Mahmud Erol Kılıç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mahmud Erol Kılıç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2024 Pazartesi

Hayatın kaynağına ancak dikey yolculukla ulaşılır

Bir tür uykuya dalmış olanları uyandırmak, kaybolmuş anlayışları yeniden canlandırmak için, tamamen diri olan geleneksel düşünceyle temasa geçmek gereklidir.
- Rene Guenon (Modern Dünyanın Bunalımı)

Kâinâta bak tefekkür eyle bil hallâkını
On sekiz bin türlü 'âlem halkının rezzâkını
Berr ü bahr ile hevâda taş ağaç içindeki
Cümle zî-rûhun nice verir düşün erzâkını

- Kuddûsî Baba (1769-1849)

Ârifler, dinin esas gayesinin insanın kendi içine bakıp âlemde her ne var ise orada görebilmesi ve böylece nefsini bilip Hakk'ı bulması olduğunu söylerler. Bu elbette ciddi bir çalışmanın, disiplinin neticesidir ve bizim coğrafyamızda asırlara dayanan bir geçmişi vardır. Tasavvuf, pek çok mektebiyle birlikte hiçbir yerde dükkânı olmayan aşkı insana tattırmak ve istidadı ölçüsünde yaşatmak için vardır. Kitaplardan, satırlardan, şiirlerden hâl edilmesi pek güç olan aşk için "Benzemez zâhir işine ki te'allüm oluna / hocası yok mektebi yok meclis ü meydânı yok" demiş bir hakikat eri. Muhakkak öyledir fakat bugünün insanı için kitaplar geçmişteki gibi şimdi de yol açan, yol gösteren ve hatta yol arkadaşlığı yapan bir öneme sahiptir.

Spiritüel arayışların giderek çeşitlendiği, sosyal medya vesilesiyle bu arayışların akıl sır ermeyen taraflarına şahit tutulduğumuz, çoğumuzun da endişe ettiği bir hikmet avcılığı içinde günümüz insanı. Bu noktada kınamak ya da burun kıvırmak uygun değil. İnsanların neyi aradıklarına bakmak, bunun bir analizini yapmak ve yine günümüz insanına geçmişin metinlerini olduğu gibi değil, günümüzün diline yaklaştırarak yardımcı olmak gerektiğine inananlardanım. Çok şükür ki bu konuda talih bizden yana ve memleketimizde bu işi davasız-iddiasız anlatmaya çalışan büyüklerimiz berhayat. Daha evvel Sufi ve Şiir, Evvele YolculukAnadolu'nun Ruhu, Tasavvufa Giriş, Tasavvuf Düşüncesi, Hayatın Satır Araları, Sufi ve Sanat gibi pek çok kitabıyla günümüz insanına en doğru hitabı kuranların başında Mahmud Erol Kılıç ismi geliyor. Hocanın bilhassa 1980 sonrası doğan nesilde ciddi bir etkisi olduğunu düşünenlerdenim. Zira beş yüz yıl ve daha ötesinin metinlerini neşredildikleri hâliyle şimdinin insanına aktarma işi giderek zorlaşıyor. Bunun farkında olmayan hocalarımız tabiri caizse patinaj çektiklerinin pek farkında değiller. Çünkü etki muhakkak bir tepki doğuruyor. Mahmud hocanın kitaplarını şevkle okuyan dostlarımız kendilerine yeni araştırma konuları seçiyor, tez çalışmaları için yeni ilhamların peşine düşüyor ve bu alanda vereceği hizmetlerde hocanın dilini, bakış açısını bir mihenk taşı olarak kabul ediyor. İbnü’l-Arabî cereyanına kapılma meselesi ise bambaşka. Bu anlamda hoca tünele feneri tutuyor, hazret çağırırsa ne âlâ...

Ülkemizde tasavvuf kitaplarının neşri konusunda 2000'lerin başından beri ciddi bir atılım söz konusu. Bazı yayınevleri bu anlamda ciddi emekler veriyor. Başlarda taliplisi olmayacağı düşünülen meseleler bugün için bir reçete önemine sahip. Sufi Kitap'ı bu anlamda zikretmeliyiz zira Mahmud Erol hocanın kitapları da Sufi'den çıkmayı sürdürüyor. Mart 2024 itibariyle neşredilen Geleneğin Peşinde, Ramazan-ı Şerif'in yaşanıldığı zamana tevafuk etmesiyle okurlar ve meraklılar için güzel bir armağan oldu. "Bir Din Felsefesi Olarak Tasavvuf" alt başlığını taşıyan kitabı Birol Biçer yayına hazırladı. Hocanın son dönemde yaptığı konuşmalarla verdiği röportajların cem edildiği kitapta zor soruların olabildiğince sade biçimde aktarılması, okur için büyük nimet. Bu sadeliğin zahirini ve batınını irfanın doldurduğu ise ehline malum. Sorulara dikkat: Din gerçekte nedir? Tasavvuf dinden ayrı mıdır? İnsan olmaktan murat nedir? Anlam ve anlam arayışı nedir? Türkiye'nin ruhu nedir? Ölmeden önce ölmek ne demek? Allah'ın dostu olur mu? Dost, refik ne demektir? İslâm'ın içini nasıl boşaltıyorlar? Deizm tartışmaları ve din eleştirileri gerçekte kimi hedefliyor?

Tasavvuf, dinin zahiri tarafını şahsi mükellef olarak kabul etmiş bir kimseyi, cemiyet mükellefine taşımaya çalışır. Cemiyet mükellefi tevhiddir, birlik lezzetini yaşamak ve bunun bozulmasına karşı mücadele etmektir. Tasavvufta insanın Hakk katında ve halk nezdinde en büyük vazifesi hizmettir. Basitçe ifade edilecek olursa "Allah'la kul arasında" neşv ü nema bulan, bulması gereken dini vazifelerin üstüne çıkmak, tasavvufla mümkündür. Tasavvufla birlikte dinin cami duvarları arasına, mübarek gün ve gecelere, ayinlere ve ritüellere sıkışma tehlikesi bertaraf olur. Peki tüm bunlardan bu günlere neler kaldı? İki oğlumu götürdüğüm mahalle camisinde zaman zaman bazı tiplerin "Burası oyun yeri mi? Çıkar çocuklarını!" tepkilerini hamd olsun tattıkça, hocanın şu tespiti daha da can yakıyor: "İslam dini nedir, diye tek bir cümleyle çocuklara soracak olsak muhtemelen günümüzde 'Allah'ın ve Peygamberimizin nasıl sevileceğini öğreten bir okuldur' şeklinde cevaplayacak tek bir çocuk daha çıkmayacaktır. Bu, dinin insanlara nasıl anlatıldığı ve açıklandığı konusunda önemli bir gösterge olarak kabul edilebilir... Kur'an-ı Kerim'deki ayetlere baktığımız zaman altı binin üzerindeki ayet arasında ahkâm içeren ayetlerin ancak yüzde on civarında olduğunu görürüz. Kur'an'da tefekkür ve düşünce dünyası daha ön plandadır. Buradan yola çıkıldığında tasavvuf için birçok tarif yapmak mümkün hâle gelir: 'Tasavvuf bir din felsefesidir' denilebileceği gibi 'İslam dininin arkeolojisidir', 'Dinin hakikat ve marifet boyutudur', 'Dinin bir eğitim sürecine tabi kılınmış programının adıdır' da denilebilir."

Hayatın anlamını bulma derdi tüm dünyada bir endişe kaynağı hâline geldi. Özellikle kırk yaşını aşmış ve hâlâ ne yapacağını (nasıl hizmet edeceğini, nasıl bir vazifesi olduğunu) bilemeyen kimseler ciddi krizler yaşıyorlar ve soluğu psikiyatri kliniklerinde alıyorlar. Aklı ve kalbi arasında salınan çağın 'özgür' bireyi; bir taraftan Viktor E. Frankl ve Irvin D. Yalom ile Jean-Paul Sartre ve Nietzsche, diğer taraftan Goethe ve Tarkovski ile Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî kitaplarıyla önce kendine bir yol bulmaya çalışıyor. Sonra bulduğu yolda anlam arıyor. O anlamı gönlünün muradına uygulamaya çalışıyor. Ama her şeyden önce kendini yeterince incelemediği, kazımadığı için bulduklarıyla asla tatmin olmuyor. Dünyanın bütün çekiciliğiyle ve iticiliğiyle insan psikolojisini tarumar etmesi ise bambaşka sıkıntılara neden oluyor. Değişmeyen tek şey, en huzurlu ve mutlu insanın, anlamını bulan insan olması. Hocanın yorumunu birlikte okuyalım: "Hayatın anlamını bulmak çok önemlidir. İbn Arabî 'Mana bizzat Allah'tır' der. Manın kendisi Allah'tır; hayata anlam veren Allah'tır ve O'nsuz mana olamaz. Manadan O çıkarılmaya çalışılırsa hayatın anlamı da kopar gider, insan da doğa da kendini kaybeder, tamamen rayından çıkar. Tabiatın kutsallıktan arındırılması der bazı sosyologlar buna. Bu trenin tekrar rayına oturabilmesi için insanın bu tanrısallığı, ilahi bütünlüğü, vahdeti, birliği her yerde görmesi lazımdır. Maalesef bu sadece pozitif ve din dışı bilimler açısından bakanların sorunu değildir. Bazı dini düşünce sahipleri de Allah'a yakınlaşmayı sanki şirke düşmek gibi algılarla ve bundan dolayı bu meseleye soğuk bakıp araya bir hayli mesafe koyarlar. Ancak Allah ile kul arasına böyle bir mesafe konulursa, o kuldan korkmak gerekir zira o artık her şeyi yapabilir. Eğer Allah'ı bulutların ötesine gönderirseniz yeryüzü insanların insafına kalır, bir başka ifadeyle şeytani güçler burada at koştururlar, nitekim modern çağda olan da budur."

Eski(mez) zamanın büyükleri, hem devlethanelerine hem de gönüllerine Ya Hazreti İnsan hattı asar, bunu talebelerine ve cemiyetlerine de idrak ettirmeye çalışırlarmış. Maalesef bugün insan azizliği unutuldu ve yerine nefsin hakimiyeti kondu. Savaşların, hastalıkların, artan yaşam çilelerinin pek çok zahiri sebebi olabilir ama manevi taraftaki yoksunlukların açtığı kuyulardan su çıkarmak giderek zorlaşıyor. Mahmud Erol Kılıç; bizde, içimizde, özümüzde, damarımızdaki kanda olan Allah'ı bilmek için âdeme bakma zorunluluğunu hatırlatıyor. Hakk insana insandan tecelli ediyor. Topraktan gelip toprağa gidecek olanın beden; Allah'tan gelip Allah'a gidecek olanın ise ruh olduğu gerçeği unutuluyor. Bütün meselemiz kendimizdeki örtüleri kaldırmak ve nereden geldiğimizi hatırlamak. Bunun için nostaljiden ve romantizmden uzak yeni izahlara, günün meselelerini takip eden gerçekçi yorumlara ihtiyacımız var. Geleneğin Peşinde işte bu anlamda çok umut verici bir çalışma. Umarız ki Mahmud Erol Kılıç hoca yeni çalışmalarıyla bugünün insanına hayatî hatırlatmalar yapmayı sürdürür. Fani sistemden baki sisteme geçiş için gerekli enstrümanları ve kadim ikazları aktarmaya devam eder. Tüm bunlar için de kendilerine afiyet ve sıhhat dolu, bereketli bir ömür niyaz ederim.

Yazımı, kitaptan yine çok kıymetli bir paragrafla bitirmeyi istiyorum: "Günümüzün modern insanının en büyük problemi 'bağlantısı' olmamasıdır. Modern düşünce 'bağlantısız' sayarak insanı çırılçıplak hâlde, ortada bırakmıştır. Oysa insanın varlığın birliği ve bütünlüğü dâhilinde çok önemli bir bağlantı içinde var olması gerekir. Bu ise ilahi bir bağlantıdır. İnsanı bu bağlantıdan koparan akımlar Gelenek karşıtı akımlardır. Modernite bu bakımdan insanın kendini bulmasına yardımcı olmadığı gibi aksine kaybetmesine yol açmıştır. Günümüzde insan yalancı oyuncaklarla oyalanıp eğlenmektedir; hayatı yalancı eğlencelerle, filmlerle, dizilerle, popüler kültürle işgal altındadır. Günlerimiz insanın hayat gayesi nedir bileemeden, öğrenemeden geçip gitmektedir. Bu durumdan çıkabilmenin yolunu aramaya başlamak için öncelikle içinde bulunduğumuz hayal âlemi denilen bu âlemin bir var oluş ve bozuluş (kevn ü fesad) âlemi olduğunun, bir şeyler var olurken bir şeylerin bozulduğunun kabul edilmesi gerekir. Bu maddi âlem ister istemez illetli (sebeplere bağlı), sınırlı, malul bir âlemdir. Dolayısı ile fani olana ancak o kadar değer vermelidir. Huve'l-Bâkî'dir. Bâkî'den geldik Bâkî'yi özleriz."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Tasavvuf ve İslâm düşünce tarihinin büyük sûfîsi

"Bizim ıstılahlarımızı ve kitaplarımızı anlamayana kitaplarımız haramdır."
- İbnü’l- Arabî

Hakkında en çok konuşulan şahsiyetler, anlaşılamayan ya da yanlış anlaşılan şahsiyetlerdir. Mesnevi’de yer alan filin hikâyesindeki hikmet, olayların ya da şahısların mahiyetini tek boyutlu bakışlarla değerlendirmenin yanlış olacağıdır. İslam düşünce tarihinin üzerinde en çok konuşulan isimlerinden biri de İbnü’l-Arabî’dir. “Şeyhü’l- Ekber” unvanı atfedenler olduğu gibi küfre düşmekle itham edenler de olmuştur. Mahmut Erol Kılıç’ın İbnü’l-Arabî adlı kitabı onu bütün yönleriyle tanımamızı sağlayan oldukça başarılı bir çalışma. Onu eleştirenler de savunmaya çalışanlar da İbnü’l-Arabî’yi bütün yönleriyle tanıyabilmiş değildir zira özellikle Fütûhat-ı Mekiyye ve Fusûsü’l- Hikem başta olmak üzere kaleme aldığı eserleri İlahî bir keşf ve feyz yoluyla kaleme aldığını dile getirmiştir. Pek çok İslam âlimi de İbnü’l- Arabî’nin eserlerinde dile getirdiği birtakım düşünceleri anlamak için kendisinin manevi ruhsatına ihtiyaç duyulduğunu ifade etmiştir.

İbnü’l-Arabî, Selçuklu sultanlarına mektuplar yazmış ve onlara çeşitli konularda yol göstermiştir. Bununla beraber İbnü'l- Arabî ve öğrencilerinin Osmanlı’nın kuruluşunda da manevi tesirleri vardır. Mahmut Erol Kılıç, Osmanlı Devleti’nin doğuşunu ve çöküşünü önceden haber verdiğine dair rivayetin oldukça ilgi gördüğünü belirtiyor. Yine Mahmut Erol Kılıç’ın ifadesiyle Şeyh Edebâlî’nin Dımaşk’ta öğrenim görürken İbnü’l-Arabî’nin sohbetlerine katılmış olması, Fusûsü’l- Hikem'i şerh eden Dâvûd-i Kayserî’nin devletin ilk şeyhülislamı olması da İbnü’l Arabî mektebi ile Osmanlılar arasındaki manevi bağı gösteren örneklerdir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşünde Şam’a uğraması ve burada İbnü’l-Arabî’nin mezarını buldurup mamur etmesi de Osmanlı Devlet erkânınca İbnü’l-Arabî’ye verilen ehemmiyeti gösterir.

Mahmut Erol Kılıç, Osmanlıların gerileme ve çöküş dönemine girmeleriyle İbnü’l-Arabî ekolünden uzaklaşılmış olması arasında da bir ilişki bulunduğunu ifade ediyor. İbnü’l-Arabî hakkında uzun yıllar, ciddi bir çalışma yapmış olan Mahmut Erol Kılıç, Şeyhülislam İbn Kemal’in gerileme döneminde İbnü’l-Arabî’nin eserlerine dair yapılan olumsuz eleştirileri durdurmak üzere bir fetva verdiğini söylüyor. Bu fetva, esas itibariyle günümüzde de İbnü’l-Arabî’nin eserlerine nasıl yaklaşılması gerektiğine dair bir reçete özelliği taşıyor. Fetvanın içeriği şöyle: “İbnü’l-Arabî’nin birçok eseri mevcuttur. Bunların içerisinde ‘Fusûsü’l- Hikem’ ve ‘el- Fütûhatü’l- Mekiyye’ de vardır. Bu eserlerdeki meselelerin bir kısmının sözü ve manası belli, İlâhî buyruğa ve şer’-i nebevîye uygundur. Bir kısmı da zâhir ehlinin anlayışına kapalı, gizli olup keşif ve bâtın ehlinin anlayışına açıktır. Meramını anlamayana susmak lâzımdır. Zira Allah’Bilmediğin şeyin ardına düşme.' buyurmaktadır. Allah doğru yola götürür ve dönüş O’nadır.” Bu fetvada önerilen düstur, ehli olmayana kapalı olan manalar için susulmasıdır zira İbnü’l-Arabî. “Bizim ıstılahlarımızı ve kitaplarımızı anlamayana kitaplarımız haramdır.” diyor.

İbnü’l-Arabî, varlığın ancak keşif yoluyla bilinebileceğini ve bunun da nebilere ve seçkin velilere has olduğunu belirtir. Mahmut Erol Kılıç bu konuyla ilgili şu tespiti yapıyor: “İbnü’l-Arabî ‘feth’ ve ‘fütûhat’ kelimeleriyle, keşf kabiliyeti açılan kalbin İlâhî feyze nail olması ve ilham almasını kastederek peygamberlerin ve velilerin Allah hakkında akıl ve fikir yoluyla oluşturulan bir bilgiye sahip bulunmadıklarını, Allah’ın onları bundan uzak tuttuğunu ve keşflerinin açılmasıyla Hakk’ın bilgisini elde ettiklerini söyler.” Bu ifadeden bilginin insan tarafından üretilen bir şey olmayıp insana vahyedildiğini anlayabiliyoruz. Ancak velilere vahyi elbetteki nebilerin vahyi gibi değildir. Onlar daha ziyade ilham ve keşif yoluyla bilgiye ulaşırlar. Mahmut Erol Kılıç’ın ifadesiyle İbnü’l-Arabî, bütün eserlerinin Kur’an’ın hazinelerinden olduğunu, kendisine Kur’an’ın fehminin ve nusretinin bahşedildiğini söyler. Bundan dolayı el-Fütûhat'a tasavvufî bir Kur’an tefsiri demek mümkündür.

Mahmut Erol Kılıç’ın tespitine göre Abdülvehhâb eş-Şâ’rânî, Fütûhatü’l- Mekiyye ile ilgili “Bu eserde şeriatın sır ve hikmetlerine, müçtehitlerin içtihatlarını ortaya koyarken dayandıkları esaslara yer verilmiştir. Bir müçtehit bu eseri inceleyecek olursa bilgisi artar, daha önce bilmediği istidlâl şekillerini ve bunların sırlarını öğrenir. İsabetli bir şekilde gerekçe tespit etme imkânını kazanır. Bir müfessir, bir hadis yorumcusu, bir kelâmcı, bir dil veya kıraat âlimi hatta rüya tabircisi bu eserden kendi alanıyla ilgili pek çok yeni şeyi öğrenir.” diyor. Bu sözden otuz yedi ciltlik bu eserin çok geniş bir konu dağarcığının olduğunu ve ele aldığı konuları derinlemesine işlediğini anlıyoruz.

el-Fütûhatü’l- Mekiyye hakkında lehte ve aleyhte pek çok eleştiri yapılmış olmasına rağmen aleyhte yapılan eleştirilerin ekseriyeti İbnü’l-Arabî’nin üslubunun anlaşılamamış olmasıdır. Pek çok mutasavvıf, İbnü’l-Arabî’nin eserlerini seçkin bir azınlıkla okuyup ders etmeyi tercih etmiştir zira onun eserlerindeki sırları çözmek ehil olmayanlar için mümkün değildir.

Mahmut Erol Kılıç, İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin muhteviyatına dair şu değerlendirmeyi yapıyor: “İbnü’l-Arabî bütün eserlerinde “marifetullah”ı ilimler dairesinin merkezine almış ve bu noktadan hareketle hakikâte dair ilimlerin çeşitli konularına açıklamalar getirmiştir. Tasavvuf, tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ilm-i havas gibi çok geniş bir alanda yazdığı yüzlerce eserin hareket noktası hep 'marifetullah'tır.” Her ne kadar İbnü’l-Arabî “vahdet-i vücut” kavramını bizzat kullanmamış olsa da onun öğretileri ve varlık konusundaki fikirlerinden ötürü kendisine bu kavram atfedilmiştir. Var olan sadece Allah olduğuna göre ilimlerin temeli de onu bilmeye yönelik olmalıdır. Burada vahdet-i vücutla panteizm arasındaki farka özellikle dikkat çekmek gerekir. Panteizm tabiatın Tanrı olduğunu iddia ederken vahdet-i vücut bütün kâinatın tek bir yaratıcının yansımasından ibaret olduğunu söyler.

İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde dil de sırlı bir şekilde kullanılmış ve kendisine keşf izni verilmeyenlerce bu sırrın çözülmesine de izin verilmemiştir. İbnü’l-Arabi eserlerindeki dile dair şunları söylüyor: “Biz bir şeyi remzederiz, lugazlaştırırız… ama bizim bundan kastımız bir başka şeydir. Bizim şiirlerimiz ister sevgiliye hasbihalle başlasın ister bir methiye olsun isterse de kadın isimleri ve sıfatlarıyla ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu suretler altındaki maârif-i İlâhiyyeden ibarettir.

İbnü’l-Arabî’nin yaratma sürecine dair görüşlerini şöyle açıklıyor Mahmut Erol Kılıç: “Ona göre vücut bir dairedir. Bu dairenin başlangıcı ilk aklın varlığıdır. Yaratılış insan cinsiyle son bulmuş ve vücut dairesi tamamlanmıştır; dairenin sonunun başlangıcına ulaşması gibi insan da bu ilk akla ittisal etmiştir.” Burada tasavvuftaki devir düşüncesinin fikrî alt yapısını görüyoruz. İbnü’l-Arabî’nin “ilk akıl” dediği kavram “hakikât-i Muhammedî” olarak da karşımıza çıkıyor. Hakikât-i Muhammedî veya insan-ı kâmil, tasavvufta ulaşılabilecek son mertebedir ki yaratılmış olanın yaratıcıya ulaşmasını ifade eder.

Şeyhü’l-Ekber olarak nitelendirilmesine rağmen sistematik bir tarikat kurucusu değildir. Pek çok şeyhin sohbetine katılmış, onlardan feyz almış hatta bir kısmından hırka dahi giymiştir ama onun belli bir tarikata mensup olduğunu gösteren bir kanıt da yoktur. Mahmut Erol Kılıç bu konuya dair şunları söylüyor: “Kalbinde İbnü’l-Arabî’nin fikirlerine bir meyil ve muhabbet duyan herkes onun yolundan sayılır. Onların bu adla anılan bir zaviye veya dergâhları yoktur. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî, İbnü’l-Arabî’nin yolunun bütün tarikatları ihtiva ettiğini, zevki eksik, yolculukta sebatsız olanlar dışında onun yolundan gitmeyen, ilminden istifade etmeyen hiçbir Allah yolcusunun bulunmadığını ve onun da istidat sahiplerinden himmetini esirgemediğini söyler. Hangi tarikata mensup ve hangi neşveye sahip olursa olsun herkesin ondan feyiz alması mümkündür.” Pek çok mutasavvıf, İbnü’l-Arabî’ye atfedilen Ekberiyye'nin entelektüel veya felsefi bir tasavvuf olduğunu ve tarikat yerine mektep olarak görülmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Bugün karşımızda iki ayrı İbnü’l-Arabî var. Mutasavvıfların “şeyhü’l-ekber” olarak niteledikleri İbnü’l-Arabî portresi ile araştırmacıların sadece eserleri üzerinden çıkardıkları İbnü’l-Arabî portresi elbette aynı değildir. Tarih biliminin metodlarından biri, olayları yaşandıkları dönemin şartları içerisinde değerlendirmektir. Benzer bir yöntem şahsiyetler için de geçerlidir. İbnü’l-Arabî’yi anlamak, eserlerinde dile getirdiği tasavvufi sırları anlamakla mümkündür. Bu da kalbi İlahî keşfe açılmış olanların ayrıcalığıdır.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

16 Ocak 2021 Cumartesi

Kendini bulmanın yolu derdini bilmekten geçiyor

"Dermân arardım derdime
Derdim bana dermân imiş."
- Niyazî-i Mısrî

Modern zamana dair yapılan değerlendirmelerin biri ve sanırım en önemlisi; hız ve hazzı önceleyen, tüketim odaklı ve faydacı bir birey algısı oluşturmuş olmasıdır. Yüz yıl öncesine kadar her milletin; tarihî süreç içerisinde dinî inançları, siyasi yapısı ve kültürel birikimiyle oluşturduğu bir yaşam biçimi vardı. Bu ortak yaşam biçimi milletleri; kılık kıyafetleri, gündelik yaşamları, hayatı algılayışları ve gelecek tasavvurları gibi konularda birbirlerinden ayırırdı. Bir İngiliz’i bir Türk’ten ayırmak için uzaktan bir süre seyretmeniz yeterliydi. Aynı şekilde bir Müslüman’ı bir Hristiyan’dan ayırmak için dinlerini sormanıza gerek yoktu. İnternet ve özellikle sosyal medyayla beraber küresel şirketler bütün dünya insanlarını ortak bir yaşam ve düşünüş formunun içine doğru çekiyor. Dünyanın bir ucundaki giyim tarzı ertesi gün bütün dünyada ortak giyim zevkine dönüşebiliyor. Koreli bir müzik grubu Türk gençlerinin kulak zevkini belirleyebiliyor. Bu yaşam formunun en büyük problemi bir değer yoksunluğu oluşturmasıdır çünkü kapitalizm her şeyin, hatta değerlerin dahi maddi bir ölçüsünün olduğunu varsayıyor. Modern insanın anlam arayışını bu şekilde okuyabiliriz.

Hilmi Yavuz bu değer boşluğuyla ilgili şunları söylüyor: “Değer boşluğu, eğitim sisteminin ‘varlığın, dolayısıyla hayatın bütünüyle barışık değil, onunla kavgalı’ oluşundandır, oysa irfanî bakış, kahrı olduğu kadar lütfu da hayatın kendisi olarak görüyor. Bu bütünlük, bu irfanî bakış, ancak tasavvufla sağlanır.Mahmud Erol Kılıç da aynı konuyla ilgili olarak; “Tasavvufun itirazı, inin hukuka/şekle indirgenmesinedir. Tasavvuf; ruhun, mananın, estetiğin gerekliliğine vurgu yapar.

Mahmud Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları adlı kitabında; “Daha çok maddilikle kurulmuş modern insan, kalbinden sürgün insandır; kalp gözü olmayan… Madde ile mana arasında makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılmış. Modern insan şimdi daha çok robotik biridir; vicdanın, müteal duyguların kendisine oturmadığı bir makine…” diyor. İnsan şüphesiz ki iki kanatlıdır; vücudu onun maddesi ise ruhu manasıdır. İki kanatlı bir varlık olan insanın uçabilmesi, yani varlığının anlamını bulabilmesi için her iki kanadının da kuvvetlenmesi gerekir. Tasavvuf, insanın ruh kanadını kuvvetlendirirken beden kanadını da zayıflatır (bedenin zayıflığı uçması için bir kuvvettir). Bu sayede her iki kanat da uçmaya hazır hale gelir.

Sanılanın aksine tasavvuf münzevi bir hayatı öngörmez. Halk içinde Hak ile olmak anlamına gelen “Halvet der encümen” prensibi tasavvufta önemli bir prensiptir. Bir dergâha intisap eden derviş, fıtratına uygun bir işle vazifelendirilir. Böylece hem hizmet ederek toplumsal hayatın devamına katkı sağlaması hem de nefsini yenerek manen yükselmesi amaçlanır. Bu açıdan dergâhlarla manastırları aynı kefeye koymak büyük bir yanılgı olur.

Mahmud Erol Kılıç, toplumsal düzenin sağlanması için belirlenen hukuk kurallarının, insan merkezli olmasının önemiyle ilgili şunları söylüyor: “Hukuki sözleşme elbette ki önemli ancak daha öncelikli olan manevi değerleri esas alan bir toplum ruhunun olmasıdır. Felsefi ve dinî referanslı bir toplumu öncelemek lazım. İnsanların suç işlememesi, kurallara saygılı olması ve kişisel tercihlere anlayış göstermesi kanunlarla mümkün kılınacak bir şey değildir. İçsel bir bilincin gelişmesi gerekir. Cuma namazına giderken dükkânın kapısını kilitlemeyen esnafın güvencesi devletin kanunları değil, insanların gönüllerindeki Allah korkusuydu. Günümüz insanının yaşadığı güvensizliğin sebebi de gönüllerdeki Allah sevgisinin yerini dünya sevgisinin, Allah korkusunun yerini ise yoksunluk ve yoksulluk korkusunun almış olmasıdır. “Değerler, insanın sırtını verdiği kabullerdir; bu kabuller, onun referansı olur.” diyor Mahmud hocamız. Günümüzde sırtımızı dayayabileceğimiz değerlerimizi kaybetmeye başladığımız için toplumsal bir güvensizlik ve memnuniyetsizlik hissi yaşıyoruz.

Fatih Türbedarı Ahmed Amiş Efendi; “Bir şeyin olup olmaması senin nezdinde eşit değilse nâkıssın evladım!” diyor. İrfani bakış, başımıza gelen kahra da lütfa da aynı değeri veriyor zira her ikisi de Allah’tan gelmiştir ve ondan gelen baş üstünedir. Ne güzel söylemiş arif; “Kaderden başkaca bir şey olmamakta!” Başımıza gelen musibetlere dövünmek, sahip olduklarımızla yetinmeyip daha fazlası için biteviye mücadele etmek, kendimizi tatmin etmek için sürekli tüketmek ve en nihayetinde kendimizi tüketmek… Bütün bunlar insanın varlığıyla arasının açılmasının bir sonucu. Oysa her an bir imtihanın içinde olduğumuz hakikatini idrak edebilsek ve gönlümüzdeki ışığın aydınlığıyla yürüyebilsek dünyada musibet diye bir şeyin olmadığını da görebiliriz.

Tasavvuf, sadece bireysel bir disiplin ya da sınırlı bir grubun faaliyetleri toplamı değildir. Özellikle Selçuklu-Osmanlı toplumunun oluşmasında, bu toplumun ekonomik faaliyetlerinin belirlenmesinde, askeri sisteminde ve şehirlerinin imarında dervişlerin ve tasavvufun önemli işlevleri olmuştur. Mahmud Erol Kılıç, tasavvufun bu anlamdaki önemiyle ilgili şunları söylüyor: “İslam, tasavvuf filtresinden geçerek demirciler çarşısına, ahi teşkilatına inmiştir. Şeyh efendi, mesleğin formu içinde tasavvufi terbiyeyi vermiş; okun neye işaret ve hedefin ne olduğunu, pehlivanlığın neyi yenmek olması gerektiğini anlatmış.” Günümüzde meslek erbabı olanların iş ahlakından yoksun olmaları nedeniyle en başta güven duygusu zarar görüyor. Güvensiz bir toplum korku ve kaygı üretiyor. Bu korku ve kaygılarımız üzerinden de tercihlerimiz yönlendiriliyor. Özellikle internet üzerinden yapılan alışverişlerde dolandırılmamak için kırk takla atsak da dolandırıcılar kırk birinci taklayı buluyor. “Bizde söz senettir!” anlayışından “Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!” noktasına geldik.

Günümüz modern insanının gerçeklik algısı, düşünce yapısı, tercih ve yönelimleri medya yoluyla şekilleniyor. Doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-faydasız, gerekli-gereksiz vb. ikilemlerden medyanın yönlendirmesiyle çıkıyoruz. Neye, nasıl inanmamız gerektiğine büyük göz karar veriyor. Mahmud Erol Kılıç bu durumla ilgili; “En son Irak işgalinden önce ve sonrasında filmlerde gördük. Bir buçuk milyon insanın öldürüldüğü Irak’ta Iraklı (insan) görülmedi, oraya öldürmeye giden Amerikalı askerlerin durumlarına dikkat çekildi.” Bu filmler üzerinden Irak işgalini okuyan modern insan Amerika’yı özgürlük savaşçısı ve demokrasi koruyucusu olarak görmeye devam ediyor. Günümüzde uluslararası şirketler ve özellikle sosyal ağlar bu algı operasyonunu çok daha derin bir noktaya taşıdı. Artık ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize, hangi siyasi tepkiyi vereceğimize, hangi müziği dinleyeceğimize kadar karar veriyor.

Özellikle son günlerde kadına şiddet ve kadın cinayetleri haberleri gündemimizi fazlasıyla meşgul ediyor. Kılıç, kadına yönelik şiddetin ardında cinsiyet rollerinin değişmesinin olduğunu belirtiyor. Kadın ve erkeğin cinsiyetleri itibariyle sahip oldukları birtakım hassasiyetleri ve ayırt edici özellikleri vardır. Bu hassasiyetleri ve özellikleri itibariyle gelenek içinde her ikisine de ayrı ayrı roller verilmiştir. Kadın ve erkek birbirine eşit iki varlık değil, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Dolayısıyla her ikisi de birbirlerindeki eksikliği tamamlayarak bir bütünlük oluşturur. Kadın erkek eşitliği üzerinden oluşturulan bir düşünce sistemi bir araya gelen kadın ve erkeğin birbirini tamamlamasını imkânsız hale getirmiştir. Modern zamanda kadının özellikle iş hayatının içine girmesiyle birlikte bir rol değişmesi yaşanmış ve kadınlar içine girdikleri bu yeni ortamda kendilerini kabullendirmek için erkekler gibi davranmaya başlamışlardır. Öbür taraftan bir erkek olarak kendi cinsiyet rollerini yerine getiremeyen erkek de kadını kendini tamamlayacak diğer yarısı olarak görmek yerine, kendi varlığı için bir tehdit unsuru olarak görmeyi seçmiştir. Mahmud Erol Kılıç bu durumu; “Erkeğin erkek, kadının da kadın olmasında problem yok, problem erkeğin kadına imkân vermemesi veya kadının erkeğe dönüşmesinde…” diyerek özetliyor.

Mahmut Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları kitabının üçüncü bölümünde “Anadolu’nun Ruhu” başlığıyla, Anadolu irfanını oluşturan üç mühim ismine işaret ediyor: Mevlâna, Yunus Emre ve Niyazî-i Mısrî. Mevlâna’nın bir vasiyet hükmündeki şu sözleri günümüz insanının gönül yangına merhem olacak olacak mahiyettedir: “Ben size gizli ve aleni Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Az yiyip uyumanızı, az konuşmanızı; günah konusunda dikkat kesilmenizi tavsiye ederim. Oruç ve namaza devam etmenizi; şehvetin tehlikelerinden kaçınmanızı ve eziyetlere sabretmenizi tavsiye ederim.” Tüketimin bir ifade biçimi olduğu günümüzde az yiyip içmek düsturu ne kadar büyük bir önem kazanmış durumdadır.

Yaradılanı hoş gördük / Yaradandan ötürü” diyen Koca Yunus, halkın anlayacağı bir dille İlahî hakikatleri dile getirmiş ve bir ömrün aşk ile nasıl yaşanacağının resmini çizmiştir. “Derman arardım derdime / derdim bana derman imiş” diyen Niyazî-i Mısrî ise bizi kendi içimize yönelmeye davet ediyor. Derdi veren, dermanı işaret eder; dermanı işaret edense dertliyi arzulamıştır. Derdine şükreden şifayı Allahtan bulur. Modern zamanlarda da kadim zamanlarda da kendini bulmanın yolu içindeki derdi sevmekten geçer.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

6 Ocak 2021 Çarşamba

Şiir ve hikmet arasındaki derin bağlar

"Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz meclisinde (Elest Bezmi) bir kadehten sarhoş oldular. Lakin bazılarının şarabına sakinin nazarının tesiri de karıştı."

Şiir, tarih boyunca her dönemde ve her toplumda önemini korumuştur. İlk çağlardan itibaren şiire ve şairlere insanüstü bir gözle bakılmıştır. Antik Yunan filozoflarından günümüze kadar pek çok düşünür, hakikatin normal insanlara nazaran şairlere daha yakın olduğunu vurgulamışlar hatta bu konuda şairleri peygamberlerle yakın bir konuma yerleştirmişlerdir. Bu bakış açısında kuşkusuz şiirin ilham ve imge boyutu belirleyici olmuştur.

Platon, gerçek bilginin temelini “idealar dünyası”nda ararken yaşadığımız dünyada görünen her şeyin bir yansıma olduğunu vurgular. Mutasavvıflar da “Aşk”ın hakikatini anlatmakta sembollerden yararlanmışlar ve bu sembollerin en işlevsel olacağı tür olarak da şiiri benimsemişlerdir. Bu nedenle Osmanlı şiirinin temelinde tasavvufi sembollerin olduğunu ve bu sembollerin de İlahî hakikatleri anlatmak, Muhabbetullah ilminin sırlarını ve Muhammedî hakikati açıklamak için en işlevsel yol olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı şiiri denildiğinde akla ilk olarak divan şiiri geliyor olsa da geleneksel Osmanlı şiirinin ekseriyetini tasavvufi şiir oluşturur. Halk şiiri içinde müstakil bir bölüm oluşturan dinî-tasavvufi Türk şiirinin yanı sıra saz şairlerinin ve divan şairlerinin pek çoğunun tasavvufla ilgilenmiş olmaları ve şiirlerinde tasavvufî remizleri kullanmış olmaları tasavvufi şiirin topyekûn Osmanlı şiirinin ekseriyetini oluşturduğu anlaşılabilir.

Sufi şairlerin şiirlerini doğru anlamanın ilk şartı, tasavvufun temelinde yer alan “Aşk”ı doğru anlamaktır. Mutasavvıfların pek çoğu, çıkış noktalarını; “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği sevdim. Ve bunun üzerine sizleri yarattım.” şeklindeki hadis-i kutsiye dayandırır. Bu hadis eşliğinde düşündüğümüzde; bilinmenin, yani ilm-i Aşk’ın Allah’ın sevdiği bir amel olduğunu anlıyoruz. Esasen yaradılışın gayesi Allah’ın bilinmesidir, bilmekse sevmektir. Mutasavvıflar, kâinatın yaratılış sırrının “Aşk” olduğunda hemfikirdir. Bu aşk, Hz. Âdem (as) henüz yaratılmamışken yaratılmıştır ve “Hakikat-i Muhammedî” olarak tanımlanır. Cenab-ı Hak Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi nurundan üfleyerek yaratmıştır. Yani Hz. Âdem’in balçıktan yaratılmış olduğunu söylemek yanlış olmasa da eksik bir bilgidir. Bu bilgiyi bu haliyle aldığımızda insanın yaratılışındaki muhabbeti, nuru, nefesi görmemiş oluruz. Mutasavvıflar; insanın özünde bulunan bu İlâhî nurun peşine düşmüşler ve bu nur sayesinde “Hakikat-i Muhammedî”yi bulmaya yani “İnsan-ı Kâmil” olmaya çalışmışlardır. Bu çalışma, güçlü bir disiplin gerektirir çünkü kul ile Allah arasına masiva perdesi çekilmiştir. Kul, bu perdeyi yırtıp hakikate ulaşmak için nefsiyle bir ömür sürecek amansız bir mücadeleye girer. İnsanın tek başına yürüyemeyeceği çetin bir yoldur bu. Bu yolda ona rehberlik edecek bir kâmil mürşide, mürşidin de dervişi irşad edeceği bir metoda ihtiyacı vardır. İşte bu metodların en mühimlerinden biri de şiirdir. Mahmud Erol Kılıç hocamız bu konuda; “Aslında bir manada tasavvuf da tek başına bir şiirdir; dine coşku, anlam, ritim katmak suretiyle onu şiirsel kılma eylemidir.” diyerek tasavvuf ve şiir ilişkisini açıklıyor.

Mahmud Erol Kılıç, Sufi ve Şiir adlı eserinde; “Mevcudâtın esası zaten bir taklittir. Asıl olanın bir yansımasıdır. Bu durumda asıl olan ile yansıması arasındaki irtibat ancak yansıtmaya dayalı olarak kurulabilir. Bir diğer ifadeyle, yaratılmış âlem semboller, remizler alemidir. Sembollerin, remizlerin asıllarıyla irtibatları, bir işaret eden-işaret edilen irtibatıdır. Bu açıdan kutsal sanat sembolizme dayalıdır. Sanatın dili de bu bakımdan Tanrı’nın kendini ifade etme biçimlerinden biri olur.” sözleriyle tasavvufî sembollerin önemini belirtirken şiir ile kutsal metinler arasında da bir irtibat olduğunu ima ediyor. Müşriklerce Hz. Muhammed’in (sav) şairlikle ve Kur’an’ın şiir olmakla itham edilmesini bu ifadelerle birlikte düşünmek çok daha açıklayıcı oluyor.

Mahmud Erol Kılıç, Türklerin tasavvuf şiir ilişkisini şu şekilde açıklıyor: “… İran’ın tasavvufî- felsefî sistemi, şiir sistemi gibi tamamen işlenmiş ve organize edilmişti. Türkler bu iki sistemi (şiir ve tasavvuf) tamamen inkişaf etmiş buldular ve her ikisini de bütünüyle kabul ettiler. Bundan öte her iki sistemin yakın bir uyuşma içerisinde bulunduğunu gördüler.” Türkler, Farslardan aldıkları tasavvuf düşüncesini ve tasavvufî şiiri zamanla çok daha yetkin bir hale getirmişlerdir. İran ve Osmanlı şiirinde tasavvuf öylesine belirleyici bir unsur haline gelmiştir ki neredeyse her şair mutasavvıf görünmek, mutasavvıfâne şiir yazmak zorunda kalmıştır. Osmanlılarda sadece şiirde değil, toplumsal hayatın hemen her noktasında tasavvufu görmek mümkündür. Sultanından reayasına kadar her tabakadan insanın yolu tekkeye düşmüştür. Mazlum da zalim de tekkede gönül ferahlığı kazanmıştır. Zenginin de bir kazancı vardır tekkeden fakirin de. Osmanlı toplumunu oluşturan hemen her kesimin yolu tekkede kesişmiştir. Tasavvuf Osmanlı toplumunda kabul görmenin, saygınlık kazanmanın en önemli yolu olmuştur. Bu nedenle Osmanlı ahlâkının oluşmasında tekkenin yani tasavvufun rolü yadsınamaz. İlahi ve nefesler yoluyla çeşitli meclislere de yayılan tasavvuf anlayışı zamanla Anadolu irfanı denilen engin hoşgörünün de zeminini oluşturmuştur.

Tasavvuf, Osmanlı toplum hayatının şiirsel bir terkibidir. Tasavvufi remizler, Osmanlı şiirinin özüdür. Mahmut Erol Kılıç Hocamızın da ifadesiyle bu öz, Tanzimat şiirinde de güçlü bir şekilde varlığını sürdürmüş hatta Cumhuriyet şiirinin temellerine de sirayet etmiştir. Yahya Kemal şiirimizin özü olan tasavvufî remizlerin zamanla eriyişine dair şunları söylemiştir: “Bir naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lime lime olur, bir kemik çerçevesi kalırsa, Türk şiirinin de öyle önce ruhu çekildi, sonra yavaş yavaş lisânı çürüdü, vezni bozuldu, âhengi çetrefilleşti, nihayet kuru bir iskeleti kaldı.

Osmanlı tasavvuf şiirinde üç büyük “Mürşid-i Kâmil”e atıf yapılır. Bu üç isim, gerek tasavvufî şiirin şekillenmesinde gerekse tasavvuf felsefesinin anlaşılmasında önemli birer başvuru kaynağı olmuşlardır. Bu üç isim; İbn-i Arabî, Mevlana ve Yunus Emre’dir. Mahmud Erol Kılıç hocamız bu üç ismin Osmanlı tasavvuf şiirine etkisini şu şekilde özetliyor: “… İbn-i Arabî’nin tesirinin tamamen fikrî yönden, Mevlana’nın tesirinin esasta fikrî yönden olmakla beraber kısmen de şekli yönden fakat Yunus’un tesirinin hem fikrî hem de şeklî yönden olduğunu söyleyebiliriz.” Elbette Osmanlı şairini etkileyenler bu üç isimle sınırlı değildir ancak bu isimlerin kendilerine atıf yapılan başlıca üç isim olduğunu söyleyebiliriz.

İbn-i Arabî kendisine ait “Arzuların Tercümanı” adlı kitaba yazdığı bir şerhte tasavvufî şiirdeki aşk sembolünü şu şekilde açıklıyor: “Bizim şiirlerimizin hepsi, ister bir sevgiliyle (mahbube) hasbihal ile başlasın (teşbib), ister bir medhiye olsun isterse de kadın isim ve sıfatlarıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu suretler altındaki İlahî bilgilerden (maârif-i İlahiyye) ibarettir. Yani biz bir şeyi remzederiz, lûgazlaştırırız ama bizim bundan kastımız bir başka şeydir.” İşte bu izah, tasavvufî şiirin sembollerle örülü anlam dünyasını keşfedebilmek için remiz ve sembollerin doğru okunması gerektiğini ifade eder. Ali Nihat Tarlan da bu konuyla ilgili olarak; “Tasavvufla alakadar olan şairler, bir insanın güzelliğine karşı aşklarını söyledikleri zaman, onun şeffaf varlığından geçip güzelliğin hakiki sahibi olan Allah’a teveccüh ederler.” diyerek tasavvufî şiirdeki anlam inceliğine dikkat çekmiştir.

Anadolu insanının mizacı şiire yatkındır. Mevlana’nın kendisi de Anadolu’ya gelişiyle şiire meyletmesi arasında bir ilişki bulunduğunu ifade etmiştir. Mevlana, Belh’te kalsaydı belki de bir medresede molla olarak kalacaktı. Anadolu insanının mizacı gereği şiire ve tasavvufa meyleden Mevlana kitabî bilginin ötesine geçerek marifetullaha ulaşmıştır. Âlemde vesilesiz hiçbir olmayacağı gibi Mevlana’daki “Aşk” ateşi de Şems vesilesiyle tutuşmuştur. Mevlana’nın gönlünde “Aşk” ateşini tutuşturan Şems daha sonra aradan çekilmiş ve aşığı Maşuk’la baş başa bırakmıştır. Bundan sonra da Mevlana şiire başlamıştır. Bu durumu ifade edercesine Mevlana bir şiirinde şunları söylüyor: “Aşkın gönlüme dolduğundan beri / aşkından başka neyim varsa hep yandı / aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım / ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim”. Mevlana şiirde esas olanın şekil değil mana olduğunu özellikle vurgulamıştır: “Bu mesnevi bir manadır yoksa feûlûn, fâilat değil.” ve “Şekle aldananlar mücevherlere bürünmüşler, manaya değer verenler ise mana denizini bulmuşlardır.” sözleri tasavvuf şiirindeki anlam derinliğine de temel oluşturmuştur.

Yunus Emre’nin şiirleri ve halkın muhayyilesindeki Yunus düşüncesi özellikle tasavvufî şiirin medrese tahsili gerektirmediği ve tasavvufun soyut bir düşünce olmayıp bir yaşam formu olarak sunulması noktalarından önemlidir. “Türkmen Kocası”, “Koca Yunus” ya da “Bizim Yunus” gibi unvanlarla anılan Yunus Emre, halkın rahatlıkla anlayacağı bir dille İlâhî hakikatleri dillendirirken sözünün şiir gibi görünse de aslının Kur’an’dan olduğunu şu dizleriyle dile getirmiştir: “Yunus’un sözü şiirden amma aslı Kitap’tan / hadis ile dinene key bil sâdık olmak gerek”. Yunus Emre’nin etkisi ardından gelen pek çok şairde görülse de belki de en çok Niyazî-i Mısrî’de görülmüştür. Onun şu dizeleri kendi şiirindeki Yunus Emre etkisini açıkça gösterir: “Niyâzî’nin dilinden Yunus-durur söyleyen / herkese çün cân gerek Yunus-durur cân bana.

Mektepsiz ilim tahsil edilmez. Tasavvuf ilminin mektepleri de dergâhlardır. Dergâhlar, özellikle Moğol istilası ve siyasi istikrarsızlık dönemlerinde Anadolu insanı için umut kapısı olmuştur. Dergâhlarda sadece bir eğitim faaliyeti yürütülmeyip aynı zamanda zirai üretim yapılmakta, çeşitli zanaat ehli ustalar yetiştirilmek suretiyle ekonomik hayata da canlılık kazandırılmıştır. Bir dergâha intisab eden her derviş fıtratına uygun bir vazifeyi yürütürdü. Mürşidler “Aşk” yolunun sırlarını şiir sayesinde ehl-i tariklere bildirmişlerdir. Tasavvuf şiirinin mahiyetini anlamak için dergâhların teşekkülünü ve toplum hayatındaki rolünü doğru tespit etmek gerekir.

Tasavvuf şiirinin esas problemi, tasavvuf ehli olmayanlarca açıklanmaya çalışılmasıdır. Tasavvufî remizleri bilmeden, sözcüklerin görünen anlamlarına hapsolup Yunus’u, Mevlana’yı anlamaya çalışmak ancak cehaletle açıklanabilir. Mahmud Erol Kılıç; “Sûfîler hep bir ‘hareket’inden dolayı değil bir ‘söz’ünden dolayı yargılanmışlardır. ‘Ene’l-hak’ sözü, bunun en başlıca örneğidir. Hallac’ın, onların vehmettiği gibi bir Tanrı edası ile sokaklarda dolaştığını hiçbir kaynak nakletmemektedir. Bütün suç bir ‘söz’dedir.” sözleriyle tasavvuf ehlinin ve sözlerinin ancak tasavvuf ehlince açıklanabileceğini vurgulamıştır.

Sufi ve Şiir, kitabında Sadık Yalsızuçanlar’la yapılan bir söyleşiye de yer verilmiş. Sadık Yalsızuçanlar’ın “Aşk” ve “tasavvuf” eksenindeki sözlerinden birkaçını örnekleyerek konuyu toparlamaya çalışalım. “Âşık kimdir? Özellikleri nelerdir? Biz aşığı nasıl tanıyacağız?” şeklindeki soruya şöyle cevap veriyor Yalsızuçanlar: “Aşığın en önemli özelliklerinden biri, ağyar olanla, sevdiğinden başka şeylerle bağlarının yavaş yavaş azalmaya başlamasıdır. Âşık aslında toplum içerisinde yaşayan bir yalnızdır.” İşte bu yalnızlık içerisinde kendine sembollerden bir dil kurmuştur âşık. Bu dili çözemeyen ağyar, âşığa deli gözüyle bakar. Bir başka soruya verdiği cevapta ise “Oysaki bâki mutluluk, kalıcı mutluluk insanın aslını bulmasıyla alakalıdır. Buna İslâm ârifleri, ‘Kişi kendini tanırsa ancak Rabbini tanır.’ gerçeğinden bakarlar. Mekteb-i aşkta ‘Men arefderslerini almak derler bunun adına.” ifadelerini kullanıyor. “Kendini tanımak”tan maksat fıtratını bilmektir. Her dervişe fıtratına uygun iş verilmesi de kendini bilmek yoluyla Allah’ı bilecek olmasının gereğidir.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Yolun doğrusunu buldun mu gönül?

"Karac'oğlan der ki söyle sözünü 
Hakk'a teslim eyle kendi özünü 
Nâs işine karalama yüzünü 
Yolun doğrusunu buldun mu gönül?"

İnsanın içi, boşluk kaldırmaz. Tıpkı âlem gibi. Ya iyi bir şeyle ya kötü bir şeyle muhakkak dolar, devrini sürdürür. Güzel ve hayırlı olan işlerin birini bitirip hemen diğerine başlamalı. Âleme hoşluk insandan yayılır. "Hoşça bak zâtına" diyor Şeyh Gâlib. "Zübde-i âlemsin" çünkü. Kendimize hoşça bakmak için ne yapacağız? Modern hastalıklar ve türlü krizlerden geçen bir çağda ne yapabiliriz? Mahmud Erol Kılıç hocanın kanaatine tamamen katılarak söyleyebilirim ki çıkış yolu dervişliktir. Yani başka türlü bir yaşam algısı. Başka türlü bir nazarla yeryüzüne bakmak. Başka türlü bir tavırla ömür denen yolu yürümek. 'Sahip olma'nın bataklıklarında değil, 'olma'nın çöllerinde kaybolmak.

Hayatın Satır Araları, ilk kez 2013'te yayınlanmıştı. 7 sene geçmiş. İkinci defa okuma ihtiyacı duydum ve geçen gün başladım. Meğer kitabın satır aralarında neler varmış neler. Böyle olunca hemen şahsi muhasebe yapmalı. 7 sene önce sen neredeydin? Ne oldun? Halin değişti mi? Güzel bir şeyler yapabildin mi? Hayra vesile oldun mu? Şevk verdin mi?

İnsanın araç olarak görüldüğü ve kullanıldığı bir zamandayız. Oysa insan(lık) bir hedeftir. İnsan olmaya geldik. "Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş" diyor Niyâzî-i Mısrî. Daha ne desin... Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan.

İnsan, evine misafir gelmeden önce ne yapar? Etrafı havalandırır, dağınıklığı düzenler, dip köşe temizler. En sonunda şöyle bir bakar, "şimdi tamam, buyursunlar" der. İster ki hâneyi güzel bir hâle getirdikten sonra misafir gelsin, mahcup olunmasın, yüz kızarmasın. Bu, ev için böyledir. Peki, bu işin gönül tarafını hiç düşündük mü?

Dünyaya geldikten hemen sonra adım adım, kademe kademe kirlenir insan. Dünyanın ve dünyalığın çamuru bulaşır. Bu kirliliğin maddî tarafları olduğu gibi manevî tarafları da var elbette. Gönül denen o ulu hâne, dünyadan payına düşeni aldıkça paslanır, tozlanır, neticede yaratıldığı ilk günden uzaklaşır. Sadece gün içinde değil, ömrümüz boyunca sürekli düşüp kalkmamız ama bu düşme ve kalkmanın farkında olmamamız; yani gafletin içinde boğulmamız bundan sebeptir. Gönül kirlenirse ve orayı temizlemek için hiçbir gayret gösterilmezse, Mevlâ'dan bize süzülecek olan nice hikmetten ve rızktan mahrum kalırız. Bu mahrumiyet her türlü endişeyi, kaygıyı, sefaleti peşinden getirir. Şurası hiç unutulmamalı: Maddi rızk olduğu gibi manevi rızk da vardır ki esas leziz ve sonsuz olan da budur. Leziz ve sonsuz olandan nasibi alabilmek için Hakk'ın tecelli edeceği gönül hânesini temizlemek gerekir. "Günde yetmiş kez hitâb-ı İrci'î den bî-haber" diyor Salih Baba. Hakk, günde yetmiş kez kulunun gönlüne "Dön bana" nazarıyla bakıyor. Kul bu sesi işitirse ne âlâ. Ancak paslanmış bir gönül ne görür ne de işitir. Yalnız fiziken atan bir kalp ile sağlıklı olduğunu düşünür. Kalp bir gün duracaktır ve "Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz" [A'râf:7/29] emr-i İlahi'si gereği doğduğu yerde dirilecektir. Damar yolları tıkanıklığından korkan insan acaba gönül yollarının talan olmasına karşı ne yapabilir? Bir mürşid-i kamilin terbiyesiyle, nefsi tezkiye etmesi gerekir. "Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş" diyor yine Niyâzî-i Mısrî. Teslim ol, özgür ol, kul ol. Sonra ne mi olur? Parlatırlar, parlatırlar, parlatırlar. Özü'nü meydana çıkarırlar. Hâneler hoş olsun diye. Ondan sonrası "lütfun da hoş kahrın da hoş"...

Mahmud Erol Kılıç, modern zamanlarda kendini bulmayı önemseyenler için yazdığı her bir makalede, bu işin bir terbiye işi olduğunun altının çiziyor. Rehbersiz çıkılacak yolların tehlikelerle dolu olduğu konusunda uyarıyor. Bu noktada bir şeye daha temas etmem gerekiyor. Lütfi Filiz'in adını daha evvel duymuş olsam da ondan geriye kalan dört ciltlik Noktanın Sonsuzluğu'nun dilimizde yazılmış en teferruatlı ve lezzetli tasavvuf kitaplarından olduğunu Mahmud Erol hocadan duymuştum. Derhal edinmiştim. Hâlâ döner döner okurum. Hazret, şiirlerinden birinde şöyle söyler ki tasavvufun neden bir 'ihtiyaç' olduğuna dair cevap gibidir: "Gel kendini bil geçmeden ömrün bu fenâdan / bir mürşide bağlan haber al zevk-i bekâdan / rüzgâr gibi geçmekte günün gafleti, terk et / gir mekteb-i irfâna, oku ilmi Hüdâ'dan."

Üç bölüme ayrılan kitabın ilk bölümünde kaybolan dengeyle birlikte çağdaş insanın yaşadığı değerler erozyonu ele alınıyor. Burada insanın doğumdan ölüme dek bir öğrenci olarak kabul edilmesi gerektiği görülüyor. Asıl mevzu ise öğrencilikten talebeliğe yükselmek: Bir müfredata dayanarak 'verilen'den tatmin olmayıp 'öteler'den haberdâr olmayı istemek. Oraya buraya değil, kendine doğru yolculuk yapmayı göze almak. 'Beklentisiz bekleyiş'in lezzetini yaşamak. 'Bir ulu rüyayı görenler'den olmayı dilemek. Şurası çok mühim: "Tıp eğitimini Allah'ın Şâfi, mimarlığı Musavvir ismiyle karşılamanın inceliğini fark etmek lazım."

İkinci bölümde moda, televizyon ve aile gibi hiçbir zaman gündemden düşmemesi gereken hassas konular masaya yatırılıyor hoca tarafından. Doğum ve ölüm arasında insanın hayatını nasıl anlamlandırması gerektiğine dair ipuçları sunmuyor, zaten bizde var olanı nasıl açığa çıkarabileceğimiz konusunda bir fikir veriyor. "Doğar doğmaz yaşlanmaya başlarız; yaşlandığımız için değil, doğduğumuz için ölürüz. Modern algı, yaşlanmayı bir kayıp görüyor. Halbuki yaşlandıkça, bedenin tesiri azaldıkça ruh açığa çıkar. Bu bir paradoks; insanda, bedenin güçten düşmesi nispetinde manevi taraf belirgin oluyor." diyor hoca. Bazen bir yaşlı görürüz ve 'çocuk gibi' deriz. Ne güzeldir çocuk gibi olmak. Günahsız değil midir çocuklar mesela... Kerbela'nın, Nevruz'un, Kurban'ın insanın iç dünyasında nerelere temas etmesi gerektiğini söylüyor. Bunu yaparken daima irfan dilini kullanıyor hoca, hep olduğu gibi. Ayırmaya değil birleştirmeye geldiğimizi hatırlatıyor. Elbette tüm yazılanlardan herkes başka başka istifade edecektir. Zira: "Arapçada, 'Her sözün yeri, her meydanın eri vardır' diye bir deyim var. Allah'ın ayeti, ârifin, insan-ı kâmilin kalbinde yankılanır. Her sözün bir tek derecesi yoktur; her kalp kendi derecesinde sözü karşılar."

Son bölümde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin zaviyesi, Yûnus Emre'nin çizgisi ve Niyâzî-i Mısrî'nin söyledikleri eşliğinde Anadolu'nun ruhu ön plana çıkıyor. Bu toprağı mayalayanlar... Onlar aşkın ve ruhun insanlarıydılar. Bu sebeple hakikatin ateşiyle hem yandılar hem de yaktılar. Kulağını ve gönlünü onlardan yana verenler daima kazandılar. Bu kazanç insan olmaktır, insanlıktır. Onun için damar yollarımızı düşündüğümüz kadar gönül yollarımızı da düşünmemiz gerekiyor. Çok yağlı yemeyip çok yalan söylesek mesela, bedenin temiz kalacağını söyleyebilir miyiz? Ruh elbet galebe çalar vücuda. Virânî ne güzel bir emanet bırakmış dillerden gönüllere: "Gafil olma cümle cihan bir vücud / fark edersen aziz, mihman sendedir."

Kitabın başında da sonunda da hep aynı temenni var. Dünyadan ve gerçeklikten kopmamak. Dağda bayırda değil, insanlarla beraberken de Hakk'la beraber olmak. Cümle mahlukatı bir bilerek hizmet etmek ve muhabbet beslemek. Hukuktan bahsederken aşksız kalmamak. Şikayet ederken şükretmeyi unutmamak. Ve sonrasında, ne olursa olsun eyvallah demek, diyebilmek.

"Derviş derken, her şeyden vazgeçip köşeye çekilen, şu şekilde giyinen bir tip düşünülmesin. Bu ezberi terk etmek lazım. Derviş; pasif biri değil, aktif bir öznedir. Teslimiyeti esaret anlamına gelmiyor, aksine özgürlüğe bir vurgudur. Varoluşçu filozofların önemli bir kısmı; özgürlüğün tinsel olduğunu, dolayısıyla istediği şeyi yapmanın özgürlük olmadığını söylerler. Özgürlüğü; 'istenen şeyi yapmak'ta değil, 'yaptığımız şeyi istemek'te ararlar. Özgürlük ile serbest olmak arasında ayrım yaparlar. Derviş, bedene ve güdülere hayır diyebildiğinden ruh insanı olmuş, dolayısıyla güdülerinden özgürleşmiştir. Ve isteyerek, gönlüyle orada olarak eylemektedir. Mecburiyetten orada değildir, kalbi onu orada tutmaktadır. 'Eyvallah!' diyen biridir o. Her şeyi Rabbinden biliyor çünkü 'Kabülümdür!' anlamında 'Eyvallah!' diyor..."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Kasım 2016 Perşembe

Sufilerin hâlleri söze sığmaz

Günümüzde faal olan yayınevlerinin birçoğu tasavvufla alakalı bir eser mutlaka neşretmiştir. Bir konuşma esnasında tasavvufî metinlerin bu kadar dolaşımda olmasının modern zamanla ilintili olduğunu ifade etmiştim. Türkiye’de kitap basan yayıncıların en tasavvufa mesafelisinin bile, İslam’ın manevi boyutu olan bu öğretinin dayandığı en önemli isimlerden biri olan Hasan-ı Basri’nin konuşmalarının derlendiği bir kitap neşretmesi, yayıncılar için tasavvufun bir vazgeçilmez olduğunu ortaya koyuyor.

Seviyesiz romanlar bir kenara, birçok yayınevi Hazreti İbn Arabî’nin Füsusu’l Hikem’ini, Hazreti Mevlânâ’nın Mesnevi’sini neşretti. Tasavvuf klasiklerinin yayınının bir modern zaman olgusu olduğunu kastetmiştim ben. Zira kitaplar matbaada basılmazdan evvel, bir okur kitaba anca kütüphanelerden ulaşabiliyor yahut istinsah ettiriyordu.

Kütüphaneye gitmek veya bir kitabı istinsah etmek isteği, o kitap hakkında meraktan ziyade hislere sahip insanların yapabileceği bir eylem. Günümüzde zor ulaşılan o eserlere kolay ulaşım, birazcık merak edenlerin dahi eseri edinmelerine imkân sağlıyor. Tasavvufî konuda bilgisi, görgüsü olan ya da olmayan herkesin edinebildiği kitaplarda, yalnızca ehlinin anlayabileceği bazı ifadeler, o konuda yeterli tahsili bulunmayan insanlar tarafından, en ucuzu fasıklık olarak nitelendirilebiliyor.

Bendenizin yukarıda temas etmeye çalıştığı hususu, yıllar önce, 2006 senesinde Dücane Cündioğlu’nun Yeni Şafak’ta kaleme aldığını, bugün Mahmud Erol Kılıç’ın Tasavvuf Düşüncesi isimli kitabını elime aldığımda gördüm. Dücane Cündioğlu, yazısında “tasavvufî eserler neşredilmemeli” diye bir teklif getiriyor. Mahmud Erol Kılıç da Kitap Postası dergisinin yaptığı soruşturmada bu konuya eğiliyor. O soruşturmaya verilen cevap, kasımda Sufi Kitap'tan çıkan bu kitaba da alınmış.

Tasavvufî metinler neşredilmemeli” hükmünün rahatsız edici olduğunu söyleyen Kılıç, buna rağmen bu hükmün hakikat payları da içerdiğini ifade ediyor. Mahmud Erol Kılıç meseleye tasavvufî bir yorum getiriyor ve yazılı metinlerin, içlerinde ruhu taşıyan bedenler gibi olduklarını, tasavvufî eserleri kaleme alan ariflerin de kendilerine ihsan edilen manaların buralarda ifadesini bulduğunu vurguluyor.

Tasavvuf geleneği içerisinde yetişmiş ariflerin, kitap yazma hevesi ve modasıyla kaleme sarılmadıklarını, aksine kendilerine ‘yaz’ diye ilham yoluyla emrolunduğu için yazdıklarını vurgulayan Mahmud Erol Kılıç, hatta bazı ariflerin hiç yazma niyeti taşımadıkları halde, aldıkları emir gereği mecburen yazdıklarını ifade ediyor.

Mevzubahis eserlerin o yüksek tasavvufî manalara ilgi ve alaka uyandırmak adına bir takım araçlar olduğunu belirten Kılıç, İbn Arabî Hazretleri'nin şu sözüne dikkat çekiyor: “Bizim eserlerimizden her gün birkaç sayfa tetebbu edenlere biz seyr ü sülûk yaptırırız.

Mahmud Erol Kılıç, sufi müelliflerin manalara işaret ettiklerini, dolaylı anlatım tekniği kullandıklarını ve bendenizin sandığı gibi bazı gizli kalması gereken hususları sayıp dökmediklerini, bütün söylenecek şeyleri söylemediklerini, zira hallerin kâle (söze) sığmayacağını ifade ediyor.

Kılıç, bu izahlardan sonra, Dücane Cündioğlu’nun hükmünde haklı bulduğu yönü de ele alıyor. Bu eserlerin, gerekli tahsili yapmayanlar tarafından anlaşılamama gibi problemlerle karşılaşabileceğini ifade eden Mahmud Erol Kılıç, bazı manaları anlamanın zihin faaliyetinden daha fazlasını gerektirdiğini vurguluyor.

Kimi sufilerin, “Bizim eserlerimize namahrem bakmasın” dediğini, tıpkı Kur’an-ı Kerim'in temizlenmeyen ve arınmayanlara mana kapılarını açmadığı gibi bu eserlerin de, aynı hususiyete sahip olduğunu bildiriyor.

Kutsal kitapların ve tasavvufî eserlerin ‘bir bilen’le okunması gereken eserler olduğunu, Peygamber olmadan kutsal kitaplar talim edilemediği gibi, bir veli olmadan da tasavvufî kitaplardan nasip almanın mümkün olmadığını belirten Kılıç, aynı şekilde bütün ders kitaplarının da bir hoca ile okunduğunu vurguluyor.

Tasavvufî eserlerin bir bilen nezaretinde okunması gerektiğini, aksi halde içlerinde barındırdıkları sembolizmin anahtarlarının kişiye verilmemesi durumunda yanlış yerlere kaymanın muhtemel olduğunu söyleyen Mahmud Erol Kılıç, tasavvufî metinlerin bazı kimselerin elinde farklı maksatlara malzeme olarak kullanılabileceğini ifade ediyor.

Kendisinin 4 yıl boyunca bir ariften Füsusu’l Hikem okuduğunu, bu 4 yılın sonunda kitabın kendisine açıldığını vurgulayan Kılıç, arif meclislerinin ve kâmil sohbetlerinin açılamamasının dengeyi kitapların neşri yönüne kaydırdığını ifade ediyor.

Sufi Kitap'ın, Mahmud Erol Kılıç’ın çeşitli ortamlardaki sohbet, televizyon konuşması, makale, sempozyum bildirisi ve takriz metinlerini bir araya getirerek hazırladığı Tasavvuf Düşüncesi isimli eser, Kılıç’ın muhtelif mecralarda dağınık halde bulunan fikir mahsullerini bir arada sunması açısından çok önemli bir çalışma. Muhabbetle tavsiye olunur.

Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

16 Mart 2016 Çarşamba

Safları ne zaman sıklaştıracağız?

"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.
- Sûre-i Enfâl [8/63]

"On derviş bir kilimde uyurken iki padişah bir dünyaya sığmaz."

- Şeyh Sadi-i Şirazi

Bölünmenin, parçalanmanın, tefrikanın, şiddetin, edepsizliğin ve her türlü dalaverenin at koşturduğu Türk topraklarında; gam, keder ve hüzün içindeyiz. Dertliyiz ve Allah'ın dertli gönülleri sevdiğini, onlara merhamet ettiğini de biliriz. Güvenimiz O'nadır ve O'ndan başka da ilah yoktur. Hz. Pîr Abdülkâdir Geylânî'nin buyurduğu gibi de "Allah’tan başka her şey puttur". Tüm bunları yaşasak da bilsek de farkında olmadığımız alışkanlıklarımız giderek puta dönüşüyor. Gönlümüzdeki putları yıkamadığımız için de hakiki olanla, hakikatle, Hakk ile buluşamıyoruz. Bir bunalımın içindeyiz ama bu Batının sahte bunalımları gibi değil. Elest Bezmi'nden beri O'ndan ayrıyız ve bu ayrılık bizi bize unutturuyor. Biz, bizi unuttuğumuz için O'nunla buluşamıyoruz. Oysa "Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu" hadis-i şerifinde her şey ne kadar da açık: "Nefsini (kendini) bilen, Rabbini bilir."

Mahmud Erol Kılıç, katıldığı her televizyon programında, söyleşide ve konferansta olduğu gibi kitaplarıyla da tasavvuf düşüncesinin ne olduğunu anlatıyor. Gönüllere aslında tasavvufun ne olmadığını anlatıyor ki ne olduğunu daha iyi bilip, nice hikmeti gönlümüze yerleştirebilelim. Çünkü bu hikmetlerden Batı nasibini almaya çoktan başlamışken; bize daha yakın olan, bizim içimizden çıkan, asırlarca Anadolu'yu Anadolu yapan tasavvuf düşüncesinden biz neden istifa etmiyoruz sorusu zihinlerde çınlamalı. Mahmud Erol Kılıç bu meseleye, Kanal 35'de katıldığı Buluşma Noktası adlı programda sıklıkla değinmişti. Söze "Avrupa'da "Ben Müslümanım" deyince herkes sizden kaçıyor. Ben bir Müslüman olarak Müslümandan korkuyorum. "Allahûekber" diyen adam kafama ne zaman odun indirecek diye korkuyorum kırk yıllık bir Müslüman olarak. Batılı niye korkmasın?" başlayan Kılıç, "Tasavvuf sevginin şiddetli yaşanma biçimidir. İlahi aşk insan-ı kâmile giden mübarek bir yoldur" diyerek başvurmamız gereken rehber(ler)i de belirtmişti: "Dünyanın birçok ülkesinde Hz. Mevlânâ ve Muhyiddin İbn Arabî okuyarak insanlar Müslüman oldular. Dünyanın sufî geleneğine ihtiyacı var."

Biz şifayı çok yanlış yerlerde arıyoruz. Şifanın ne olduğunu belki de bilmiyoruz. Reçetelerde, Google'da, lüks evlerde ve arabalarda, tüketim çılgınlığından kendimize mutluluklar çıkartmaya çabalıyoruz. Kitaptan devam edelim: "Tıp bilimi, insanlara şifa vermekten uzaklaşmaya, insan genleriyle oynayıp etik değerlerden kopmak suretiyle bir canavar olmaya başlamıştır. Teknik, vahşi bir mekanizma hâline gelmiştir. Bugün kimi Batılı düşünürler, artık "ilerleme" unsurlarının insanların rûhânî değerlerine katkıda bulunamadığını tartışıyor ve kendi "ilerleme"lerinden rahatsız olarak değerlerine dönmeye çağrıda bulunuyorlar... Batılı insan, kutsala olan referanslarını göz ardı etti ve bunun sonucunda da kalbini şeytana rehin etti. Batı'da insan artık üretmek istemeyen, intiharlarla yüzleşen bir varlık hâline geldi. Varlık krizinden kurtulmak için kaybettiği insanlık dersini, bir Hint gurusunun önüne diz çökerek bulmaya çalışıyor. Şunu asla unutmayalım ki gerçek gelişme, manevî tekamüldür."

Ken'an Rifâî Hazretleri "Hiçbir şey üstadsız olmadığı gibi nefsin terbiyesi de üstadsız olmaz. Bu üstad da işte kâmil insandır. Mutlak bir kâmil insanın yardımına ihtiyaç vardır. Onu bulunca da hemen Hakk’ı buldun bil." diyor. Manevi tekamülün insan için ne kadar önemli olduğunu günümüzde Mahmud Erol Kılıç sık sık dile getiriyor. İnsanın tek başına çıkacağı yolun zorlu, ıssız ve sapa olacağını söylüyor. Bir kamile ulaşmadan çıkılan yol, çıkmaz yol olabilir. Öte yandan kamil mürşid bulmanın zorluğu da insanı yorabilir. Burada şifreleri iyi çözmek gerekir: "Bazen bir kedi, o insanın mürşidi olabilmektedir. Cüneyd-i Bağdâdî'de olduğu gibi. "Mürşidin kim?" demişler, "Bir kedi" demiş. İbn Arabî de bu manada şeyler söylemiştir. O açıdan bazı insanlarda mürşid, kendinde var olan cevheri gösteren herhangi bir hadise, bir olay, bir varlık olabilmektedir. Mürşidin vazifesi yol göstermektir, yolun önüne dikilmek değildir. Herkes bana gelsin, diyen mürşid olamaz. Bebek nasıl önce tay tay durur, sonra adım adım atarken babasının parmağından tutar. Mürşid, müridle yan yana yürüyüp onun düzgün, düşmeden yürümesini sağlayan, yürüdükten sonra da, hadi aslanım yolun açık olsun diyen kişidir. Gayemiz Hak Teâlâ'dır. Gayeyi bulun... Gerçek mürşide baktın mı Hakk'ı görürsün. Hak Teâlâ'yı gösterene mürşid denir. Aynasından Hak Teâlâ gözükmüyorsa o kimse mürşid değildir. Onun için dikkatli olmak gerekir."

Bütün bu çabanın ilk meyvesi birliktir. Birliğe, tevhide ulaşmak için âriflerle beraber olmak şarttır. Topluma kendini ve Rabbini bildirecek olan "görevli"lerin en başında ârifler gelmektedir. Âriflerin nasıl bir görev üstlendiğini Mahmud Erol Kılıç şöyle aktarıyor: "Bir ârifin gayesi, gayelerin en üstünüdür. Fânî olandan yüz çevirip bâkî olana yönelen ârif, gayesini bulan/bilen kimsedir. "Men arefe" sırrını müşahede edip kendini tanıyan ve oradan da Rabbini tanımaya çıkan kimsedir. Ârifler, vahdeti bilendir. Bütün bu görüntülerin ve kesretin arkasındaki Bir'i müşahede eden kimselerdir. Kendileri birliği müşahede ettikleri için topluma da her zaman birlik tavsiyesinde bulunmaktadırlar. Bütün farklılıkları izafî alana indiren ârifin mesajı, "Birlik, birlik, birlik" olur ancak."

Kasım 2015'te Sufi Kitap'tan çıkan "Ayırmaya Değil Birleştirmeye Geldik", adını Hz. Mevlânâ'nın bir sözünden alıyor. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Mahmud Erol Kılıç'ın toplumsal birlik ve tasavvuf üzerine söyleşileri yer alıyor. İkinci bölümde ise günümüzde en çok konuşulan hadiselerden biri olan Sünni-Şii diyaloğunda irfanın rolü üzerine konuşmalar var. Çatışma ortamına bir bakış açısı olarak Kılıç şöyle diyor: "Kadın-erkek, gece-gündüz, hastalık-şifa, iman-küfür gibi zıdlıklar devamlılık için gereklidir. Allah isteseydi küfre izin vermezdi, hiç kimse kâfir olmazdı. Herkes mümin olurdu. Allah küfre bile izin veriyor. Tâ ki imanın farkı ortaya çıksın."

İkinci bölümde hilafet savaşlarının başlayacağından İslamcıların Osmanlı tecrübesini dışlamasına kadar Mahmud Erol Kılıç'ın siyasi yorumları da oldukça önemli. Mümkün mertebe tasavvuf üzere yaşayan insanların dalmaya ya cesaret ya da tenezzül edemediği siyaset sahasında Kılıç tabiri caizse at koşturuyor. Son derece önemli tespitleri bulunuyor. Gelenekteki çizgiye dönülmesi gerektiğinden tutun da kavramlarla parçalanmanın nelere sebep olacağına dair birçok analiz mevcut. Horasan'dan Anadolu'ya, oradan da Balkanlara uzanan manevî hat üzerine söyledikleri, işin hem tarihi hem de coğrafi tarafını keşfetmek açısından oldukça kıymetli: "Türkleri Müslüman edenler doğrudan Araplar değildi. Araplar İranlıların, İranlılar da Türklerin Müslümanlığına vesile olmuştur. Dolayısıyla Türklerin İslam anlayışında Farisî etki çok fazladır. Mesela çok ilginçtir, Türkler namazdan önce "vuzû" almazlar, "abdest" alırlar. Bu eylem için Arapça değil Farsça bir tabir kullanmayı tercih ederler. "Namaz kılmak" bile Farsçadır. Kisra'nın önünde perestiş etme, hafif eğilme anlamına gelen Pehlevice kökenli "nemaz" kelimesini biz "namaz" şeklinde söylüyoruz. Mesela "nebî" demek yerine daha çok "peygamber" demeyi tercih etmişiz. Peygamber, peyâm "haber", ber "getiren" anlamında Farsça bir terkiptir."

Türklerin Orta Asya'dan geldikleri konusundaki itirazlar gittikçe artıyor, bu sevindirici bir gelişme. Meselenin aslına değinmek için Mahmud Erol Kılıç'ın da söyleyecekleri var kitapta: "İran'ın tarihine baktığımız zaman, İslâm'ın geldiği dönemde Sasanilerin bir düşüş içerisinde olduğunu görürüz. Türkler Orta Asya civarından bir çırpıda gelmiyor Anadolu'ya. Aslında Orta Asya'dan geldiği hususu da tartışmalıdır. Anadolu'ya ilk gelen Türkler, Uygur ve Kazak Türkleri değildi. Bugünkü Türkmenistan'ın güneyi, İran'ın kuzeyi Kayı aşiretinin asıl yaşadığı yerdir. Kayı Köyü, Kuzey Doğu İran toprağındadır. Osmanlı'nın son dönemlerinde İran'da Kaçar Hanedanı hüküm sürmekte idi ki bunlar da Türk asıllı idiler. Genel açıdan bakıldığında iyi ilişkiler içerisinde idi bu iki devlet."

Kitabın değeri olmaz, kıymeti olur diyerek 160 sayfalık bu kitapta okuyucunun çok fazla şey bulacağını düşünüyorum. Hem tasavvufî manada hem de siyasî konularda. Tam da şu zamanda okunacak bir kitap. Neden? Bir misalle cevap verip bitirelim:

"Kan davasından dolayı 60 senedir birbirini öldüren bir aşireti bölgenin valisi, kaymakamına kadar siyasi mekanizma ne kadar çaba sarf ettiyse başaramıyor. Ama yöreye çağrılan bir şeyh efendi, 60 yıllık kan davasına son vermiştir. 1970'li yıllarda olmuştur. Yeri, ili, ilçesi her şeyi tarafımızdan biliniyor. Kaymakamın verdiği raporda "Sakın ha bu işi şeyh efendi çözdü raporu gitmesin Ankara'ya, bizim karizmamızı çizer, bunu yine biz çözdük gibi görülsün" denilmiştir. Geçmişte manevi önderlerle devlet birlikte hareket ederlerdi. Çözülme önce içten başlar. Siz safları gevşetmeye başladığınız zaman açılan açığa şeytan girer. O açığı işleri bu olanlar, açık bekleyenler doldurmaya çalışıyorlar.
"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Şubat 2015 Pazar

İrfan okyanusundan damlalar

"Bu Kur'ân, bir gizli kitabın içindedir."
- Vâkıa 56 / 77, 78

"Tâlib-i Hakk'a olur rah-nümâ
Nüsha-i Mesnevî-i Mevlânâ
Dîde-i rûha çeker kuhl-i husûs
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhât u Füsûs."

- Şair Nâbî

Anadolu'nun ârifleri asırlar boyunca "Biz iki anadan süt emmişizdir" derken Mevlânâ ve Muhyiddin İbn Arabi Hazretlerine işaret etmişlerdir. Tasavvuf düşüncesinde yaşadığımız çağın çarpıklıklarını da göz önüne alarak değerlendirmeler yapan ve bu hususta yeri tartışmasız bir kıymete sahip olan Mahmud Erol Kılıç, bu kitabında Hazreti Mevlânâ üzerine yaptığı konuşmaları toplamış. Çok çarpıcı değerlendirmeleri olduğu gibi, günümüzdeki tasavvuf anlayışının ne kadar zor bir durumda olduğunu, nasıl yanlış anlaşıldığını, tasavvuf yolunda gitmek isteyenlere tavsiyelerle birlikte açıklıyor. Bu konular üzerine yaptığı çalışmalarla gerek ülkemizde gerek dünyada yeri ayrıcalıklı olan Mahmud Erol Kılıç; aslında Mevlânâ Hazretleri'nin sözüne kulak veriyor: "Herkes kendi zannınca benim yârim oldu / derûnumdaki sırları kimse araştırmadı."

Yılda belirli aralıklarla tasavvuf okumaları yapıyorum. Bu okumaları sürekli aynı hizada sürdürmüyorum çünkü şifası sonsuz bir ilaç olarak gördüğüm tasavvufun bizim gibi günahkar ve nefsine yenik düşen kullar üzerinde şüphesiz "yan etkileri" de olabiliyor. Çevremde maalesef tasavvuf üzerinde hem terminolojik hem de pratik sorunlar yaşayan arkadaşları, yazarları, tanınmışları vb. görünce kendi uzaklığıma anlam verip, kabuğuma çekilmekten memnuniyet duyuyorum. Çünkü Gaybî'nin dediği gibi “Yol sandılar kesreti / tutup türlü lezzeti / aşk sandılar şehveti / zamâne dervişleri", ya da bizim Yunus'tan: "Olaydı dervişlik tâc ile hırka / pazardan alırdık otuza kırka.". Okuduğum musiki kitaplarında da, yaptığım tarih araştırmalarında da karşılaştığım bu hususu daha da somutlaştırmak adına kitaptan peş peşe iki alıntı yapmak isterim:

"Muhammedî olmadığınız müddetçe İslâm tasavvufu sizin için entelektüel bir çabadır yalnızca. Ben Müslüman olmayanlara, tasavvufla uğraşmasınlar demiyorum. Müslüman olmayanlar da tasavvufla uğraşabilirler ama derinliğinden asla istifade edemezler." (sf. 44)

"Tarikat müntesipleri asla bölücü ve parçalayıcı değildirler. Tabii modern zamanda, hakikati bilmeyen, hakikate ermeyen, ben dervişim, falanca tarikata bağlıyım diyen perdeli kimseler, aksi şekilde davranabilirler. Bölüp parçalayabilirler. Eski yöntemde bu yoktur. Eskiden bir insanın bağlı olduğu bir yol olurdu ama bunu hiçbir zaman telaffuz etmez, öne çıkarmazdı. Günümüzde ise durum biraz değişti. Bu kimseler, hakikat ile aralarına mesafe koymaya başlamışlardır. Ben bunlara "tarikatçı" diyorum." (sf. 98)

Şimdi bu iki alıntıdan devam ederek kitabı biraz daha derinleştirmek gerekirse, mesela ilk açıklamasında Mahmud Erol Kılıç aslında Mevlânâ Hazretlerinin bilhassa Mesnevî üzerinden hümanizm kavramına oturtulma çabasına da veryansın ediyor. Bu haklı tavır karşısında biz aciz okuyucular elbette mutlu oluyoruz. Aynı tavır Yunus Emre'ye de gösteriliyor, şiirlerinden farklı manalar arayan isimler Karacaoğlan'a laik sıfatı yakıştırıyor, Şems-i Tebrîzî'nin aşkı beşeri aşkla sınırlandırıyor. Mesela günümüzde de; İslami bir vecibe olan tesettürün "demokratik hak" olduğu konuşuluyor. Hepsine topluca bakıldığında aynı sıkıntı karşımıza çıkıyor: hümanizm. Bu konuda Mahmud Erol Kılıç'ın hemen kitabın başındaki açıklaması gayet anlamlı: "Hz. Mevlânâ'nın temel vurgusu, insanın ilâhi kaynağına vurgudur. Bugün kutsallık dışı düşüncelerle insanın kutsallığını bozdular. İnsanın, doğanın bir büyüsü vardı, hepsini bozdular. Oysa o kapıda edeb erkân vardı, taşa bile tekme atılmazdı. Aile hayatında bir ince zevk âdâbı vardı. Bu zevk, hümanist felsefeyle tamamen zıttır. Hümanist felsefe, insan mebdeini inkâr edip, her şeyin insan eliyle yapılabileceği iddiasında ortaya çıkan bir akımdır. Gerçek insan, bu değildir. Nitekim bazı düşünürler, Hümanizmin insana, insan düşüncesine darbe vurduğu görüşünü savunmaktadırlar." (sf.10)

İkinci alıntıda da maalesef çağımızın "kendini gösterme" ve "yapmadığını söyleme" hastalıkları baş gösteriyor. Burada bir âyet-i kerime bizi sarsabilir: "Eğer bir şeyi yapmıyorsanız neden söylüyorsunuz?" (Saff, 61/2). Popüler kültür ve nefsin her fırsatta zeytinyağı gibi üste çıkabilmesi tasavvufa yolunda yürürken insanı yoldan çıkarabiliyor yahut tökezletiyor. Mesela musikimiz; bizim musikimizin kökü dinimizdedir. Bu hususta mühim çalışmalar yapmış Cem Behar'ın "Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı / Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal" kitabına baktığınızda görürsünüz ki büyük bestecilerimizin ve güftecilerimizin çoğu tasavvuf yolundan geçmiştir ve ancak öldüklerinden çok uzun bir zaman sonra hangi dergâha intisaplı oldukları öğrenilmiştir. Bunu da ancak araştırmacılar bulabilmiştir. Televizyon ve şov dünyası insan ruhunu incitiyor, hayallerine ve hedeflerine bile göz koyuyor. Bu da dilimize, sesimize, söyleşimize zarar veriyor. Daha da derinini yazar şöyle açıklıyor: "Gece saat on ikiye bire kadar oturup film seyredebiliyoruz. Modern nörofizyolojik araştırmalar, uyumadan evvel en son seyretmiş olduğumuz görüntülerden dolayı, televizyonu kapatmış olsak bile şuuraltımızda o filmin devam ettiğini söylemektedir. Bir bakıma modern insanın rüyaları bile işgal altında. Birçok insan geliyor, hocam ben bir türlü rüya göremiyorum, manevî rüyalar göremiyorum, diyor. Neden? Çünkü rüyaların bile işgal altında. Rüyalarını işgalden kurtar ki maneviyatın başlasın. Modern insanın problemlerinden biridir bu." (Sf. 94)

Bir de işin tarih tarafı var. Hazreti Mevlânâ'nın hikmetleri sözlerinden nasiplenmek için tarihimize de bakmamız gerekiyor. Burada yazar, Yahya Kemal'in "Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?" sorusuna verdiği cevabı hatırlatıyor: "Bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak.". Nedenini ise şöyle açıklıyor Mahmud Erol Kılıç: "Pirinç pilavı zenginlik alâmetidir. Zaten Osmanlı'ya da çok sonraları, dışarıdan gelmiştir. Anadolu halkının çok tükettiği gıdalardan olan bulgur, tevazû alâmetidir. Dolayısıyla bu sözü şöyle yorumluyoruz: Osmanlı, Viyana kapılarına kadar çok büyük zenginlikler içinde değil, mütevazı yaşantılarıyla, bir yandan bulgur yiyerek diğer yandan da ruhlarını Mesnevî çeşmesinden doldurarak gitmişlerdir." (Sf. 141)

Brezilya'nın Nobel ödüllü yazarı Paulo Coelho'nun "Simyacı" kitabı üzerinden de bir eleştirisi var yazarın. Bilindiği gibi Coelho, bu kitabını Mesnevî'deki bir bölümden ilham alarak yazdığını itiraf etmişti. Mahmud Erol Kılıç ise kendi yazarlarımızın bu irfan çeşmesinden bir türlü nasiplenmeyip, şifayı dışarıda aramalarına içerliyor ve başkalarının Mevlânâ Hazretlerine gösterdiği bu ilginin ülkemizde dezenformasyon, edebi hatalar, televizyondan yanlış nakletme gibi hadiselerle ilerlediğini söylüyor. Bu durum karşısında ise ümidini hiç kaybetmiyor, şöyle diyor: "Bizim âriflerimiz öyle âriflerdir ki, bu aşk mektebinde eriyenler kadar, onlara art niyetle yaklaşanlar bile bir müddet sonra dönüşürler, değişirler, güzelleşirler."

Kitapta ayrıca tasavvuf yolunda hangi kitapların veya şerhlerin okunabilir olduğuna dair önerileri de mevcut yazarın. Yollar arasındaki farklıları da soru cevap yoluyla kısaca özetleyen Mahmud Erol Kılıç, ülkemizde tasavvuf düşüncesi üzerine okuyucuya kıymetli kitaplar sunmaya devam ediyor. Özenli çalışmalarını biz fakirlerin ise takdir edip, yazdıklarını ciddiyetle takip etmemiz gerekiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Kasım 2014 Salı

Seyr-i Sülûk'ta adım adım

"Bir ben vardır bende, benden içeru."
- Yunus Emre

"Ben taşrada arar iken, ol can içinde can imiş."
- Niyâzî-i Mısrî

Modern insanın içine dönme, hakikati bulma ve ne amaçla yeryüzünde zuhur ettiğini anlama çabasının izlerini birçok alanda görmek mümkün günümüzde. Bu alanlardan biri de edebiyat. Daha genel bir söyleyişle yayıncılık sektörü. Hangi kitapçıya girseniz "best-seller"lar listesinde özellikle Hz. Mevlânâ üzerinden yürütülen bir tasavvuf "satışı" karşınıza çıkacaktır. Acı olan, bu kitaplarda söz edilen tasavvuf anlayışının Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems'in neredeyse beşeri aşklarından öteye gidememesidir. Aşkın kurallarının elle sayılıyor olmasıdır. Daha da kötüsü, bu kitapları okuyan birçok insanın tasavvuf hakkında bilgi sahibi olduklarını zannetmesidir.

Bu alana ilginin büyük olması güzel bir gelişme. Demek ki modernite ile beraber bilimin her şeyi açıklayabileceği pozitivist bir görüşten insanın ruhunun, maneviyatının aslında bilimden çok öte bir yere sahip olduğu inancına küçük adımlarla da olsa yaklaşılıyor. Bu da elbette kendini unutan insanın, özüne dönme ihtiyacından ortaya çıkıyor.

Mahmud Erol Kılıç hocamızın Tasavvufa Giriş kitabı kurmaca bir eser değil. Mevlânâ ve Şems Hazretleri'nin aşkını da anlatmıyor. Ancak, "Ben tasavvuf deryasını, seyr-i süluk yolculuğunu anlamak, biraz da tasavvufun özünde yer alan isimler hakkında bilgilenmek istiyorum." diyorsanız bu kitap yola çıkmak için doğru bir rehber. Hocamız, dimağımızda bulunması gereken bilgileri sonsuz bir deryadan seçerek ve arıtarak damlalar halinde sunuyor bize.

330 sayfa olan ve Sufi Kitap'tan çıkan bu eserin çok hızlı ilerleyeceğini düşünmeyin. Doğru okuma, sabır ve konsantrasyon gerektiriyor. Aynı tasavvufta olduğu gibi, durup içinize dönmenizi sağlıyor bu eser. Bazen bir cümleye takılıp bir saat elinizde kitapla tefekkür ederken buluyorsunuz kendinizi.

Sekiz bölümden oluşan kitaba kısaca bakacak olursak;

İlk bölüm Tasavvufa Giriş. Burada bir metot olarak tasavvuf bize ne ifade etmelidir sorusuna cevabın hemen ardından günümüzde tasavvuf deyince ne anlıyoruz konusuna değiniliyor. Modern dünya ve pozitif bilimler arasında tasavvufun yeri sorgulanıyor ve aslında olması gereken anlatılıyor. Tasavvufun Varlık Görüşü ismini taşıyan ikinci bölümde artık tasavvufun biraz daha içine giriyoruz. İnsanın mertebelerini, mutasavvıfların hangi makamlardan geçerek insan-ı kâmil olduklarını, bir sûfînin hangi aşamalarda yol alması gerektiğini, özetle hakikati aramanın metodunu öğreniyoruz.

Sıradaki bölüm olan Tasavvufun Bilgi Görüşünde aslında kitap boyunca mükerrer olan bir bilgi ışığında hareket etmemiz gerektiğini görüyoruz; ilk madde Hakikat-i Muhammediye'dir ve yaratılanların tümü, buna nebiler ve insan-ı kâmiller de dahil, nurlarını o ilk maddeden, Nur-u Muhammedi'den, dolayısıyla Allah cc'den alırlar. Bölümde ayrıca şeriat ve tasavvufun birbirini tamamlayan kavramlar olduğu hatırlatılıyor. Tasavvufun, zahirde görülen ibadetlerin batınında olan gizlerini ortaya çıkarma yolu olduğunun ve bu mana arayışı içinde hareket edildiğinde İslam'ın en güzel haliyle yaşanabileceğinin okumasını yapıyoruz.

Kitabın daha sonraki bölümleri olan Tasavvuf ve Dini İlimler ile Tasavvuf ve Felsefe-Sanat başlıkları altında disiplinlerarası bir konumlandırma çalışması çıkıyor karşımıza. Tasavvufun hadis, kelam, fıkıh gibi bir dini ilim, amacının esas bilgiye ulaşmak yani marifetullah, bu bilgiye ulaşmanın yollarının inziva ve halvetten de geçtiğinin bilgisini ediniyoruz. İslam sanatına kaynak olan, ezoterik bir hikmet felsefesi olan bu metedolojinin aleme nasıl sirayet ettiği de anlatılıyor.

Felsefe-Sanat bölümünün ardından bu iki disiplinle paralel olarak İbn-i Arabi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Yunus Emre gibi kaynak kabul edilen isimlerin öğretilerinin ve Niyâzi-i Mısrî, Şeyhülislâm Yahyâ, Melâmi İbrahim Efendi'nin örnek niteliğinde gösterilebilecek eserlerinin şerhlerinin yer aldığı bölümler geliyor.

Son olarak, Bir Toplumsal Uzlaşı Modeli Olarak Tasavvuf başlığı ile kapatıyor Kılıç kitabını. Sosyolojik bir inceleme ile Aristotelesçi mantığın tasavvuf ile ilişkisi, modern dünyada yoğunlaştırılmış tabiatımızın içinde tasavvufun nereye ait olduğu ve nasıl yaşanabileceği gibi konulara değiniyor.

Özetle, raflarda boy gösteren tasavvuf dünyası kitaplarından yola çıkarak insanımızın manevi bir yolculuğa çıkmak isteyişi aşikâr. Ancak yolunuzun nereye gideceğini kestirebilmeniz için yola nerden başladığınız da önemlidir. Mahmud Erol Kılıç'ın Tasavvufa Giriş kitabı, bu anlamda tam da bir tanıtım metni, yolculuğa çıkarken edinilmesi gereken bir kılavuz diyebiliriz. Objektif ve kurmacadan uzak. Yine de unutmamak gerek "Samimi kişiye tasavvuf kapısı mutlaka açılır."

Önemli olan ısrarınızdan vazgeçmemek...

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler