Kemal Sayar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kemal Sayar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2024 Perşembe

"İlim kendin bilmektir"

“Kendini bil, aynaya bakıp kim olduğumu keşfetmem talebi değil, kendi üzerime çalışmak suretiyle kim olacaksam olmam talebidir.”

İnsan iki kere doğar. İlki takvim günüyle kayda alınan doğumdur. İkincisiyse kendini bilmeye başladığı ilk andan itibaren ölüme kadar süren bir süreçtir. Varoluşun farkına varmak, uzun, sancılı ve çetrefilli bir doğumun başlangıcıdır. Ve aslında bu ilk fark edişten itibaren insan kendiyle de her an yeniden tanışır. Varoluşun temel sorusuna cevap aramakla başlar süreç; “Hayatın anlamı ne?” Kendine bir anlam inşa ederken insan kaybolur. Çünkü her buluş, kaybedişten sonra gelir. Kayboluşların çizdiği rota insanı kendilik sürecinde büyütür, olgunlaştırır. Takıldığı her çelme insanın bakışını kendine çevirmesine sebep olur. Zira “Bütün yolculuklar içimizedir.

Kendi Özünü Bil, modern çağda insanın kendisiyle yeniden tanışmak için bir yoldaş niteliğinde. Oldum demek şüphesiz hamlıktır. Kitap o hamlığın nasıl pişmesi gerektiğine dair naif yollar seriyor okuyucuya. Herkesin anlatan taraf olmak istediği, kimsenin bir diğerini duymaya isteği ve niyeti olmayan bir zamanda, insanı dinleyen bir kitap diye nitelendirmekle ancak hakkını verebilirim diye düşünüyorum. Soru cevap şeklinde hazırlanan kitap, insanın karanlıkta kalan, yüzleşmekten korktuğu ve dolayısıyla kendi olmaktan da uzaklaştığı her konuda bir terapi odası yargısızlığıyla yapıyor bu yoldaşlığı. “Olmak cesareti” hangi yollardan geçer, insan kendisini nasıl tanır, kendini bilmek ne demek gibi soruların yanı sıra, “Ben hayatın/hayatımın neresindeyim?” sorusuyla da yüzleştiriyor.

İnsan bildiğini tanır, tanıdığını sever. Kendini bilme serüveni, kendini tanımakla başlar. Ve “Kendimizi tanıdıkça aslında kendimizi ne kadar az tanıdığımızın farkına varırız.” Başta söylemiştik; bu ölüme uzanan bir yolculuk. Kendiyle tanışan insan, kendini olduğu gibi, doğrusuyla yanlışıyla kabul edip, eksikleriyle, zaaflarıyla, hisleriyle, fikirleriyle kendini sevmeye adım atmış olur. Kendini sevebilen insan, dinginleşir ve olgunlaşır. “Kendini bilecek insanın evvel emirde kendisine dürüst olması lazımdır.” İnsan kendi karanlığına bakmak istemez. Fakat asıl giz, o karanlıkta saklıdır. Kişinin görmezden geldiği kendisidir aslında. Ve aslında hiç kaçamayacağı, eninde sonunda yakalanacağı kişi de aynadaki aksinden başkası değildir. “Yanmayı göze almayan bilemez.” Yüzleşmekten kaçan kişi, kendi hayatının figüranı olmaya da mahkûm kalacaktır şüphesiz.

Kendimizin farkında olmakla başkaları üzerindeki etkimizin de farkına varır ve katı düşüncelerimizi askıya alabiliriz. Bir şeyleri başka açıdan görmeye niyet ettiğimizde, o kesinlik arzusu söner ve dünya büyük bir genişlik halinde önümüze açılır.” Kişi dünyaya iç aleminden bakar. Gördüğü, kendi içini bildiği kadardır. Kendisinin farkında olan kişi, yargılamaktan çok anlamaya çalışır. Suçlamaktan ziyade empati kurar. Muhatabını görmek istediği şekilde değil, olduğu gibi görür. Risk alır ve bağ kurar. Evet risklidir bağ kurmak. Çünkü “Sevmek, incinmeyi göze almaktır.” Büyümek de aslında bu incinmelerle kendini tanımak ve yeniden inşa edebilmekte gizli. Düştüğü, incindiği, kırıldığı yerden yara alan insanın çok daha güçlü bir kendilik algısı oluşur. “Işık yaradan sızar.” Netice olarak; “Büyümek her zaman ve her yerde, çok kesin cevaplara sahip olmamakla kaim.” Kendini bilen insanın sanıyorum ki en büyük özelliği iddiasız oluşudur. “Hayatta her şey mümkün” esnekliğini yakalamış kişi, olan biteni sineye çeken kişi değildir. Hayatın getirdiklerine hazır kişidir.

Bazen öyle bir şey olur ki, hayata olan bağlılığımız, inancımız, umudumuz derin bir yara alır. O güne kadar bildiğimizi sandıklarımız yerle bir olmuştur. Ve ortada ne yapacağını bilemeyen bir “ben” kalmıştır. “Yeni şeyler öğrenmek için bazen bildik ezberleri unutmak icap eder.” Bir anda cahil kalışın yarası kalbimizi zorlasa da o eski beni öldürüp yeni bir ben inşa etmenin yolu bildiğini unutmaktan geçer. Süreci kendine acımaya bırakmadan, tekamülün eşiklerinden olan yası geçirip taze bir gerçeklik inşa etmek gereklidir. Kitapta da alıntı yapılan yazar Marianne Williamson’ın da dediği gibi; “En derin korkumuz yetersiz olmamız değildir, en derin korkumuz, ölçülemeyecek kadar güçlü olmamızdır. Bizi en çok korkutan karanlığımız değil, ışığımızdır. Kendimize soruyoruz, ben kimim ki parlak, muhteşem, yetenekli olacağım? Sen kim değilsin ki öyle olmayasın?

Kendi içinde sağlam bir benlik oluşturamamış, iç huzurunu yakalayamamış kişi nereye giderse gitsin mutmain olamayacaktır. Huzur, olmuş olana razı olmaktan geçer. Geçmişin ve geleceğin eksilerini ve artılarını olduğu gibi kabul etmek, geçmiş ve gelecekle kavga etmeden ana odaklanmak, etki alanında elinden geleni yaptıktan sonra geri çekilmeyi bilmek, bahsettiğimiz iç huzurunu yakalamanın en önemli adımıdır. Olanı takmamak yahut hissizleşmek değil kastedilen elbette. “Yaşamda bizi sarsan, dünyamızı altüst eden olaylara onların faillerinden bağımsız bakabilmeyi başardığımızda, bizi şahsi yolumuzdan değil, yolumuza çevirdiklerini görebileceğiz.” Olana razı olmak, tepkisiz kalmak değil, hisleri yok saymadan devam edebilmektir. Farkındalığı artan kişinin huzursuzlukları da huzura dönüşür. “İnsan kendi uçurumlarına bakarken zorlanabilir, başı dönebilir ancak kendi derinliklerini de ancak böyle fark eder.

İnsan kendini bulmak için önce kaybetmelidir.” Yokluğu bilinmeyen şeyin varlığının da bir kıymeti harbiyesi olmaz. İnsan ancak kendi değerini fark ettiğinde bir başkasına da değer verebilir. Bütün yollar içimizden ve kendimizle olan ilişkimizin dinamiklerinden geçer. Kendini tanımak için de başkasıyla iletişim kurmak şarttır. İnsan muhatabı tarafından bilinmek ister. “Ben” olmanın yolu muhataplarımızla kurduğumuz ilişkilerde gizlidir. Zira; “İnsan sonsuz bir yankıdır. Ötekinin varlığı benim varlığımın teminatıdır.

Fikren ve hissen insanı menfi manada yoran ve doyuran bir eser. Her iyileşme yüzleşmeyledir. İnsanı kendiyle yüzleştiren bu kitap okudum bitti denilecek gibi değil de zaman zaman bir büyüğe danışır gibi ele alıp istifade edilebilecek bir anlatıma sahip. Son sayfadan kendiliğimizi deneyimleyebileceğimiz bir soruyla bitirelim; “Eğer hayatınız yakından tanıdığınız birinin hayatı olsaydı onunla yoldaşlık etmekten memnun olur muydunuz?"

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

7 Mayıs 2023 Pazar

Kalbimizde saklı kalmış bahçeleri keşfetmek

“Oysa kendini bilmek en kıymetli erdemdir. Kendi özünü bilmek, kendi kırılganlık ve fâniliğinle yüzleşebilmek.”

Bir kitabı okumak aynı zamanda insanın kendisini okuması gibidir. Tıpkı bir aynanın ya da suyun yansımasında kendimizi görüp baktığımız gibi. Nitekim çoğu zaman yazarın cümlelerinden okuruz; yaralarımızı, hüzünlerimizi ya da sevgilerimizi, mutluluklarımızı. Öyle ki her bir alıntı bizden bir parça gibidir. Evet, deriz işte bu tam benim kalbimden geçen fakat bir türlü kelimelere dökemediğim hislerim ya da zihnimdeki sorulara cevap deriz. Sonra kelimelerin ruha verdiği şifa ile cümlelerin arasında masalsı bir yolculuğa çıkarız. Kendimizi yeniden bulmak için, kalbimizde saklı kalmış bahçeleri yeniden keşfetmek için...

Sevgili Kemal Sayar’ın ve Rabia Yavuz’un büyük bir emekle hazırladığı Kendi Özünü Bil kitabı ise bize hayat yolculuğumuzda önemli bir rehber olurken daha önce bahsedilmemiş konuların ilk kez bu kitabın içinde yer aldığı bilgisini veriyor. Beni ise en çok etkileyen bölümlerden biri “Hiçbir Şey Yapmama Sanatı” oldu. Özellikle beyin ile ilgili yazılanlar hayretimi artırdı.

Ayrıca dikkatimi çeken bir diğer bölüm de “Ailemiz ve Geçmişi.” Öyle ki aile dizimi çağımızın popüler konularından biri ve çoğu insanın bu konu hakkında olumlu ya da olumsuz yönde fikirleri, yönlendirmeleri var. Zira konuya dair objektif görüşleri okuyunca aklımdaki birçok karmaşıklık yerini net bir düşünceye bıraktı. Ve şu alıntıyı çok sevdim: “Harry Potter serisinin yazarı J. K. Rowling, Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmasında “Yaşama bakış açılarından dolayı ebeveynlerimi töhmet altında bırakmıyorum. Yanlış istikamete bakmak söz konusu olduğunda, ailenizi suçlamanın da bir son kullanma tarihi vardır; direksiyona geçecek kadar büyüdüğünüz anda, sorumluluk da size geçer,” demişti.” Bu sözler gerçekten konuyu özetler nitelikteydi.

İlerleyen sayfalarda ise güncel konular devam etmekte. Örneğin; “Mutluluk Arayışı”, “İş ve Eş Seçimi”, “Konfor Alanı”, “Minimalizm”, “Hayatta Anlam Üretmek”, “Çocukluk ve Büyümek Üzerine” gibi...

Bilhassa “Mutluluk Arayışı” bölümünde toplumun sahte mutluluk anlayışı ve tüketim sorunu ele alınmış. Nitekim tükettikçe, para harcadıkça mutlu olunur düşüncesi yaşadığımız çağda egemen olurken adeta bir kara delik gibi insanları tüketerek içine doğru çekiyor. Bu bağlamda da konuya dair sizlerle birkaç alıntı paylaşmak isterim: “Mutluluk konusundaki algılarımızı yeniden şekillendirmek için yapabileceğimiz şeyler de var. Mesela gün içinde belli zaman aralıklarında sahip olduğumuz nimetlerin farkına varmak ve onlar için şükretmek günümüzün daha mutlu geçmesini sağlar.

Mutluluğun özü parayla değiş tokuş yapamadığımız şeylerde; bir dostluğu, vefa duygusunu, çocuğunuzun sevgisini, bir tebessümü parayla satın alamazsınız.

Mutluluğu kovalamayın zira o mutluluk kelebeği siz onu beklemediğinizde bir anda gelip omzunuza konuverir.

Kitabın sonlarına doğru geldikçe de bu kıymetli yazıların giderek ruhumu ve gönlümü şefkat ile sardığını daha çok hissettim ve okumamı biraz yavaşlatarak devam ettim. Zira yaşadığımız bu zamanın en büyük yoksulluklarından birinin bir büyüğün dizlerinin dibinde oturamamak ve değerli nasihatlerini alamamak derim. Oysa geçmiş zamanlarda hayatının belki çok başlarında olan insanların büyüklerinin kapısına giderek dertlerini anlatması ve bir yol bulmaya çalışmaları, o büyüklerin ise el uzatmaları ne kadar kıymetliydi. Ancak yaşadığımız çağ bazı şeyleri eksik bıraktığı gibi bu anlamlı birlikteliği de maalesef insanları kendi köşelerine yiterek, yalnızlaştırarak eksik bıraktı. Fakat Kendi Özünü Bil kitabı bu yönden bana tıpkı o eski günleri anımsattı. Öyle ki Kemal Sayar’ın düşüncelerini okumak bir büyüğümden nasihat almak gibi oldu. Ve her bir cümleyi nakış gibi gönlüme işledim...

Bazı kitaplar biter mi benim fikrimce ne kadar okunsa da bitmez. İnsan yine kitaplığına, kalbine döner ve o sayfaları tekrar açarak okumaya başlar. Kendi Özünü Bil kitabı da benim için hep böyle kalacak ve ne zaman ihtiyaç hissetsem ellerim bu güzel, kıymetli esere gidecek...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Şu dünyada aldıklarımızın verdiklerimizden çok olduğunu, başarılarımızın sadece bize ait olmadığını, bizi kuşatan lütuf ve yardımlarla mümkün olabildiğini görebilmek ne güzel olurdu. Bir insana baktığımızda ne gördüğümüz, ondan belki daha çok bizim kim olduğumuz hakkında bir şey söyler. İnsanların kusurlarından önce ıstıraplarını görebilmek ne güzel olurdu."

"Şimdi sus ve içini dinle. Kendi özünün kozmik uğultusuna kulak kesil. Sen zübde-i âlemsin, âlemin çekirdeğisin, özüsün. Sen sana ne söylüyorsun?"

"Güzel olan güzeli görür. Güzeli görebilmek bizi de güzelleştirir. Güzellik bize dünya da evimizde hissettirir. Aslında hiç terk etmediğin eve geri dönüş. Buradayız ve burada olmamızın bir amacı var. Güzelle hemhal olmak ebediyet arzumuza da cevap verir beri yandan, bu dünyanın ötesine işaret eder."

"Vakit sınırlı, saat işliyor ve ölüme doğru geri sayıyor. Yanı başımızdan yaşanmadan geçip giden hayatı yakalamak için şimdi değilse ne zaman harekete geçeceğiz?"

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

14 Haziran 2022 Salı

Ânı seyir, Hayy'ı zikirdir

“El ele, el Hakk’a; biz sadece nâkiliz.”

Sohbet ve muhabbet; Allah’ın, kuluna kuluyla tecelli edişidir. “Ben gizli bir hazineydim; bilinmeyi sevdim, mahlûkâtı yarattım.” mealindeki kutsî hadis, Cenab-ı Hakk’ın bilinmeyi sevdiğini ve bütün mahlûkâtın bilhassa da akıl melekesine sahip olması hasebiyle insanın esas gayesinin Allah’ı bilmek olduğunu söylüyor bize. Kendini buldurmayı ve bildirmeyi isteyen Allah, kâinata varlığının sırlarını gizlemiştir. Bu sırları çözmenin anahtarı ise kâinatı muhabbetle seyretmektir. “Muhabbetten Muhammed oldu hasıl/ Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl” beytinin ışığında şunu da söyleyebiliyoruz ki bu muhabbet, Hz. Muhammed’e (sav) ve onun kutlu yolunun takipçilerine olacaktır. Yunus Emre’nin “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü” dizesi, yaratılan her şeye muhabbet nazarıyla bakmamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Allah, fuzûlî bir yaratıştan beridir. İyi, kötü, güzel ya da çirkin bütün yaratılmışlar İlâhî bir ahengin parçalarıdır. Hikmetinden sual etmemek icap eder.

Sohbet ettiğimiz, karşılıklı gülüştüğümüz insanlara karşı daha hoşgörülü olur ve bu insanların kusurlarını daha az fark ederiz. Bununla beraber pek fazla sohbet etme şansımız olmayan insanlara dair gördüğümüz ya da duyduğumuz küçük kusurlar bile o insanlar hakkında kötü düşünmemize yetebilir. Muhabbetin bu iyileştirici gücü kâinatın hamurunda muhabbet saklı olmasından ileri gelir. Sadettin Ökten ve Kemal Sayar’ın radyoda gerçekleştirdikleri konuşmalar, üç cilt olarak kitaplaştı ve büyük beğeni topladı. Şiir tadındaki sohbetler kitaplaşırken de şiir gibi isimler aldılar. Serinin ilk kitabı Dünyaya Geldim Gitmeye, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazrete ait bir şiirden alınırken ikinci kitap Aşk ile Ânı Seyretmek de yine aynı şiirden bir dize. Üçüncü kitabın ismi Âleme Bir Yâr İçin Âh Etmeye Geldik ise Yenişehirli Avni’nin bir şiirinden alıntı. İnsana, hayata, akla, kalbe, sevgiye, aşka, hakikate, medeniyete, şehre, aileye, topluma vs. dair karşılıklı hasbihal şeklinde cereyan eden konuşmalarda aynı dertten mustarip iki yüreğin muhabbeti referans alan serzenişlerini okuyoruz.

İkinci cildin sunuş yazısında Kemal Sayar şunları söylüyor: “Sakin, mütevekkil ve munis bir Müslümanlığın insan yüreğini genişlettiği, yeryüzüne ve gökyüzüne aşina kıldığı bir yaşayış ve düşünüş tarzı bu mübarek topraklarda, ne zaman kayıp gidecek olsak elimizden tutuyor. O yüzden, ‘Bizi bize bırakma,’ diye dua ediyoruz, ‘Ne olur, tut demeden, tut elimizi.’ Bugün belki en fazla bir yaşama adabına muhtacız ancak kadim bilgeliğin müşfik eli başımızı okşadığında kendimize geleceğiz. Bu sohbetlerde ‘kaybettiği âlemden bir gölge gibi dolaşan’ bir bilgenin sözleri değil, o âlemi daima kendi içinde gezdiren ve onu bize taşıyan, o zamanı bugüne ekleyen hatıraların saati var.” Bu ifadeler söz konusu sohbetlerin ve kitabın esas gayesinin ne olduğunu da açıklıyor.

Ne mutlu dünyaya kazık çakma derdinde olmayanlara, ne mutlu dünyanın ahiretin tarlası olduğu müjdesine sarılanlara ne mutlu ibn’ül vakt olanlara, ne mutlu aşk ile anı seyredenlere, ne mutlu hayret makamına erenlere…

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

6 Kasım 2021 Cumartesi

Dünyayı kurtaracak bazı güzel duygular

Dünya bize sipariş vermekle meşgul. Yeryüzü ağır, zaman donuk. Hislerimizle ihtiyaçlarımız arasında bir bağ kurmaktan vazgeçtikçe, insan olma gayretinden de uzaklaşıyoruz. Oysa insan olmak için geldiğimiz şu kâinat, daima bize özümüzden bir şeyler hatırlatıyor. Bunlar güzele, hayra, iyiye temas eden şeyler. Kalbimiz bize her an sesleniyor: güzel bir şey yap, hatır sor, vefanı göster, yarım bıraktığını tamamla, içini tamir et, toparlanmak için dağıl, hiç olmazsa yeniden başla, ama bir şey yap. Önce kendin için, sonra çevren için, tam yoruldum dediğin anda varlığınla temas edeceksin. Var oluşunla. İşte orada dikey (manevi) yükselişine dair bir kıvılcım bulacaksın. İlahi kıvılcımdır o ve onu kaybetme. Sana verileni kaybedersen, kendini kaybetmiş olursun.

İstikametimizi belirleyecek olan kuvvet kalbimizde. Kılavuz, pusula, rehber; ne dersek diyelim hepsi kalpte. Kalp kapılarını açmadan başka bir insanla, başka bir anla, başka bir hikâyeyle temas etmemiz mümkün değil. Başka temaslar olmadan, sohbet kurulmadan, zaman kıymetlendirilmeden ve ömür daha bereketli kılınmadan yaşamak, olgunlaşmak bir rüya. Bu yol çok uzun, çok sert, acılı ve ıstıraplı. Molaya ihtiyaç duyacağız. Bu molalarda sessizlik ve yalnızlık bize yakıttır. Korkmadan kuşanmalıyız. Unutmamalıyız ki taşrada yalnız olmak marifet değildir, insanlar içinde bir insan olarak kalma çabası da yalnızlığa dairdir. Sessizlikte ne anlamalıyız? Dağ başına uzanıp sessizlikle hemhal olmak marifet değildir. Esas marifet, bunca gürültü içinden ahenkli bir ses çıkarabilmekte. Konuşurken ve yürürken, aynı tonda, "garip ve yolcu" olmayı unutmadan yaşayabilmekte.

Emily Dickinson bir şiirinde “Bir kalbi kırılmaktan koruyabilsem / yaşamış olmayacağım boşuna / bir hayatı acıdan kurtarabilsem / bir ağrıyı dindirebilsem ya da” diyor. Kemal Sayar hoca bu şiirin bir dizesinden bizim için bir güzel duygular atlası yapmış. İsteyen gönlünü Yunus'umuza dayayıp sayfalar içinde "Ben bir usanmaz ozanım / derdim vardır inilerim” dizeleri eşliğinde de gezinebilir. Çünkü kırmaktan ve kırılmaktan (incitmek ve incinmek) korunma çabası bir iç kanama gibidir. Yaşayan bilir.

Dünyayı kurtaracak bazı güzel duygular vardır. Tarkovski’nin Solaris’inde geçtiği gibi, utanç bu güzel duyguların başında gelir. İnsanların yaşadıkları utancı belli etmek istememelerinin altında yatan sebeplerden biri, günümüz toplumlarında yüzün kızarmasının bir acizlik olarak görülmesi. Öte yandan, “her şeye rağmen” beğenilmek ve tanınmak artık daha baskın bir hâle geldiği için de utanç hissi de yitirildi. Görünmek, like almak, bahsedilen olmak, parmakla gösterilmek; utanma duygusunu buharlaştırdı. Halbuki şu çağda yüzü kızaranlar hürmetine dönüyor dünya. Utananların, hatta başkaları adına da utananların. “Kendimize duyduğumuz saygı içeriden ve dışarıdan saldırı altında olduğunda utanç ortaya çıkar” diyor Sayar hoca. Yer yarılsa da içine girsem deriz böyle durumlarda. Utancımızı anlatmak istemeyiz. En yakın dostumuzla bir utanç anımızı paylaşmak bile zor gelir bize. Çünkü birçoğumuz utanır utanmaz hatıralarının çocukluk çekmecesinden tutuverir. Açılacak çekmeceden neler çıkacağını kim bilir? Tehlikeli bir merak, kritik bir hatırlayış. Utanç bize bu yüzden insan oluşumuza dair önemli ikazlarda bulunur. Aslında sadece bize değil çünkü yüzümüz kızardığında başkaları da bir utanç anına şahit olur. Utanma duygusunu hatırlar. En son ne zaman utandığını sorgular ya da bu zamanda hâlâ yüzü kızaran birisi var mı diye belki düşünür, belki alay eder. Ne olursa olsun utancımızın üzerine gitmeli, onun bize söyleyeceklerine kulak vermeliyiz: “İnsanlar kendilerinden teşhis ettikleri ve yüzleşmekten kaçındıkları duyguyu bir başkasına yansıtır; utanmayı bilmeyenler başkasını utandırarak var olur. İnsan başkasını inciterek kendi utancını iyileştiremez.

Dünyayı kurtaracak güzel duygulardan bir başkası da cömertliktir. İnsan insanın kurdudur söylemine bir itirazdır cömertlik, zira insan verdikçe bir başkasına umut olur, yurt olur. İslam medeniyetinde zekâtın şart oluşu, bu güzel duygunun kaybolmasına bir engel teşkil eder. Bizde her şeyin bir zekâtı vardır. “Zenginin zekâtı malına fukarayı iştirak ettirmek olduğu gibi fukaranın zekâtı da zenginden ümidini ve gözünü kesmektir. İlmin zekâtı onu ehline ve talibine vermektir. Evin zekâtı gelen misafiri ağırlamak ve itibar etmektir. Sohbetin zekâtı dedikodudan uzak olmaktır. Evladın zekâtı yetimlere ihsandır. Kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardımdır. Nefsin zekâtı kötü ahlakları terk etmektir. Aşkın zekâtı vermek, hep vermektir.” diye buyurmuş beynelmilel gönül sultanlarımızdan Kenan Rifâî. En iyi ihtimalle 70-80 yıl sürecek bir dünya hayatımız var. Kemal Sayar hoca, şu kısacık hayatımızda bir başkasının hayatına ne kadar ışık düşürdüğümüze bakmamız gerektiğini, vermenin eksiltmediğini aksine çoğalttığını, cimrilerin “sahip olmak” cömertlerinse “olmak” yolunda yürüdüklerini, cömertliğin mutlak suretle gönül hoşluğuyla; kokusunu bağışlayan bir çiçek doğallığında yapılması gerektiğini hatırlatıyor. Bu da fakire bir başka gönül sultanı Gönenli Mehmet Efendi’nin şu harikulade sözünü hatırlatıyor: “İnsanlara iyilik yaptınız mı uzaklaşın oradan, küçülmesinler yanınızda, size teşekkür etme ihtiyacı dahi duymasınlar.

Umutsuz olmak kendi kalbimizi, ruhumuzu karartacağı gibi en yakınımızdaki kimseyi de hırpalar. Bir süre sonra bizdeki umutsuzluk dört bir yanımızı kuşatır. Nereye baksak orada bir umutsuzluk görmemizin sebebi, baktığımızın her şeyin bize ayna olmasındandır. Var böyle insanlar; içlerindeki umutsuzluğun kapladığı alan o kadar geniş ki ne gözlerinde bir ışıltı ne de dillerinde bir güzellik var. Ruhen çökmüşler ve istiyorlar ki herkes çöksün. “Umut eden kişi sadece ‘ben umuyorum’ dememektedir, aynı zamanda ‘sende umudum var’, ‘bizim için umut duyuyorum’ demektedir. Çünkü umut etmek, daima kişisel bir gerçekliğe, ‘sen’ olabilecek bir varlığa güvenmektir” diyor Gabriel Marcel. Elemden, gamdan, hüzünden, kederden ve hatta melankoliden, depresyondan bahsetmeyi çok seviyoruz. Bize ilaçları ve terapistleri işaret ediyorlar, derhal yönleniyoruz. Şu sözleri bize bir ruh hekiminin söylediğini unutmayalım: “Hayatın azgın sularını aşıp da karşı tarafa geçmek için kuracağımız köprüleri ancak umut bize ilham edebilir. Kaybediş ve öğrenme çoğu zaman birlikte doğar. Bin kapı kapansa da bir kapı açılır. Kazanılan bir şeydir umut, hayatın olanca zorluğu içinde tırnaklarınızla kazdığınız bu tünel, kurduğunuz doğru köprü, bulduğunuz doğru insandır.

İnsanın kalbini yarıp içine bakamayız. Bu sebeple muhabbete inancımız vardır. İnsan insanın kalbine iltica eder, orada bir gölgelik arar, bulduğunda hem demlenir hem dinlenir. Dostluk bir inşa sürecidir. Muhabbet biterse, dostluk sona erer. Herkes kendi gönül yurduna geri döner. Dostlukta da âdâb-ı muâşeret vardır. Daima dert anlatmak, nefes aldırmadan konuşmak, asla dinlememek, her düştüğünde baston vazifesi yüklemek, hep almak ama hiç vermemek. Tüm bunlar, aranan şeyin dost değil süper kahraman olduğunu gösterir. Kaba, plastik, samimiyetsiz bir heves. Şifalı ve rayihalı bir ecza diyor dostluk için Kemal Sayar. Bu yüzden “ıssız vadilerde yetişen nadide otlar gibi” ararız dostumuzu. Dost da bizi arar üstelik, meydanlara düşer, sancır, sızlanır. Kısa bir tanışmada başkasına ısınan bir kalp hiç de kolay soğumaz. Bir çay içimi vakitte muhabbete ne kadar susadığını fark eden bir dil hiç de kolay susmaz. Derdimizin ne kadar dert, neşemizin ne kadar sevinç olduğunu dostun yüzünde görürüz. Yaşamımızdaki düzlükler ve yokuşlar dostla anlam bulur. “Dost, sırtımızı sıvazlayan ana elidir” diyor Kemal Sayar. Bu söz, yorgun omuzlarımızı şerh ediyor biraz da.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 22. sayısında yayınlandı.

1 Eylül 2021 Çarşamba

Gönülden çıkan her söz insanın imdadına yetişir

"Âdemi bul âdem ol âlemde âdem gizlidir
Etme tahkîr âdemi âdemde âlem gizlidir."

- Yozgatlı Mehmed Said (Fennî)

Güzelliğin, hayrın ve iyiliğin üzerimize yağmur gibi yağmasına ihtiyacımız var. Bu yağmurdan muradımız ne kendimizin ne de tabiatın serinlemesi. Tam aksine, varlığın ihtişamıyla ısınmak istiyoruz. Bir güzel insana, bir hayır duasına, hiçbir karşılık talebinde olmayan iyi bir davranışa özlemimiz bundan. Dört bir yanı soru işaretleriyle dolu bir virüs, yine dört bir yanı keşfedilemeyen insanla karşı karşıya geldi. İnsanlar evlerine çekildi. Virüs, avını bekleyen bir avcı misali bekliyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hakikat, nurlandırıp şenlendireceği gönüllülerini arıyor. O gönüllüler ise bu karmaşadan olsa gerek gönüllerinden bihaber. İşte böyle zamanlarda bir bilenin, hem dinlemesini hem de söylemesini bilenin elimizden tutması gerekiyor. O tutuş mümkündür ki insanın kalbiyle rabıtasını kuvvetlendirme noktasında bir yakıt olacaktır.

Yaşı ve tecrübesi ne olursa olsun her insan bir bastona ihtiyaç duyar. Kiminin bastonu müziktir, kiminin okumak ve yazmak, bir başkasının bastonu tabiatla kucaklaşmakken ötekinde derin bir sükûnet bu vazifeyi üstlenir. Çağımızın hasret kalınan münevverlerinden Sadettin Ökten, birçok bastonu varlığında kuşatmış, farkında olarak ya da olmayarak o bastonları bölüşüp başkalarına da sunan bir ehl-i gönül. Son dönemde onu hem dinleme hem de okuma imkânına vesile olan ise bir ruh tabibi, Kemal Sayar. Gönülsüz ruh olmadığı gibi ruhsuz gönül de olmadığı için her yönüyle iç ferahlatan, gönül genişleten, sözü zenginleştiren bir buluşma. Daha evvel Dünyaya Geldim Gitmeye ve Aşk ile Ânı Seyretmek ciltleriyle tanık olduğumuz bu buluşma, Âleme Bir Yâr İçin Âh Etmeye Geldik cildiyle çemberini gittikçe derinleştiriyor. Kimsenin bir şey talep etmediği, talip olanın çok şeyler alabileceği, engin bir muhabbet ocağı diyebiliriz bu üç cilt için de. Çerağı yakanın Hakk olduğuna imanımız tam zira yapan da O'dur çatan da. Ama şuna da inanırız ki Hakk kuluna, kuluyla tecelli eder. İnsanın insana umut oluşu, yurt oluşu bundandır şüphesiz.

"Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin / bülbül hamûş havz tehî gülsitân harâb" demiş Keçecizâde İzzet Molla. Ömrün bize düşen bu sayfasında, yani baharda, bülbüller suskun, havuz boş, gül bahçesi harap. Oysa mevsim baharsa madem, kainat muhakkak güzelliklerini açmış, sunmuştur insanlığa. Aklın çizdiği çerçevenin dışına çıkamayınca göz de körleşiyor gönül de. Akıl bize hırslı olmayı, kazanmayı, tüketmeyi, yarışmayı telkin ediyor. Bizi son sürat giden bir trenin içine atıyor ve ardımızdan sinsi sinsi gülüyor. Durma imkânı olmadığı için görme imkânı da olmuyor. Hissetmek ve yaşamak romantik bir eyleme dönüşüyor. Ökten hoca tam da bu konu için uygun bir anısını anlatıyor: "Yıl 2008, Amerika'dayız ve oraya üçüncü gidişim. Hayat çok hızlanmış, çok sertleşmiş, çok sıkışmış... Kızımın orada evi var, ben de ziyaretine gittim. Temmuz aylarındayız, akşamüstü günbatımını izlemek için bahçeye indim. Orta katta da akademisyen bir hanım oturuyor. Kadın bahçeye geldi, ben de ona dönerek, "Ne kadar güzel bir bahçe" dedim. O da "Evet, çok hoş" dedi. "Gelin oturun, beraber seyredelim" dedim. "Benim işim var, bilgisayarda bir makale yazmam lazım, maalesef gitmek zorundayım" dedi. Ben de içimden dedim ki, nasip meselesi. O makaleyi bir başkası da yazacak mutlaka; ama sen bu güneşi her zaman göremeyeceksin... "Böyle dingin kalırsak, tabiatı dinlersek ne olacak?" diye bana soruyorlar, diyorum ki, "Yüzünüzden tebessüm, sesinizden şevk eksik olmayacak."

Yenişehirli Avnî'nin "Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik / biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik" dizeleri kitaba isim olmuş. "Biz bu dünyaya makam elde etmeye, mevki kazanmaya gelmedik, bir yâr için âh etmeye geldik." diyor o. Bugünün insanı için pek havalı, bir o kadar da romantik gibi görünen dizelerde büyük bir hikâye gizli oysa. Ökten hoca şöyle açıklıyor: "Yenişehirli Avnî'nin yâr dediği Cenab-ı Allah'tır. Ve "âh", Allah ism-i Celâl'inin son hecesidir. Bu sebeple "âh" etmek, Allah demektir. Âh etmeden O'na varmak mümkün değil. Âh etmemizin sebebi elest bezmindeki vuslat anlarını hatırlamamızdır. Tekrar o deme dönmek istiyoruz, özlüyoruz ve derinden bir âh ediyoruz."

Musiki ve şiir insan hayatının merkezinde olunca, yani insan, ömrünü muhabbet merkezli kurunca, istikameti de hakikatli oluyor. Ökten hoca doğup büyüdüğü ev, gördüğü tahsil, meşgaleleri, yetiştiği çevre, hevesleri, duyuşları ve yaşayışları nedeniyle, tabir-i caizse bir kilim gibi. Nerede dursa orayı güzelleştiren, değerli kılan bir hâli var. Bu hâlde birçok büyüğün, gönül insanının dokunuşları var. O kilimi incelerken bunu görüp hissediyorsunuz. Bugün hâlâ kendisine "Ben bu dünyaya neden geldim? Yaşamımın bir anlamı var mı? Etrafıma bir faydam oluyor mu?" sorularına soramayan, dolayısıyla da sürekli sıkılan, türlü gelgitlerle yaşamak zorunda kalan kimselerle iç içe yaşıyoruz. İstikamet kazanamamış ruhlar, bedenlerin içinde çırpınıp duruyor. Batıda da doğuda da görülmekte olan bu hâle dindirebilmekle çocukluğumuz arasında büyük irtibat var. Bir çocuğa sadece çocuk nazarıyla bakmamak, onun içinde meyve verecek tohumları ekmek, iyi dinlemek ve sohbet etmek gerekiyor. Kitaptan dinleyelim: "Ben manevi hayat yaşayan bir evde doğdum; ama daha da ötesinde ben bir medeniyetin içine doğdum. Hayatın anlamına dair hiçbir sorum olmadı; çünkü zaten o medeniyet bana o soruların cevabını hem teorik hem de pratik olarak vermişti. Şöyle söyleyeyim; şimdi hayatımın bu ileri yaşlarında bir üniversitede verdiğim derslerde de bu gündeme geliyor. Medeniyet tasavvuru dediğimiz hadisenin içerisinde, hayatın anlamı ve gayesi de vardır. Medeniyet tasavvuru muhtevası içerisinde o da geçer. Çok az insan, doğrudan bu soruyu sorabilir. Mesela Tolstoy bu soruyu kendine sormuş. Birçok insan da bu sorunun cevabını yaşadığı toplumsal yapıdan almıştır. İnsanın zihni ve gönlü çok diri olmadığı zaman, toplumsal yapıdan aldığı cevap onu tatmin eder ve böyle yaşamaya devam eder."

Harakani sultana "En güzel derviş kimdir?" diye sormuşlar. "Kapının eşiğinde bekleyen, varlığı yokluğu belli olmayan, dikkat çekmeye çabalamayan" demiş. Şimdi büyük öğüt sahibinin şu sözlerini hatırlamamak mümkün olmasa gerek: "Yeryüzünde sanki bir garib veya bir yolcu gibi ol.". Varlık yeterince ağırken bir de ona benlik eşlik edince, yaşam içinden çıkılmaz bir hâl oluyor. Daha rikkatli, daha sakin, daha vicdanlı olmalıyız. İyi kitaplarla iyi fikirleri yan yana koyup, yaşamımızı daha anlamlı getirmeye çabalarken çevremize hem ayna hem de ışık olmalıyız. Başkalarında kusur arayan değil, kendinde kusur bulan bir anlayışı tercih etmeliyiz. Farkında oluruz ya da olmayız, bu hayatı daha güzel kılacaktır. Kaderimizi sevmemiz gerekiyor. "İnsan, ömrüne biçilmiş olan elbiseyi, yani kaderini sevmedikçe mutsuz yaşar. Madden çok büyük kuvveti olanların manen sürekli çırpınma hâlinde olmalarının ve sürekli şikayet etmelerinin sebebi, ömürlerine yeni kader arayıp durmalarıdır. Kader sevildikçe, varlığın kederi hafifler." demiştim bir paylaşımımda. Sonra bazı kitap alıntı sitelerinde, bu cümlelerin kitaba yakıştırıldığını gördüm. Ne mutlu deyip, kendime çok sevdiğim iki hocam arasında bir yer bulmuş oldum. Çünkü onlar en çok da şunu hatırlatıyor bizlere: Korunuyorsunuz, bunu hissedin.

Sadettin Ökten: "İstikameti bozmamaya çalışırsanız korunduğunuzu hissediyorsunuz. Allah, kullarına koruyucu meleklerle beraber insanı koruyacak kollayacak insanlar da gönderiyor. Siz o insanlara, babam, ağabeyim, annem, kardeşim, arkadaşım diyorsunuz; ama onlar, bu özelliklerinin haricinde koruyorlar. Onlar da bunu farkında olarak yapmıyorlar; ama sizi koruyorlar, besliyorlar, büyütüyorlar, geliştiriyorlar. Bu, bazen bir sükûtla, bazen bir sözle, bazen de bir eylemle oluyor. İnsan hayır ve şer arasında muallakta durur; ama Allah'a iltica ederse huzuru bulur."

Kemal Sayar: "Dün bir danışanım geldi; ağır bir depresyon geçiriyor. Daha tedavinin başlarında; tedaviye kısmen cevap veriyor, fakat hâlâ arada bir gelgitler oluyor. Yine o gelgitleri yaşadığı bir anda alıp başını sahile gitmiş. Hayattan bezgin, bıkkın bir hâlde sahilde hüngür hüngür ağlamış. Bir delikanlı arabasıyla geçerken onun ağladığını fark etmiş. Hanımefendi de delikanlının ona doğru baktığını anlamış. Delikanlı gitmemiş ve orada beklemiş. Göz ucuyla annesi yaşındaki hanımefendiyi bir taraftan gözetlemiş. Danışanım bu olayı anlatırken, "Benim yanlış bir şey yapacağımdan endişelendi ve ben orada ağlarken belli bir mesafede durarak sürekli beni izledi, ben ayrılana kadar da gitmedi" dedi. Bu genci, bu hanımefendinin karşısına birisi çıkardı. Hakk onu muhafaza etmek için o genci gönderdi."

Yaşamanın yavaş yavaş doğmak olduğunu anlatan, şükretmek için ne büyük nimetlerin olduğunu hatırlatan bir kitap var artık elimizde. Okudukça gönlümüzü açması temennisiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

14 Temmuz 2020 Salı

İnsan insanı yarasından tanır

"Görünmez bir yara acısı çoktur,
Bedenimde değil ruhumda sızı."
- Nesimi Çimen

Hasret ve hüsran, insanın damarlarındaki kan gibidir. Onlar olmadan bir yere varılamayacağı gibi, onlar varken de bir yere ulaşmak olmaz. Hasret yola çıkarır, hüsran yolda bırakır. Ama insan her an yoldadır. Yönünü de arayışları değil bulamayışları çizer.

Neye hasret duyuyoruz? Mesela güzel bir dost sohbetine, göğüs genişletecek bir şiire, neşeyi ve kederi satırlarında harmanlamış bir öyküye, yahut sessizliğinin içindeki sanatla yaşam enerjisi fışkıran bir ağacın gölgeliğine, nazarıyla dahi aşkı öğreten ve aşkı öğütleyen bir bilgenin dizinin dibine... Her birine ayrı ayrı hasret duyabiliriz. Bu hasreti duymak bile yaşam için insana kuvvet verebilir. Diğer yandan, insan hasret duyduklarıyla buluşamadığı zaman derin bir karanlığa gömülüyor. Bu karanlık; umudu ve sevinci örseliyor. 

Koronavirüs döneminde hiç kuşku yok ki karanlığa daha çok maruz kaldık. Bu karanlığı "cümûd" kelimesi daha iyi tanımlayabilir: cansız, donuk, katı, sert. Dolayısıyla insanın verimliliğini, olgunluğunu, kısacası kemalatını etkileyecek bir yoğunluğu var. Her gün gerek haberler gerekse tanık olduklarımız vesilesiyle içimiz kararıyor. Bir aydınlığa ihtiyacımız var ve inanıyoruz, kelimeler şifadır. Onlar şifa olduğu için sohbetler de şifadır. Yine inanıyoruz ki dua çok ulu bir zırhtır. Öyle bir zırh ki sade dua edeni değil çevresini de kuşatır. Bizi dua etmeye, yani umutlu olmaya koşturacak olan güç ancak güzellikten bahsetmek olabilir. Nasıl bir güzellik? Vapurda Çay Simit Sohbet programında şöyle izah ediyor Kemal Sayar:

"Ben insanda güzellik ararım. Yanına gittiğinizde, iki çift laf ettiğinizde oradan tazelenmiş, ümitle dolmuş, gönenmiş, ruhunuz genişlemiş olarak ayrılıyor musunuz? O sohbet sizi ısıtıyor mu? Sizi başka bir yere taşıyor mu? Bulunduğunuz hâlden daha ileri bir hâle sizi kanatlandırabiliyor mu ona bakmak lâzım. O da ancak güzellikle mümkün. Muhatabımız güzel olduğu gibi biz de ondaki güzelliği görebilecek kadar güzel olmalıyız. Onun güzel olması yetmez, bizim de güzeli görebilecek ehliyette, kabiliyette olmamız lâzım. Güzeli bulduğumuz yerde baş tacı etmeliyiz. İnsan ilişkilerinde, tabiatta, şehirleşmede, edebimizde, terbiyemizde her zaman güzelin avcıları olmalıyız."

Mayıs 2020'de Kapı Yayınları tarafından neşredildi Ruhun Derin Yaraları. Kitabın epigrafı, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Dîvân-ı Kebîr'inden: Işık Yaradan Sızar... Bu sözün üzerine biraz düş(ün)meli. Bizi acıtan, üzen, kederlendiren, yoran şeylere daha sonrasında yeniden baktığımızda -tekrar gözden geçirdiğimizde- fark ederiz ki olgunlaşmışızdır. Hani o meşhur laf var ya; bir şey seni öldürmüyorsa güçlendiriyordur misali. Acılar ve üzüntüler, yani yaralar kutsar bizi. Biz çoğu zaman fark edemesek de hem kendi yolumuza ve yönümüze hem de çevremize ışık saçabiliyorsak yaralarımızdandır. Karanlık gibi görünebilir yaralar ama aslında aydınlık bir sahildir. Nerede bir yıkık varsa orada hazine bulunur. "Defineye malik viraneler var" çünkü. Ruhun Derin Yaraları, kurak bir mevsimde yüzümüze serin bir rüzgâr üflüyor. Kemal Sayar hoca, yine göğüs genişleten, uzun bir türkü söylüyor. Bazı sözlerin yalnız kulakla işitilmediğine, o sözlere gönül vermek gerektiğine dair bir şahitlik çemberi kuruyor. Dost halkası. Şah Hatâî'nin bir nefesini hatırlatır gibi: "Bu yola giremez kallaş / yüzü karayla gönlü taş / hâl'a hâldaş yola yoldaş / dost cemalin gördük bugün / dost dostun kusruna kalmaz / muhabbeti yerde koymaz / kuru gülden koku olmaz / gonca gülü bulduk bugün."

Bir bekleme sanatı olarak sabır, kuşku çağında güven duymanın güçlüğü, bir yürek kuduzu olan haset, hiç bitmeyen o büyük yalnızlığımız, bir adım geriye çekilip ince şeyleri yakalayabilmek, öteki'siz ben'in hiçbir değerinin olmaması, doğumdan ölüme göz temasının şifa vericiliği, ruhu onaran ve yükselten iyilik bilinci, modern zamanlarda cihana gönül vermek, modern çağda dost olmak, dijital çağın sarsıcı yan etkisi olarak beğenmek ve beğenilmek hastalığı, bolluk çağında mutsuzluk, geleneksel ve modern arasında tıp... Yani toplum olarak yaralı olduğumuz her konuya temas ediyor Kemal Sayar. Güzeli görebilmek için, şevk duyabilmek için:

"İnsanın sol beyni görmek istediğini görür, sağ beyin yeniliğe açıktır. Hayret, haşyet ve büyüleniş, kalbin takallübü oradan neşet eder. Aynı yolu yürür ama bir şeyi ilk defa bu kez, bir şairin gözüyle görürüz. Sağ beyin bize bunu sunar. Onca zaman kör kaldığımız bir şey şimdi bize güzelliğini açmış, keşfedilmeyi beklemektedir. Senin içindeki canlılığı açığa çıkarmayan her şey, senin için çok küçüktür. Heyecan ve canlılık hissediyorsak doğru yoldayız demektir."

Kitabı bitirip tüm konuları şöyle bir toparladığımda, Hasan Ali Toptaş'ın nefis romanı Kuşlar Yasına Gider'deki "Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor" cümlesi geldi aklıma. İnsanın esas derdinin 'anlaşılmak' olduğunu düşünmüyorum. Evvela 'anlaşılma gayreti' görmek istediğini düşünüyorum. O yüzden 'seni anlıyorum' cümlesi pek kolay içimize sinmiyor, inandırıcı olmuyor. Oysa konuştuğumuzda gözümüzün içine bakan bir çift göz, şifaya vesile oluyor. Önce dinlenilmek istiyor insan. 'İnsanda dinlenmek' budur belki de. Bu cümleleri Twitter arazisine bıraktıktan hemen sonra bir fotoğraf gelmişti. Bakırköy Tren İstasyonu duvarına, spreyle yazılmış: İnsan insanı yeşertir... Muhakkak öyledir:

"Mevlânâ'nın çok güzel bir sözü var, 'Nasıl susamış bir dudak suyu ararsa, su da susuzluğunu dindireceği bir dudak arar,' diyor. Yalnızlığın yarattığı yoksunluk ağrısı, aynı fizyolojik ağrı gibi, beyinde ağrıyla ilgili merkezleri aktive ediyor. Bir tür ruh ağrısı yaşıyoruz. Ve bize 'Git insan bul, çünkü sen insan olarak insanı arayan bir varlıksın!' diyor. Hepimiz sosyal varlıklarız, insana ihtiyaç duyuyoruz. İnsanla var oluyoruz. 'Ne yanar kimse bana âteş-i dîlden özge / ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı' demiş Fuzûlî. Kapımızı bir sabah rüzgârı çalsın istiyoruz, bir insan sesi bizi onaylasın, bizi dinlesin, bize bu dünyada varlığımızın bir işe yaradığını hissettirsin."

İnsan insanı yarasından tanır, o yaradan dost olur, yoldaş olur. Yine aynı yaradan üzer, kırar ve yaralar. "Ayağımdaki yara, yerin inişli çıkışlı olduğunu öğretti bana" diyor Sohrap Sepehri. "Ben ki kiracıyım bir acıya" diyor Metin Altıok. İnsan hayata açılırken yaralarına da açılır. Bu yüzden yaşamak yaralanmaktır. Yaşamayı seviyorsun o hâlde yaranı da sev. Onarır, sağaltır bu sevgi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Mart 2020 Pazartesi

Gönlün yorgun olduğu yerden hiçbir şey çıkmaz

“İnsan sadece mantıkla tatmin olmaz, duygu arar. Duygununsa İslam’daki karşılığı muhabbettir.”
- Sadettin Ökten

Kalpten kalbe bir yol var demişti Neşet Ertaş o kendine has şivesiyle. Gönle dokunan türkülerinde bir muhabbet havasının yüceliği ve aynı zamanda mütevazılığı göze çarpıyordu. Geçmişimizde muhabbet ve gönül ehli birçok mütefekkirimiz oldu, birçok şairimiz, yazarımız ve daha birçok büyüğümüz. Tıpkı Neşet Ertaş gibi muhabbete, gönle dokunan sözleriyle yer ettiler bizde. Bize muhabbetin ve gönlün önemini söylemeden hissettirdiler bazen. İnsan konuşacak bir dost bulduğunda varlığının büyük kısmını tamamlar. Bu dost illaki bizimle aynı sosyal statüde, yakın yaşlarda veya benzer mertebede olmak zorunda değildir. Arada muhabbet ve gönül bağı kurulduğunda her şey hallolur ve ondan sonra muhabbetin lezzetinden söz edilir sadece (Gerçi artık sohbetler ‘politik olarak aynı bakış’a indirgendi). Hangi konudan konuşulursa konuşulsun, en dünyevi konudan bahis açılsa bile dostla konuşulan konu farklı hissettirir insana. Çünkü insanın ruhu bir muhabbet arar. Bu en münzevi yaşayanda da böyledir. O da kendiyle muhabbet eder dost olmadığında. Gerçek diyebileceğimiz dostu bulduğunda ise ona yönelir. Sadettin Ökten’i de Kemal Sayar’ı da okuryazarlıkla biraz hemhal olan herkes bilir. İkisi de muhabbet ehli kimselerdir. Gönle dokunan yazıları, kitapları vardır. İkisi de aslında muhabbet kavramına uzak mesleklere sahiptir. Sadettin Ökten inşaat mühendisi, Kemal Sayar ise psikiyatristtir. Elbette psikiyatri konuşarak ifa edilen bir meslektir ancak bu konuşmalar bir dostla edilen muhabbet gibi değildir. Ve bu iki değerli insan da gönül ehli oluşlarını mesleklerine yansıtmışlar ve mesleklerine yeni bir tanım getirmişlerdir.

Erkam Radyo’da Gönül Sadası programıyla hatırladığımız bu iki değerli insanın o programda yaptıkları konuşmalar Turkuvaz Kitap'tan neşredildi ve çok kısa sürede üst üste yeni baskılar yaptı. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Dünyaya Geldim Gitmeye dizesiyle üst başlığı oluşturulan kitap Gönül Sadası’ndan Akisler alt başlığına sahip ve tıpkı alt başlığına uygun bir konuşma metniyle açılıyor. Gönül, mânâ, güzel bakmak gibi kavramlar etrafında dönen konuşma zaman zaman modern hayatın yıkıcılığıyla ilgili tespitler ve eleştiriler de içeriyor. Bu konuşmadan ise bir sonuç çıkarıyoruz: İnsan dünyada garip ve yalnızdır. Fakat burada Kemal Sayar’ın henüz ilk cümlesi dikkat çekiyor. İki güzel kelimemiz var: gönül ve sada. Bunlar bize mahsus kelimeler. Batı dillerinde tam manasıyla karşılığı yok. Bu cümleyi kuran bir psikiyatr olunca benim daha da dikkatimi çekti. Çünkü günümüzde her şey gibi ruh bilimiyle ilgili meslekler de mekanikleşmeye başladı. Bu mekanikleşmeye direnen bir görüntüsü var Kemal Sayar’ın ve bu tespiti de çekinmeden yapması bir okur ve ruh sağlığıyla ilgili bir alanda çalışan biri olarak hoşuma gitti. İlk söyleşiden sonra kalan otuz söyleşinin de gidişatı ya da en azından ne gibi konulara değinileceği ve hangi bakış açısıyla konuşulacağı anlaşılıyor. Kemal Sayar konuşmaya sık sık ruh hekimi kimliğini de katmış ve bu konuşmaya farklı bir bakış sağlamış. Sadettin Ökten Hoca ise hep aynı bildiğimiz gibi: Derin, bilgili ve nahif.

Sohbetlerdeki sıcak ve samimi hitap hem okuru kitaba daha da çekiyor hem de bir seviyeyi koruyor. Ancak bundan, sohbetlerin günlük rutin konuşmalardan oluştuğu anlamı çıkmasın. Evet spontane gelişen sohbetler bunlar. Herhangi bir metne bağlı değil ancak sıkı konular konuşuluyor. Örneğin henüz ikinci konuşmada Sadettin Ökten’in sağlam bir determinizm eleştirisi yapması, ‘ben ve ‘biz’ kavramları etrafında batının ve İslam’ın bakış açılarının karşılaştırılıp incelenmesi, Sadettin Ökten’in kendi kitaplarında sık sık yaptığı gibi şehircilikle ilgili tespit, eleştiri ve önerileri bunlardan sadece bazıları. Estetik değerlerin göz ardı edilmeden ve İslam dairesinden çıkmadan yapılan istisnasız her konuşma (31 tane) okura mutlaka farklı bir kapı açıyor. Mesela, daha önceki kitaplarının birinde şehir bir ahlâk meselesidir diyen Ökten Hoca’nın bu kitapta da “şehir sadece akılla kurulan bir yapı değildir, şehirde maneviyat vardır. Bir gotik kilisede de kendine özgü maneviyat vardır. Kendi şehrimizi biz imar edeceğiz, dolayısıyla koruyacağız, dönüştüreceğiz” demesi gibi. Şehircilik konusu açılınca bilge mimar Turgut Cansever’i de anmamak olmaz ki zaten Sadettin Ökten hocanın da birçok düşüncesi Cansever’le örtüşüyor. Çünkü benzer yerlerden bakıyorlar dünyaya.

Büyük şehirlerdeki insanlar için artık iş kavramı tamamen mekanik bir hâle dönmüş durumda. Sabah kalk-araca bin-işe git-yemek ye-mesaiyi bitir ve eve gel. Hatta eve geldikten sonra yapılan şeyler bile sanki bir makineymişiz de onun gereğini yapıyormuşuz gibi hareketlerden oluşuyor. Bununla ilgili son zamanlarda çıkan bir kitap vardı: 6.27 Treni. Kitabın asıl konusu insanın mekanikleşmesi olmasa da arka planda eleştirilen bir hâldi bu. Oysaki kadim medeniyetimizde böyle bir şey yoktur, olsa da büyük çoğunluğu kapsamaz. Elbette klişe bir şekilde geçmiş övgüsü yapmayacağım. Şu anda yaşıyoruz ve geçmiş bazı yönleriyle her zaman daha cazip gelebilir birçok dezavantajları da olmasına rağmen. Fakat şu andaki hayatımızdan atamayacağımız birçok şeyi de barındırmaz. Ancak iş hayatı söz konusu olduğunda şimdiki mekanikleşmeyi kaç kişi o zamanki iş/meslek/uğraş durumlarına tercih edebilir? Kim gününün çok fazla bir kısmını para kazandığı işe harcamak ister? Kaç kişi işten arta kalan zamanlarda bir sanatla, hobiyle, ailesiyle, doğayla ilgilenebiliyor? Bu açıdan geriye gittiğimiz kesin. Modern hatta postmodern zamanlarda yaşıyoruz ve bunun gereği de ‘ölümüne çalışmak’. Koreli filozof Byung-Chul Han da buna benzer şekilde, modernite döneminde hedefin hep ileride olduğunu, bu yüzden insanın daima hızlandığını çünkü anlamı orada bulduğunu, belirtir. Sadettin Ökten ise iş hayatının bu olumsuzluklarını karaktere ve ruhun hazzına bağlar:

İş hayatının, hayatın bütününü inhisar etmesi, maalesef karakter erozyonunu beraberinde getiriyor.

Ruh haz alırsa o çizgiye tekrar dönmez. Gönül o hazzı tadarsa biçime bakar, belki imrenir, sonra ‘Bırak benim yolum doğrudur,’ der. Mühim olan gönüldür, kalptir, onun haz almasıdır, o da bir lütf-i ilahidir.

Tabii bunları bu şekilde düşünebilmek için ‘isteme’ denilen kapitalizmin en büyük silahının tahakkümü altına girmemek gerekir. İsteme, daha fazla isteme, elde edince ise bir kenara fırlatıp ya da harcayıp yeniden isteme. İnsanı çürüten bir döngüdür bu. Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “İstemeye başlar başlamaz Şeytan’ın hükmü altına gireriz” demişti. Kemal Sayar ise “Yeter! diyebilmek en büyük zenginliktir” diyor ve mesleki bir sebep getiriyor buna: “Kâfi diyemediğimiz için içimizdeki boşluğu daha fazla şeyle doldurabileceğimizi zannediyoruz.

Hem Sadettin Ökten’in hem de Kemal Sayar’ın bütün sohbetlerin içinde konuyla ilgi anılarından bahsetmeleri, özellikle Kemal Sayar’ın mesleğindeki bazı olayları konuyla bağdaştırıp örnek vermesi okuru bir üçüncü kişi olarak konuşmaya katması açısından çok isabetli olmuş. Sadettin Ökten ise konuya uygun öneriler de getiriyor anılarının yanında. Hayatın içinde bir mola verip bir an için tefekküre dalma, doğayı izleme, gökyüzüne bakma önerilerini ve halihazırda uyguladığı davranışları söyleşi boyunca tekrarlıyor. Tabii Kemal Sayar da bu önerilere katılıyor ve kendi önerilerini söylüyor. Bu iki değerli insanın da dediği şeyler şimdiki hayatın akışı içinde belki de çok ütopik görünebilir; ancak uygulanabildiği takdirde insana bir nefes sağlayacak önerilerdir. Çünkü sadece bedene ve akla sahip değiliz, bir ruhumuz ve bir de gönlümüz var. Onları da beslemek gerekir. O zaman Sadettin Ökten’in ‘içe dönmek’ ile ilgili şu önerisini de verip yazıyı bitirelim:

…kendinize zaman ayırın. İnsanlarla çok ülfet etmeyin. Kendinize diri zaman ayırın, yorgun zaman değil; zihnin ve bedenin diri zamanlarını ayırın ve yalnız kalmasını öğrenin. Yorgun oluyorsunuz, zihin de gönül de yorgun oluyor, oradan bir şey çıkmaz, çıkmıyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

12 Ekim 2017 Perşembe

Sanal ortamın aşkı/ıstırabı ne kadar gerçek?

Ne onunla ne onsuz dediğimiz kavramlar arasında çabucak yerini alan çağın buluşu tanımı ve çağın vebası benzetmesi arasında gidip geldiğimiz “internet” gerçeği üzerine ortaya konulmuş bir eser Sanal Aşk.

Kemal Sayar psikiyatri ilminin şahsına münhasır bir uzmanı. Mesleki kariyerinde ki yeterliliklerin yanı sıra, sanata yakın duruşu, şiire özel ilgisiyle hepimizin güvenini ve sevgisini kazanmış bir uzman. İnternet çağının getirilerini ve götürülerini bizlere bir kitap altında toplamış. Konferanslarından birinde “Sanal Aşk, gözlemlerimden ve bana gelen soru-sorunlardan yola çıkarak yazılmıştır” şeklinde özetlemişti eserin var oluş serüvenini anlatırken.

Herkesin önündeki ekrana baktığı bir dünyada kimse kimsenin yüzüne bakmıyor demektir.

Ailedeki herkesin elinde bir iletişim aracı ve bu aracın sanal mutluluğundaki görünmez pranganın iletişimimizi negatif etkilemesine işaret ediyor.

Yalnız ve sevilmeye aç ruhların ‘beni sev!’ diye haykırdığı bir ruhlar panayırına dönüyor sosyal medya ağları” diyor ve ekliyor Sn. Kemal Sayar:

Twitter, Facebook, İnstangram, Whatsapp gibi sayıları her gün artan birçok uygulamaya bizi sanal âlemde daha fazla vakit harcamaya yönlendiriyor. Caddede bir caddeden bir sokaktan diğerine geçer gibi farklı uygulamalara girip çıkıyoruz. Hangi uygulamanın daha çok kullanıldığı hem dönemsel hem de bireysel tercihlere bağlı olarak değişebiliyor. Öyle büyük bir çeşitlilik var ki paylaşımlarda, bir genelleme yapmak neredeyse imkânsız. Ama iki temel motivasyon çok dikkat çekiyor. Birincisi görülme ve beğenilme isteği, diğeri de bir kimlik yaratma çabası.

Sosyal ağlarda yüz yüze görmediğimiz birine hakiki manada âşık olunabilir mi? Bunun sakıncaları nelerdir? Bu soruların cevabına uzun uzun değiniyor. Sanal aldatma konusunda önemli uyarıları olan uzman, genelde erkekler için bilinen tek eşliliğe sadık olmama rolünün sanal gerçeklikte kadına da geçiş yaptığını aktarıyor.

İnsanların gerçeklik dışı her türlü abartıya ve kendini olduğundan farklı göstermeye müsait olduğu sanal dünyada kişilerin aldatmaya ve aldanmaya açık ve savunmasız olduğunu belirtiyor bize. Kendini ön plana çıkarma doyumunun yanı sıra sosyal yapıdaki insanlar için de bir sığınak olan sanal iletişim tedavi olunması gereken durumların bu ortamda tatmini ve iyileştirmeye yönelik değil derinleşen bir sorun olduğunu belirtiyor. Gittiğimiz her yerde herkese her şeye hâkim olmanın getirdiği kolaylığın herkes tarafından kolayca ulaşılabilme kısmıyla özgürlüğümüzün sınırlandırmasını iki tarafı keskin bıçak olarak nitelendiriyor.

Mahremiyetin kaybolduğu neredeyse kimlik bilgilerine bile bir tuşla ulaşıldığı gerçeğini, bilgisayar oyunlarının vakit hırsızlığının ötesinde kurgulu ve insanı yönlendirmeye dair bir planın parçası olması ve bağımlı haline getirmesinin daha başka sebep-sonuç ilişkilerinden örneklemeler ile bizlere yansıtıyor Sanal Aşk kitabı.

Flörtleşmenin uygun bulunmadığı örf ve dini anlayışta bir seçenek olarak karşımıza çıkan sanal birlikteliklerin toplum ahlakını nasıl yerle bir ettiğini ve beğenilme arzusunun narsizm kokan hastalıklara davetiye çıkardığını vurguluyor ve ekliyor Sn. Sayar: “Teknoloji özel yaşantımızı elimizden aldığı gibi, yalnız kalma yeteneğimizi de elimizden almaktadır… Televizyon can sıkıntısı üretimini nasıl elimizden alıyorsa internet de yalnız kalma üretimini baltalamak açısından o denli güçlüdür. Toplumsal bağlantılar kurma açısından avantajlar sunsa da Facebook sanal arkadaşlıkların bağını gerçek sanılması için arkadaşların ile hatıralarına göz at diye mesajlar gönderiyor zaman zaman.

Sanal gerçekliğin bizimle yakın ilişki kurmasının altında güven telkin etme -daha çok paylaş daha fazla benimle vakit geçir- komutuyla bağımlılığımızı arttırmayı mı hedefliyor? Gerçekte kim ne kadar beğenmiş kim yorum yapmış derdinde olmanın bile arkadaşlık kavramından uzak bir alışveriş mantığı mı güdüyor? Tatil fotoğraflarının ruh haline göre seçilen profillerin kişiliğimizi elverdiğine dair bir gerçek var mı? Bu soruların yanıtlarını detaylıca veren Sayar, Sosyal ağların bağımlılığını modern kölelik olarak tanımlıyor.

Akışkan tüketim başlığı altında; tüketim hızının ihtiyaçlardan çıkıp müsrifliğe dönüşmesinin, komşuluk akrabalık ilişkilerinin zayıflamasının nedenlerini sosyal ağlar açısından ele alınmış eserde. Özellikle orta yaş üstü olanların aşina olduğu bakkal kültürünün -çeşit yok ürün pahalı- mantığı ile süpermarketlere yönlendirilmesinin gerçek sebep ve sonuçları nedir? Devasa alışveriş merkezlerine asli ihtiyaçlar için gidildiği ve gözümüzün gördüğü hemen her şeyin bir anda nasıl ihtiyaca dönüştüğünün farkında mıyız? Kredi kartı kullanımı neden bu kadar yaygın? Lüksün ihtiyaca dâhil edilmesiyle kadının çalışma ortamına çekilmesi ve ailede ki kimlik bunalımı yaşanıyor mu ailelerde? Kapitalizm zincirindeki halkaları oluşturan bu soruların yanıtlarını faydamıza sunmuş Sn. Kemal Sayar.

Ailede olması gereken paylaşımın karşılıklı güç gösterisine dönüşmesinden en çok da çocukların zararlı çıktığı gerçeği de yine bu anne ve baba rol modelinde ki karmaşaların evliliklerin yapısında ki bozulmaların nedenlerini oluşturabileceğine dair yapılan araştırmaların detaylı aktarımlarına da ulaşabiliriz kitabı edindiğimizde.

İçselleşmeye olan özlemi ve içsel yolculuğun kendini tanımaktan yola çıkarak birlikte yaşamak durumunda olduğumuz insanlar ile kaynaşmaya ve anlaşmaya doğru bir gelişmedir. Tefekküre dalan ve düş kuran bir ruhta uçsuz bucaksız bir içsellik gelişir. Bu uçsuz bucaksızlık içselliğin fethidir ve içsellik ne kadar derinleşirse büyüklük de o ölçüde gelişir dünyada. Ne kadar paradoksal gelirse gelsin gözlerimizin önüne serilen dünyaya ilişkin bazı ifadelere gerçek anlamını veren işte bu uçsuz bucaksızlıktır.

İnternet bağımlılığının beynimizin olumsuz yöndeki etkilerini, yapılan araştırmalar ile bize aktaran Kemal Sayar, aynı zamanda dikkat dağınıklığı sebebiyle trafik kazalarında bile olumsuz faktör olarak önümüze çıkması konusunda uyarıyor bizleri. Bağımlılığın bizi kontrol etmesine izin verdiğimiz takdirde doğru hüküm verebilme mantıklı kararlar alabilme yetimizin körelmesi olasılığının varlığından haberdar ediyor okurlarını. Görünen o ki teknolojinin bütün olumsuzluklarına rağmen uzak kalamıyoruz ve kalmayacağız da. Uzmanlarımızın tavsiyelerinden yola çıkarak; eğer ki bu yeniliğin hüsrana ve yıkımlara sebep olmasını istemiyorsak, kontrolü elimizden bırakmamalıyız.

Bu kitabın önemi de burada daha net ortaya çıkıyor. "Bizleri olası faydalar içinde birçok zarar bekliyor bunu bilelim ve tedbir alalım. İnternet ve sosyal ağları ruh ve kişilik sorunlarımıza derman aradığımız bir yer olarak değil, bilgi-haberleşme aracı olarak kullanırken bile temkini elden bırakmayalım!" şeklinde uyarıyor.

Sanal Aşk kitabının incelemesini Kemal Sayar hocanın şu soru cümlesiyle bitirelim:

Kullanan mı yoksa kullanılan mıyız?

Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_

9 Mart 2017 Perşembe

Vatan sevgisi karanlığı aydınlatır

"Kötülük ne kadar artarsa güzeli yaratma nedeni de bir o kadar artacak. Şüphesiz daha güç olacak, ama daha da gerekli."
- Andrey Tarkovski

Hollanda'da yirmi yıldır çalışan bir Türk işçi, yirmi yıl boyunca kolundaki saati Türkiye saatine ayarlamış. Memleket hasreti, işçiye karanlıkta yol göstermiş, vakti saf ve hakiki sevgiyle kuşatmış. Almanya'ya ilk giden Türk işçiler ise yıllık izinlerinde tren istasyonlarına giderlermiş. Ucu nasılsa memlekete gider, havasını getirir diye. Kara tren gitmiş, memleketin aydınlığı görünür olmuş raylarda. Yaşamda hiçbir anlam bulamadığını düşünen genç bir kız, bol miktarda alkolle kendini uyuşturup avucundaki tüm hapları içerek canına kıymak istemiş. Son dakikalarında, TV kanalları arasında gezinirken iki gönül insanının umuda dair konuşmalarına denk gelmiş. Yalnızca umudun konuşulduğu o program, karanlıkta ölmek üzere olan bir cana yepyeni bir canlılık vermiş.

Nemrûd'un ateşinin İbrahim'e cilâ olduğunu bilenler, kahrı da lütfu da hoş görenler, bu da geçer be yâ hu diyenler için karanlıkta görmek zul değil, mesuliyettir. Kalbiyle aklı arasındaki terazinin dengesini şaşırmamış her kul, uluhiyet ve rububiyet nedir bilir, göğsünün kapılarını hakikate açar, kendini aşar. Sırtına dağların yüklendiği insan elbette kendini aşar, aşmalıdır. Tekamül çok boyutludur ama bir'e doğrudur. Tevhid tüm sıfatları siler ve yerine tek bir şey ekler: Mutlak güzellik. Karanlıkta görmek için güzel bakmak, güzel yaşamak, güzel söylemek lâzım. Şimdi kulağımızı Hafız Burhan'dan yahut Hafız Ahmet Bey'den dinlenebilecek nefis bir hüseynî gazele yanaştıralım: "Evvelce Hüdâyı tanımış olmasa kalbim / vallahi güzel sen benim Allah'ım olurdun / tevhidi kabul etmemiş olsaydım ta ezelden ebede / bir kör hakikatle ben kâfir olurdum."

Terör, darbe, nefret dili, şiddet ve ötekileştirme içinde yaşamak hepimizi hırpaladı. Ruh sağlığımız bozuldu. Dinç durabilmek için, mukavemet için, sönmemek ve dağılmamak için şifalı sözlere, çözümlere ihtiyacımız var. Kemal Sayar'ın "Darbe ve Terör Zamanında Ruhsal Direnç" alt başlığıyla, Kapı Yayınları tarafından neşredilen "Karanlıkta Görmek" kitabı bir el uzatıyor. Romantik ve hayalperest değil, sahici ve kuvvetli. "Şehitlerimize rahmet ve şükranla" diyerek, bir türkünün sesiyle açılıyor kitap: "Sayılmayız parmak ile / tükenmeyiz kırmak ile / taşramızdan sormak ile / kimse bilmez ahvalimiz."

Kemal hoca kitabını dört bölüme ayırmış: 1. Darbe Girişimi: 15 Temmuz, 2. Terör: "Kötülüğün Sıradanlığı", 3. Terör: "Radikaller", 4. Travmadan Sonra: İyileşmeye Dair. Hocanın sıkı okuyucuları fark edeceklerdir ki daha evvelki kitaplarında ve köşe yazılarında yer alan konuyla alakalı metinlerin düzenli bir sıralamasıyla oluşuyor Karanlıkta Görmek. Üzerinde yeniden ciddiyetle düşünülmesi gereken meseleler birbir sıralanıyor böylece: Cesaret, varlık, vicdan, insanın değeri, hakikat, ruha sahip olma, hınç ve affediş, terörün zihinsel arkaplanı, şiddet psikolojisi, uyaran ve tepki, kalb-i selim, kötülerin tutkuları, iyilerin basiretleri, sevmek, cana kıymak, yas, dinî şiddet efsanesi, unutmak, hatırlamak, ruh yaraları, vatanı imanla sevmek, memleket meselesi bilinci, öfke ahlâkı, vedalaşmak, iyi günlere inanmak, yurdu sevmek, yarınların güzel olacağına inanmak ve daima harekette olmak, sınırları aşacak bir kalbe sahip olmak.

Ezan okunuyor. O esnada F-16 alçak uçuş yapıyor. Önce bir sessizlik, peşinden titreyen bir sesle ezan sürüyor. Bunu asla unutmayacağız... Böyle yazmıştım 15 Temmuz'u 16 Temmuz'a bağlayan gece, 04:50'de. Kemal Sayar o günü hatırlatarak "bastırılmış olan geri döner" diyor ve o gün, toprağımızı vatan kılan şeyin vatanı imanla sevmek olduğunu belirtiyor. En önemlisi de unutulmaması gerekenleri hatırlatıyor, uyarıyor: "Şehitlerimize şükran borçluyuz, yiğit güvenlik güçlerimize, tankların üzerine çıkan, önüne yatan, canı pahasına sokağa akan yiğit insanlarımıza şükran borçluyuz. Türkiye büyük ve derin bir duadır, bunu bir kez daha idrak ettik, vatan da onun kocaman kalbidir. "Memleket ezanı duyduğumuz yer yerdir," demiştim bir söyleşide, Türkiye'nin ruhu ezanda yaşar. Hain şebeke bizi de kendisi gibi vatansızlaştırmak istedi ama ezan direndi, sala direndi, vicdan direndi, insan direndi. Vatanı işaretlerinden tanıdığımız her şey direndi. Bu direnişten hepimizin öğrenecekleri var."

Kitabın içeriği oldukça geniş. Modern dünya rahipleri, kökü kadime dayanmayan manevî oluşumlar, öldürmeye odaklı 'eleman' yetiştiren kurumsallaşmış örgütler, dünyayı kurtaracağına inanan bir lider ve ona koşulsuz inanmış müritleri, emirle yaşamaya alışmış kitle, sloganların yönettiği kent insanı ve daha nicesiyle birlikte Kemal Sayar'ın o bildiğimiz, tıp diliyle değil gönül diliyle 'çalışan' kalemi, sayfaları peşi sıra getiriyor ve metinler kolayca okunuyor. Denemelerin her biri çözüm üretiyor.

"Kendi içimizde hain aramaktan vazgeçelim artık" diyor Sayar: "Acılı ailelerin, şehit yakınlarının sitemlerini, feveranlarını bütünlüğümüze yönelik bir tehdit olarak algılamaktan vazgeçelim. Ateş düştüğü yeri yakar. Vatanı için evladını toprağa veren bir annenin, bir ağabeyin feryadını kendi sinesine basamayacak bir devlet müşfik bir devlet olamaz. Devlet o feryatları da içine alarak büyür. Toplumsal bir yas dönemindeyiz ama yastan iyileşmenin en önemli yolu hayata tutunmaktır."

Radikalleşme davranışları etkiliyor, değiştiriyor. Her türlü fanatiklik her türlü iyiyi alabora ediyor. Ağızdan çıkan söz, yapılan eylem çirkinleşiyor. "Başlangıçta atılan adımın cılız olması hiç önemli değildir: İyi yapılan bir şey ebediyen yapılmıştır, kalıcıdır." der Henry David Thoreau. Onun bu cümlesine Hannah Arendt'in Sivil İtaatsizlik kitabından ulaşmıştım. Bir başka mühim kitabı Kötülüğün Sıradanlığı'nda Arendt, "İyinin düşmanı kötü değil, düşünce yokluğudur" der. İçinde yaşadığımız, icbar edilen zihniyetin mottosu: kafa konforu. Bu konfora ulaşmak için önünüze konan her şeyi beğenmeniz gerekiyor. Kafa konforuna ulaşmış biri için iyi/kötü ayrımı çok basit. Aynı sloganları attığı, aynı şeyleri sevdiği herkes iyi. Kalanlar kötü. Öte yandan kafa konforu kişiyi ansızın müdür, köşe yazarı yahut konsept danışmanı yapabiliyor. Geriye, sevilmek için 'kitlenin istediğini vermek' kalıyor. Kafa konforu insanına göre eleştirmek, düşünmek kötü niyetlilerin işi. Onlar memnuniyetsiz, mutsuz, huzursuz ve kötü niyetli insanlar. Kafa konforu insanına göre hiçbir ayrıcalığa tenezzül etmeyen insan ukala ve enayi. Oysa bilmez ki şerefli bir yaşamda konforun yeri yoktur.

Kişinin karanlıkta görebilmesi için evvela düşünme ve eleştirme bilincine sahip olması gerekiyor. Cihan Aktaş bir yazısında "Eleştiri niye değerli biliyor musunuz?" diye sormuş ve "Münafık eleştirmez. Aynı sizin istediğiniz gibi konuşur. Hep onaylar." diye cevaplamıştı. Münafığın aydınlıkla işi olmaz. Bu yüzden kendine doğru bir süzgeci olmadığı gibi meseleleri hassas bir teraziden yahut filtreden geçirecek hem yetkinliği yoktur hem de tembeldir. Bu yüzden de daima karanlıkta kalır. Oysa hakikate giden yol, karanlıktan aydınlığa doğrudur. Atasoy Müftüoğlu şöyle der: "Her türden iktidara hakikati söyleyebilecek olanlar, hiç bir ayrıcalık peşinde koşmayanlardır."

Bir ayrıcalık peşindeysek o da hayvanlarla aramızdaki mesafeyi açmak üzerine olmalıdır. İnsan olmak, bunu gerektirir. "Bize düşen görev, hayatın ve insanın çöpleştirilmesine karşı durmak ve toprağı, insanı, inancı kirleten her ne varsa onunla savaşmaktır. İnsan bir çöp değildir" diyor kitabında Kemal Sayar. Anlamsızlık içinde yaşamak, anlamdan uzak yaşamak bizi çöpleştirirken geleceği de şimdiden kirletiyor: "Birkaç on yıldan beri terapiye başvuran insanlarda bir değişim gözleniyor Batı ülkelerinde. İyi giyimli, başarılı, sosyal hayatları iyi kişiler fobiler veya takıntıları için gelmiyorlar terapiste, bu yeni türün sorunu "hiçbir şey hissedememeleri". Bir hissetme yoksunluğu, boşluk ve kronik sıkıntı. Toplumun yeni bireyinin vebası bu. Bir uyuşma ve mutsuzluk hali... Ün ve servet pek çok kişi için hayatın amacı haline gelirken reklamcılık her türlü arzuyu doyurmanın faydasına bizi ikna etti. Sanki yarın diye bir ülke yokmuş gibi her türlü arzuyu hemen şimdi "özgürleştirme" adı altında doyurma düşüncesi, bu iklimin belirgin özelliği. Sınır yok. Geçmiş yok. Kimse yüzyıl sonrası için meşe ağaçları dikmiyor artık."

Hayatımızdan birer birer çıkan değerlerin arkasında rol çalanlar var. Tevazudan bahsedip en yüksek, daha yüksek binaları dikenler, yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevdiğini söylerken hayvanları telef edenler, hafızasında çocuk gülücükleri saklayan yemyeşil parkları ve bahçeleri imara açanlar, üç medeniyeti potasında eritmiş kadim İstanbul'u Amerika'nın bir eyaletine çevirenler, dindar bir nesil yetiştirmeyi görevi olmaksızın iş belleyip felsefeyi düşman ilan edenler, ihmalkârlık sonucu ortaya çıkan faciaları kadere yükleyenler, yüce devlet geçmişinden bahsederken devletin millete hizmet aracı olduğunu unutanlar hep rol çaldılar. Bir medeniyet tasavvuru ve hikmet telakkisi ortaya koyamadan gaflet türküsüyle delalete sürüklenip durdular. Karanlıkta göremediler çünkü ortada bir karanlık olduğunu reddettiler: "Tevazu, kanaat, diğerkâmlık, merhamet, itidal, teenni... Bunlar çok eskiden gördüğümüz bir rüyanın arada bir ruhumuzu yoklayan gulyabanileri. Kadere rıza gösterme sakın, sev kendini, parlat kendini, göster kendini, kendine yet, kendini rahatlat... Adaletsizlik karşısında "evet, isyan!" diye sakın yumruklarını sıkayım deme... Survivor ne güne duruyor, oraya bak, orada ol, orayı yaşa. Bu sığ kültür hepimizi bakıma muhtaç çocuklara çeviriyor."

Kitaptan yaptığım bu son alıntıyı, Halil Cibran'ın Asi Ruhlar kitabından başka bir alıntıyla tamamlamak ve yazıma son vermek isterim: "İnsanın en keskin duygularından biridir isyan. Kimi aşk için, kimi hak için, kimi özgürlük için, kimi de adalet için başkaldırır. Yaşamla sorunu olmayan insanın yapacağı iş değildir isyan etmek."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Ocak 2017 Çarşamba

Şimdi kalplerimizi dinleme zamanı

Kalbin sustuğu, gönül ritminin bozulduğu zamanlardayız. Bilgimizin ve bilincimizin merkezi kalp değil artık. Aklın, nefsin arzularına gem vuran kalple düşünmek uzun zamandır gündemimizde yok. Kuru aklın, sıradan realitenin, sıkıcı gerçekliğin boyunduruğu altındayız. Kalbin söylediklerine, gönül makamına kulaklarımızı kapattığımızdan yaşadığımız dünya adeta bir kötülük kampına dönmüş gibi. Herkesin kendi menfaatini düşündüğü, kişisel çıkarın tek gerçeklik olduğu, gemisini yürütenin kaptan olduğu, kimsenin kimseyi düşünmediği bir dünyada kötülükten başka ne egemen olabilir ki? Söylediklerimize muhatap bulamadıktan, muhataplar dikkate değer görülmedikten sonra neyin değeri kalır ki? Kalpten kalbe giden bütün yollar kapandıktan sonra…

Kalbin zamanı diyor Kemal Sayar, Timaş Yayınları'ndan çıkan Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı kitabında… Bu zamanı unuttuğumuzdan, kalbin zamanını yaşayamadığımızdan yağmurlar da, rüzgâr da kendi zamanlarını yitirdiler. Kalplerin kalplere değmediği, herkesin herkese yabancı olduğu bir gurbetteyiz adeta. Şehirler gönlümüzü ve ruhumuzu yoruyor. Hiç yaşamamış, çalışmamış yorgunlarız.

Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı günümüzün kasvetli havasını dağıtmak için okunması gereken kitaplardan. Kitabın ismi popüler akımları, moda trendleri hatırlatsa da içeriği hiç öyle değil. Modern zamanların insanı nesneleştiren, değersizleştiren, yalnızlaştıran mantalitesine karşı derin isyan var. Bireyciliğin, benmerkezciliğin canına okunuyor adeta. Kitabın yazarı önemli bir psikiyatr olan Kemal Sayar. Kemal Bey, psikiyatr olmasına rağmen modern psikiyatri kuramlarını eleştiren biri. Mekanik bir anlayışa sahip bir psikiyatr değil. Kendisi aynı zamanda bir şair. Sözün sağaltıcı etkisine inananlardan. Sözün şifa, sesin şifa olduğuna inananlardan. Bizlere, baştan sona kötülüğün, umutsuzluğun kol gezdiği dünyamıza ve insanlığa kalbin zamanını hatırlatıyor. Evet, karamsar tablonun varlığını inkâr etmiyor ama bu tabloya esareti de kabullenmiyor. İnsan için dinlemenin ve işitmenin vazgeçilmezliğini yeniden vurguluyor. Kalbin zamanını yaşamanın, kalbi dinlemenin ve oradan sadır olacak kelimelerin ruhumuza dokunmasının gerekliliği ifade ediliyor. İyiliğin peşinde ömür geçirmeye, ulu bir nazarla bakmak insana, insan için kolaylaştırmak…

Söz konusu kitap söyleşilerin bir araya getirilmesinden müteşekkil. Çeşitli zamanlarda çeşitli yayınlarda yer alan söyleşiler. Üç bölümden oluşuyor kitap: “Leyla’dan Geçme Faslı”, “Yaşama Ödevi”, “Kalpten Kalbe Bir Yol”. Yazar kitabında kadim bilginin izinde dünü ve bugünü yorumluyor. Aşkla ilgili düşüncelerini, yanılgılarımızı açıyor. Hüzünden bahsediyor, modern zamanlarda unutulmak istenen kadim değerlerin altını çiziyor. Unutulan ne varsa hepsi kelimelerin sırtına binerek yeniden sayfalara doğru dörtnal koşuyor. Sayfalardan zihnimize… Okudukça ne büyük bir geleneğin içinden geldiğimizi ve ne büyük bir mirasyedi olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Bir kez daha Batı karşısındaki komplekslerimizin bizi ne kadar hırpaladığını görüyoruz. Sahici aidiyetlerin yerine inşa edilen kibirli benliklerin, bencilliklerin esiri olmuşuz. Duygudan uzak, insanlıktan nasibini almamış bir çağdayız. Kemal Sayar’ın çokça altını çizdiği gibi iş hayatı olsun, özel hayat olsun içinde merhameti, şefkati barındırmıyor. Kurban olmamak için zalim olmayı seçiyoruz. Ayakta kalmak en büyük amacımız. Bu, başkalarının yıkılmasını gerektirse de… İncinmekten korkuyoruz. En çok neyi konuşuyorsak aslında hayatımızda en az olan o şey. Ölümle sağlıklı bir hesaplaşma yapamamışız. Ölümden korkuyoruz.

Kemal Sayar'a bazı söyleşilerde ise daha çok depresyonlar, travmalar, sosyopati, antisosyallik gibi daha teknik konular üzerine sorular soruluyor. Kemal Sayar, bu sorulara tek bir pencereden bakarak cevaplar vermiyor. Bilimin, kadim doğu ve batı bilgeliğinin ve bizim kültürümüzün içinden bakarak bir şeyler söylüyor. Ülkemiz için oluşacak ciddi tehlikelere dikkat çekiyor. Test ve tostla aptallaştırılan, merhamet duygusunu yitiren, adeta yarış atı gibi sınavlarda koşturulan çocuklarımızın trajedisine ve onları bekleyen tehlikelere dikkat çekiyor. Mutluluğun çok şeye sahip olmada değil, kanaatkârlıkta gizli olduğunu söylüyor. Özellikle bütün toplumun ruh sağlığını bozan televizyon üzerine altı çizilerek okunacak satırlar var.

Kitapta kelimelerin adeta raks ettiği bölümler de var. Bir şairin bir nesri şiir gibi yazacağını da görüyoruz. Bu kısımlarda Kemal Sayar’ın şiir kitapları ile ilgili sorular mevcut.

Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, modern psikiyatri kuramlarına muhalif olan, her dem insanın biricikliğini vurgulayan, sözün iksirine inanan psikiyatr ve şair Kemal Sayar’ın dikkatle okunması gereken söyleşilerinden oluşuyor. Sıcak bir üslup, ötekileştirmeyen bir bakış… Dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti, yarenliği depresyon ilaçlarından daha çok tavsiye eden bir insaniyetlik. İnsana değer verme… Kemal Bey günümüzdeki hoyratlaşmaya, merhametsizleşmeye karşı birbirimizi dinlememiz gerektiğini söylüyor. Merhametin, şefkatin, bizim geleneksel kodlarımızda var olduğunu… Modern gelişim kitaplarını, “Secret”ları okumak yerine Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı tanımamızın kaçınılmazlığını…

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

21 Temmuz 2016 Perşembe

Hiçbir darbe, kalbi yenemez

"Bazen insan sadece kalbi ile görebilir, kalp gözün görmediğini görür."
- Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens

“Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız."
- Cahit Zarifoğlu, Yaşamak

İnsanoğlu ne zaman ki soru sormaya başlar, işte o zaman insanlığını anlama ve kavrama yoluna da çıkmış olur. Bu yolda verilecek cevaplar kalpten gelmedikçe, toprak bilinci devre dışı kalacaktır. İki ayağın basıldığı toprak; estetik, ahenk, ahlâk, ritim gibi insanı insan yapan değerlerin ana kaynağıdır. İnsanın doğduğu yerden süzülen kaynağın farkına varabilmesi için bu üç değerle birleşmesi gerekir, onun yolu da topraktan geçer. Memleket bilinci; insanın varoluş hikâyesinin ve yaşama sanatının daim olmasını sağlar. Hikâye ve sanat biterse derin bir anlam boşluğu ortaya çıkar. Bu da unutma'yı ve dolayısıyla felâketleri beraberinde getirir.

Bir kalbimizin olduğunun farkına varmadığımız müddetçe hem ruhumuz hem de bedenimiz türlü tehlikelerin, suistimallerin ve işgallerin hedefi hâline gelecektir. 15 Temmuz 2016 tarihinde başlayan ve Türk milletinin siperlere koşup "memleketine sahip çıkma" sorumluluğunu hatırlamasıyla birlikte sona eren askerî darbe girişimi; bir kalbe sahip olduğunun farkına varanların galip geldiği unutulmayacak ihanetlerdendir. Melanet melunların, sadakat sadıkların işidir. Sadıkların sıdkı sıyrılmadıkça melunlar da lanete uğramaya devam edeceklerdir. Direniş kalpte başlar ve kalple devam ettirilir. Nihai sonuç Türkiye'nin istiklâlidir. Avcılık rolünü üstlenenler kaplanlarla karşılaştılar ve av oldular. "Kaplanların kendi tarihçileri oluncaya dek, bütün av hikâyeleri avcıları övecektir." der Afrikalılar. Kaplanların yaptığı tarihi yazmak yalnız tarihçilerin değil; şairlerin, ediplerin, sanatçıların da vazifesi. Televizyonda ve gazetede görünen herkesi sanatçı zanneden herkes, 15 Temmuz 2016 tarihinden beri şairlerin ve ediplerin "vatansever birer sanatçı" olduklarını da görmüşlerdir. Tüm bunların arkasındaki güç ise bellidir: Kalp.

Kemal Sayar; keyifli, konforlu, lüks, modern, kolay anların ve zamanların değil zor zamanların hem sesi hem de söyleyeni. Onun yazılarına, kitaplarına en çok ihtiyacımız olan zamanlardayız. Zira memleketin kalbini okuyabilen hocalarımızın sayısı iyice azaldı, gittikçe de azalıyor. 16 Temmuz 2016'da "Sen çok güzelsin Türkiye, eşin benzerin yok senin. Bir gönül yüceliği, büyük bir duasın sen. Sana hep inandım, vatan senin o koca kalbindir." yazdı Twitter hesabında Kemal hoca, ben de tam o tarihte ikinci kez okumaya başlamıştım Kalbin Direnişi'ni. Bu tevafuk, fakiri de masanın başına geçirip kitapla ilgili yazıyı yazdırmaya yetti. Kemal Sayar 19 Haziran 2016'da verdiği Star Gazetesi röportajında "Bizim ülkemizin insanı, Suriye’de, Irak’ta, Libya’da olan biten şeyleri büyük bir kalp temizliği ile doğru okudu. Türkiye’nin bir vatansızlaştırma operasyonu ile karşı karşıya olduğunu düşündüler. Ve vatana saldıran şer odaklarını çok iyi tespit etti, o yüzden bir çözülme emaresi görmüyoruz, o yüzden büyük bir metanet ve dayanışma halinde, aynı yürek hizasında durabiliyor insanımız." demişti. Bu satırların altını çizdikten sonraysa başka bir soruya verdiği cevabı okurken kafamda şimşekler çaktı. Mekan ve hafıza, toprak ve insan; kısacası memleket bilinci için buraya da alıyorum: "Unutkanlık modern toplumda çok yaygın bir durum, şehitlerimizin hatırasını ölümsüz kılacak ve bu son savaşın hatırasını kalplerde ebedileştirecek, onları milletçe unutmadığımızı gösterecek bir anıta ihtiyacımız var. Belki bir eylem, belki bir gün. Hafıza mekanı diyor bir yazar buna. Bir hafıza mekanına ihtiyacımız var."

İnanıyorum ki 15 Temmuz'daki darbe girişimine muazzam direnişiyle karşılık veren milletimiz için unutulmayacak mekan Boğaziçi Köprüsü olacaktır. Nice şehidin verildiği ve ihanetin herkes tarafından görüldüğü köprü; halkın eylemiyle birleşti. Ortaya hafıza mekanı çıktı. Bu çıkışla birlikte eğer biz yeniden "millet olma" üzerine ciddi bir emek verirsek, güzel günler görebileceğiz şüphesiz.

Haziran 2016'da Kapı Yayınları'ndan çıkan Kalbin Direnişi, tam da bu zamanların okunacak kitabı. "Bir kalbi olanlar yenilmez" sloganıyla okuyucuya kalbini hatırlatacak kitap 260 sayfa ve 5 bölümden oluşuyor: Kırlarda Bir Kelebek, "Kendi Önünüzden Çekilin", Kalbin Direnişi, Gezerken Kalbe Düşen, Yitik Anlamın Peşinde. Önsözünde Kemal hoca şöyle diyor: "İyiliğe, güzelliğe ve hakikate duyduğumuz itikat bizi insan kılar. Her şey bozulsa da onaracak bir şey bulabilen, dünyayı bulduğundan güzel bırakmak isteyen, kötülük karşısında yılgınlığa düşmeyen insanlar yazacaktır kalbin direnişini... Bir kalbi olanlar yenilmez."

Kalbin Direnişi neden mi 'şu zamanların' kitabı. Çünkü: "Tarih inandığı değerleri dünya nimetlerine değişmeyen cesur ve kimileyin küskün adamların dokunuşlarıyla yazılır. Kurşuna dizilmeyi, zindana atılmayı göze alan "deli"ler tarihi yapar. Yozlaşmış ilişkilerden inzivaya çekilen bir adam, şen şakrak yaşayan kalabalığa, bir "Haydi uyan!" bildirisi bırakır." (sf. 61)

Ve bir kez daha çünkü: "Unutma Türkiye. Sen unutursan kötülük kazanır. Uyuşma Türkiye. Uyuştuğun zaman vatanın elinden kayar gider. Sen kafanı saçma sapan televizyon programlarından bir kaldır önce ve kimi kaybettiğini hatırla. Kimi, hangi evladını kaybettiğini hatırla Türkiye! Bu vatanı bize köklerini unutmayanlar bıraktı ve onu devam ettirebilecek olanlar da hatırlayanlardır... Bizi ancak bir bellek ahlakı birbirimize kenetleyebilir ve ancak hatırlayarak, örgütlü kötülüğe karşı vatanımızı muhafaza edebiliriz." (sf. 188)

Kitabın başından sonuna kadar ele alınan makalelerin her biri, iki konuya vurgu yapıyor: soru sormak ve kalbi tanımak. Çünkü her soru anlam boşluğunu doldurmak ve hayatiyet kazanmak için hayati öneme haiz. Anlam kazandıkça varoluş kavranılacak ve olmak cesareti sağlanacak. Tüm bunlar memleket bilincimizi; ahengi, estetiği ve ahlâkı yeniden ruhumuzla kavuşturacak. Kemal Sayar hoca bu kavuşma için uzun yıllardır çok ciddi emekler veriyor. Kalbin Direnişi, böyle bir emeğin mahsulü.

Kitabın bitiş paragrafıyla yazımı bitiriyorum: "Her şey yıkılıp gidebilir, ama geride kalan şeylerle eğer ben hâlâ iyi bir hayat kurmaya çalışıyorsam, işte o zaman anlamlı biçimde yaşamaya çalışıyorum demektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Haziran 2016 Cuma

İnsan nezaket ve merhametle serpilir

"Merhamet... İnsanlara merhameti öğretmek, insandaki kötülük iktidarını döve döve pekiştirmek yerine; hohlaya hohlaya yumuşatmak. Merhamet... Hava gibi, su gibi muhtaç olduğumuz iksir. Baş aşağı bir cemiyeti, baş yukarı edecek bir kudret."
- Necip Fazıl, Reis Bey

Adalet, merhamet ve emniyet; insanın vazgeçilmez arayışları arasındadır hiç şüphesiz. Bu üçünden biri bile eksik olsa mekan da zaman da huzursuz olur, yaşam huzursuz bir döngüye hapsolur. Bir şehirde, bir evde yahut iş yerinde bile insan bu üçlüyü görmek, yaşamak ve sık sık tatmak ister. Eksiklik, yeni arayışları, dolayısıyla yer değiştirmeyi, bu da türlü sıkıntıları beraberinde getirir. Esasında adalet de emniyet de kökünü merhamette bulur. Merhametin olmadığı yerde adaletten ve emniyetten söz etmek mümkün olamaz. Merhamet insanın hem görmesi hem de göstermesi gereken, ruhun temel ihtiyaçlarından biridir. Uzun süre bu ihtiyaç giderilmediğinde vicdansızlıkla beraber insanî hasletlerin kaybolmasına sebebiyet verecek türlü duygular meydana çıkar. Merhamet duygusunu erken edinenle geç edinen arasında türlü farklılıklar vardır, bilhassa çocuklara çok erken dönemde aşılanması gereken fakat dengesinin de iyi biçimde korunması gereken bir duygudur. Ayfer Tunç, Büyümenin Türkçe Tarihi'nde bunu şöyle anlatır: "Her çocuk, çocukluğunun bir yerinde merhameti öğrenir. İçine tanımadığı bir eziklik veren bu duygudan hem hoşlanır, hem tekrarından korkar. (...) Ama merhameti öğrenmenin zamanı önemlidir. Geç karşılaşılmış merhamet bilgiden ibaret kalır, içselleştirilemez. (...) Erken öğrenilmiş merhametse hayat boyunca bir kambur gibi taşınacak bir ezikliğe dönüşür, büyük bir duygudur çünkü. Merhameti zamansızca, erken öğrenen çocuk, içinde o duygu ne zaman uyansa teslim olacak, bu teslimiyeti başkaları tarafından sömürülecek, sonunda kendine acır hale gelecek, hayatı boyunca bu böyle sürüp gidecektir. İnce bir denge ister merhametle başa çıkmak. (...) Doğru bir zamanda merhameti öğrenen çocuk, büyüdüğünde kendinin farkında olan 'daha insan' olur."

Şüphesiz merhamet 'daha da insan' yapar insanı. Stefan Zweig, Merhamet adlı kitabında iki çeşit merhametten söz eder. "Zayıf, duygusal olanı, bir yabancının ıstırabı karşısında kalbin duyduğu üzücü sarsıntıdan bir ân önce kurtulmak için gösterdiği sabırsızlıktır. Böyle bir merhamet acıyı paylaşmaz, ruhun yabancı bir acıya karşı kendini savunma içgüdüsüdür sadece. Asıl değerli olanı, duygusallıktan uzak, ama, yaratıcı merhamettir; ne istediğini bilir, sabırla acıyı paylaşarak, gücünün son damlasına kadar, hatta gücünün de ötesinde her şeye katlanmaya kararlıdır." der. Aslında merhamet varsa, katlanmaktan söz etmek pek mümkün değildir çünkü merhamet öteki'yi anlamayı kolaylaştırır. Dünyadaki her şey anlamak, anlatmak ve anlaşmak üçgeniyle değer kazanır. Anlamadan anlatmak, anlatmadan da anlaşmak mümkün değildir. Merhamet bu köprünün kurulmasında temel harçtır. Schopenhauer'a göre ahlak'ın temeli olan merhametin tanımlamasını bana kalırsa en iyi yapan isim Thomas Wolfe'tur: "Merhamet, öteki hislerin hepsinden daha fazla, sonradan elde edilmiş bir histir. Çocukta merhamet yoktur. Merhamet, insanın hafızasının, tecrübelerinin meyvesi, hayat acıları ve talihsizliklerinin ürünüdür."

Bu kitap incelemesinin başlığı 9 Haziran 2016'da Gerçek Hayat dergisinde Kemal Sayar'ın "Merhametin çağrısı" adlı yazısından ç/alındı. Böylesi çok daha uygundu çünkü hem çocukların dünyasında hem de iş dünyasında merhamet eksikliğinin nerelere varacağını Kemal hoca gayet güzel özetledi bu yazısında. Şuraya özel dikkat: "...İşin tuhafı büyük şirketlerin başında normal nüfusa oranla dört kat daha fazla psikopat bulunmaktadır. Kapitalizm hem acımasızlıktan besleniyor, hem de onu besliyor. Aldatma, kibir, büyüklenmecilik, tamahkarlık ve insanların acımasızca suiistimali, kapitalist şirket kültüründe övülen ‘başarı’ nitelikleri arasında gösterilebilir."

"Kalbe dönüş için son çağrı" alt başlığıyla Şubat 2008'de Timaş Yayınları tarafından yayımlanmış ve Ekim 2015'te 10. baskısını yapmış bir kitap Merhamet. Sadece bu istatistikî veri bile ihtiyacımız nasıl da sürekli arttığını gösteriyor. Kemal hoca bu kitabı babası Nuri Sayar'a ithaf etmiş ve bu sebeple dört bölümden oluşan kitabın bölümlerden evvelki kısmını Babam İçin" diyerek ayırmış. Bu bölüm acının taze olduğu zamanlarda yazılmış. Özellikle şu satırlar okuyucunun dimağını çözecek ağırlıkta: "Babalarımızın ölümü biraz da bizim ölümümüzdür. Hayat şu an bana çok boş ve beyhude görünüyor. Şu an her şeyimi babamla geçirilecek fazladan bir zaman için bağışlayabilirdim. Demek ki, maddî olan manevî olanı satın alamıyor. Demek ki, hayatın özünü maddî olanla değiş tokuş edilemeyen değerler oluşturuyor."

Kitabın ilk bölümünde kalbin sebepleri irdeleniyor. Güzellik, hayal, gerçek, bellek, hayret, ümit, iyimserlik, acımak, bağışlamak, sessizlik, merhamet gibi konular; toplumun dertleriyle beraber hem tahlil ediliyor hem de çözüm önerileri sunuluyor: "Giderek hızlanan dünyada dinlemek sanatı kayboluyor. Başkasını işitmek yeteneği köreliyor. Dosta varmak, dost için orada olmak erdemi kayıplara karışıyor. İnsanların ihtiyaçlarını, onların hikâyelerini dinlemeden bilemeyiz. Bir insana kulak kesilmeden, onun da saygın bir varlığı olduğunu, yaşadıklarının sahiciliğini, öyküsünün yürek yakıcılığını keşfedemeyiz."

İkinci bölümde aşklar ve melekler Kemal Sayar tarafından yorumlanıyor. Günümüzde bedene indirgenen, ruhun varlığını hiçe sayan modern aşk ve modern âşıklar, şüphesiz aşkın kadrini kıymetini de yok ediyor. Aşk gibi kudretli ve kutsal olan bir duygu; hızın, teknolojinin, gürültünün karşısında eriyor. "Aşk yaralar. Ama asıl olan, büyük şair gibi, 'aşk derdiyle hoşem / el çek ilacımdan tabip' diyebilmektir. Bu yaranın merhemi tabiplerde değildir. Ancak aşk, aşkı iyileştirebilir" diyor aynı zamanda bir doktor olan Kemal Sayar.

Bir hıçkırık, denmiş üçüncü bölümün adına. Hikâyesi büyük. Gönül, gam, modern kibir, mağlubiyet, hastalar ve doktorlar, tıbbın namusu, mucize, masumiyet, ev, deniz gibi tabiri caizse sırlı mevzular bu sayfaları dolduruyor. Özellikle modern tıbbın hastayı müşteri gibi görmesi, doktorların birer patrona dönüşmesi neticesinde çarenin yanlış yerlerde aranır hâle gelmesi, şüphesiz şifadan uzak bir toplum olma yolunda bizi 'çaresiz' bırakıyor: "Her sıkıntıya tıbbın bir çare bulması isteniyor. Sağlık için duyulan kuvvetli iştiyak, ilaç endüstrisini bütün endüstriler içinde en kârlılarından birisi kılıyor. Oysa her başarının ardında bir de hüzünlü hikâye var. Bu hikâyelerin ortak teması ise şu: bir ticaret olarak tıp. Temel strateji hastalara bakım sağlamak değil, müşterilere mal satmak."

Artık ne masumiyetimiz kaldı ne ahlakî ölçülerimiz. Şüphesiz bu ilişkilerimizi ve uğraşılarımızı da değiştirdi. Fesat ve ölçüsüzlük bu çağın "gerekliliği" oluverdi. "Türkiye'de hayat masumiyetini yitiriyor. Masumiyetin boşalttığı yeri, fesat dolduruyor. İnsana inançsızlık, hayata inançsızlık. İtimadın kalmadığı bir çağda herkes bir diğerinden fesat bekliyor" diyor Kemal hoca ve şunları ekliyor: "Şarkılarımız da değişti elbette, masumiyetin yerini ölçüsüzlük ve itiş kakış almakta gecikmedi. Sevgilisine naz yapan, ona siz diye hitap eden, saygı ve hürmetini karşılıklı olarak sürdüren masum âşıkların öyküsü yok artık şarkılarımızda, 'Pantolonunu çok sevdim / çıkar onu bebeğim' veya 'Allah belanı versin' diyen egomanyaklar var. McDünya gençliği öyle naz, kur, sevdiği için beklemek nedir bilmiyor; aksiyon direkt, çıkar onu bebeğim! Diplerde bir yerde masum bir Türkiye'nin hâlâ soluk alıp verdiğini hissetmek için, lütfen kalbinizin ve radyonuzun alıcılarıyla oynayınız."

Goethe'nin ölürken söylediği rivayet edilen "Biraz daha ışık", son bölümün başlığı. Bu bölümde hırs, koloniyalizm, saldırganlık, kibir, büyüklenme, korku ve itaat gibi konular yer alıyor. Kemal hoca "Bazen insanın kuvveti hayır diyebilmesindedir" diyerek korkunun her çağda despotların ekmek teknesi olduğunu belirtiyor. Buna rağmen sürüden ayrılmaktansa ahlâkın genel kaidelerini görmezden gelmeyi tercih eden insanların Karamazov Kardeşler'in Büyük Engisizyoncusunu hatırlattığı söyler. Dostoyevski şöyle yazmıştı büyük romanında: "İnsanlar yalnızca tartışılmaz  olana tapınmak isterler. Bu öylesine tartışılmaz bir şey olmalıdır ki, tüm insanlar bir anda hep birlikte tapınmaya karar vermelidir. Çünkü bu sefil yaratıkların temel kaygısı, benim ya da diğer birinin tapınabileceği bir şey değil, herkesin inanacağı ve tapınacağı bir şey bulmaktır. Burada, mutlak anlamda zorunlu olan şey şudur: Tapınma hep birlikte yapılmalıdır."

Bir hayalimizin, düşümüzün, kendimize ve karşımızdakine saygımızın, anlayışımız olabilmesi için merhamete ihtiyacımız var. Bu kitap merhametle yeniden tanışmamızı teklif ediyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Haziran 2016 Pazartesi

Kendine kavuşmak için yavaşla

"Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları neredeler..."
- Milan Kundera, Yavaşlık

"Modern insan, edilgen olarak anonim hayat sürecinin insafına bırakılmıştır. Hatta düşünmek bile bir beyin fonksiyonu olan hesaplamaya indirgenir."
- Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu

Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasındaki bağdan söz ediyordu Milan Kundera. Tasviri şöyleydi: Bir adam yolda yürüyor. Birden bir şey hatırlamak istiyor ve yavaşlıyor. Başka bir adam az önce yaşadığı bir kötü anıyı hemen unutmak istiyor ve adımlarını hızlandırıyor. İşte varoluşun matematiğinde yer alan yavaş ve hızlı olma hâlini Kundera şöyle yorumluyor: "Hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Bu denklemden değişik sonuçlar çıkartabiliriz, örneğin şu: Çağımız hız iblisine teslim ediyor kendini ve bu nedenle kendisini kolayca unutuyor. Oysa bu savı tersine çevirip şöyle söylemeyi yeğliyorum: Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir."

Byung-Chul Han'ın Yorgunluk Toplumu kitabında ise insanların vakit öldürdüğü yahut vaktin kıymetini bilerek yaşadığı dönemlerin çoktan geride kaldığını, zamanın ölü bir bebek gibi doğduğunu ve ölü doğmasına hemen harekete geçmesinin beklendiğini görürüz. Aslında sadece görmüyor, biz zaten bu zamanın çocuklarıyız. Michel Foucault hastanelerden, tımarhanelerden, hapishanelerden, kışlalardan ve fabrikalardan bahsederdi; yani disiplin toplumundan. Şimdi en yakın arkadaşlarımızdan uzak akrabalarımıza kadar her sohbetin içinde spor salonları, gökdelenler, alışveriş merkezleri, bankalar yer alıyor. Bunu yakalamış olan Byung-Chul Han, 21. yüzyılın toplumunun artık disiplin değil performans toplumu olduğunu, sakinlerinin de 'itaatkâr özneler' değil 'performansçılar' olduğunu söylüyor ve şunları işaret ediyor: "Disiplin toplumunun negatifliği deliler ve caniler doğurmuştur. Performans toplumuysa depresif ve mağluplar yaratır."

Hangisi daha kötü; doğal bir refleks biçimi olarak delirmek mi yoksa ne kadar süreceği belirsiz olan ömrü bunalımla geçirmek mi? Üstelik bu bunalım, bizden tamamen bağımsız, bizi hiçe sayan düzenin kurduğu bir kapansa? Kemal Sayar bu kapanı tarif ederken bazı kurtuluş reçetelerini de okuyucuya sunuyor Yavaşla'da. Dört bölümden oluşuyor kitap: Yavaş Güzeldir, Modern Mutsuzluk, Modern Zamanlarda Aile, Benliği ve Toplumun Krizi.

Dünyanın en güzel duygularını düşünelim, hepsinde zamana ihtiyacımız olduğunu görürüz. Sevmek, kavuşmak, öğrenmek, evlat sahibi olmak... İnsanın insanlığının farkına varması için de 'olgunluk' denen ol'ma yolunda epey zaman geçirmesi gerekir. Birçok acı için kullanılan o cümlede de yine zaman vardır; her şeyin ilacıdır. Günümüzde zaman değil an ön planda. Her şeyi hemen olsun istemek, karşındakini dinlememek, hızlı yemek, acil toplanmak... Her zaman devrede olan kaderin varlığından bihaber yaşıyor insan. "Kaderini sev ki o senin hayatındır" diyen Nietzsche'yi Kemal Sayar şöyle doğruluyor: "Saatlerini doğanın ve iç dünyalarının çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler, hayatı uzun bir şimdi veya yekpare, geniş bir an olarak yaşayabilenler, 'içime çektiğim hava değil gökyüzüdür' diyebilenler eve mutlu dönüyor."

Kaderini seven insan kuşkusuz kendisini, hayatını, ailesini, eşini, dostunu, varsa çocuğunu, ülkesini, devletini, milletini de daha çok sevecektir, sahiplenecektir, sahip çıkacaktır. Hayatın akışına kafayı takmaktansa, zamanın hayrını keşfetmek için dalmalıyız daha derinlere. Eskiler "vakt-i şerifler hayrola" derdi. Zamanı hayırsız geçirmemeli. Ne plan yapmakla ne de hızlı olmakla hayatın derinlikleri ve güzellikleri keşfedilemez. Bunu keşfetmiş olacak ki "Hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeydir" demiş John Lennon. Kemal Sayar ise şöyle diyor: "Güzellik ancak onu durup temaşa edecek zamanınız varsa size bir şeyler söyler. Günümüzde görmenin yerini bakmak hatta bakmanın yerini göz atmak alıyor."

Kemal Sayar doktorluk görevi vesilesiyle anılarını da paylaşıyor kitabında: Çok iyi maaşlarla gece gündüz çalışan bir arkadaşı, çalıştığı şirkete daha fazla tüketici kazandırmak için kafasını işten kaldırmıyor, gerekirse uyumuyor. İnsanî değerleri, vicdanını ve ahlakını, bir ruha sahip olduğunu unutmadan çalışıyor, çabalıyor. Fakat gün geliyor, ruhundaki bozulmanın farkına varıyor ve derhâl istifa ediyor. "İlişkilerin, aşkların, dostlukların ve hatta sohbetin bile kısa ömürlü ve sanal olduğu dünyada, insanların kendilerini gerçek olarak hissetmeleri zorlaşıyor. Ne dünya ne de kendileri gerçek. Her şey, 'bir dürbünün tersinden bakıyor gibi' bulanık." diyor Kemal Sayar hoca.

Televizyonun uyuşturucu etkisinden evliliklere, bakıcıya teslim edilen çocuklardan anneliğe, teknolojik aşklardan kariyer planlamalarına, arabadan yürümeye, yemekten uyumaya kadar hayatımıza yavaşlığı katabileceğimiz önerileriyle yazarlık görevini doktorluğuyla güçlendirip okuyucusuna şifalar sunuyor yazar. "Anne tedirgin. Çocuğunu bir kurstan ötekine, bale dersinden binicilik dersine koşuşturuyor. Yetmiyor, özel öğretmenlerden evde ders aldırıyor. Bunu yapmak zorunda hissediyor kendisini, çünkü kendisiyle benzeri konumlarda olan hemcinsleri böyle yapıyor." diyor Sayar ve şu teklifi veriyor: "Modern dünyanın değersizleştirdiği anneliği yeniden yüceltmeli, anneliği övmeliyiz. Çalışma hayatı annelerin ihtiyaçlarına göre çok esnek biçimlerde düzenlenmeli, toplumsal hayat annelerin çocuklarına yeterli ilgi ve bakımı verebileceği şekilde ayarlanmalıdır."

Çocukları hız dünyasının tam içine sokanların, anneleri ve babaları olması geldiğimiz dünyayı özetlemiyor mu? Uyuması için eline bir tablet, vakit geçirmesi için önüne bir televizyon, oynaması için gözünün önüne bir cep telefonu. Tüm bunlar çocukların daha sonra obezliğinden zeka geriliğine kadar her şeyine sebep oluyor. Yazar şu güzel uyarıları yapıyor: "Çocuklarımıza yapabileceğimiz iyiliklerden birisi, onları televizyon veya bilgisayarın değil gerçek hayatın sesiyle buluşturmaktır. Onlarla hayatı gezebilir, insanları ve sokakları tanıyabilirsiniz. Biraz tuhaf görünmek pahasına da olsa şunu öneriyorum: Onlarla akıl hastanelerini, huzurevlerini, yetiştirme yurtlarını, mülksüzlerin yaşadığı sokakları, camileri, havraları ve kiliseleri gezin. Birlikte çarşıları, pazarları, aktarları dolaşın. Gerçek hayatın nasıl bir şey olduğunu ve ıstırabın gerçek bir insana değdiğinde ne yapabileceğini onlara gösterin. Gerçek hayatın nerelerde soluk alıp verdiğini, insanların nelere gülüp nelere üzüldüğünü, gerçek hayatın seslerinin neye benzediğini onlara öğretin."

Hız; her yaşı her cinsiyeti her milleti etkiliyor; dünyayı yaşanılmaz bir yer hâline getiriyor. Hiç durmadan yavaşlamanın formülünü bulmak gerekiyor. Yenilenerek, tazelenerek ama dinlenerek.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf