Melisa Kesmez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Melisa Kesmez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Aralık 2021 Cumartesi

Ait olduğu yeri arayanların öyküleri

Öyle kafanızın karıştığı, göğsünüzün önüne geçemediğiniz bir his yoğunluğu ile ağırlaştığı dönemler vardır ki, adını koyamaz, hâkim olamazsınız kendinize. Hayatınızda hiç yaşamadığınız bir sarhoşluğu hissettirir size o anlar. Böyle hislerin içinin etrafınızdaki kötü örneklerin size doğru yolladığı negatif enerjiyle, bazen günlük hayatınızın ve bilinçaltınızın size gösterdiği tabire muhtaç olmayan karmakarışık rüyalarla dolu olduğunu bilir, yine de tatmin edemezsiniz kendinizi. Bu çukurun içinden çıkmak ister, ama çıkamazsınız. Peki ne merhem olur bu anlara? Nasıl olduğunu anlayamadığınız bir şekilde sevdiğiniz, kapıldığınız insanların yanınızdaki, kaburgalarınızın içindeki bir kara noktadaki varlığı. Öyle söylüyor ya Barış Manço: “Nasıl olduğunu anlayamadım ama seviyorum seni delicesine.

Böyle insanların hayatınızdaki varlığıyla, daha genel geçer bir ifade ile, sevgiye bağlı olarak oluşan bir aitlik duygusuyla çözülür her şey. Gönül, asla yalan söylemez. Dışarısı hep bizim içimizin yansımasıdır aslında. Melisa Kesmez, Nohut Oda’da, dışıyla içi arasında kalan insanların, ait olduğu yerin arayışında olanların, yalnızlığı kendine düstur edip kabuğuna çekilenlerin, geride, kendiyle bir başına kalıp gidenlerin arkasından bakanların, bazen bir kedicikte aitliği arayanların hikayelerini anlatıyor bize. Öykülerdeki karakterler, bazen çocukluklarını kendi iç dünyalarındaki bir karanlık odada muhafaza ediyorlar, bazen duygu sellerinden, fırtınalardan sonra serin ama üşütmeyen bir rüzgâra bırakıyorlar gönüllerini. Bazen de âşıklar baş başa kalıyor. Kitabın kapağını ilk açtığınızda karşınıza çıkan iki epigraf konuyu haber veriyor size, hissettirerek…

Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara…

Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.

Yukarıda değindiğim o aitlik duygusunun Nohut Oda’daki ifade ediliş tarzı olmasa da, hissettiriliş tarzını, koklattığı atmosferi Nermin Yıldırım’ın romanlarındaki aitlik kavramının işlenişine benzettim. Bazı öykülerde, özellikle “Annemin Çadırı” öyküsünde, aitliğin, gerçek bir aitlik duygusu veren sevginin olmadığı bir evdense, bir çadırın bile daha huzurlu olabileceğini çok sağlam şekilde vurguluyor yazar. Ayrıca “aile” kavramı içinde anne babası arasında devamlı bir sevgi emaresi görmeye çalışan çocukların yıpranmışlığına da değiniyor.

Ailemizi aynı çatı altında kenetleyen şey eşyaydı sanki; tek sandalyesini kullanmadığımız dört kişilik yemek masamızdı, odalarımızı birbirine bağlayan koridorlardı, yüzümüzü birbirimizin ıslaklığına kuruladığımız havluydu, paltolarımızı birbirine sarılma mesafesinde muhafaza eden portmanto, çamaşırlarımızı birbirinin kirli sularında döndürüp duran çamaşır makinesi…

Beni dünyaya getiren şeyin mayasında tek taraflı da olsa aşk vardı. Sevindim o zaman. Hiç sevinecek zaman değildi ya, yine de sevindim ben.

Kitapta temel tema olarak gördüğüm meselelerden biri de, adı çok geçmese de aşk idi. Ancak Melisa Kesmez, öykülerinde aşkı, aşk kavramını, aitlik duygusunun içine doldurarak, aitlik ve aşk kavramlarını birbirine sarmalayarak işlemiş. Nitekim, “Görüşürüz” adlı öyküde aşk kavramının bir tanımı yapılmış ki, çok etkili olduğunu düşünüyorum:

Ayaklarımızın altında bir zemin yok artık. Bir çatımız da. Gelecek yok. Geçmişin izleriyse çoktan silinmeye başladı. Aşk, bize bu sonsuz boşlukta ev olacak tek şey.

Bazı kitaplar hem kurguları hem de atmosferleri itibariyle gönül telinize dokunur okurken, ama bazıları vardır ki, deniz kıyısında saçınızı hafifçe savurtan bir rüzgârın yakıcılığı misali, kurgusuyla çok yaklaşmasa da, atmosferi itibariyle burnunuzdaki bir kılcalı kanatır. Sizi kendinizden alır, biraz gezdirir, nefes aldırır, burnunuzu sızlatır, sonra kendi sinenize tekrar bırakır. O kitabı bitirdiğinizde geriye kalan, çoğu zaman gamzelerinizi bile belli ettirmeyecek kadar küçük bir tebessümdür. Nohut Oda böyle kitaplardandı benim için, okumak isteyen herkese, keyifli okumalar diliyorum. Bu arada, ince belli bardakta tavşan kanı bir çayın da, Nohut Oda’nın yanına çok yakışacağını düşünüyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

11 Ekim 2018 Perşembe

Geçmişi gölgeye teslim edip ondan kabuk yapanlar

"Benim bu dünyada bir yerim olmadı,
Kuytu gövdemi saymazsak eğer.
Gövdem ki varla yok arası,
Hem varlığa, hem yokluğa değer.
Ama yüreğim hiç solmadı."
- Metin Altıok, İzin Verin De

Ocak 2014'te şimdiye kadar okuduğum romanlar ve hikâyeler arasında ismini en beğendiğim ve elbette kıskandığım bir kitaba rastlamıştım: Atları Bağlayın, Geceyi Burada Geçireceğiz. Bir kitabın hem ismiyle hem de cismiyle -kapağı, içeriği, dili ve kurgusu- yazarının önüne geçip geçemeyeceğini düşünmüştüm. Melisa Kesmez'i bu kendi yarattığım endişeyle baş başa bırakıp kitabına uzanmıştım, keyifle okumuş ve sevmiştim. Bunu uzun yıllar evvel Sagopa Kajmer'in Bir Pesimistin Gözyaşları albümü çıktığında da yaşamıştım, eser sahibini de tanıdığım için. Nitekim Sagopa bu albümünü kanaatimce aşamadı. O albüm hep bir kenarda durdu ki beni de bu yazıyı bir an evvel yazmaya teşvik eden şarkıyı hanım tam karşımdan fırlattı: Geçmişi Gölgeye Teslim Ettim.

Ne hikmettir bilinmez, Kesmez'in Nisan 2015'te çıkan ikinci kitabı Bazen Bahar'ın yine ismi güzeldi fakat cismi beni çekememişti içine. Belki biraz da benim o vakitler göğsüme çöken yorgunluğumla ilgilidir, bazen yorgunluk... Ve Eylül 2018'te çıktı geldi Nohut Oda. Evirip çevirmeden söyleyeyim, bu kitabın da ismini görür görmez sevmiştim. Bir günde okudum, şimdi de bu yazıyı yazıyorum. Demek ki cismini de sevmiştim. Nohut, oda, ev, yuva, kabuk, yurt, gurbet, sevgi, hasret, öfke, sükûnet... Aradığım, yani bir romanda ya da hikâyede en çok sevdiğim konular, duygular, hisler vardı bu 125 sayfalık kitapta. Kesmez'in çekirdek bir okuyucu kitlesi olduğuna inanıyorum ve her kitabıyla bunu aştığına. Zira Nohut Oda'yı çıktıktan bir ay sonra 3. baskısını yapmış olarak görüyoruz. Bu kadar isim ve cisim demişken Sel Yayıncılık'ı da tebrik etmek lâzım. Mütevazı ve anlamlı çabaları için.

Nohut Oda bir yanıyla kendimize nasıl bir mekân kurarsak kuralım orada kiracı olduğumuzu anlatıyor gibi. Bunu ille de hayat-ölüm arasında düşünmek gerekmiyor. Yeni bir ev kadar yeni bir iş, yeni bir araba kadar yeni bir arkadaş da bir gün ansızın çıkabiliyor hayatımızdan. Ama yazarın üzerinde durduğu, kitabın bir diğer yanı da şu: bir kabuğun var ve bu kabuk sana birileri tarafından doğar doğmaz yerleştiriliyor. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap o kabuk senin sırtında, çenende, göğsünde, avuçlarında, ensende, tabanlarında. Bunu bil ve öyle git. Çünkü bunu bilmeden gittiğinde, her seferinde hayal kırıklığına uğramak, üzülüp yorulmak esas bağlantıyı yapabilmen için bir engel, hem de büyük ve büyülü bir engel. Nedir esas bağlantı? Şudur belki: Kendine sürekli "tutunacak dal" arayan insan, bir yere varmayan yollar boyunca yorulmaya mahkumdur. Ne yolu biter ne yorgunluğu. Kalbine ulaşabilmek isteyen önce "bir ağaç gibi tek ve hür" olabilme yoluna çıkmalı. (Kendi kendime söylenmek istemiyorum o yüzden: Tek çocuklar "bir ağaç gibi tek ve hür" olmak zorundadır. Ol/mak zor/unda.)

İşte bu iki yanıyla da Nohut Oda bir çocukluk-ergenlik ve ergenlik-yetişkinlik geçişleri kitabı benim gözümde. Yalnız geçiş demişken, geç(e)meyenler daha bir ağır sanki sayfalarda. Öyle sürüsüyle karakter falan yok, zaten buna gerek de yok. Çünkü kitaptaki bir karakter, şu an yaşadığımız topraklarda milyonlara tekabül ediyor, buna eminim. Eğer öyle olmasaydı en yakınımızdaki arkadaşlarımızın en sık söylediği söz şu olmazdı: Kendimi havada asılı hissediyorum, dev bir boşlukta gibiyim.

Öyle geldin çünkü dünyaya. Ebeveynlerin de muhakkak havada asılı kalmışlardı bir dönem, dev bir boşlukta gittiler geldiler, onların ebeveynleri de. Ama sorun şu, kimse bunun üzerine gitmeyi, o kabuğunun farkına varmayı tercih etmedi. Yüzleşmedi, daima kaçtı. ("Sabahın beşinde koşmaya giden insanların yüzde doksanı hayatlarında mutlaka bir şeylerden kaçıyordur" diyen Yüce Zerey'e selam olsun). Eh, kaçanların hesabı da sana kaldı. Nakit mi ödersin kartla mı? Üçüncü bir yol olarak mutfak var: bulaşıklar. Ev biraz da insan kalbinin mutfağı değil midir. Ne ararsan orada ve hatta nelerden kaçıyorsan orada. Dolayısıyla dön dolaş, kabuk sırtında...

Melisa Kesmez, bir röportajında "Evde kendi küçük cennetini yaratmak dışarıdaki gerçekliği değiştirmiyor" diyor. Çok haklı. Bu yüzden 'kendine ait bir oda' kurmanın da bir anlamı kalmadı. Ne zaman geçeceksin o odaya? Sabah gitmek zorunda olduğun bir iş, ödemek zorunda olduğun kiralar ve faturalar -araya sıkışan borçlar ve krediler-, üstlendiğin sorumluluklar, binmek zorunda olduğun metrobüs. Hep zorundasın. O yüzden zorunda olduklarımızdan biraz uzaklaşıp, kabuğumuzla barışık yaşamanın da bir formülünü üretmek gerekiyor: "Sonuçta her şeyin değil ama pek çok şeyin gerçekliği senin kendini neye inandırdığınla ilgiliydi."

Nohut Oda'nın en hain -evet en hain!- tarafı, tam bir şeylerin değişeceğine dair bir umuda, inanca yaklaştırırken hislerimizi ansızın her şeyin olduğu yere dönmesi. Kurgu anlamında söylemiyorum bunu, daha çok his, duygu. Bana İsmet Özel'in "her sevinç nöbetimde kusmak sunuldu bana" dizelerini hatırlatan şu cümlelere bir bakın, belki hak verirsiniz: "Gülüyorum kendime. Peki, diyorum, peki hayatcığım, anladım, daha bitmedi, daha doldurmam lazım gelen çile var, peki. Özgürlük erken bir hayaldi demek. Tamam, isyan etmiyorum. Sakinim. Ne zaman kendimi biraz güçlü, biraz haklı hissetsem, ivedilikle haddimin bildirilmesine alışkınım ben..."

Kitabın içindeki hikâyelerin isimleri çok şey söylüyor Nohut Oda'ya dair. Bizi nasıl insanların, nasıl hayatlarına beklediğine dair: Kalanlar, Son Bir Çay, Annemin Çadırı, Görüşürüz, Kız Kardeşim Handan. Burada son hikâyenin ciddi bir sarsıcı boyutu olduğunu da söylemem lâzım. Yani ne bileyim, bir kısa filmi mi olsaydı bu hikâyenin. Sanki bir romanın, hem de baya kuvvetli bir romanın hain bir editör -ne çok hain var!- tarafından kesilmiş, biçilmiş, kan revan içinde bırakılmış hâli gibi. Şu cümleler gibi:

"Aradığım bir şey vardı, beklediğim bir kurtuluş ânı, bir "her şey yoluna girecek" duygusu... Başta varmayı umduğum yer neresiydi, artık pek emin değildim ama oraya varamadığım kesindi."

O zaman bu yazı da bu cümlelerle bitsin be. Çünkü öyle bitiyor Nohut Oda. Acı bir iç çekişle. O biricik kabuğunun içine çekilmeyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Şubat 2014 Salı

Soluklanmak isteyenlere

"Bir hikâye vardı orada, tam karşımda, gündelik hayatın hengamesi içinde bana değmiş, koluma yapışmış, ‘gel’ diyordu. Hepsi bu."

Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, daha önce kitap yazılarıyla tanıdığım Melisa Kesmez’in ilk öykü kitabı. 25 kısa öykü yer alıyor kitapta ve hiçbiri kitabın adını taşımıyor.

"İnsan uzak olunca eksik yerleri kendi tamamlıyor ya, ben onu kocaman yapmıştım içimde."

Melisa Kesmez’in öyküleri, yalın, duru ve sahici. Bugünün insanını anlatıyor çoğunlukla. Karakterleri genel olarak, şehirli ve “güçlü” kadınlar…

“Masanın bir ucunda hayatlarında hiç kaybetmemiş, aslında sırf bu yüzden hiç kazanmamış erkekler, diğer ucunda onları hak eden kadınları. Tek taşsız parmağım ve fönsüz saçlarımla resmin kusursuzluğunu bozuyorum gibi geldi, hoşuma gitti. Tehlikeli sularda olduğunu bilip de, bundan tuhaf bir haz duyduğun ve hiçbir önlem almaya tenezzül etmediğin, içinde bulunduğun duruma ters düşecek bir şeyin yaklaştığını gördüğün halde kılını kıpırdatmadığın anlar vardır ya.”
Hani böyle durduğumuz zamanlar vardır ya; etrafımızın ve kendimizin farkına vardığımız, soluk aldığımızı tüm hücrelerimizde hissettiğimiz… Melisa Kesmez, böyle anların fotoğrafını çekiyor öykülerinde. Kısa, akıcı ve fazlasıyla gerçek hikayeler yer alıyor kitapta.

"Karşı apartmanda akşam telaşı vardı. Sarı ışıklı pencerelerde gidip gelen, oturup kalkan siluetler. Bütün günü şehrin başka köşelerinde geçirip bu saatlerde evlerde toplaşan kalabalıklar. Aileler, öğrenciler, hiç evlenmemiş yalnız bekarlar, herkesi göçüp gitmiş yalnız ihtiyarlar. Gözüm alt katlara kaydı. Günün hiçbir saatinde televizyonun ışığının söndüğünü görmediğim girişteki dairede yaşayan yaşlı kadın, kucağındaki tepsiden akşam yemeğini yiyordu. Kocası yok. Ölmüş diyorlar. Geleni gideni olduğunu da görmedim hiç. Çoluğu çocuğu da yok belki. (...) Gözlerimi beşinci kata çevirdim. Sadece mutfağın ışığı açıktı. Diğer pencerelere koridorun loş ışığı vurmuş. Genç bir kadın hummalı bir yemek hazırlığına vermiş kendini. Bir şeyleri karıştırıyor, buzdolabının kapağını açıyor, kapıyor, suyu açıyor, bir şeyler yıkıyor. Tabak çanak sesi bizim balkona kadar geliyordu. İncecik bir kadındı. Çocuk gibi. Taş çatlasa 25 yaşında. Kocasının eli kulağında, gelirdi birazdan. Yeni evlilerdi. Geçen ay taşınmışlardı mahalleye. Günler sürmüştü çeyizin taşınması, yerleştirilmesi. Henüz bir tuhaflıklarını görmemiştik. Kadın, bir yandan ocağın üzerindeki yemeği karıştırırken, camdaki yansımasında saçlarını düzeltti. Seviyordu onu belli. Elini özenle taradığı saçlarında gezdirişinden, kayık yaka bluzunu düzeltişinden, evde giydiği terliklerden. Her şey onun için daha yeni başlıyordu. Filmin en heyecanlı yerindeydi. İkinci katın penceresinden yarı beline kadar bir kadın sarkıp, seslendi: ‘Emre! Haydi eve! Baban geldi!'"

Ve elbette yalnızlık… Şehirli ve güçlü kadının en azılı düşmanı. Öykülerin geri planında çocukluğa özlem ve kesif bir yalnızlık kokusu yer alıyor. Ve damağımızda buruk bir “balık kraker” tadı…

"Bir banka oturmuşum misal öğle vakti, boş salıncaklara bakıyorum, güneşin altında parlayan kaydırağa falan, güvercinlerin kabara kabara dolandığı suyu çekilmiş süs havuzuna, arka arkaya sigara içerken bir yandan, yapamazken burada, gidemezken bir türlü. Ya da Kuğulu Park’ta kar yağarken. Yalnız başıma oturmuşum. Elim ayağım donmuş soğuktan. Eve gidesim de yokmuş hiç. Boşmuş ki ev. Boş eve gitmesi zormuş."

Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, zamanın duraksız koşturmacasından yorulup biraz soluk almak isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Ve dahi, iyi bir yazarla tanışmak isteyenlere…

"Ben çayın altını yakayım, siz oturun, geliyorum hemen” demişti halam. Sanki mutfakta bütün soruların cevaplarını fısıldıyordu biri kulağına. Ocağın üzerinde parlayan mavi alev bir aydınlanma anını temsil ediyordu. Aramızdan üç beş dakikalığına ayrılıyor, çayın altını yakıyor ve yüzünde o hiç eksilmeyen ışıkla aramıza cevaplarıyla dönüyordu halam. Buydu sırrı."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun