, sana yakışır bir önsöz olmuş.

Kitabında Server Gözbudak aracılığıyla yine çok şey anlatmışsın bize. O bahsettiğin masalarda konuşup ellerini bile havaya kaldırmadan ülkeyi kurtarmaya çalışan aydınlar var ya, hâlâ ölmediler. "-izm" maskesinin arkasına saklanıp kafeslerde yaşayanlar da yaşıyor (Ölümün seni bulup onların türüne kıyak yapması hiç adil değil.). Basmakalıp kavramlar da yaşamımızın her yerinde bizimle. Ama bir fark var: artık masalarda göstermiyoruz kendimizi, kurullarda, toplantılarda kurtarılmıyor ülke. Klavyelerimizle hallediyoruz o işi.

"İnsan genel bir isimdir, çeşitli şartlar altında, çeşitli bireyleri ifade etmek için kullanılabilir. Ona "insan" yerine mesela "X" de diyebiliriz." demişsin ya artık biz insanın ne olduğunu bile düşünmüyoruz galiba. Ben de sütten çıkmış ak kaşık değilim. Ben de bazen unutuyorum söylediklerini. O yüzden her yaşıma bir kitabını saklıyorum. Eylembilim romanınla yine hatırlattın unuttuklarımızı.

Okuyanlara iyi geliyorsun. Bizi sarsıp kendimize getiriyorsun. Bazen de haddimizi bildiriyorsun.

Bu kitabın her sayfasında yine utandım kendimden, etrafımdakilerden. Umut verdin sesinle. Teşekkür ederiz. Bize bizi hatırlattığın için teşekkür ederiz.

İyi ki varsın usta. Sırf sen aramızdan geçtiğin için insanlığa daha az kin besliyoruz.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

25 Ocak 2013 Cuma

Bir yazarın zihninde dolaşmak isteyenlere

"Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil onun gibi herhalde. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. 'Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu," dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni - ya da istediğim gibi dinlemiyorsa - günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız."

1970 yılında yazılan bu cümlelerle açılıyor Oğuz Atay’ın Günlük’ü. Günlük’te mahrem bir dünyanın kapılarını aralıyor okuyucuya, Oğuz Atay. Yazının mahremiyetinin. 7 yıl boyunca, düzensiz aralıklarla yazdığı Günlük’te, yazarın yazıyla ilişkisi, karakterleriyle ilişkisi ve kurgu süreci olanca şeffaflığıyla yer alıyor. Bir yandan da yazın dünyasıyla ilişkisi ve neredeyse her kitabında yer verdiği Türk aydının sorunları üzerine düşüncelerini içeriyor.

"Tehlikeli oyunlar oynanmıştır. İnsanın içinde ifade edilmez bir eksiklik duygusu kalır. Her şey başka türlü olabilirdi sanki. Bütün bu oyunlar bu kadar da kötü oynanmayabilirdi."

Atay’ın hikayeleri ve romanları üzerine notlarının dışında okudukları, izledikleri üzerine yorumları da yer alıyor Günlük’te. Yazarın ne denli iyi bir okuyucu olduğu ve sistematik bir okuma alışkanlığı olduğunu görebiliyorsunuz. Türk yazarları, arkadaşlıkları ve yazın dünyası üzerine yorumları da dönemin edebiyat dünyası hakkında fikir veriyor. Atay’ın notlarında en çok yer verdiği üç yazar, Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal Tahir.

"Eddington’u (The Nature of the Physical World) okuyorum. Yıllar önce okumuş olduğum ‘entropi’ sorunu yine ilgimi çekti. Benjamin’in Kafka’yı anlatırken, Eddington’un sözleriyle benzetme yapması ve entropi. Einstein’a göre milyarlarca yıl sonra evren bir ısı ölümüyle karşılaşacak –maksimum entropiye ulaşacak. Bize ne? denebilir. Kafka’nın dehşetinde entropiyi sezmesinin payı var. Ayrıca insan yaşarken ‘sezgi’ ile bu, milyarlarca yıl sonra olacak sıcak ölümün dehşetini duyabilir."

Ve bütün notlar boyunca, Oğuz Atay’ın okunmadığını, anlaşılamadığını düşünmesinin onu ne denli üzdüğü hissediliyor. İlk kitabı Tutunamayanlar yayınlandıktan 7 yıl sonra kaybettiğimiz Atay, bugün, kitaplarının onlarca baskı yaptığını görseydi keşke, diye düşündüm okurken.

"Belki henüz gerçekleri okuyarak, düşünerek, kendi bilinci ile sezecek insanlar vardır bu ülkede. Belki kitabı karşısına alıp, araya hiçbir bezirgan sokmadan, kitapla tek başına hesaplaşacak insanlar vardır."

Günlük, Oğuz Atay’la yüzleşmeye cesareti olanlara ve bir yazarın zihninde dolaşmak isteyenlere iyi gelecek bir kitap...

"Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak zorunda kalıyorum."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

12 Ekim 2012 Cuma

Geçmişe dönüp şimdiyi görmek isteyenlere

Bugün 12 Ekim 1934. Kastamonu, İnebolu'da Türk Edebiyatı'nın usta bir kalemi dünyaya geliyor. Okuduğu değerli üniversite ve bölümlerine rağmen o soluğu yazmakta alıyor, yazmakla soluyor. 1972'de "Tutunamayanlar" ile kalbimize dokunuyor, 1973'te "Tehlikeli Oyunlar" ile aklımızla alay ediyor, aynı yıl "Korkuyu Beklerken" ile hikayelerini bir başlık altında toplayıp, "başımıza bunlar da mı gelecek?" dedirtiyor. Gerek gündelik hayatı anlatma derinliği, gerekse kelime zenginliği ile "Korkuyu Beklerken", Oğuz Atay'ın bir hikâye hazinesi oluyor.

"Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır dedim, kendi kendime. İyi şeyler birdenbire olur. Bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz."

Ona "Türkiye'nin Ruhu" demenin yetmeyeceğini düşünüyorum. Belki "Türkiye'nin Kalemi" demek daha yerinde olur. Zira bu kitabındaki karakterlerle ve o karakterlerin düşünceleriyle gerçekten de bu ülkenin tansiyonunu ölçmüş ve raporlamıştır Oğuz Atay. Özellikle "Beyaz Mantolu Adam", belki de hepimizizdir. Tekrar tekrar kendimizi okumamız gerekmektedir.

“Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda, bakkal çırağıyla konuştuklarım dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim. Mektupla doktora yapmalıydım; mektupla doçent, mektupla profesör olmalıydım. Resim bilgimi, genel kültürümü mektupla ilerletmeliydim. Mektupla bir üniversiyete öğretim üyesi olmalıydım; belki bir süre sonra da mektupla üniversitede ders vermeye başlamalıydım. Her şeyden önce konuşmalıydım. Ayağa kalktım. Hemen başlamalıydım, bir şeyler söylemeliydim. Konuşmayı unutmak üzereydim. Kendimi anlatmalıydım. Kendimi göstermeliydim.”

Şimdi sıra bu kitabı henüz okumayanlarda. Korku kapınızda. Yeter artık onu beklediğiniz. Kapıyı, yani kitabın kapağını aralayın. Evet, artık 39 yıl önceden şimdiyi görmek için önünüzde hiçbir engel kalmadı.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

18 Mart 2012 Pazar

Yüzleşmekten korkanlara

Oyunlar gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır.” diyor Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar kitabında. Hikmet geride bıraktığı evliliğini, geçmişindeki kadınları, gecekondudaki yeni hayatını sorguluyor. Bir oyun yazmak istiyor; izlenecek, sevilecek bir oyun. Ama hayatındaki oyunlardan arınamıyor, o içine düştükçe okuyucu da oyunların farkına varıyor.

Hayat bir oyun, tek gerçek diye bir şey yok. Hepimiz tehlikeli oyunlar oynamak istiyoruz aslında, ertesi gün uyanabilmek için minik oyunlar yaratıyoruz kendimize. Çünkü “gerçek, başkalarının bize dayatmaya çalıştığı bir ölçüdür. Birimi insandır.

Zaman hiçbir şeyi tek başına halledemez, bazı dönemlerde sorgulamak, yüzleşmek gerekir. Bu yüzleşmeye göğüs germenize yardımcı olacak sadık bir dost ararsanız Tehlikeli Oyunlar tam da size göre.

Hem bu süreçte yalnız olmadığınızı görüp fazla yaralanmadan çıkarsınız, hem de “Ben buradayım sevgili okur, sen neredesin?” diyen Oğuz Atay’a ölümünün 35. yılında da olsa “Biz de buradayız Usta” demiş olursunuz.

21 Şubat 2012 Salı

Oyunlara hapsolanlar için

Bazen insan başka işlerle uğraşırken de okuduğu kitabın karakterleri ne yapıyor merak eder. Zaten bir yazarın ustalığı burada gizlidir.

Oğuz Atay, “Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.” dese de aslında onun kelimeleri birçok boşluğu doldurabilecek kadar anlamlıdır. Her kitabında oyun oynar, her kelimeye tenezzül etmez. 

Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar gibi kitaplarını bildiğimiz Atay, aynı zamanda çok iyi bir oyun yazarı. Başrolde yine bir tutunamayan: Coşkun. Aslında herkes mutluluğu oynuyor, herkes yalan söylüyor.

Oyunlarla Yaşayanlar kitabını alın, okuyun, okumadığınız zamanlarda Coşkun’u sorgularken, merak ederken bulacaksınız kendinizi. Eylemsizlikle geçen bir hayatın insanı nasıl gülünç bir hale dönüştürdüğüne tanık olacaksınız.

Hayatta istediğiniz yerde değilseniz, yaptığınız iş size uygun değilse, etrafınızdakileri siz seçmediyseniz bu kitap tam size göre. Ama dikkat edin, Oğuz Atay kitapları insana haddini bildirir.