Jacques Derrida etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jacques Derrida etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2019 Pazartesi

Birlikte yaşama arzusu

Toplum olarak geçen her gün biraz daha ayrıştığımız ve nefret dili içeren söylemlerimizin kutuplaşmayı daha da arttırdığı dillendiriliyor. Hemen arkasından değerlerimizden hangi ara bu kadar uzaklaştığımız soruluyor? Romantizmi ve nostalji perestliği bir kenara bırakırsak yakın tarihimiz hiç de öyle demiyor. Kırk yıl önce aynı sokakta oturanların birbirini boğazladığı toplum başkasıymış ya da altmış beş yıl önce mülkleri gasp edilen gayrimüslimler yabancı bir memleketteymiş gibi davranmayı bırakalım. Örnekler çoğaltılabilir fakat ideolojik eğilimler konuyu sündürmesin diye bunlarla yetineyim. Zaten teki bile meramımı anlatmaya yeter de artar. Mevzuya dönersek, eskiden daha ılımlı, daha hoşgörülü, daha sağduyulu hatta daha nezaketli imişiz! Evet, hepimiz yalıda neşvünema etmiş İstanbul beyefendisiydik, sonra olanlar oldu. Kahrolsun bi’şeyler! Farklı sınıf ve katmanlar arasındaki toplumsal etkileşimin sıfıra yakın olduğu, konjonktürden sıfır oranında haberdar olan, modernizmden sıfır derecesinde etkilenen bir sosyolojik ortamda kültürel, etnik, dini, ideolojik çatışma mı bekleniyor? Kaldı ki, Anadolu’daki sosyal yapıya azıcık aşina olanlar köyünden şehrine nasıl bir ‘feodal’ düzen olduğunu bilir. Hâl böyleyken her yeni jenerasyonun yozlaştığı ve toplumun kadim değerlerini kaybettiği söylemi sığ bir analiz olmaktan öteye gidemiyor. Bu arada eski kuşağın yeni nesli yozlaşmayla tenkidi de yeni bir şey değil. Yaşlıların gençleri suçlaması Antik Yunan’dan Çin’e kadim bir gelenek. İnsanlığın giderek yozlaştığı, evveliyatında daha insancıl olduğu vesvesesi de bu kadim geleneğin bir süreği. Zira her dönem felaket tellalları çıkmıştır. İddia edildiği gibi olmuş olsaydı bunca yazılan kıyamet senaryosu fantezisi hayal olurdu.

Yukarıda söylenenler tüm farklılıklarına rağmen bir arada yaşayabilmeyi düşünebilen insanların varlığına binaen yazıldı. Bu konuyu ele alan kitaplar da bulunuyor elbette. Örneğin Timaş Yayınları’nın neşrettiği İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma birlikte yaşama kültürünün imkanını irdeliyor. Sümeyye Kavuncu’nun çevirisini yaptığı yüz yirmi dört sayfalık kitap, iki Cezayir doğumlu entelektüelin İslam ve Batı üzerine yapılan bir kolokyumdaki (bilimsel tartışma) konuşmalarının kitaplaştırılmasıyla oluşturulmuş. O entelektüellerden biri kitabı da yayına hazırlayan Mustafa Şerif (1950). Şerif, akademisyenliğinin yanında devletin (Cezayir) çeşitli kademelerinde görev almış bürokrat siyasetçidir. Diğeri ise yirminci yüzyılın en fazla tartışılan düşünürlerinden Jacques Derrida (1930-2004). Kimilerince heyecan verici bir keşif olarak değerlendirilen dekonstrüksiyonun mucidi Derrida, kimilerince felsefe yerine anlaşılmayan gevezelik yapmakla itham edilmiş biridir. Her ne yapmışsa felsefe tarihine ismini onu eleştirenlerin önüne yazdırdığı muhakkak.

Derrida, Cezayir’de içine doğduğu ortam nedeniyle ötekilik olgusunu derinden yaşamış ve içselleştirmiş bir karakterdir. Zira köken olarak Sefarad Yahudisi, Katolik Hıristiyan Fransa devletinin vatandaşı ve bir anlamda Müslümanların yaşadığı coğrafyada sömürgeci konumundadır. Her ne kadar Yahudi asıllı olsa da dinsel eğilimleri yoktur ve fakat II. Dünya Savaşı sürecinde ırkçı ideolojilerin Yahudi karşıtlığından hissesini alarak okuldan uzaklaştırılmış, toplumdan dışlanmış hatta vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Öteki olmayı derinden yaşamış ve zorluklarını görmüş olan Derrida her zaman evrensel ölçülerde insani değerler ile eşitlikçi ve demokratik toplumu savunmuştur. Bu kitapta da yine aynı tavrı sergiliyor.

Kitap, Derrida ölmeden kısa süre önce (2003) yapılan kolokyum notlarının o öldükten sonra bir araya getirilmesiyle meydana getirilmiş. Metnin büyük kısmını Mustafa Şerif’in değerlendirmeleri oluşturuyor. Derrida soruları cevaplayan olarak kısmi ama önemli bir katkı sunmuş diyebiliriz. Eser öncelikle Batı’nın hegamonik tavrının diğer toplumlara nasıl yansıdığını göstermeye çalışıyor. Mustafa Şerif’in konuyu Batı’nın İslam’a karşı olumsuz tutumuna odaklamasına karşın Derrida daha genel bir çerçeve çizerek Batı-merkezci anlayıştan tüm toplum ve kültürleri kapsayan çoğulcu bir anlayışa geçilmesinin gerekliliği vurguluyor. Derrida’nın altını çizdiği konular arasında demokrasi ve yeni bir uluslararası hukuk düzenlemesinin gerekliliği öne çıkıyor. Demokrasiyi ‘her daim beklenen gelecek’ kavramıyla tanımlayan Derrida, evrensel bir demokrasi reçetesi yazmanın imkânsız olduğunu fakat karşılıklı saygı ve anlama çabasının sorunları çözmeye yönelik bir başlangıç olacağını belirtiyor. Ona göre demokrasinin dayatılarak kurumsallaştırılmaya çalışılması büyük bir hatadır.

Mustafa Şerif’in değerlendirmelerinde iki şeyin öne çıktığı söylenebilir. İlk olarak sık sık Batı’daki entelektüel kesime karşı serzenişte bulunuyor ve İslam’ın anladıkları gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ayrıca İslam toplumunun olumsuz imajında Batı kadar olmasa da Müslümanların katkısının olduğunun altını çiziyor. İkinci olarak da Fransa ve Fransızlar ile ilgili yakınlık kurmaya yönelik bir tavır takındığı görülüyor. Şerif’in bu tavrı örtük bir hayranlığın tezahürü olduğunu düşündürdü bana. Bir anlamda bilinçaltındaki Fransız öykünmeciliğinin yansıması diyebiliriz. Şerif’in İslam ve Batı ayrımını yaparken kullandığı kavramlar da benzer bir intiba uyandırıyor. Cezayir özelinde Mağrip bölgesinin hâlihazırda Batı olduğunu söyleyerek tanımlamayı kıyının (Akdeniz’in) kuzeyi ve güneyi şeklinde yapıyor. Burada her iki toplumun ortak noktası Akdeniz olarak beliriyor ve Fransa ile bir ünsiyet bağı kuruluyor. Bu arada, aynı tavrı birçok Mağripli yazarda görüyor olmamız dikkate değer bir detay.

Her iki katılımcı da Müslümanların Batı’nın yanlı ve çifte standartlı politikalarına karşı reaksiyonel tutumlarının sorunu çözmediğini belirtiyor. Derrida, Batı’nın farklılıkları kabul etmesinin bir zorunluluk olduğunu, medeniyet ve cemaatleşmenin farklılıklar üzerine inşa edilebileceğini savunuyor. Mustafa Şerif ise akla ve Vahye vurgu yapıyor ve makul çözümler üretilerek meselenin Batı’ya anlatılmasının gerektiğini söylüyor. Derrida konulara teorik açıdan yaklaşarak çözümlemenin yollarını arıyor ve meseleyi ‘İslamcılığın İslam olmadığı’ söylemi üzerinden temellendiriyor. Aşırı tutumları konusunda Şerif’in de aynı fikri benimsediği görülüyor. Onlara göre radikal tepkiler her iki tarafa da yarar sağlamamakta hatta zararın fazlasını Müslümanlara vermektedir. Derrida çözüm önerisi olarak mevcut seküler anlayışın geçmişten gelen teokratik devlet anlayışından kurtulması gerektiği fikrini öne sürüyor. Ona göre bugün seküler denen Batı dünyası gerektiği kadar din ve siyaset olgusun ayırabilmiş değildir. Demokrasi öncesi yapının etkileri hâlâ sürmekte ve Avrupa’da bu durum biraz daha rayına oturmuş olmasına rağmen ABD’de teokratik anlayışın şekillendirdiği devlet olgusu tüm katılığıyla devam etmektedir. Mustafa Şerif sekülarizm konusunda Batı’nın Müslümanlarla ayrıştığını belirtiyor ve Batı felsefesinde gerek hikmet gerekse dünya-ahiret olgularının karşılığının bulunmadığını savunuyor. Bu yanıyla doğal olarak iki toplum ve kültür arasına mesafe girmektedir.

Derrida’nın da Şerif’in de İslam’ın ve Batı’nın çoklu görünümleri ve temsilleri konusunda hemfikir olduğu görülüyor. Bu bağlamda iki tarafında olumlu yaklaşan örneklerini dikkate almak gerekir deniliyor. Bunun dışında radikal hareket eden Müslümanlar ve bilimcilik yapan Batı’nın tavrının sorgulanmasının zorunlu olduğu savunuluyor. Bugünün Batı toplumunda bilgide ilerlenmiştir fakat ahlaki yön eksik bırakıldığından “dehumanization” (insanlık-dışılaşma) meydana gelmiştir. Batı’nın peşine takılan Müslümanları da aynı tehlike beklemektedir. Batı’yı reddeden radikaller bile Batı’nın yöntemlerini kullanmaktadır. Bu sorun çözmeyi düşünen insanlık, bilgiyle donanırken ahlaki ilkeleri gözetmek durumundadır.

İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma iki tarafın da birbirini algılama sürecini açıklamaya çalışan kapsamlı bir kitap. Diğer bir yönüyle Müslümanları ve Batılı toplumları ortak paydada buluşturmaya yönelik bir medeniyet tasavvurunun romantik bir izdüşümü de diyebiliriz. Metinde ele alınan konular, yapılan tespit ve açılımlar oldukça değerli fakat gerçeklik açışından fiili karşılığının olmadığı/olamayacağı kanaatindeyim. Buna rağmen yine de Doğu ve Batı’nın düşünsel kökenlerine eleştirel bakmanın ipuçlarını veriyor. Özellikle Batı felsefesine nasıl baktığını eserlerinden bildiğimiz Derrida’nın Cezayir, İslam ve Müslümanlara yaklaşımının önemli olduğunu düşünüyorum. Çok fazla teknik detay ve felsefi sorgulamanın yer aldığı kitap birlikte yaşama olgusuna iki farklı kültürün bakış açısının müspet bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

13 Ağustos 2017 Pazar

Affetme ve bağışlama hakkında düşünmek

"Merhametin yok diyelim nefsine
Merhamet etmez misin evladına?"
- Mehmet Âkif

"Her affın içinde bir intikam gelip gider."
- Sezai Karakoç

"Ey biçare miskin Yunus günahun çok neyleyesin
Sığındum ol Allah'uma didi hem afv kılam diyü."
- Yunus Emre

Her geçen gün tekdüze bir hayatın yaygınlaşması, yaşamın alışkanlıkların alçısında donup gitmesi, insanı günden güne hayatın özüne ilişkin bazı kıymetleri fark edemez hale getiriyor. Alışkanlıkların yönlendirdiği, duyarlılığı zayıflayan bir hayatta düşünce de yüzeysel bakış açılarının ötesine uzanamıyor. Ancak, an gelir, sıradanlığın dışında bir karşılaşma aynılıkların yörüngesinde dönüp duran düşüncenin loş ve uyuşuk atmosferini dağıtıp insanı gündelik hayatta üzerinde hiç düşünmeye lüzum görmediği şeyi düşünmeye sevk ettiği olur. Karşılaşılan bu şey, bir vaka, bir insan olmanın yanı sıra bir metin de olabilir. Nihayette okumak da 'karşılaşmak'tır çünkü.

Geçtiğimiz günlerde rastladığım Jacques Derrida'nın aynı başlık altında verdiği bir konferansın metni olan Bağışlamak kitabı, gerek affetme etrafında dile getirdiği meseleler gerekse çağrıştırdıkları yoluyla insana affetme ve bağışlama hakkında enine boyuna düşünmek için bir pencere açar.

Anlaşılan o ki Derrida'yı bağışlamak üzerine kafa yorduran şeyin metinde de sürekli kendisine atıf yapılan Viladimir Jankélévitch'in Lé Pardon ve L'Imprescriptible adlı eserleridir.

Derrida bağışlamanın ne olduğuna dair değerlendirmelerinin ilk aşamasında kelimenin sözlük anlamından hareket eder. Kelimeyi özellikle anlamca yakın olduğu kavramlarla irtibatlandırarak bağışlamanın mahiyetini aydınlatmaya çalışır. Bunun yanı sıra bağışlamanın hayatta karşımıza çıkabilecek bütün veçhelerinin birbirinden bağımsız olamayacağına işaret ederek affetmenin hakikatine dair kuşatıcı bir bakış açısı inşa eder.

"Kuşkusuz 'pardon' sözcüğünün bir yandan (örneğin asansörden çıkarken birinin yanından geçmek zorunda olduğumda 'affedersiniz' dediğimde olduğu gibi) yaygın ve gündelik ve hafif denen tüm kullanımları ile diğer yandan ciddi, düşünceli, keskin kullanımları arasında bağ vardır."

Derrida bir başka açıdan, bağışlamak sözcüğüyle birçok dilde ortak anlam ve aynı kullanımda karşımıza çıkan "verme, armağan, bağış" kelimeleri arsındaki bağa dikkati çeker. Bağış (verme) ile bağışlama (affetme) davranışlarının müştereki olarak ilkece koşulsuz oluşlarını vurgular. Aslında Derrida bu kavramları yan yana getirdiğinde "bağış, armağan, verme" anlamındaki bağışlamak ile affetmek anlamına gelen bağışlamanın belirleyici farkını ortaya koymuş olur. "Bir biçimde geçmeyen bir geçmişe bağlı olan bağışlama (affetme) 'bahşedilen bir verme' deneyimine indirgenemez." Böylelikle affetmenin, olan biteni unutmak anlamına gelmeyeceğinin bir mesele olarak insanın karşısında yer aldığını dile getirir.

Derrida'nın bağışlamak hakkındaki düşünceleri V. Jankélévitch'in bahsi geçen eserlerinde savunduğu tezlere karşı geliştirdiği karşılıklardan beslendiği söylenebilir. Jankélévitch'in özellikle Almanya'nın Yahudi soykırımı olayları bağlamında yoğurarak anlam atfettiği ''bağışlama''yı, olumsuzlayan, reddeden bir tutumu benimsediği görülür. Bir günahın, suçun bağışlanmasını ceza mantığına bir meydan okuma olduğunu savunur. Ona göre bağışlamak kötülük kadar güçlüdür. "Bağışlama" der Jankélévitch "ölüm kamplarında ölmüştür."

Bu noktadan hareketle Derrida politika ve hukukun sahasına giren bugün failleri yok olmuş tarihteki kitlesel suçlar karşısında kurbanların varislerinin karşı karşıya olduğu bağışlamak, genel af, egemenlerin bağışlama hakkı gibi konulara değinir. Bu konular, toplumsal planda, bağışlama-bağışlanamaz olan, hukukun uygulanması ve adaletin tecelli ettirilmesi meselelerini gündeme getirir. Her şeyin affedilebileceği, bağışlanamaz hiçbir şeyin olmayacağı fikri elbette olanaksızdır. Merhamet edenlerin en merhametlisi olarak kendinden haber veren Allah, nihai ceza yeri olarak cehennemin varlığından söz açarak bir nevi bağışlanamaz olan şeylerin de mevcudiyetini gözler önüne kor. Denilebilir ki telafi edilemeyecek olanın affedilmesi adaletten daha çok zulmün açığa çıkmasına zemin hazırlar. Burada kamuoyunu ve toplumu ilgilendiren konularda affetmenin, merhamet etmenin bir haddi olarak adaletten sapmama işaretlenebilir.

Jacques Derrida, güçlü geleneksel bir kanaat olarak affın, ancak suçlu af dilerken mahcup olursa, itirafta bulunursa, pişmanlık duyarsa, kendi kendini suçlarsa, netice itibarıyla suçunun cezasını çeker, günahını öderse dolayısıyla af dilediği kişiyle özdeşleşirse bahşedilebileceği fikrinin aksine bağışlamanın olanaksız olanı yapmaya ve bağışlanamaz olanı bağışlamaya çağrıldığı zaman anlam kazanacağını savunur. Bağışlamanın hala bir anlama sahip olacaksa bunun kefaret, cezasını çekme hatta kurban temelinde belirlenmesi zorunluluğunu savunan Jankélévitch'e itiraz eder. İnsanlar arasında bir hata ve onu bağışlamak vuku bulduğunda ilk anda akla gelen bağışlamaya eşlik eden duygunun merhamet olduğudur. Fakat bedeli ödetilmiş, cezası çektirilmiş bir affetme, içinde merhametten daha çok öç barındırır.

Yakın geçmişte örneği var mıdır bilinmez ama Derrida'nın savunduğu bağışlamaya örnek bir tutumu İslam tarihinde birkaç örneğini görürüz. Kur'an'da, kardeşlerinin kendisine bütün yaptıklarına karşılık nihayette Hz. Yusuf'un onlara "Bugün size yaptıklarınızdan ötürü bir kınama yoktur. Allah size mağfiret etsin. O merhamet edenlerin en merhametlisidir." diyerek affettiği nakledilir. Yine Hz. Muhammed (sav), Mekkeliler tarafından uğradığı tüm eziyet ve meşakkatlere karşı Mekke'nin Müslümanlarca fethedildiği sırada artık maddi ve askeri üstünlüğü elinde bulundurmasıyla kendilerine geçmişte yaşananlar için bir an misliyle karşılık verebileceğini zanneden Mekkelilere hitap ederken Hz. Yusuf'un kardeşlerine söylediği gibi "Bugün size kınama yoktur." diyerek onları affetmiştir.

Gözlerimizi hilkatin ilk günlerine çevirdiğimizde insanın yeryüzündeki varoluşunun dahi bağışlanmayla zulmetten ışığa çıktığı, rayına oturduğu ve selamete kavuştuğu müşahede edilir. Zira Âdem aleyhisselam içine düştüğü itaatsizliğin, Allah'ın emrine muhalif davranmanın sonucunda Rabbine yöneldiğinde yegane umduğu şey affedildiğine dair bir tecelliydi.

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc

13 Mayıs 2016 Cuma

Bağışlanmanın imkân(sızlığ)ı üzerine

Akademik metinlerin okuyucusu olmak zordur; bu metinlerle kafa dağıtmak için, boş zaman değerlendirmek için ya da hayallere dalmak için buluşamazsınız. Bazı akademik metinler okuyucunun kendisinden uzaklaşmasına müsaade etmez; metinle mesafenizi koruyamazsınız; kelimeler, anlamlar, çağrışımlar dünyasında kaybolarak metnin içerisinde kendi anlam dünyanızı inşa edersiniz. Derrida’nın Bağışlamak metnini, sıradan akademik metinler arasında değerlendirmek size pahalıya mal olabilir; zira Bağışlamak, tek seferde okunup özümsenemeyecek ölçüde derin bir metindir.

Derrida, uzun zamandır, okumaktan büyük keyif aldığım, kendisine özgü dili kullanma biçimleri ve kelimeleriyle beni kendine hayran bırakan filozofların başında gelir. Felsefe bölümünde eğitimime devam ederken bir hocamdan, Derrida’ya ait olan “Affetmek, affedilemez olanı affetmektir.” sözünü duymuştum ancak o dönem henüz İngilizce okuma yapabilecek yeterliliğe sahip olmadığım için (Fransızca da bilmediğim için tabii), Derrida’nın “Bağışlamak ve Kozmopolitizm” kitabındaki kısa düşünce kırıntıları ile yetinmek zorunda kalmıştım. Derridacı anlamda bağışlamak, aklımın bir köşesinde, doğru düşünce yankılarıyla buluşmayı bekledi durdu. Kısa zaman önce, Derrida’nın “Bağışlamak” kitabının Monokl Yayınları tarafından yayımlanacağını öğrendiğim zamandan beri de kitabı okumayı heyecanla bekliyordum.

Bağışlamak metnindeki çok katmanlı soruları anlamak, metindeki etik ve dilsel anlam haritalarını kavrayabilmek için öncelikle Derrida’dan ve onun düşünce dünyasından bahsetmemiz gerektiğini düşünüyorum. Derrida, 20.yüzyılın en özgün seslerinden biridir. Dil felsefesi, edebiyat, etik gibi çok çeşitli alanlarda düşündüğünü ve çalıştığını bildiğimiz filozof, aynı zamanda yapısökümcülük akımının da kurucusudur. Yapısökümcülük, 20. yüzyıl düşünce hayatına ve sosyal bilimlere ismini kazıyan eleştirel bir yöntemdir. Kısa zaman içerisinde, yapısökümcülüğün etkisi öyle geniş alanlara yayıldı ki sosyolojiden felsefeye, edebiyattan dilbilime ve hatta hukuka kadar geniş bir etki alanında, disiplinlerarası çalışmaların zemininin kurulduğu akım oldu.

Derrida’nın zihin haritasında belirleyici olan kavramların başında dil, söz ve anlam vardır. Hatta öyle ki, Derrida için artık metnin dışında hiçbir şey yoktur. Derrida, metni yazarken yalnız değildir çünkü aslında Derrida’nın metinleri, okuyucusuyla sohbet ederek derinleşir ve katman katman açılır. Derrida okurken okuyucuyu en zorlayan şey, metnin katmanlarının belli bir sıralamaya göre değil; bunun tersine çağrışımsal ve anlamsal düzeneklerin çözülmesiyle aydınlığa kavuşuyor olmasıdır. Derrida okumanın zorluğu ve lezzeti, işte bu tesadüfî gibi görünen ama aslında analitik bir zeminde inşa edilen anlamsal örüntülerdir.

Bağışlamak, Derrida’nın uzun yıllar üzerine çalıştığı, düşündüğü, dile döktüğü kavramlardan biridir. Başka kavram ve konulara yönelse bile, tüm o zihinsel girdapların yolu bir gün mutlaka bağışlamak kavramıyla kesişir. Bunun iki nedeni olduğunu sanıyorum: Birincisi, bağışlamak kelimesinin Fransızca’daki etimolojik açılımlarındaki zenginliktir. Dili, bir yap-boz gibi, durmadan bozan ve yeniden inşa eden ve böylelikle yapısökümü var eden Derrida için bu etimolojik derinlik, bir hazine değerinde olmalıdır. İkincisi neden de bağışlama eyleminin etik ile olan ilişkisi ve Derrida’nın etik konusunda düşünmeye olan bitmek tükenmek bilmeyen hevesidir.

Derrida, kitabın ilk sayfalarında, yoğun bir etimolojik akış ile okuyucuyu metne buyur ediyor. Etimoloji konusundan ne düşünürsünüz bilmem, ancak bir okuyucu olarak etimolojinin dipsiz zenginliği ve insana yeni düşünme alanları açması karşısındaki hayranlığımı paylaşmak isterim. Bağışlamak’ın girişindeki bu etimolojik bölüm, aslında okuyucuya, bağışlamanın çok derinde, dile nüfuz etmiş bir biçimde var olduğunu ilan etmiş oluyor. Bağışlamak, bağışlayan, bağışlamanın imkânı, bağışlanamaz olanın kendi içinde taşıdığı imkânsızlık gibi birçok kavram Derrida’nın zihinsel süzgecinden diline dökülüyor; okuyucu olarak bizler bu dökülüşten doğan türlü sorularla iç içe süren bir okuma serüveni deneyimliyoruz.

Bağışlamayı, hepimizin kolektif bilinçaltındaki anlamına uygun olarak değerlendirirsek, bağışlamak herkesin yapabileceği kötülükler seviyesindeki hatalar için geçerlidir. Radikal kötülükler, katliamlar, soykırımlar bağışlamak eylemiyle bir arada düşünülemez çünkü bu noktada, her insanın ulaşamayacağı, sistematik ve planlanmış bir kötülük eylemi söz konusudur. “Telafi edilemez’ sözcüğünün altını bizzat Jankélévitch’in kendisi çizer. Telafi edilemez olanın, bağışlanması imkânsız olan olduğu ve bağışlanması imkânsız olanın vücut bulduğu yerde, bağışlamanın imkânsız hâle geldiğini belirtmek amacındadır. Bu, bağışlamanın ve bağışlamanın tarihinin sonudur: Bağışlama ölüm kamplarında ölmüştür.” Bu noktada, zihnimizde gezinen bir diğer soru şudur: Bu radikal kötülük eylemleri bağışlansa bile, kötülüklerde imzası olan kişiler bu kötülükler sonucu ölen insanlardan af dilenemeyeceğine göre, geride kalanların bu “canavarları” affetmesi gerçek bir bağışlama anlamını taşır mı? Yoksa bu ölümlerle, bağışlamanın ve bağışlanmanın iç içe geçmişliğinden doğan imkânlar tamamen ortadan kalkmakta mıdır?

Bağışlamak’ı okurken ve kitabı bitirdiğinizi sandığınız o anda, aslında sonlanan bir şey olmadığını, okumanın devam ettiğini fark ediyorsunuz. Metin, okuyucuyu, bağışlamayı reddetme ihtimali üzerinde derinleşmeye davet ediyor. Metin sayesinde, öznesi olmadığımız acılar ve kötülükler karşısında, kısa yoldan vardığımız çıkarımlarımızı ve bizim dilimizden dökülmeye hakkı olmayan bağışlamaların samimiyetini bir kez daha sorgulamaya mecbur kalıyoruz.

Böylesi dilin ve sınırlarını ihlal etme girişimlerinde bulunan, disiplinlerarası metinlerde en önemli şey, çevirmenin, yazarın anlam dünyasını iyi tahlil etmiş olması ve bu anlam dünyasının sözcüklerini metni çevirdiği dile yansıtabilmesidir. Şanslıyız ki Derrida’nın bu önemli metnini, Murat Erşen’in muazzam çevirisiyle okuyabiliyoruz. Bağışlamak, affetmenin etik sınırlarını keşfe çıkmak ve içerisinde var olduğumuz bu katliamlar, haksızlıklar ve sistematik işkenceler dünyasında “Kim, neyi, ne kadar affedebilir?” sorusu üzerine düşünmeye bir çağrı olarak da okunabilir.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal