Kalbin Akletmesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kalbin Akletmesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2020 Salı

Devşirme tanımlarla tefekkür olmaz

Müslümanlar, hayatın pek çok alanında olduğu gibi İslamiyet’in mahiyetine dair kavramları da Batı’dan devşirme tanımlarla somutlaştırmaya kalktıklarından beri İslam’la aralarındaki bağ kopmaya başladı. İslam’da düşünce vardır ve mühim bir yer teşkil eder ancak İslam’ın düşünmekten kastının ne olduğunu anlamak için bilginin ne olduğuna dair İslam’ın kabulünü doğru okumak gerekir. Batılı düşünce sistemi, varlığı var edenden bağımsız ele alırken İslam düşüncesinde varlık var edenin bir şubesidir. Bilgiyi, içinde bulunduğumuz şartların ortaya çıkardığı problemleri çözme faaliyeti olarak kabul edersek İslamî bilgi bu problemlere Müslümanca çözüm getiren bilgidir. İslamî düşünce, Müslümanın dünyayı değerlendirme faaliyetinin ürünüdür, dünyaya Müslümanca bir bakıştır. Bu noktada en önemli fark, yaratıcı ve yaratılmış olan arasındaki ilişkide gizli. 

İslam’da hakikat verilidir. Biz hakikati aramıyoruz. Bizde hakikat verilmiştir. Ancak hakikatin önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Biz bütün bu genel hakikatten pay alan varlıkların bizzat kendilerine ait hakikatle ilgili bilgi elde etmek istiyoruz.” diyor Abdurrahman ArslanKalbin Akletmesi kitabında. Bu hakikatin mahiyeti büyük oranda Kuran ve hadislerle belirlenmiştir. Müslümanların, hayatın her alanına yönelik düşünme faaliyetini bu merkezden yürütmesi önemlidir. Yoksa felsefe gözlüğüyle İslam tefekkürünü idrak etmek mümkün değildir. Abdurrahman Arslan; “… artık bilgiyle yaşadığımız hayat biçimi arasında ciddi bir kopukluk var. Hayat biçimimizi başka bir bilgi türü düzenliyor. Bizim imanımızın ürettiği bilgi türüyse buna bakarak kendini düzenlemeye çalışıyor. Dolayısıyla bu bulanık durum Müslüman’ın zihnine de yansıyor. Daha açık konuşmak gerekirse, yakın döneme kadar Müslümanlar Kur’an’dan, sünnetten kalkarak hayata soru soruyorlardı. Günümüzün Müslümanları hayattan kalkarak Kur’an’a ve sünnete soru soruyorlar. Bu ise onların zihni dönüşümlerinin, ideallerinin tersi bir istikamete yönelmesini beraberinde getiriyor.” diyerek günümüz Müslümanlarının düşünce mantığındaki hatayı ve bu hatanın muhtemel sonucunu ortaya koyuyor. Hayattan bakarak Kur’an’a soru sormak, hayatı “esas” doğru kabul etmektir. Müslüman için hakikat olan Kur’an’dır; dolayısıyla Kur’an’ın sorgulanan değil, soran olması gerekir.

Dinî ilimler ve pozitif bilimler ayırımı hayatımıza ne zaman girmeye başladı tam olarak bilemiyorum ama İslam’da dinî ya da din dışı diye ayrılabilecek bir bilgi mantığı yoktur. Dolayısıyla İslam’a göre bütün bilgiler yani bütün bilimler dinîdir. İslamî düşünceyi açıklarken “hayatın problemlerine dair Müslümanca bir değerlendirmede bulunmak” dedik. İslam dini hayatın içinde olup da dinin sınırlarına girmeyen bir alan kabul etmez. Bu nedenle bütün bilgi türlerini dinî bilgi olarak kabul eder. Bu noktada Batılı entelektüel ile İslam âlimi arasında önemli bir fark çıkıyor ortaya. Batılı entelektüele göre bilgi ahlaktan bağımsız, tek başına var olabilir; İslam âlimine göre ise bilgi muhakkak dinî yani ahlakî bir tutumu da beraberinde getirmelidir. Entelektüel, bilgisi nispetinde ahlaklı olmak zorunda değildir ama âlim, ilmiyle amel etmeye mecburdur çünkü bildiklerinden mesuldür. İlmiyle amel etmeyen âlime itibar edilmez. Nihayetinde ilmin taşıyıcısı ve aktarıcısı olmak itibariyle peygamberin varisidir. İslam’da her şeyde olduğu gibi ilimde de esas kıstas Hz. Muhammed'dir (sav).

Abdurrahman Arslan, Müslümanların Grek tipi bir felsefeye zaten ihtiyaçları olmadığını ısrarla söylüyor. Batı felsefesinin temelinde varlığa dair hakikati bulma çabasının yattığını, İslam’da ise hakikatin zaten verilmiş olduğunu belirtiyor. Bizim yaptığımız ise bu verilmiş hakikati yorumlamaktır. Bu verilmiş hakikatin en kâmil yorumu ise sünnettir. Müslümanların hikmetli bir bakışa erişebilmeleri sünnetin ihyasıyla mümkündür.

Tasavvuf, İslam düşüncesi içinde önemli bir yer teşkil eder. Tasavvufla ilgili en büyük yanılgı, tasavvufun aklı reddettiğine yönelik ön kabuldür. Tasavvuf aklı reddetmediği gibi çıkış noktası akıldır. Ancak burada ne tür bir akıldan söz edildiği önemlidir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) ve Hulefa-i Raşidin dönemlerinde sosyal ve siyasi hayattaki tevazu zamanla yerini dünyevi bir saltanata bırakmıştır. Bu dünyevilik ve şatafat bazı samimi müminleri rahatsız etmiş ve bunlar da peygamberî bir hayat tarzını benimseyerek İslam’ın özünü gündelik hayatın içine yeniden yerleştirmek istemişlerdir. Çıkış noktaları sünnet ve Kur’an’dır. “suf” adı verilen yünden bir elbise giydikleri için bunlara “sufi” ve bu yola da tasavvuf adı verilmiştir. Tasavvufun esası, insanın nefsinin terbiyesi yoluyla ahlaken kemale ermesidir. İnsan-ı kamil olarak tanımlanan ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olmayı hak eden insan erişilmesi çok zor bir mertebe gibi görünse de Müslümanların önünde güçlü bir örnek olarak esas insan-ı kamil Hz. Muhammed (sav) duruyor. Bu nedenle tasavvufun esas çıkış noktası Hz. Muhammed'in (sav) sünnetine uygun bir gündelik yaşamdır. Abdurrahman Arslan; “Tasavvuf, Müslümanların entelektüel muhayyilesinin zirvesidir. Ama aynı zamanda Allah’ın ahlakıyla ahlaklı olmaktır. Bunun için de her daim Peygamber Efendimize dönmektir. Onda tecessüm eden ahlakı, örnekliği yani sünneti hareket noktası kılmaktır.” sözleriyle İslamî düşüncenin hakikati yorumlayışının zirvesi olarak yine sünneti işaret ediyor.

Abdurrahman Arslan, tasavvufun her ne kadar içine kapalı bir sistem olarak algılansa da aksiyon odaklı bir yapı olduğunu vurguluyor. Tarihî süreç içinde Balkanlar’da Sarı Saltuk, Afrika’da Abdülkādir el-Cezâirî, Libya’da Ahmed Şerîf es-Senûsî, Kafkaslar’da Şeyh Şâmil gibi isimler birer mutasavvıf olmakla birlikte İslamî direnişin simge isimleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Tasavvufun dünyadan el çekmek olarak algılanmak istenmesi de Batılı zihniyetin bir dayatması olarak karşımıza çıkıyor. Abdurrahman Arslan; “Hatırlarsanız 11 Eylül sonrasında yayımlanan RAND Corparation raporunda Amerika’nın söylemiş olduğu önemli bir şey var. Diyor ki, tasavvufu yaygınlaştırın, çünkü sufizm yaygınlaşırsa bu toplumları edilgen hale getirmemiz, üzerlerinde egemenlik kurmamız kolaylaşır.” diyerek Batılı düşünce mantığında tasavvufun edilgen bir dünya hayatına denk düştüğünü ifade ediyor. Yine Abdurrahman Arslan Mevlevilikle ilgili de özellikle bu konunun üzerinde duruyor ve Mevlevilik üzerinden yeni bir İslam tanımı yaptırılmaya çalışıldığı konusunda da uyarılarda bulunuyor. Mevlana ve Mevleviliği salt hümanizm ve engin bir hoşgörü ekseninde okumayı kabul eden ve gösteri dünyasının bütün ihtiyaçlarını karşılayan buna karşın İslamî aksiyonu içinde barındırmayan bir şov olarak sunuluyor semah ve Mevlevilik. Bunun da İslam’ı bölmek için bilinçli yapıldığının altını çiziyor hocamız.

Abdurrahman Arslan’ın Gazzâlî'ye yönelik çıkarımları da çok önemli. Pek çok İslam âlimi tarafından aklı önemsizleştirmekle suçlanan Gazzâlî, esas itibariyle hakikatin idrak edilebilmesi noktasında aklın tek ve mutlak kıstas kabul edilmesine itiraz ediyor çünkü akıl bağımsız değildir. Gazzâlî’ye göre akıl iki şeye bağlıdır: ruha ve nefse. Dolayısıyla hakikati idrak etmek için aklı esas ölçü kabul etmek İslamî bir tefekkür şekli değildir. Zira Gazzâlî esas olarak akla değil Grek aklına yani Batılı akla karşı çıkıyor. İslam akletmeyi ne denli önemsediğini pek çok ayette vurgulamış olmakla birlikte aklı kalple birlikte ele alır ve onların kalpleri vardır, onunla aklederler düsturu üzerinden hakikatin idrakine yönelik akletmeyi kalp merkezli bir süreçle açıklar.

Abdurrahman Arslan önemli bir eleştiriyi de Batı merkezli okuma alışkanlığına getiriyor. Bugün bütün İslamî hakikati Batılı bir terminolojiye göre doğrulamaya çalışıyoruz. Bu durum, elbette günümüzde egemen uygarlığın Batı uygarlığı olmasıyla ilgili bir durum ama Batı uygarlığını bugünkü haline getiren, akış halindeki gelişmedir. Uygarlıklar karşılıklı etkileşim yoluyla birbirlerinden beslenirler ve belli dönemlerde hâkim olan uygarlığa göre de konum alırlar. Bugün bütün uygarlıklar Batı uygarlığı karşısında konum almalarına rağmen diğer bütün uygarlıkları Batı uygarlığının gerçeklerine göre anlamlandırmaya çalışmak büyük bir yanılgıdır. Burada İslamcılık meselesini yeniden düşünmek önem kazanıyor. İslamcılık, kendini Batı uygarlığının normlarına göre yeniden tanımlamaya çalışmakla benzer bir hataya düşüyor. İslam dininin hakikatleri üzerinden yeni bir dünya tasavvur etmek yerine mevcut dünya düzeni içinde İslam’a yer açmaya çalışmak İslamî düşünceyle de uyuşmaz. Bununla beraber gelenekçi bir İslamcılık da günümüz Müslümanları için bir çıkış yolu sunamaz. Abdurrahman Arslan, İslamcılığın kendini revize etmesinin gerekliliğini de vurguluyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

13 Ağustos 2017 Pazar

Kalbin akletmesinde tasavvufun yeri

Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Dünyaya Müslümanca Bakmak, Modern Dünyada Müslümanlar, Nehri Geçerken, Sabra Davet Eden Hakikat ve Yeni Bir Anlam Arayışı. Bir yazarın yalnız kitap isimleri bile onun hassasiyetlerini, dertlerini ve tekliflerini bizlere beyan edebilir. Abdurrahman Arslan, düşünce dünyamızda tavır ve titizlik dendiğinde bendeniz için hep nev-i şahsına münhasır bir isimdir. Beyan Yayınları'nca neşredilen son kitabı da yine bir düşünce silsilesinin ürünüdür: Kalbin Akletmesi.

Düşüncenin, özellikle de İslâm düşüncesinin kritik noktalarına temas ede ede, soru-cevap şeklinde ilerliyor kitap. Düşüncenin üç tipini tanımlayarak başlıyor: Tezekkür, tefekkür, teamül. Bu üç tip aynı zamanda "bizim" düşünce faaliyetimizin temel kavramları. Aklın bir faaliyeti olan düşüncenin nihayetinde bilgiye ulaşılıyor. Yani bilgi, düşünce faaliyetinin bir mahsulü. Her bir düşünce faaliyetinden ayrı bir bilgi çıkıyor. Bu durumda bilginin biricikliği de söz konusu. Dolayısıyla tarafsız bilgi diye bir şey de olmuyor. Abdurrahman hocaya göre her bilgi çeşidinin üç önemli niteliği var: Birincisi, bilginin kendisine referans aldığı kaynak. İkincisi, bilginin üretilme sürecinde kullanılan usul. Üçüncüsüyse bilginin amacı. Tarafsız olması mümkün olmayan bilgi, aynı zamanda masum da değildir. "Her bilgi faaliyeti ister vahye inansın, ister başka bir şeye inansın, kime/neye inanırsa inansın mutlaka iman dediğimiz bir ön kabulden hareket ederek cereyan eder" diyor Arslan. Muhakkak bir amacı ve hedefi vardır bilginin, olmalıdır. O hedefe ulaşana kadar da süreci devam eder. Düşünceden bilgiye doğru uzanan yol, zihnin en asil eylemi hiç şüphesiz. Ancak ne yazık ki "Hayatı kuran bilgi artık o hakikat kaynağından büyük oranda kopmuştur. Kopmasa bile kirlenmiştir."

Bu kopuk-kirli bilgi havuzu ve sürekli maruz kalınan bilgi akışı içinde âlimle entelektüel arasındaki farkın önemi de ortaya çıkmış oluyor. "Âlimi entelektüelden ayıran hususlardan birisi de sadece bilgi biçimi değil, aynı zamanda onun bilgiyle hayatı arasında kurmuş olduğu o kopmaz bağdır." diyen Arslan'ın bu bağa dair 'şifre çözücü filtresi' şöyle: "Entelektüel söylediğiyle uygun yaşamak gibi bir zorunluluk ve sorumluluk taşımaz. Öyle bir sorumluluğu yoktur, sadece söyler. Kendi aklına güvenerek ürettiği bilgilerden birtakım çıkarımlar elde edilir. Bu nedenle biz entelektüelin bilgisiyle onun ameli arasında bir tutarlılık aramayız. Niye? Çünkü sebeplerden birisi de şudur: Entelektüellerin temsil ettiği bilgi biçimi zaten bilgiyle ahlakı peşinen ayırmıştır. Onun temsil ettiği bilgisinin ahlaklı olmak gibi bir kaygısı yoktur. Oysa öbür tarafta âlimin temsil ettiği bilginin ahlâklı olmak gibi bir derdi, tasası ve mesuliyeti vardır. Onun maksadı toplumun birinci dereceden ilerlemesi, kalkınması, zenginleşmesinden önce insanın kemale erdirilmesidir, iyi bir kul haline getirilmesidir. Bundan dolayı ahlaklı olmak zorundadır, çünkü adaleti savunmaktadır. Adaletse Allah'tan bağımsız düşünülecek bir şey değildir. Adaletin, nihayetinde kendisini amele döktüğü kalıp ahlakta gösterir kendini." [sf. 46]

Âlimin tarihsel bir kategori olmadığını ve bu sebeple de hocaların talebelerine daima "sultanın sarayında ve zenginlerin sofrasından uzak dur" öğüdü verdiklerini hatırlatıyor. İslâm düşüncesi, tasavvuf, modern dönemde tasavvuf, Gazzâlî, Mevlana, İslâm düşüncesinin batı düşüncesine etkisi, çağdaş İslâm düşüncesi ve Fazlur Rahman başlıklarından oluşan metinler boyunca Abdurrahman hoca kendi düşünce perspektifinden -ki bu perspektifin sınırlarını doğrudan İslâm düşüncesi çizer- sorulan soruları cevaplandırıyor. Onun bu 'gezgin' düşünce yapısında hikmetin dönüşümü, zihin kirliliğinden arınma, Helenistik düşüncenin kabulü, 'bizim' felsefi çabamız, sünnetin ihyası gibi birçok konu, okuyucuyu okurken yormadan ama düşünürken oldukça yoran bir biçim buluyor. Bu biçim hiç şüphesiz okuyucuyu yeni okumalar yapmaya zorlayan haysiyetli bir biçim. Aksinin hiçbir fayda teşkil etmeyeceği su götürmez bir gerçek.

Abdurrahman Arslan'ın tasavvufa bakışı, "günümüzdeki en mühim ihtiyaç" vurgusuyla değerlendirildiğinde daha da önemli bir yere oturuyor. Hoca, İslâm'ın kurumsallaşmaya başladığı dönemde ortaya çıkan tasavvuf yollarının şimdilerde 'geçmişe özlem' olarak yorumlanmaması gerektiğini belirtiyor. Hz. Peygamber dönemindeki iman-amel tutarlılığıyla günümüz mümini arasında derin bir boşluk olması, zühtün ve takvanın önemini yeniden ortaya çıkarıyor. İnsanın iç dünyasının düzenlenmesi gereksinimi yanında tasavvufun entelektüel dünyası da elbette insanları çekiyor. Hatta batıdaki tasavvufa merakı bu yönde de değerlendirebilmek lâzım. Diğer yandan hoca, Gazzâlî'nin entelektüel otobiyografisinin girişinde, hakikati arayan gruplarla olan temasını da hatırlatıyor: "Dalaletten kurtarıcı bir yol olarak tasavvufu önerir Gazzâlî. Onun tasavvufu, tasavvufun yöntemini, kurtarıcılığını ve sufileri açık biçimde ele almış olması kaydedilmesi gereken bir hususiyettir. Çünkü Gazzâlî'ye göre tasavvuf gerek kelamcılar, gerekse felasife tarafından müstakil bir disiplin olarak görülmemiştir. Sözgelimi, Farabi'de yoktur bu manada tasavvuf atfı. Fakat Gazzâlî tasavvufa atıf yapmakla kalmayıp, onu kurtarıcı bir disiplin olarak zikretmiştir." [sf. 77-78]

Tasavvufu Müslümanların entelektüel muhayyilesinde bir zirve olarak gören Arslan sözlerini şöyle sürdürüyor: "Ama aynı zamanda Allah'ın ahlâkı ile ahlâklı olmaktır. Bunun için de her daim Peygamber Efendimize dönmektir. Onda tecessüm eden ahlâkı, örnekliği yani sünneti hareket noktası kılmaktır... Şayet fıkıh insanın davranışlarının dışsal düzenlemesinin bir imkânıysa -ki öyledir- tasavvuf da o davranışların kalple olan ilişkilerinin bir bakıma düzenlenmesidir. İçsel bir düzenlemedir. Bunlar birbirlerini tamamlayan şeylerdir." [sf. 94-96]

Tasavvufun cemaat olmaklığımız noktasındaki önemine de değinen Arslan'ın kitaplarını okuyanlar bilirler ki hoca, Müslümanlığın en büyük gücünü, her manadaki en büyük gücünü bu cemaat olmaklıkta bulur. Öte yandan bu durumun siyasi ya da sosyal kavramlara indirgenmesini ve örnek olarak kullanılmasını da şiddetle reddeder. Mesela komün yaşamla cemaat yaşamı ya da cemaatle namaz kılmakla sosyalizmdeki sınıfsallaşma gibi.

"Akla dayanan bir toplumun yine akıl tarafından çıkartılan yeni akıl hastalıklarıyla karşı karşıyayız" diyor Abdurrahman Arslan. Tasavvuf burada akıl ve gönül ayrımı yapmadan, Müslüman'ı düşünce dünyasındaki merkez nokta olarak kalbi görmesiyle bizi asla, asıl olana, aslımıza davet ettiğini vurguluyor. Kalbin Akletmesi, bu anlamda da çok önemli bir kitap.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf