Necip Fazıl Kısakürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Necip Fazıl Kısakürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Haziran 2021 Salı

Abdülhamid’in yalnızlığı, çaresizliği, tahttan indirilişi

Piyes, elbette izlektir, izlenmek için yazılmıştır, izlenmek için kurgulanmıştır. Tabii çoğunlukla evde olduğumuz şu günlerde tiyatroya gitmek, seyretmek mümkün olmuyor. Ama metnini okumak bile bazen tiyatro hakkında fikir sahibi olabilmek için kafi olabilir. Normalde tiyatro metni okumak gibi bir adetim olmasa da, aşinalığımın az olması dönem başında beni Türk Tiyatrosu dersini seçmeye teşvik etti. İşte bu epik-trajik piyesi de bu ders vesilesiyle etraflıca inceleme fırsatı buldum.

Piyes, bir devletin yıkılış sürecine tanıklık edip, kan dökmeden, siyaset ile devletini kurtarmak için elinden geleni yapsa da, kaçınılmaz yıkıma engel olamayan bir padişahın son dönemini anlatıyor. Bu padişah, piyese ismini de veren Abdülhamid Han. Piyeste olay genel itibariyle şöyle ilerler; Abdülhamid Han, Filistin’de yurt edinecek toprak isteyen Yahudilere istediklerini vermez, bir büyükelçinin Beyoğlu Kulübü’nde girdiği kumar borcunu padişah olarak kendi eliyle öder, çeşitli siyasal sebepler ile tatil ettiği Mebuslar Meclisi’nin açılışında bir mebusun hakaretâmiz sözlerini dinler, siyaset son derece hararetli bir şekilde ilerlerken fiziki bir kargaşa da çıkmaktadır. Mabeyn Müşiri, Abdülhamid Han’dan Hassa Ordusu’nu harekete geçirerek akınları durdurmak için izin istemektedir. Abdülhamid Han kan dökmemeye yemin etmiştir ve buna izin vermez. Piyesin sonunda Abdülhamid Han’ın hastalanıp yatağa düştüğü anlaşılır, devletinin yıkılmasına engel olamamıştır. Padişahın duaları ve “Allah” nidasıyla perde kapanır. Oyuna genel itibariyle trajik bir hava hakimdir, yer yer epik unsurlar da görülür.

Siz bilirsiniz ki ben ömrümde ve bütün sultanlığımda hiçbir kere heyecan ve telaşa kapılmadım. Ne, başımın üstünde üç tonluk avize, ne zelzeleden binalar iskambil kağıdı gibi yıkılırken, ne bomba patlayınca at ölüleri havada uçuşurken.. Ama bugün, Allah bana, Boğaziçi’nde yaldızlı bir zindan olarak tahsis ettikleri şu sarayda, garptan şarka dört bin, şimalden cenuba bir devletin çöküş kıvılcımlarını, toz dumanını seyrettiriyor. Şu pencerelere gittiğim zaman her taraf günlük güneşlik görünse de, ben yine kan, ateş, yıkıntı ve heyelan görüyorum!..

Metnin türünü, başından sonuna çaresiz ve hüzünlü atmosfer belirlemektir. Dramatik yapıda aksiyon ise, dışarıdan gelen süngü, çarpışan tüfek ve galeyan sesleriyle sağlanıyor. Kendi gözlemime göre, metnin başkarakterlerini Abdülhamid Han, Şeyhülislam, Musahip ve Mabeyn Müşiri, yan karakterlerini ise Osmanlı Yahudisi, Haremağası ve Çavuş oluşturuyor.

Piyeste siyasi ideolojiler oldukça keskin işlenmesine rağmen, kurgunun kalitesi bu keskinliği bastırmaktadır. Piyeste ele alınan temel konu, Abdülhamid’in devlet başındaki yalnızlığı, çaresizliği ve tahttan indirilişi olmuştur.

Necip Fazıl’ı bir çoğumuz şair olarak tanıyoruz. Ancak bir tiyatro yazarı olarak da Türk edebiyatındaki yerinin oldukça mühim olduğu kanısındayım. Tiyatroya merakı olan ya da aşinalık kazanmak isteyenler varsa, pek çok piyes metniyle birlikte Abdülhamid Han trajedi alanında güzel bir örnek olabilir. Okuyacak olan herkese, keyifli okumalar, izleyecek olanlara da iyi seyirler diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

1 Haziran 2020 Pazartesi

Dünyanın çilesinden kaçabilir miyiz?

İbrahim Ethem Hz. menkıbeleriyle tasavvuf anlatılarının ve veliler kervanının önde gelen şahsiyetlerinden. Belh’in hükümdarıyken sahip olduklarını ve saltanatını terk etmesi sebebiyle destanlaşan hayatı, İslam edebiyatında manzum ve nesirlere dönüştü. Hayatı ve kişiliği etrafında oluşan hikayeler, destanlar ve menkıbeler şeklinde edebî eserlere konu oldu. Hakkında yazılanlar ve sözlü gelenekle aktarılanlar İslâmiyet’i halka peygamberler gibi kutlu şahsiyetlerin hayatlarından örnek göstererek anlatma amacı taşıyordu. Necip Fazıl da aynı amaçla, yazdığı yüzün üzerinde eserde olduğu gibi, kendi deyimiyle Allah demenin yasak olduğu bir dönemde bu piyesi yazdı. Menkıbeler etrafında dolaşarak yazılan piyes beş perde halinde 1978’te yayınlandı.

Piyes iki dervişin hükümdar İbrahim Ethem’in huzuruna getirilmesiyle başlar. Dervişler camide namaz sonrasında cemaate "Böyle Müslümanlık olmaz" diye nida etmiş, sultanın halinden de "İşi gücü sırmalı elbiseler, altun tasmalı tazılar arasında, sülün ayaklı küheylanlar sırtında ava çıkmaktan ibaret olan bir sultandan ne hatır gelir?" diyerek şikâyet etmişlerdir. İbrahim Ethem onları huzuruna çağırır fakat, cezalandırmak için değil dervişlik hakkında sorular sormak için. Onların gerçekten hak ehli zatlar mı yoksa ham ve kaba softalar* mı olduklarını öğrenmek ister. Çünkü avda yaşadığı, menkıbelerde çokça anlatılan bir olay onu sarsmıştır. Buna göre, İbrahim b. Ethem gençlik çağında avlanırken, hâtiften ya da avlamaya çalıştığı ceylandan iki kez: “Sen bunun için mi yaratıldın yoksa bu işe mi memur kılındın?” diye ses duymuştu. Dervişleri adeta sorgular ama cevaplarından mutmain olmaz. Kendisine edilen ihtarın anlamını onlarda bulamasa da ruhunu tırmık tırmık pençelerler.

‘’İbrahim Ethem - Allah'dan dilerim ki, bir gün, bu yolu tam gösterebilecek birini çıkarsın karşıma!
Derviş - Allah bir gün belki de seni çıkarır senin karşına...’’
Çünkü bir cevap vermek yahut dervişlik onların elinde değildir. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak O’dur.
"İbrahim Ethem - Sen arada bir hikmetli lâflar ediyorsun, ama dilediğimi veremiyorsun!"
"Derviş - Haddime mi düşmüş benim... O verir. O!.."
"İbrahim Ethem - İstemekle mi verir?"
"Derviş - Dilerse istetir, öyle verir. Dilerse ne istetir ne bir şey; uykunun içinde bile tepene tokmakla vurup seni kaldırır, verir."

Öyle de olur. Tahtında uyuyakalan hükümdar tavanda tüyler ürpertici bir tokmak sesiyle uyanır. Kim var orada diye bağırır, ses ‘‘Yabancı değil, bir katar devem vardı; kaybettim, onu arıyorum.’’ der. İbrahim Ethem ‘‘Deli misin sen kaybolan develeri sarayın damında arıyorsun?’’ diye sorunca ses, heybetli, tane tane ‘‘Ey gafil, sen de Allah’ı ipek ve atlas kaftanlar içinde inci ve altın tahtlar üzerinde mi arıyorsun?’’ diye cevap verir. Halk arasında da çokça bilinen bir menkıbedir bu olay aynı zamanda.

İkinci perdede karşımızda arayış içinde bir hükümdar vardır. Halkını ayak divanında toplar, muradı kendisini Hakka götürecek bir Allah ehli bulmaktır. Omuzundaki saltanat yükünü taşıyamayacak haller geçirmektedir. Halkının rızasını da alarak ayrılmak ister. Ona göre koyunun hesabını dahi düşünen Hz. Ömer bu rikkatiyle imtihanı kazanacaktır, ama kendi omuzları bu yükü taşıyamamaktadır. ‘Ya benim çilem, hepsi boş, hepsi riyakarlık.’ diye düşünerek sahip olduğu unvan ve mülkü terk eder.

"Onu bulacağım! Beni yaratanı bulacağım! Yaratıldığımdaki murada ereceğim! Alemleri insan için, insanı da kendi visali için yaratanı bulacağım.’’

Aslında İbrahim Ethem sahip olmak ve olmak arasında bir tercih yapmıştır. Erich Fromm’a göre “Sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farklılık, yaşamı ya da ölümü sevme eğilimleriyle birlikte, insan varoluşunun en önemli sorunudur. "Ol-mak", yüzeysel görüntüleri aşıp, onların ardındaki gerçeği kavramakla gerçekleşebilir ancak. Kendisini sürgün eder, zühd ve ruhi ahlaka yönelir.

"Bu dünyada ne varsa gurbet... Bütün varlıklar yokluk, bütün sahiplikler yoksunluk…" "Pişiyorsun, ya İbrahim Ethem kaynamaya, fokurdamaya başlıyorsun!"

Üçüncü perdede İbrahim Ethem’in çilesi başlar, bu süreç aynı zamanda O ve Ben’i okuyanların bileceği gibi Necip Fazıl’ın kendi yolculuğu ve çilesiyle örtüşür. Aynı şekilde Yunus Emre piyesinde geçen nefsle olan mücadeleye de benzer. Karakteri yine nefs ve şüpheyle yüzleştirir. Nefs nedir? Ben’den ayrı bir varlık mı? Kötülüğü emreden bir ses mi, fısıltı mı? O ve Ben de kendisine gelen hataratları** anlattığı bölümde Necip Fazıl’a gelen düşüncelerle benzeşir İbrahim Ethem’e kendi içinden gelen ses. Nefsi algılayışı Çile’ de ‘benim köpek nefsim’ diye anlattığı bölümdeki gibidir. İbrahim Ethem de nefsinden sıkıntı içindedir. Öyle ki dağda kendi halinde olan bir çobanın haline imrenir. Necip Fazıl gibi, çilededir.

"Nasıl huzur içinde olabilirim? Perişanım nefsimden, nefsimin üflediği zehirli nefeslerden."

Dördüncü perdede olaylar Necip Fazıl’ın başka bir tiyatrosu olan Reis Bey’de yaşananlarla örtüşmektedir. Reis bey hapse girer, kendisine sataşan suçlulara müşfik bir şekilde muamele eder. Bu davranışı onların taşkın davranışlarını ve kalplerini yumuşatır. Benzer şekilde gemide bir adam insanları güldürmek için İbrahim Ethem’i alay konusu eder, sataşır. O da bunu hilm içerisinde karşılar. Hali hem adamın, hem gemideki insanların haline sirayet eder.

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş." (Fussilet, 34)

Son perdede bir balıkçının yanında çalışır, ağ dikmekle nefsini meşgul etmek ister. Bir yandan da nefs hakkında balıkçıya, aslında okuyucuya, bilgiler aktarır. Çünkü Necip Fazıl verdiği yüze yakın eserde olduğu gibi net bir senaryoyla belirgin hatlar çizerek okuyucuya bir şeyler aktarmak derdindedir. Dava anlayışının, kendi hayatı, arayışı ve buluşunun piyese yansıdığı muhakkak. Diğer eserlerinde de görülen kendine has üslubu ve üzerinde durduğu nefs, ölüm, çile, hakikat gibi temel konuları yine İbrahim Ethem menkıbeleri üzerinden işler. Nefs nedir? Dervişlik nedir? Bir müminin hali nasıl olmalıdır? İnsanın arayışındaki çilede ne tür engeller vardır? Bu çile olmadan tamamlanmak mümkün müdür?

Bir Ruh Macerası’nda Ayşe Şasa’ya hocası Kemal Tahir şöyle der. "Dünya çilesinden kaçamazsın, hayatın meşakkatinden kurtulamazsın! İstersen dünyanın en zengin adamının kızı ol, servet insanı çileden korumaz. Biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik.”. İbrahim Ethem de sahip olduklarını terk ederek dünyanın çilesinden kaçmanın aksine tam ortasına düşmüştür. Kendi el emeğiyle kazanmak ve helal lokma yemek bu yolda ilk amacıdır. Vefatının da sınır boylarında gönüllü olarak nöbet tutarken olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Kolay bir hayata, iyi imkanlara sahipken bunu tercih etmesinin bir anlamı ve sebebi vardır. Burada tacı tahtı bırakmak kavramı bir metafor olarak düşünülebilir. Bu terk ediş, hakikati ararken girilen yolun rahat ve kolayın olmayacağı bir yol olduğu anlamını taşır. Her insan için yapabileceği, kaldırabileceği ölçüde bir yük, zahmet ve imtihan vardır. Zahmet olmadan, zorluklar olmadan insan tamamlanamamaktadır. Bu durum psikolojinin de felsefe ve dinlerin de üzerinde durduğu bir konudur. Pozitif psikolojide karakter erdemlerinin ortaya çıkması, hayatın anlamlı olması için bir zorluk, bir çile yaşanması gerektiği vurgulanır. Çünkü belli karakter erdemlerini kazanmış olduğuna hemfikir olduğumuz insanlara baktığımızda görürüz ki yaşadıklarının ortak özelliği zorlanmış olmalarıdır. Zahmet çekmişlerdir. Ve ancak çekilen zahmet ölçüsünde bir itminan, anlam ve rahmet vardır.

Asude Sena Muğlu
twitter.com/asudesna

*Ham ve kaba softa: Nfk’nın birçok eserinde kullandığı tabir. ("İslam’ı kendi çıkarları uğruna ve başkalarının emelleri doğrultusunda kullanıp, kafalarına göre Müslüman portresi belirleyen ve de halka bunu yutturmaya çalışan, sonuç itibari ile de İslam düşmanlarının eline müthiş bir koz veren insanlardır.")

**Hatarat: “Aklına gelmek, hatırlamak, içine doğmak” anlamındaki hutûr kökünden türeyen hâtır kelimesinin çoğulu olup insanın iradesi dışında zihnine gelen iyi veya kötü düşünceleri ifade eder.

Yazıda Faydalanılan Kaynaklar:
https://issuu.com/sibirturan/docs/nameefd1e4 (Kitaba buradan ulaşılabilir)
Erich Fromm, Sahip olmak ya da Olmak
Gül, Halime. İbrahim bin Ethem ve tasavvuf tarihindeki yeri. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008.
Nurcan Öznal Güder, Dâstân-ı İbrâhim Edhem (yüksek lisans tezi, 1992),
https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim-b-edhem#2-edebiyat
https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=haber-detay&kod=395

9 Nisan 2020 Perşembe

Bir şairin nur tercümesi

Nasreddin Hoca'nın pekçoğumuzca malum bir fıkrası vardır. Hocamız ağaçtan düşer ve başına toplananlar hekim çağırmak isterler. Karşı çıkar hoca ve kendisine ağaçtan düşmüş birini bulmalarını ister. Nihayetinde ağaçtan düşenin halinden ağaçtan düşen anlar. Gelin görün ki kör bilim, her hastalığın hekim işi olduğunda ısrar eder de hekimler dahi pek çok derdin dermanını tıp da değil ruh da bilirler.

İki cihan serveri Hz. Muhammed (sav) Cenab-ı Hakk'ın davetini bildirmeye başladığında Mekkeli müşriklerce en çok şair olmakla ve şiir söylemekle suçlanmıştır ve bu suçlama yüce Kur'an'ın ne büyük bir mücize olduğunu ispat etmekle birlikte pekçok azılı düşmanın hidayete ermesine de vesile olmuştur. Kur'an öyle mücizevi bir lisana sahiptir ki dünyanın bütün şairleri bir araya gelse onun bir ayetinin dengini dahi yazamazlar. İşte böylesi mücizevi bir sanatı ancak bir şair hakkıyla anlatabilir. Öyle bir şair ki o kutlu nebinin aksiyonunu, ahlakını, belagatını ve nezaketini kendine şiar edinmiş olsun. Çöle İnen Nur, tasavvuf ahlakıyla ahlaklanmış, İslamı aksiyon ruhuyla benimsemiş bir şairin, son peygamber Hz. Muhammed (sav) Efendimizin mübarek hayatlarını ve nübüvvetlerini, levha levha, bir şiir estetiğiyle gözümüzün önüne serdiği bir eserdir.

Hz. Muhammed (sav) Efendimiz bir kral yahut komutan olsaydı hiç şüphesiz onun hayatını ve eserlerini bir tarihçiden okumak çok daha makul olurdu. Aynı şekilde bir düşünür, bir reformist ya da bir şair olsaydı onun hayatını bir felsefe tarihçisinden ya da bir edebiyatçıdan dinlerdik. Ancak o, bütün bu sıfatların çok ötesinde bir müjdeci, bir kurtarıcı ve bir yol göstericidir. Onu ve onun görevini idrak etmek salt akılla mümkün olacak bir iş değildir. Bu nedenle onu hakkıyla anlamak ve anlatmak için gönül gözüyle görebilen ve gönüllere seslenebilen bir şair gerekir ki Necip Fazıl kitabın daha başında; "Bu bir ilim değil sanat eseridir ve ilmin içini dışını tahkik selahiyetinde olmadığı mukaddes kapıya, ancak inanmış ve teslim olmuş sanat tavrıyla sokulmaktan başka çare yoktur." diyerek onu anlatmanın ilmi bir metoddan ziyade kalbi bir kabullenişle mümkün olduğunu belirtiyor. Pekçoğumuzca malum bir kıssa: Karınca, ağzında bir damla su ile giderken sorarlar kendisine: Nereyedir bu yolculuk? Cevap basittir: Hz. İbrahim'in ateşine su götürüyorum. Alaylı bir karşılık: Yahu senin bu suyun o ateşe ne fayda edecek, hem sen oraya varamadan ölürsün. En nihayetinde yanıt, bir ders niteliğinde: Hiç olmazsa yolunda ölürüm ya... Bir başka kıssa: Hz. Yusuf köle pazarında satılığa çıkarılır ve alıcılar isim yazdırmaya ve peşinat vermeye başlar. İhtiyar bir kadın da yaklaşır köle tacirinin yanına ve Yusuf'a kendisinin de talip olduğunu söyler ve isminin talipliler listesine yazılmasını ister. Peşinat olarak verebileceği hamallık için kullandığı urganından başka bir şeyi yoktur. "Neyine güvenerek Yusuf'a talip oluyorsun ve ahmak kadın!" diye, kendisiyle alay eden tüccara ders niteliğinde bir cevap: "Yarın, defter açıldığında Yusuf'un taliplileri arasında benim de ismim olsun"... Belki binlerce, milyonlarca hatta daha fazla anlatıldı, yazıldı o mübarek hayat ama her biri bir talip ve her talep Allah katında niyeti ölçüsünce makbul. Üstad da kendi diliyle; "İzin ver; onu bir kere de ben anlatayım! İzin ver; herkesin boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yani kendimden uzaklaşabilmak manasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum." diyerek niyetini ifade ediyor.

Onu anlamanın yolu, onun gelişini hazırlayan ve onun gelişine hazırlanan dünyayı anlamaktan geçiyor. İçine doğduğu coğrafyada meydana getirdiği ruhi dönüşüm, bir ömür boyu kendi hayatıyla tatbik ederek örneklendirdiği Kurani hayat ve asırlar sonrasına verdiği mesajlar ansiklopedik birer veriden çok öte ruhsal bir ürpermedir.

Kronolojik bir siyer olmanın çok ötesinde şiirsel bir levha. Peygamber Efendimizin mübarek hayatlarında, münafıkların hâlâ kurcalamaya devam ettiği hususlara tam bir teslimiyetle açıklık getirerek münafıkların kendi içlerinde düştükleri çelişkileri gözler önüne seriyor. Özellikle namaz esnasında kıblenin değşmesi, Hz. Aişe annemize atılan iftira ve Efendimizin kaybolan devesinin yerini bilememesi gibi durumlar münafıklarca kullanılmış olmasına rağmen bütün bu durumlarda idrak edebilen gönüller için Efendimizin nübüvvetinin mücizeleri gizlidir. Efendimiz her seferinde kendisinin gaybı bilemeyeceğini ancak Allah'ın bildirdiğini ve bildirdiği kadar bilebileceğini ifade etmişlerdir. Yine efendimiz, hükümlerinde kendi nefsini değil Allah'ın emirlerini esas almıştır. O, hayatı boyunca her türlü imtihana tabi tutularak ahalaki ve şer'i bir örnek olmuştur. Bu örnekliği de ancak şair ruhlu bir mümin idrak edebilirdi. Üstad, kitapta bunu başarıyla yapmış.

Kur'an-ı Kerim ve Hz. Muhammed bir bütün... Biri müjde, diğeri mucize... Hz. Muhammed, bir ömür Kur'an... Kur'an, kıyamete kadar kurtarıcı... Bu iki mücizeyi birbirinden ayırıp bunları kendi içinde anlamlandırmaya çalışmak biskleti ikiye bölüp tek tekerle kullanmaya çalışmak gibidir. Bu nedenle hadis ve sünnet bir tarafa bırakılarak yalnızca ayetler üzerinden bir İslam okuması yapmak ahmaklıktır.

Hz. Muhammed, yalnızca 23 yıllık nübüvvet dönemiyle değerlendirilirse büyük bir eksiklik ve haksızlık yapılmış olur. Hatta onu 63 yıllık bir insan ömrüne sıkıştırmak da haksızlıktır. Bizzat kendi ahlâkı ile terbiye ettiği ve sohbetleriyle eğittiği sahabileri, dört büyük halifesi ve ölümünün ardından uzun bir süre devam eden Asr-ı Saadet dönemi ve günümüze kadar gelen İslam medeniyeti onun ömrünü ve mücizesini daha da anlamlı kılıyor. Bu derin kavrayış da bir tarihçinin değil şairin bakışıyla mümkündür.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

14 Şubat 2020 Cuma

Mağrur ve haklı haykırışlar

Ülkemizde bir dönem en çok okunan kitaplar arasına girmiş, askeri okullarda zorunlu ders kitabı olarak okutulmuş olan Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını ilk okuduğumda bir parça romantik ama kâfi derecede idealist bulmuştum. İkinci defa okuyunca bir yerlerin eğreti olduğu hissi uyandı bende. Zamana ve zemine yeterince uymayan bir yön vardı sanki. Belki de coğrafi uzaklık yer ve şahısların zihnimde yerli yerine oturmasına engel oluyordu. Necip Fazıl Kısakürek'in İman ve Aksiyon'unu okuduğumda esas eksikliğin ruhi özdeşleşme olduğunu gördüm. Birincisinde kime seslendiğini bilmediğimiz bir anlatıcı çıkıyordu karşımıza. İkincisinde ise doğrudan bizim beynimize, bizim kalbimize ve en şiddetli biçimde bizim ruhumuza seslenen bize ait bir ses vardı. Bize ait bir ses diyorum, gerçek manada bize ait bir ses. Türkçe olmanın ötesinde, Türk ve İslam ahlakının, kadim kültürümüzün ve şanlı tarihimizin sözleriyle konuşan bir ses.

Erzurum ve Ankara'da verdiği, sırasıyla "İman ve Aksiyon", "Özlediğimiz Nesil" konferanslarının metni. Üstad ilk olarak geniş bilgi birikimi ve analiz yeteneğiyle hayran bırakıyor kendine. Avrupa tarihinin farklı dönemlerine ait şahıslara dair bilgileri birlikte ele alarak onları harekete geçiren esas gücün yani aksiyonu doğuran gücün tanımını yapıyor. Türk ve İslam tarihinin dönüm noktalarında öne çıkan şahısları aksiyona yönelten imanı gençlerin önüne örnek olarak sunuyor.

Napolyon, Sezar, İskender, Frederik gibi Batılı liderlerle Hz. Muhammed (sav), Hz. Ebu Bekir, Alparslan, Fatih, Yavuz gibi İslam liderlerindeki ortak noktanın aksiyon olduğunu ve bu aksiyonun da aşktan doğduğunu görüyoruz. Bir farkla ki İslam'da söz konusu olan aşkta iman, diğerlerinde ise inanç esastır. İnanç ve iman sözcükleri ise aynı manaya gelmezler. İnanç varlığına, iman doğruluğuna inanmaktır ki iman daha üstün bir mana ihtiva eder.

Aksiyon sözcüğüne de kuru bir "hareket" anlamından öte "planlı, hedefi belli olan, şuurlu bir hareket" anlamı yüklüyor üstad. Buradan da hareketle aksiyonun ancak imanla mümkün olabileceğini çıkarıyoruz.

Özlediğimiz Nesil'de ise imanla harekete geçecek bir aksiyonu yüreğinde taşıyan bir gençlik hayalini haykırıyor Üstad. Bu konuşmada "genç" sözcüğünü de alışılagelen anlamıyla tanımlamıyor ve esas gencin tanımını tarihi aksiyon sahnelerinden veriyor. Üstada göre genç, ruhunda harekete geçme kabiliyeti ve iradesi gösterebilen inançlı ve bilhassa imanlı adamdır. Bu konuşmada da yine sahabiden, Evliyaullahtan, İslam ve Türk komutanlarından örneklerle gençliğe yüklediği misyon olan "şuurlu eylem"e dair örnekler veriyor.

Üstad, "özlediğimiz nesil" dediği gençliğin on bir vasfını şöyle sıralıyor: aşk, üstün akıl ve sır idrakı, nefs muhasebesi, eşya ve hadiselere tahakküm ve onları tasarruf mizacı, aksiyon ruhu, gözü karalık, fedakarlık ve disiplin, en derin merhamet içinde en derin şiddet, başta samimiyet, her şubesiyle O'nun ahlakı, zarafet ve estetik, tek ümmet modeli olarak sahabiyi almak.

Konuşmaların her ikisinde de Üstad'ın değindiği bir konu var ki aksiyonun bir çeşit İlahi düzen olduğunu göstermesi açısından çok önemli: "İslam tasavvufunun canlılardan başlayan tekamül akışı insana ve insandan öteye kadar gider. Cemadın ufku, yani -son noktası- mercandır. Mercan tıpkı bitki gibi kök atar, yani bitkileşmeye doğru gider. Bitkinin ufuk noktası hurma ağacıdır. Dişisinin üstüne abanarak tohumunu gönderir. Hayvana yaklaşır böylece... Hayvanın ufuk noktası attır; tıpkı insan gibi rüya görür, bunu (veteriner) ilmi bile tesbit etmiştir. İnsanın ufku ise sonsuzluk... İlahi marifet ve ebedi kemal... Bütün olmuşlar hummadan hummaya geçerek olur, böyle miskin miskin oturmakla hiçbir şey olunmaz."

Bu iki konuşma ve Anadolu’nun diğer şehirlerindeki konuşmalar bağrından kopup geldiğimiz yüce bir dinin, şanlı bir mazinin, güçlü bir hatıranın kırık ve kırgın ancak asla yenik olmayan, mağrur ve haklı bir haykırışı. Evinden, ailesinden, bütün bir geçmişinden koparılıp bambaşka bir çevrede, ait olmadığı insanların arasında büyütülmüş bir sefil çocuğun kulağını delercesine ama geçmişini hatırlaması için rahmet dolu bir haykırış.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Siyer deyince akla ilk gelen eserlerden

Abdullah ölünce, melekler Allah’a dedi ki:
Ya Rab, Resulün öksüz kaldı.
Hitap:
Onun koruyucusu ve yardımcısı benim!

Gaye âlemlerin Rabbi Allah (c.c), istikamet hak din İslâm, rehber Kur’an Azimüşşan, öğretmen insanlığın medar-ı iftiharı, Yaratıcı’nın en sevdiği ve Habibi Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v.).

Yaratıkların en üstünü olan insanlar dâhil bütün mahlûkatın, canlı ve cansız her şeyin, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı âlemlerin nuru Hz. Muhammed için ne söylense az; bütün kelimeler kifayetsiz; methiyeler O’na olan hayranlığı tarif edebilmekten uzak. O’nun hakiki kıymetini anlatmak mümkün değil. Ruhumuzda gizli olan, aklımızın alamadığı sevgiyi anlatmakta sözlerimiz, samimi olduğu ölçüde yetersiz. O’nun halk edilişinin hikmetini bilmekten aciziz. O eşref-i mahlûkat, O Habibullah… Allah’ın Sevgilisi… Şereflerin daha üstünü var mı?

Evrenin Sahibi, en güzel eseri için şöyle diyor: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!

Bu O’nun için ne büyük şereftir ve bize ne büyük bir lütuftur ki, O’nun ümmeti olarak yeryüzünün seçilmiş insanlarıyız. Bu şerefe lâyık olabilmektir müminin muradı.

Kuran’ın her fırsatta adını zikrettiği O güzel varlığın sevgilisi Allah, en yakın dostu meleklerin en büyüğü Cibril. O zatıyla bizim gibi bir insan, ruhaniyetiyle bir ulviyet, varlık sebebiyle aşk… Ah kelimeler aslında O’ndan ve O’na ne kadar uzak!

Bu, bin dört yüz küsur yıllık bir aşkın öyküsü. Bu, mümine ‘anam, babam sana feda olsun!’ dedirtecek kadar teslim olunmuş bir imanın öyküsü.

Ezelde diğer peygamberler Allah’a sordular:
Ya Rab, bizi kuşatan bu nur, kimin nurudur.
Allah dedi ki:
Sevgilimindir! O’na iman ederseniz peygamber olursunuz!
Ve Hz. Âdem sordu:
Allah’ım, beni niçin Muhammed’in babası diye künyeledin?
Hitap:
Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım!
O, peygamberlerin babası İbrahim (a.s.)’in duası, kardeşi Hz. İsa’nın müjdesi, annesi Âmine (r.a.)’nin rüyasıydı.

Ey mümin insan, şimdi düşün sen nesin? Sen bu evrende, Habibullah’ın, Resul-i Ekrem’in nurunun gölgesinin gölgesi, O’ndan sebeb-i vücut, esasında hiçten az bir mertebe yüksekte, deryalarda bir kum taneciği değil de nesin?

O’na doğru uzat elini ey mümin; O’nu biraz olsun anladıkça kıymetini bulursun. O’nu sev, anla ve örnek al; umulur ki şefaat olunursun.

Bizzat yaratılışı, hayatı ve şahsiyetiyle bir mucize olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’i tanımak anlamında yayınlanmış olan birçok kitap arasında özel olan birinin ismini anmak istiyorum. Siyer deyince akla ilk gelen eserlerden biridir Necip Fazıl Kısakürek’in Çöle İnen Nur'u. Üstad Necip Fazıl, yıllar süren çalışmaları sonucunda kaleme alabildiği bu eserde, Efendimizi anlatmada büyük bir hüner göstermiştir. Üstâd, eserini, âlemlere sevgi ve rahmet elçisi olarak gönderilen Allah’ın Sevgilisi’ne büyük bir hasretle, büyük bir aşkla ve kendi ifadesiyle: “İzin ver; herkesin boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yani kendimden uzaklaşabilmek manasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum,” şeklinde bir tevazu, bir teslimiyet ve O’nda yok olarak var olma şevkiyle kaleme almıştır.

Üstad, her cümlesinde, her kelimesinde, uğruna göklerde bir yıldız yaratılan, gökteki ismiyle Ahmed, yerdeki ismiyle Muhammed’e, yani kendisine pek çok hamd ü senalar olunmuşa, zatıyla bir Nur olana aşkını dile getiriyor. Ve O’nun yanında, ne kadar küçük, ne kadar önemsiz olduğumuzun sık sık altını çiziyor.

Çöle İnen Nur ismi, ezelden beri vaad olunan ve doğumundan ölümüne, ölümünden bugüne bizzat bir mucize olan Sevgililer Sevgilisi’ni tarifte kullanılabilecek en güzel sıfatlardan biri. O bizim çölleşmiş idrakimize ve maneviyatımıza gönderilen bir nurdu; dünyayı karanlıktan çekip kurtaran bir aydınlıktı O.

Üstâd, bütün müminler adına O’na olan bağlılığını ne de güzel ifade ediyor:
Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım!

Çöle İnen Nur da mutlaka okunması gereken başlıca siyer eserlerinden biridir.

Üstâd’ın da dediği gibi:

O ki olmasaydı, topyekûn oluş olmayacaktı. İşte o…
O kadar evvel ve o kadar üstün…
Bir arada sebep ve netice…
O ki varlık o yüzden."

Ya Rab, bizden Habib’ine selam olsun!

Emre Miyasoğlu
twitter.com/emremiyasoglu

6 Ocak 2016 Çarşamba

Dikkat üstad çıkabilir!

Ne oldu da kozmetik diye bir sektörün doğmasına sebep olduk bilmiyorum. Mutlu görünen mutsuzlar sürüsü olmamıza sebep olan, bizi sabah evden çıkarken saçımıza jöle sürmeye mecbur bırakan devre yazıklar olsun...

Dış görünüşün büsbütün önemli olduğu bu fondöten çağında insanların mâneviyat, inanç, gönül, muhabbet gibi kavramlara ilgili olmasını beklemek, istisnalar hariç, körden beyazı tarif etmesini beklemekten farksız. Ne yazık, kozmetik çağı bizleri boktan birer mekanizmaya dönüştürdü.

Bu halden muzdariplerin, çağı Necatigil gibi "çok çiğ çağ" bulanların hayatında gönlü muhabbetle çağlayanların yazdığı kitaplar çok önemli bir yer tutuyor. Eskazâ, ruhları birazcık daralsa bu metinlerin şifalı sayfalarına bırakıveriyorlar kendilerini.

İşte "O ve Ben" o metinlerden biri. Yarı ömrünü, içindeki noksanlığı bulmaya adamış birinin samimiyetle yazılmış otobiyografisi. Öyle ki, Üstâd'ın siyah ve beyaz gibi ikiye ayırdığı yaşamına hevesle ortak oluveriyorsunuz.

Kitabın adının 'Ben ve O' değilde 'O ve Ben' olmasının sırrını ancak kitabı bitirdiğinizde anlayabiliyorsunuz. Bu isim Necip Fazıl'ın yaşamının yarısından itibaren katettiği yolun ulvîliğini gösteriyor bizlere. Onlarca yenilgiden sonra gelen zaferin sancağıymışçasına...

O. Abdulhâkim Arvâsi Hazretleri. Allah'ın azametini "Ne ki O sanılır, O'na peçedir" cümlesiyle, olması gereken en net biçimde anlatan velî.

Ben. Necip Fazıl Kısakürek. O'nu tanıdığı günü kendine mîlat belleyen, "Resûl'e Allah dememek şartı ile ne denilse az" diyen, "Her şey o kadar yok ki, yalnız Allah var; Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok!" diyen usta, üstâd.

Kendi deyimiyle "meselesiz kafalarla" geçen otuz yıldan sonra kendisine bir kılavuz aramak, hattâ bir kılavuza ihtiyacı olduğu idrâkine ulaşmak Üstâd'ı etrafındaki kuru kalabalığı yeniden sorgulamaya sevk etti. Hatta bu kalabalıktan öyle sözler duydu ki, işittikleri O'na daha fazla yakınlık duymasına sebep oldu.

"Ne örümcek, ne füsûn;
Kâbe Arabın olsun,
Çankaya bize yeter!"

Mürşîd eşiğinden içeri göz kırpışından sonra büsbütün tadı kaçan bu eski dostluklarla ilgili şunları yazdı:

"Türkiye'nin en büyük şairi bilinirken Müslümanlıktan başka gâye tanımayışım meydana çıkınca benden teker teker el çekenlerle bir hizada pörsüyen, tekrar canlanan ve aynı gâyede buluşuyormuşuz hissi veren; yine çatlayıp kuruyan ve öylece kalan mahzun bir dostluk..."

Necip Fâzıl, bohem hayatın karanlıklarından "Allah, sırrını emînine verir; bilen söylemez, söyleyen bilmez"e uzanan yetmiş dokuz yıla, tesiri asırlara uzanacak mücadeleler sığdırdı.

O ve Ben, bu mücadelenin en keskin virajına şahitlik etmek isteyenlerin ilk uğrak yeri niteliğinde.

Ancak üzülerek belirteyim; o yere makyajsız giriliyor…

Ufuk Sarımehmetoğlu
twitter.com/usarimehmetoglu

25 Ekim 2014 Cumartesi

Entelektüel bir krizin romanı

Necip Fazıl Kısakürek, bu toprakların 150 yıldır yaşadığı kimlik krizini kendi nefsinde yaşadı. Genç yaşlarından itibaren “gaybı kurcalama” tutkusuyla “beş hassenin sınırını tırmalayıcı ve ilerisini araştırıcı, derin bir melankoli duygusuyla” arayışa başlayan Kısakürek, “fikir öfkesi” olarak nitelendirdiği Büyük Doğu davasını kitaplarıyla da tebliğ etti. Aynadaki Yalan bir roman olarak o büyük davanın bir cüzüdür. “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış / Marifet bu gerisi yalnız çelik-çomakmış” diyen Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı’nın önsözünde roman yazmaktan muradını da açıkça ifade eder: “Halbuki roman, yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvi ve münezzeh mânaya kadar ulaştırılabilir. Ve artık toprak üstü sefil mananın yerde bırakılması şartıyle mefhum ve mahiyetini değiştirerek Frenklerin ( Ekritür – Destine ) , Müslümanların da ( Alın yazısı – Kader ) dediği takdir kalemindeki hikmete yol arayabilir. O zaman karşımıza süfli mânasiyle roman değil, ulvî keyfiyetiyle İlahi sanat çıkar ve roman dize gelir.”. Kısakürek için roman bahanedir. Aslolan fikir davasını tebliğ için romanı bir araç olarak kullanmaktır. 17 Aralık 1979 ile 13 Mart 1980 tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilen Aynadaki Yalan, ilk kez 1980’de kitaplaştı.

Önce romana ismini veren ayna imgesine bakmakta fayda var. Ayna klasik bir mecaz olarak kadim şiirimizde çok kullanılır. Aynadaki Yalan isminin Necip Fazıl’ın şiirindeki sık sık yer verdiği ayna mecazıyla da fazlasıyla irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz. Modern şiirin de fazlasıyla yararlandığı bir imgedir ayna. Adem Can’ın Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yer alan (Sayı:34, 2010). Necip Fazıl’da “Ayna” imgesi başlıklı makale konuyu etraflıca işleyen bir çalışma. Kısakürek’in başyapıtı Çile’de ayna kelimesi 20 şiirde geçiyor. Ayna “benlik muhasebesinin” başlama noktasıdır Necip Fazıl için. Ben adlı şiirinde adeta bir romanı özetler: “Hep ben, ayna ve hayal; hep ben, pervane ve mum;/ Ölü ve münker-nekir; başdönmesi, uçurum…”. Aynadaki Yalan romanının arka planını ise başka bir mısrasında yakalarız: “Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıdır?” diye sorar Kısakürek. Aynadaki Yalan hakkında çok çalışma yapılmış bir kitap değildir. Necip Fazıl Kısakürek’in şiirleri, tiyatro eserleri yahut hatıratı farklı akademisyen ve eleştirmenlerce defalarca ele alınmış ama Aynadaki Yalan’a biraz tali eser gözüyle bakılmıştır. Vasat bir yazarın güzel bir kitabı olabilecek Aynadaki Yalan, büyük bir şairin yüz küsur cilde ulaşan külliyatı arasında tali konumda kalmıştır. Roman boyunca korku, ölüm, günah, tasavvuf, maddi aşk, ilahi aşk, ihlas, estetik, Doğu-Batı çatışması, Batı’nın çıkmazları gibi Necip Fazıl’ın Büyük Doğu külliyatında işlediği fikirler kimi zaman iç monologlarla kimi zaman da diyaloglar aracılığıyla romana “entegre” edilir. Bu tercihi kimi eleştirmenlerce doğru bulunmaz. Orhan Okay kendisiyle yapılan bir söyleşide Necip Fazıl’ın hikâye ve tiyatro oyunlarından farklı olarak romanlarını “Aynadaki Yalan’ın başarılı bir roman olduğunu söyleyemem. Tuhaftır, hikâye tekniğinde oldukça sağlam bir çizgi tutturan Necip Fazıl’ın romanı aynı güçte görünmemekte, âdeta “İdeolocya Örgüsü”nün acemi bir roman tekniğine bürünmüş görünüşünü arz etmektedir.” sözleriyle eleştirir. Nazım Hikmet Polat lisanı ve üslubuyla övmesine rağmen Aynadaki Yalan’ın Necip Fazıl’ın sanatına bir yenilik getirmediği vurgusunu yapar.

Romanın kahramanı ismi ses olarak Necip’e benzeyen Naci, felsefe fakültesinde asistan ve doçentlik tezini hazırlamakta olan bir genç. Kendisiyle, arayışıyla, buhranıyla hiç ilgisi olmayan bir çevrede yaşıyor Naci. Kuvvetle muhtemel Abidin Dino’dan mülhem olan solcu Mine Ressam Abid, zengin fabrikatör kızı Mine, Osmanlı paşasının torunu Belma Naci’yi ve buhranlarını anlayamaz. Bu noktada Naci’nin çevresini Necip Fazıl’ın iki mısrasıyla özetleyebiliriz: “Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap; / Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp.”. Yine de o çevreyle arasına mesafe koyar Naci. “Bu işin mutlaka bir hocası vardı ama nerede? Bu işin gerçek tabibi mutlaka mânalar âlemindeydi, ama nasıl bulmalı?” sorusu zihninin bir kenarında sürekli canlı kalır. Aynadaki Yalan’ın asıl mevzuunun bir batılaşma ve kimliksizleşme eleştirisi olduğu daha ilk paragrafta boy gösterir: “Şapsal bir biçim, boş veren bir edâ… Güya kendinden habersiz ve yapmacıktan uzak… Ama sahte, sahte üstü sahte… Her çizgisi, her hareketi, ortada görünmez bir rejisör elinden çıkma… Hani şu (blucin) dedikleri, balıkçı pantolonu vârî, Moskof ve Amerikan melezi sıkı kılıf var ya? Şu, dizden yukarı ön tarafının rengi kasten uçurulmuş ihtilâlci pantolon? Darlığı ve bazı noktalardaki uçukluğu yüzünden vücudu kapamaya değil de hayal ötesi açmaya, çıplaklıktan daha ileri yorumlamaya yarayan kılıf? Öyle uygun ki, solcu kızın mizacına! Ve… Ve mahsus bakımsız saçlardan, boyasız dudaklara, en basit mimiklerden en hurda muaşeret tavırlarına kadar her hareketin ölçüsünü kaydeden bir lûgaritma tatbikçiliği… Şunu demek ister: “Ben kendimle, ferdiyetimle meşgul değilim! Nefsimden habersizim ve olduğum gibiyim. Yahut: “Güneş altında toprağa uzanmış, kıçını yalayan bir köpek kadar tabiiyim! Ne alçak samimiyet hilesi!”. Kısakürek “fikir öfkesi”nin hedefi olan negatif karakterler ile ideallerini okura aktarmak için bir araç olarak gördüğü pozitif karakterlere yer verir Aynadaki Yalan’da. Negatif karakterler olan Belma “beyni parçalayan bir urdur” mesela, Mine ise bir “dış gıcırtısından” ibarettir. İdeal tiplerden Hatice, Naci’nin askerlik yaparken tanıdığı bir köylü kızıdır. Okumamıştır, köyünden dışarı çıkmamıştır. Yani ne eğitimi ne de sosyal statüsü “Aynadaki Yalan”a dahil olmaya uygun değildir. Naci ile hastanede evlenir ama beraber olamadan ölür. Yani Necip Fazıl’ın anlatmak istediği kadın tipini anlatması için bir bahanedir. Aynadaki Yalan ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanı arasındaki tezat dikkate değerdir. Romanın kahramanı Naci askerde, arkadan gelen birliğe yer hazırlamak göreviyle gitmiştir. Köyde Hüsmen Ağa isminde, ilim ve irfandan nasibi olan bir zatla tanışır. Hüsmen Ağa’nın torunu Hatice ise Naci’ye göre katıksız, süt beyaz, esrarlı bir köylü kızıdır. Oysa Karaosmanoğlu’nun kahramanı Ahmet Celal, mağlup Osmanlı’nın bezgin bir askeri olarak şehri terk etmiş ve gittiği köyde ummadığı kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştır. Aynadaki Yalan’ın dejenereliğini vurguladığı şehir insanına karşı “idealize” ettiği köylü tiplemeleri Yaban’la tezat teşkil eder.

Aynadaki Yalan’da yer alan aforizmalardan birinde Naci’nin şehrin kendine kazandırdığı felsefe ile köy hayatı şöyle karşılaştırılır: “Felsefe ha! Göğü zıpkınlamak işi… Keşke işiniz toprağı bellemek olsaydı!”. Şehrin batılılaşmış/kimliksizleşmiş insanları Naci’ye acı çektirmektedir. Naci acılarından sıyrılmak için yoğunlaştığı arayışında tasavvufa yönelir. Bir camide tanıştığı imam arkadaşı sayesinde eski yazıyla yazılmış dini eserleri okumaya başlar. Zamanının çoğunu düşünmeye ve sorgulamaya ayırır. Bu esnada İstanbul’a gelen Hatice ise zorlu bir hastalığa yakalanıp hastaneye yatırılır. Naci, Hatice’yi sürekli ziyaret eder. Naci ve Hatice hastanede evlenmelerinden kısa bir süre sonra Hatice vefat eder. Naci, yaşadığı dönüşümle bu arada tezini değiştirir. Yoğun çalışma sonucu ‘’İslam Tasavvufu ve İnsanlığın Beklediği Nizam’’isimli tezini bitirir ve üniversiteye teslim eder. Fakat Naci’nin tezi o günlerin rüzgârlarına aykırıdır kabul edilmez. Bunun üzerine Naci üniversiteden istifa eder ve eserini neşreder. Naci’nin kitabının yurt içinde ve yurt dışında büyük ilgi görmesiyle birlikte gazetelerde ona karşı büyük bir kampanya başlatılır.

Mine’nin hayatını kaybettiği bir trafik kazasından yaralı olarak kurtulan Naci inzivaya çekilir ve nefsiyle savaşır. Naci bir gece rüyasında gördüğü Hatice’nin işaretiyle cami cami dolaşıp, erdiricisini aramaya başlar. Girmesi gereken eşiği ve erdiricisini Eyüp’te bulur. Naci’nin kurtarıcısı halk arasında meczup gibi dolaşan bir mürşittir. O artık “tasavvuf”a kitabi bir muhabbet duymanın ötesinde hayatıyla bağlanmıştır. Elbette Necip Fazıl Kısakürek’in başyapıtlarından biri değil Aynadaki Yalan. Ancak hem Necip Fazıl ile sohbet ediyormuşçasına sıcak bir dille yazılmış olması hem de “fikir öfkesini” farklı boyutlarla romanlaştırmış olması Aynadaki Yalan’ı özel kılmaya yetiyor.

Suavi Kemal Yazgıç
suavikemalyazgic.com