Necip Tosun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Necip Tosun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Nisan 2016 Cuma

Bireyi gerçeğine çağırma uğraşı

Türk öyküsünü mesele edeceksek, günümüz öyküsüne kuram olarak hem de öykünün asgari şartlarını yerine getirmekte başarılı Necip Tosun’u öncelemekten geri durmamalıyız. Tosun’un anlatıcı olarak öyküye giriş tarihi 1983 senesidir. İlk öyküsü “Yangın” ismini taşımaktadır. Tosun’un öykü ve kuramla olan mesaisini göz önüne alıp konuşacaksak, Tosun’un karnesi sağlam ve mütevazıdır.

Sağlamlığı tarafımdan/tarafımızdan şu şekilde kabul görmektedir; 1998’de çıkan Küller ve Uçurumlar (Hece Yayınları), 2005’de çıkan Otuzüçüncü Peron (Hece Yayınları) öyküye dair örneklemelerimiz olacaktır. Sağlıklı ve sağlam bir şiirin ana arterlerinden bahsettiğimizde sırtımızı dönemediğimiz eleştiri, öykü konusunda meydana çıkıp efelenmektedir. Efelenmesi hakkıdır, bu hakkı gören Tosun, öykünün sağlıklı yollarını ararken eleştiri konusunda da çalışmalar yürütmüştür. Bu çalışmalar hem dönemini aydınlatmış hem de sonrasındaki kuşağa ve günümüze sağlam öykünün asgari şartlarını anlatmıştır. Anlatıcının öykü eleştirisi konusundaki mesaisi 1990 yılında başlamış olup, Modern Öykü Kuramı kitabı 2011 yılında Hece Yayınları'ndan çıkıp, öyküye dair mesaisi olan öykücülerin başucu kitabı olma görevini görmektedir.

Toplum olarak düzgün ve akışında mani olmayan meseleleri açıklamak için şiir gibi akıyor veya su gibi berrak ifadelerini kullanırız. Şiir konusunda dil muazzam önemlidir ancak dilin bir sınırı ve zaman aşımı vardır. Öyküde bu tarife uymak zorundadır ancak öyküdeki kronolojik oluşum şiire göre farklıdır. Cümleler, ifadeler, anlam uzundur. Anlatıcı bu kronolojik sistematiği yerine oturturken dile azami özen göstermelidir. Eğer göstermezse kaybeder. Ya kazanır ya da kaybeder değil. Kaybeder. Tosun, okuyucuya gelirken kronolojik sırayı öncelemiyor. Kronolojik sıra modern anlatımın içinde ana unsur olarak değil, tali unsurlar olarak eritiliyor. Bu konudaki başarı modern öyküden haberdar oluşunu işaret ediyor. Anlatıcı modern kurama ve kronolojik sıralamaya hâkimse dil konusundaki başarı oranı yüksek olacaktır. Başarının bir diğer unsuru da öyküde olması gereken ‘anlam’ meselesidir. İçi boş, öyküdeki kof teklifler öyküsü dil konusunda başarısızlığa iter. Tosun, modern öyküye yaklaşarak, klasik öyküdeki kronolojik sıraya teslim olmayarak ve öyküsünde anlamı öncelediği için ana unsur olan dil kuvvetlidir. Başarı yüksektir ve düşmemektedir.

Kuvvet kazanan dil, anlam ile birleştiğinde anlamda boğulmayan, tökezlemeyen bir yapı kazanıyor. Okur, öyküyle yüzleştiğinde ayrıntı denizinde boğulmuyor. Öykü, okuyucuyu sersemletmiyor. Bu anlatıcının öykü konusunda kolaya kaçtığını göstermez. Aksine, anlatıcı muntazam bir şekilde hüviyet kazanmış olan öyküyü sağlam bir dil ve açık anlatımla okura sunuyor. Öykü başlıyor, kronoloji tali unsurlar olarak yerini alıyor, ana unsur olan dil yanına anlam unsurunu alıp, okuyucu sağ kroşenin ne olduğunu o zaman öğreniyor. Anlatıcı, okuru oyuna getirmiyor ancak öykü anlatıcının. Hikâyeler, bazen istediğimiz gibi veya düşündüğümüz gibi sonuçlanmaz. Okuyucu geriye yaslanır, anlatıcının kroşesinin etkisinde, kendine gelmeye çalışır.

Toplumların istemese de yüzleşmesi gereken gerçekleri vardır. Gerçekler, 7’den 70’e her bireye tesir eder ve izler bırakır. Anlatmak topluma düşer fakat bu ihtiyacın hepsini karşılayamaz bu anlatılanlar. Farklı bir kanaldan, ağızdan dinlemek gerekir yoksa ağrısı hafiflemeyecektir.

İçinde adını koyamadığı bir burukluk vardı. Bir yandan buralara yeniden kavuşmuş olmanın sevinci, diğer yanda da nereden başlayacağını, nasıl karşılanacağını bilememenin kaygısı. Ne diyecekti. Her şeyi sizin için yaptık, ama birden ayağımız kaydı, düştük. Bir bakışa yakalandık. Ama o incitici oyun bitti.” [Otuzüçüncü Peron-Geçit-S.32]

Anlatıcının öyküye konu ettiği kişi, bu ülkenin hangi tarafına koyarsanız koyun gerçeğidir. İdeolojisi, inancı, rengi ne olursa olsun. İnandığı, peşinden gittiği ve sonra düştüğü. Boşluklar, herhangi bir şekilde kani olduğumuz ve bize tanıdık gelen düşme hali. Yerin üstündeki ağır türbülans.

Slogan attığı, cenaze törenlerine katıldığı yerlerden geçti.” [Otuzüçüncü Peron- Geçit-S.32]

Gidilen yerden döndüğünüzde, gidilen yeri ve olanı anlatmak güçtür. Bu güç durumu, desibeli artmış öfke ve merhamet karışımı bir insana has olan atom bombasıdır.

Küçücük, tertemiz yürekleriyle her şeyi değiştireceklerini sanmışlar ama arkalarında titrek gölgeler, cam kırıkları ve büyük düşler bırakıp yitip gitmişlerdi.” [Otuzüçüncü Peron-Geçit-S.33]

Anlatıcı, büyük düşleri geride bırakıp yitip gidenlerden midir, bu soruyu sorabiliriz ancak cevap verme lüksümüz yok. Şunu söyleyebiliriz; anlatıcı birçoğumuz gibi bu sendromu yaşamış adı hangi darbe olursa olsun anlatıcı yaşananlar karşısında zayiat vermiştir. Bu zayiat durumu, anlatıcıyı yaşanan zamana tanıklık etmeye çağırmış, anlatıcı ancak bu şekilde omzundaki yükü hafifletebilmiştir. Anlatıcı, zamanını anlatmak ve okuyucuya aktarmak konusunda güçlüdür. Korkuya kapılmadan ve sakınmadan bu gerçekleri ifade etmektedir. Okur olarak biz de yaşamaktayız.

Biri bulvara, şehrin merkezine, diğeri otogara doğru uzanıyordu. Kaldığı ev ise tam karşıda, tepedeydi. Dik merdivenle çıkılan mahallesi karanlıklar içindeydi. Bu saatte ıslak ve kaygan merdivenleri çıkmayı göze alamazdı. Sağa doğru baktı. İnsanı rüyalara, umutlara, yolculuklara çağıran otogar ışıl ışıldı. Pek çok otobüs girip çıkıyordu. Hiçbir zaman yolcu olarak girmediği, hep tanıdığı tanımadığı insanları karşıladığı o mekâna, otogara doğru yöneldi.” [Otuzüçüncü Peron-Ricat- S.49]

Anlatıcının zihnindeki kendine gelebilme, kendini bulabilme konusuna açıklık kavuşturmak istiyorsak ‘karanlık içinde olan ev’ ve ‘ışıl ışıl olan otogar’ ifadelerini seçip almalı ve masaya koymalıyız. Ev, sosyal ve toplumsal hayatımızda güveni ve emin olmayı ifade eder. Uzağa giden, uzak düşen her zaman evi önceler ve bu umutla hayata bağlanır. Ev umut demektir. Anlatıcı, evi tam aksi istikamete koymaktadır. Çünkü ‘eve giden merdivenler ıslak ve kaygandır’ gerçeği vardır. Anlatıcının ifadelerini masaya koyarken meseleye nesnel olarak bakmayın, cisim kazandırmayın. İçimizle/içinizle ilgili olsun bu cisim kazandırma. Kaçmak istediğimiz, yorulduğumuz bir benlik ve kendi oluşumuz var. Islak ve kaygan kendi oluşumuz. Anlatıcı, günümüzle aidiyet sorunu yaşayan toplumun sorununa işaret etmekte. Kendi oluşun, hastalıklı yanlarından kurtulabilmenin reçetesini yazıyor ve ekliyor ‘hep tanıdığı ve tanımadığı insanları karşıladığı o mekâna’ unsurundan kurtuluşu da tanındığı ve tanınmadığı bir insan olarak gitmekte gösteriyor. Anlatıcıya göre, toplumsal kendi oluşun hastalıklı bu yönünden kurtulmanın ilk olmasa da son çaresi nesnel olarak değil kendi içinde ışıl ışıl bir otogar tespit edip gitmektir. Terki terk ederek terki terk.

Anlatıcının kronolojik öykü sistematiğini tali unsur olarak kullandığı ifade etmiştik. Modern öykü kuramı ışığında yapılan mesai sonunun nasıl biteceğini tahmin etme konusunda bizi yanıltıyor. “Otüzüçüncü Peron” isimli öyküde karakter hapisten çıkmıştır. Ancak karaktere, toplumdaki bireyler farklı biri gibi davranır. Taksici, manav, hatta anne dediği karakter bile kendisine ‘buyur bey’ diye hitap eder. Öykü garipleşir, okur olarak ana karakterin rüyada olduğunu düşünürsünüz ancak karakter uyanıktır. Ayrıntılar üzerinden okuru uyanık tutmaya çalışır. Karakter tam belgelerle sırrını ifşa edecekken, anlatıcı ortaya çıkar. Okurun ve karakterin deplasmanda olduğunu hatırlatarak, bir kedi miyavlamasını sebep kılar. İpuçları elinizden gider, okur tüh be der, karakter yoluna devam eder. Karakter, korkulu bir rüyaya kendi olarak dalar, kendi olarak uyanır. Bu karakterin bildiğidir. Yağmur yağmaktadır, gözlerini ovuşturarak uyanır ve elektrik direğine bakar. Direkteki afişte kendi fotoğrafı bulunmaktadır. Ana karakter, çifttir. Hem baba-hem oğuldur. Ayrım şuradadır, baba oğlunun geçmişini bilmemektedir, oğul babanın geçmişini bilmemektedir.

Karşılaşmalar” öyküsünde anlatıcı ana karakteri, yan karakterin ölümü üzerine bir buluşmaya yönlendirir. Ana karakter, diğer yan karakterle ölen yan karakter üzerine buluşmalar sağlar ve ana karakter ölen karakterin ölü bulunduğu eve gider. Ana karakter ve yan ölü karakter ortak özellikleri kalp hastası olmaları, sürekli ceplerinde kalp ilacı taşımalarıdır. Yan ölü karakterin evine gittiğinde, ana karakter yan ölü karakterin nasıl öldüğü sorusuna cevap ararken, anlatıcı öyküdeki karakterlerin yerini değiştirir. Ölü yan karakter, ana karakter boyutuna geçer ve aslında yerde yatan ölü yan karakter değil, ana karakterdir. Ölen kendisidir. Zil çalar, kapıcı gelir. Yan ölü karakter ile ana karakter yer değiştirip, tek karakterde birleşmiştir. Tek ana karakter, zilin çalmasıyla düştüğü yerden kalkar, etrafa dağılan hapları toplar ve kapıyı açar. O esnada, ölen yan karakterin dinlemiş olduğu Bach müziği çalmaktadır. Kapıcı, bu ayki aidatı istemektedir.

Anlatıcının, karakterleri şekillendirmesi ve öyküde konumlandırması kuvvetlidir. Bu teknik, klasik öykünün bize sunmuş olduğu bir gerçeklik değildir. Modern öykü ve öykü kuramının öyküye dâhil olmasıyla başarıya kavuşup, kendine alan açmış bir tekniktir.

Modern şiir, şiir kuramı etkisinde ‘hikâyeleştirme ve romansılaştırma’ teorilerini kullanıp, şiirlerine yerleştirmektedir. Öyküde de, kuramın etkisi ile şiirin öyküye dâhil olmasından söz edebiliriz. Bu kaçınılmazdır çünkü kuram ve alanlar arasındaki etkiden bahsetmemek kuramdan, kavramlardan anlamadığınız anlamına gelir. Tosun’un öykülerinin dil sağlamlığından bahsetmiştik. Bu dil sağlamlığının önemli kazanımlarından birisi de öykülerdeki şiirselleştirmelerdir. Bu şiirselleştirmenin öncelenmesi, öyküyü sağlam kılmakta ve geçerliliğini artırmaktadır. Şunu diyebiliriz; Tosun, öykü kuramından ve öyküden anlıyor.

Sararmış yaprakları toz içindeki çınarlara, her tarafı delik deşik olmuş asfalt yola bakarken, artık burada yaşamıyor olması içini rahatlatmıştı.” [Otuzüçüncü Peron- Sis Çanları-S.51]

Rüzgâr, terden ıslanmış gömleğine, alnına, saçlarına çarpınca, kendini biraz daha rahatlamış hissetti. Tam da mevsimiydi. Hanımeli kokusu iskeleye kadar uzanan bu daracık sokağı doldurmuştu.” [Otuzüçüncü Peron-Aynalar ve Sırlar-S.7]

Anlatıcı, öykü girişlerinde şiirselleştirilmiş ifadeler kullanarak giriş yapıyor. Öykülerin ilerleyişinde bu şiirselleştirilme durumu devam ediyor.

Üzerinde günler söndürülmüş birbir. Kimi yarım bırakılmış, kimi sonuna kadar içilmiş. Filtrelerinde ruj izleri, dudak kanamaları. Küllere boğulmuş izmaritler. İşte ömür bu; boşaltılmayı bekleyen bir kül tablası.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur- S.73]

Bu yağmurlar hiç dinmeyeceğe benziyor.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]

Her şey çürüyecek.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]

Örneklemlerimizle, savımızın doğrulunu kanıtlamaya çalıştık. Savlamamızı şöyle devam ettirebiliriz; Tosun şiirden anlıyor ve şiire öykü güzergâhında ikamet açarken bunu başarıyla yapıyor. Şiirselleştirmenin öyküye olan etkisi dozundadır, doz aşımı olmamaktadır. Öykü zayiat görmediği gibi, Tosun’un öyküsü güç kazanmakta ve ana unsur olan dil daha da güçlenip gideceği adrese doğru teyitli bir şekilde yola çıkmaktadır.

Yalnızlık, somurtan bir çocuk gibi karakterlerin yakasından çoğu zaman düşmez. Karakterlere atfedilen yalnızlık, kısmen günümüzle olan hesaplaşmaya karşılık gelmektedir. Karakterlerin geçmişleri, hatırları, sevinçlerinin bugüne dair sağlaması yapıldığında adres teyidi yapılamamaktadır. 180 Km hızla akan bir zaman vardır, karakterler kendi olarak kalmak isterler ancak mekânlar, insanlar, ifadeler, cümleler değişmektedir. Karakter, bu hızla değişime ayak uyduramamakta, şaşkınlık içerisinde olana bitene öfkelenmektedir. Öfkelenme ve şaşkınlık sonrasında sert bir yalnızlık olarak sonuca varmaktadır. Yalnızlık kavramı, anlatıcının öykülerinde bir anafor olmuştur. Karakterler ve anlatıcı yalnızlık ana imge olarak kabul etmekte ve vazgeçilmezler arasına koymaktadır.

‘Yalnızım’ dedi, ‘sessiz bir oda olsun lütfen.’ ” [Otuzüçüncü Peron-Park Otel-S.75]

Görevli bu sesi işitti ama duymamış gibi yaparak ‘Kimliğinizi almak zorundayım’ dedi, ‘Kayıt için gerekli’. ‘Yok’ diye cevapladı adam, ‘Kimliksizim.’ ” [Otuzüçüncü Peron-Park Otel-S.76]

Tosun’un öykülerinde sürekli yalnızlık, gitmek, geçmişe duyulan bir özlem vardır. Karakterler geçmiş olanın güzel hatırları ile birlikte yaşar bu yüzden uyum sorunu yaşarlar. Genel olarak hava kasvetli ve ‘sis’lidir ancak bu okuru boğmaz. Anlatıcı ile birlikte karakterin derdine çare arar. İlaç olmaya çalışır. Anlatıcının da teyit ettiği adres şudur; karakter üzerinden okurun toplumdaki çıkmazdan doğru istikameti bulabilmesidir. Bu yüzden otogarların ışıklarını örnekler. Örneklemeyi yaparken okurun zihnini bulandırmadan yapar. Çünkü kuram dil ve anlam unsurları üzerinden şekillenip, gitmek, yalnızlık, intihar, toplumsal sorumluluk meselelerini ön plana çıkarmaktadır. Karakter üzerinden, anlatıcı kaçmamaktadır. Sosyal toplumun, zaman karşısındaki tepe taklak oluşunu tespit etmekte, önermelerde bulunmaktadır. Necip Tosun bunları yaparken başarılı mıdır? Ziyadesiyle. Ne kadar anlatıcıdan kroşeler yesek de.

İrfan Dağ
twitter.com/irfandag6

23 Temmuz 2015 Perşembe

Hikâyeye Doğu’dan bakmak

Yakın zamanda yayımlanmış olan Modern Öykü Kuramı ve Öykümüzün Kırk Kapısı’ndan sonra usta öykücü, eleştirmen Necip Tosun, Doğu’nun Hikâye Kuramı ile bu kez Büyüyenay Yayınları’ndan okurunu selamlamış. Kuramla ilgili yazılanların, sıkıcı kitaplar olduğuna dair yaygın bir kanı vardır. Doğunun Hikâye Kuramı için bunu söyleyemeyiz. Akıcı ve anlaşılır cümlelerle, meraklısına çok şey vadeden bu kitapta doğuya dair, öykücülüğe dair pek çok zengin tespitle karşılaşıyoruz. Mesela, Alman şair Goethe ya da Italo Calvino, Genceli Nizamî hakkında neler demiştir? "Bu hikâyelerde batıyı etkileyen derinlik, renklerin hikâyeleri oluşu mudur?" şeklindeki soruların cevabını bu hacimli kitapta bulmanız mümkün. Mesnevî ile ilgili bilmediklerimiz, Bostan ve Gülistan’ın, Osmanlı döneminde ders kitabı olarak okutulması gibi, mühim notlara ulaşmak isteyenlerin başvuracağı bir kitap Doğu’nun Hikâye Kuramı.

Hikâyelerinde dünya ve ahiretin iç içe harmanlandığı Sadî: “Dil hikâye etmeseydi, gönlün sırrından kimin haberi olurdu ki?” diyerek hikâyeyi haklı hale getirir okur nezdinde. “Çünkü başkalarının hata ve kusurlarını konuşmanın bizi iyi bir insan yapmaya yetmeyeceği vurgulanır. İnsanlara her zaman sevgiyle bakmanın, hata ve kusurlarından dolayı kınamamanın gerekliliği öğütlenirken onların erdemlerinden bahsetmenin daha doğru olacağı aktarılır. Yaşanmışlıklar, tecrübeler, ayetler, hadisler bu küçük hikâyelerden çıkarılacak eğitici derslere dönüşür.

Osmanlı yazışma dilini masaya yatıran Necip Tosun; Türkçe, Arapça, Farsça’nın dönem dönem kullanılış biçimlerini incelemiş. Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre şekillendiğini tesbit etmiştir. Kullanılan dilin, dönemin anlayışını yansıttığını ifade eder satırlarında. Mesela, Fatih’in kendi döneminde Arapça’yı resmi dil olarak kullanılmasını istediğini pek çoğumuz bilmeyiz. Kitabın satırları arasında buna benzer detayları okuyabilirsiniz. Rahatlıkla alanında başucu kitabı olarak gösterilebilecek nitelikte bir eserle karşı karşıya olduğunuzu bir okur olarak fark edeceksiniz.

Geleneksel hikâyenin temel amacını “bilinç aktarımı” olarak nitelendiren Tosun, “çarpılma” ve “keşif” halini yaşarken okurun ciddi bir iç sorgulama eşiğine taşınacağını düşünmektedir. Geleneksel hikâye yazarlarının hedefi ise, bir mihenk taşı oluşturmaktır aslında. Çoğu kez bu; manzum hikâye, menkıbe ve mesneviler yoluyla okura ulaşmayı gerektirir.

Sadece “estetik bütünlük içinde hikâyeleştirir” derken, gerçeğe ait ışığa işaret edildiğini tespit etmektedir. Yazar, “biçimsel mükemmelliği” hedeflerken, “yazarın oluşturduğu yeni durumu” göz ardı edemeyeceğimizin altını çizer. Biçim, öz, estetik ve mutlak tekilliğin getirdiği etkileyici başarı anlatılmaktadır bu kitapta.

Şahname dünya edebiyatında neden bu kadar önemlidir? Meraklısına bu kitapta çarpıcı detaylar açıklanmış. Sanatçı ve iktidar ilişkisini de irdelemiş yazar, bu kitabında:

Hiç kuşkusuz sanat/edebiyatın özerklik alanını bozan, özgür ve bağımsız işleyişine yapılan dış müdahaleler, sanatı, doğasından uzaklaştırır. Sanat üzerindeki her türlü yönlendirme, baskı ve denetimler, sanatsal özgürlük ve özerkliğin temel kısıtlayıcısıdır.

Yazar, yine de Osmanlı’nın “yüksek edebiyat bilincine” sahip ve her biri “divan sahibi” padişahları sayesinde, muhalif sanatçılardan çok, iktidara yakın isimlerden bahsedildiğinin altını çizmiş. Kıssalardaki mesajın ise, “geçmişe değil ileriye, geleceğe dönük olduğunu” söylüyor Tosun. Edebî kabul edilebilirliğinin yanında, “ilahî bir hikâye anlatıcısı”na da dikkat çeker. “Yüksek belagat özellikleriyle kurgulanmış” metinlerin Kur’an’da geniş yer aldığını anlatır kitapta.

Cenknâmeler için ise, “anlatı geleneğimizin bilinçaltını yansıtan” öğeler taşıdığını vurgular Tosun.

Bir dini ve tarihi gerçeği temsil etmedikleri için kurmacanın özgürlükleri hikâyelere yansımıştır.”.

Hamzanâmeler de diğer destan türleri gibi ilgi görmüştür zaman içinde. Meddahlar tarafından her ortamda hararetle anlatılageldiği aşikârdır: “Çünkü Türkler Müslüman olduktan sonra İslam’ın önder isimleriyle ilgili destanlara sahip çıkmış, gerek telif gerekse adaptasyonken de kuşkusuz kendi ruhlarını, anlayışlarını, bakış açılarını destanlara katmış, kendilerine dönüştürmüşlerdir.

Yazar, Fuad Köprülü’nün esprili yaklaşımını “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar” şeklinde aktarırken, çok kıymetli eserlere dikkat çekmiştir. Günümüzde ise, destanların durumunu, “Büyük kitleleri ekran başına çeken televizyon dizilerinin, sinema filmlerinin destanların işlevine soyunduğuna kuşku yoktur.” şeklinde ifade eden Necip Tosun, “hikâye anlatıcısı”nın değişime uğrayıp “görselliğe” taşındığını adeta itiraf eder: “Sanki hikâye anlatıcılığı yaşadığımız görsellik çağında hayatiyetini televizyonlarda, sinemalarda sürdürmektedir. Büyük destanlar buralarda anlatılıyor gibidir.

Fantastik bir dünya oluşturulmak istenmektedir ve büyük ölçüde başarılmıştır yazara göre. Hikâyeye dair tanımların, yeniden gözden geçirildiği bu kaynak eserde: “Jorge Luis Borges’e göre yenilik saçmadır. Her şey daha önce yapılmıştır. Yeni bir şey yaratabileceğini sanmak derin bir aldanıştır. Ona göre insanlığın bütün kaderi aynıdır. Aslında hep aynı hikâyeyi anlatırlar, ama değiştirerek.” Bu kitapta Necip Tosun da aynı doğrultuda düşünür ve şöyle der: “Tüm hikâyeler aynıdır, değişen sadece sunumdur.

Doğu ya da batı fark eden bir şey yoktur. Tanım üç aşağı beş yukarı aynıdır: “Öykü artık nazma çekilen bir hikâye anlatmamakta, bizzat kendi yapısını kendi gerekleriyle oluşturmaktadır. Artık öykünün sanat kabul edilmesi için şiir olması gerekmemektedir.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz