Mine Söğüt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mine Söğüt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2017 Cuma

Cin mi peri mi yoksa psikolojik bir vaka mı?

Düşlerinin ve yazılarının farklı olduğuna inandığım güzel insanlar var şu dünyada. Onlardan biri de Mine Söğüt. İlk tanışmamız Deli Kadın Hikâyeleri ile olmuştu, Tüyap Fuarı’nda ikinci bir kitabını daha alayım diye YKY standına uğrayınca dayanamadım, ne var ne yoksa topladım. Elimdeki yeni kitapları eritmeye de Söğüt’ün ilk kitabı olan Beş Sevim Apartmanı ile başladım. Ne de iyi yaptım.

Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum. Zira okurken yer yer tüylerim ürperirken bazen de “hadi canım, öyle şey olur mu hiç?!” dedim. Ama kitabın beni en çok etkileyen kısmı da bu oldu sanırım; gerçeküstü ögelere psikolojik bir altyapı sunuyor olması. Böylece sizin “neden olmasın ki” sorusu ile bu gerçekdışılıklara mantıklı zeminler yaratmanız sağlanmış oluyor. Sanırım en doğru özet kitabın kapağında, kendi adında “Rüya Tabirli Cinperi Yalanları” denerek yapılıyor. Peki, Beş Sevim Apartmanı ne anlatıyor?

Pürtelâş Mahallesi’nde beş katlı tuhaf bir bina; Beş Sevim Apartmanı. İçinde yaşayan birbirinden tuhaf beş insan... Bir de doktor Samimi. Her biri kendi cinli perili masalının içinde kaybolmuş, benliklerini kaybetmiş birer psikolojik vaka. Evet evet, doktor Samimi de öyle. Zaten her şey onun deneyiyle başlıyor. Otuz yaşında nihayet hissettiği aşkı, sevdiği kadına itiraf etmesi durumunda hayatını mahvedeceklerini ilan eden cinlerin ve perilerin, otuz yaşına kadar sadece rüyalarında görse de Samimi’nin en yakın dostlarının, yokluğunu ispat etme isteğiyle. Bu yaratıkların yokluklarına inandırırsa dünyayı, onların da insanlar üzerindeki karşı konulamaz etkilerinin kaybolacağına olan inancıyla. “Ama önce kendi inancını dağlayacaktı.” Samimi ve hikâye işte böyle başlayacaktı.

Anlatıda önce Beş Sevim Apartmanı’nın ve bu apartmanın sahibi Huriye Hanım’ın tuhaf hikâyesini öğreniyoruz. Doktor Samimi’den öncesini yani. Onunla değil, öncesinde de zaten ilginç olan bir bina bu. Bir türlü erkek çocuk doğuramayan, doğan tüm çocuklarına Sevim adını veren, bununla kalmayıp baktığı kedileri de kız olsun erkek olsun Sevim diye çağıran, beş Sevim’ini de toprağa veren ve kendisi de bir gün bu alemden üzerinde kedilerle göçen Huriye Hanım’ın binası. Doktor Samimi de bu hikayeyi öğrendiğinde cinlerin oyunu olmasından şüpheleniyor zaten. Kim bilir o binaya belki de “onlar” tarafından çekildi, öyle değil mi? Biz kafamızdaki soruları bir kenara bırakalım şimdi.

Beş katın tümünde Doktor Samimi’nin biraz hile ile biraz da tanıdıkları vasıtasıyla ruh sağlığı hastanelerinden getirttiği beş kimsesiz hasta ikamet ediyor. Yoksa cinlerin perilerin oyununa gelmiş, kafaları karışmış insancıklar mı demeliyiz onlara? Nasıl çağırırsak çağıralım onları, biz tek tek bu katlara konuk oluyor, hastaların “zannettikleri” hayatlarını, sonra gerçekte ne yaşadıklarını, ne durumda olduklarını öğreniyoruz. Kendini cüce sanan bir katil, seksen yaşında sanan bir genç kadın, intihara meyilli Yusuf, cinsel kimlik sorunu ile boğuşan Elif, babasız dünyaya gelmiş ve babasını cinperi sanan Melike… Ve tabi tüm bu dairelin en alt katında, kazan dairesinde ikamet eden Samimi.

Bu beş karakterin hikayelerine girip çıkarken aralarda da Doktor Samimi’nin günlüğünü düzenli bir şekilde okuyoruz. Cinperilere karşı nasıl bir savaş verdiğini görüyoruz günlüğün her sayfasında ve o da aklının sınırlarının zorlandığını hissediyor her geçen gün. Bu sırada okuyucu olarak bizler de sürekli bir soru işaretiyle karşı karşıya kalıyoruz: Doktor Samimi gerçekten cinli mi yoksa o da nevrotik bir hasta mı? Cevap çok gecikmiyor, kitabın sonunda bu sefer de Samimi’nin gerçek hikayesini okuyoruz. Son derece şaşırtıcı gerçek neymiş, öğrenmek için kitabı alıp okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Belki sonrasında ilk başta yazdığım sorunun cevabını siz bana verirsiniz: “Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum.

Not: Işıklarınız açıkken okumanızı öneriyorum :)

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

17 Ağustos 2014 Pazar

Deli(rten) kadın hikâyeleri

"Yağmuru kim döküyor
Ünzile kaç koyun ediyor."

- Şebnem Ferah'tan dinlemeli

Elinize aldığınızda sizi zaten okunmayı bekleyen bir misafirperverlikle karşılamayan kitaplar vardır. Deli Kadın Hikayeleri işte onlardan biri. Ağır çekimde kaydedilmiş ve boşlukta mütemadiyen tekerrür eden bir sille gibi bu kitap.

"Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım." cümlesiyle başlayan bir şiirle açılıyor Deli Kadın Hikayeleri ve tüm anlatılar hakkında bir fikir veriyor bize. Zaten yazar en başında eserini "delirerek ölenlere" ithaf ediyor. Okuyucuyu uyarıyor; elinizdeki, hele bir de kadınsanız, patlamaya hazır bir bombadır. Belki yaşadığınız, belki yaşamadığınız ama bildiğiniz, belki de her seferinde duymazdan geldiğiniz kadınların öyküsü. Kendilerine deliliğin yakıştırıldığı, onların da bu sıfatı haklı sebeplerle sahiplendiği ve hatta süslediği cesur kadınların hikayeleri.


"Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten
şeylerden ibaret,
doğurmaya mahkûm,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım."

Girizgâhına bu satırlarla devam ediyor anlatıcı şiirinde ve yine bir özetini çıkarıyor aslında öykülerin. En basit haliyle; çünkü bu kadınlar bedenleriyle var en çok, çünkü doğurtulan ancak çocuğunu gerektiği zaman otoritesi kimse ona kurban etmeye mahkum, çünkü bu kadınlar bir sürü insan içinde yapayalnız.

Öykülerde doğrudan ya da dolaylı olarak aşkları yüzünden delirerek ölen kadınları görüyoruz. Hatmi Çayı öyküsünde gördüğü her türlü şiddete ve göremediği sevgiye rağmen uyuşturucu bağımlısı babasına aşık bir kıza, Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat'ta evlatlarını siyasi sebeplerle kaybeden ve "Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c'est magnifique, muhteşemdir! Muhteşem doktorcuğum! Ölmek muhteşem!" diyen, belki de aşık olduğu ölen evlatlarına kavuşmayı bekleyen bir anneye, Madam Arthur Bey'de anne ve babasının komşusuyla girdiği karmaşık bir eşcinsel ilişkiden ötürü annesi ölen, babası hapis yatan ve sonunda "Bir tanecik annem toprak altında acısından çürüyor." diyen bir kız çocuğuna ve bunlar gibi çoğalan birçok acı hikayeye eşlik ediyoruz.

"Korkma, demişti yılan gözlü falcı, kadın böyle bir şeydir.
Aşk diye diye kendini öldürür."

Bu kadınlar korkmuyor. Deliliklerini biliyor, kabulleniyor, sahipleniyor ve hatta seviyorlar bile. O nedenle de ölümlerine ya da hayatta kalma şekillerine şaşırmıyoruz.

Yirmi bir öykü, tahmin ediyorum ki Söğüt'ün gazetecilik yıllarından da biriktirdiği yaşamların kurgulanmış hallerinden oluşuyor. Öyle elinize alıp "Bir günde oturup okudum, bitirdim, çok sürükleyiciydi." diye anlatabileceğiniz bir kitap değil bu anlatılar. Aksine ağır aksak ilerleyen, her öyküsünün son noktasından sonra kitabı bir an kapatıp karşınızda ne varsa tam da oraya dalgın gözlerle bakmanıza sebebiyet verecek cinsten.

Kitapta bu düşünme hali sadece Söğüt'ün öykü konularından kaynaklanmıyor. Bahadır Baruter'in ismi de bu kitapla en az Mine Söğüt kadar anılıyor olmalı bence. Zira öyküler arasına serpiştirilmiş çizimler öyle başarılı ve kadınlık hallerini, korkularını, yaşamlarını, acılarını öyle güzel aktarıyor ki ben, yeni bir öyküye başlamadan önce dakikalarca resimlere bakarken buldum kendimi. Ayrıca yine öyküler arasına serpiştirilmiş, Söğüt tarafından kaleme alınan şiirler de son derece "vurucu" bir üsluba sahip.

Anlatıcının olağanüstü bir betimleme üslubunun olduğunu da gördüğümüz kitapta giriş şiirinin son mısralarında sesleniyor yazar;

"İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden
bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım."

Son sözü o söylemiş; siz de delireceksiniz. Bu öykülerle yirmi bir kere siz de öleceksiniz.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

* Kitabın hikâyesini izlemek için