Honoré de Balzac etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Honoré de Balzac etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mayıs 2020 Salı

Bürokrasi labirentinde kaybolan insanların ruh halleri

Yakın zamanda kurulan Vakıfbank Kültür Yayınları, yayın hayatına başlarken seçtiği ilginç ve önemli kitaplarla kısa zamanda adını duyurmayı başardı. Bunlardan biri de Balzac’ın Çalışanın Fizyolojisi adlı, ilk olarak 1841’de yayınlanan ve Türkçe’ye çevrilmesi neredeyse 180 yılı bulan ilginç eseri.

İlginç diyorum çünkü Balzac’ı Balzac yapan eserlerine pek de benzemiyor. Roman deseniz değil, deneme değil, anı değil, kronik değil, kendine özgü bir tür gibi. Sanki Balzac, onca zorluğun ve mücadelenin içinde beş parasız boğuşurken asap bozucu bir biçimde ‘kapağı devlete atıp’ anlamlı hiçbir şey yapmaksızın ‘salla başını al maaşını’ konforunda yaşayan memurların üzerinde oluşturdukları zehirli etkiden kurtulup yoluna devam edebilmek için gerçekte ne olduklarını ifşa etmek ve kaleminin üzerindeki yüklerinden kurtulup esas işine dönebilmek için verdiği bir arada içinde biriken duyguları ifadeye döküyor. Sonuç nasıl olursa öyle bir tür içinde bu insan tipiyle toplumun gözleri önünde hesaplaşmak istiyor.

Her bir memur tipini ayrı ayrı ifşa edip maskesini düşürmek, ‘dünyanın en aydınlanmış ulusu’ dediği Fransa’yı -kendi ifadesiyle- ‘aptal yerine koyan’ bu insanlarla hesaplaşarak bir yazarın en önemli görevini, toplumunu gerekirse kendi kendisine karşı savunma misyonunu yerine getiriyor. Devlet memuru tipi neyi simgeliyor ya da neyi çağrıştırıyorsa Balzac bunun tam karşı kutbunu temsil ediyor çünkü.

Kendisini Balzac’çı olarak tanımlayan biyografi sanatının büyük ismi -kutup yıldızı mı demeli!- Stefan Zweig, ‘Fransız edebiyatının Napoléon’u dediği hukuk fakültesi öğrencisi Balzac’tan, “Yirmi yaşındaki gencin, noter ya da avukat olmak yerine bir yazar, bir edebiyatçı, bağımsızca eserler yaratan bir insan olmak istediğini açıklaması, böyle bir şeyi hiç tahmin etmeyen ailede şok etkisi yaratır.” diye bahseder.

Yazarların en hayalperestlerinden biri olarak kabul edilen Balzac, hukuk gibi, mesleklerin en realistiyle karşılaştığında muhtemelen dayanılmaz acılar çekmiş, bu realist dünya karşısında kendisini fazlasıyla savunmasız ve korunaksız hissetmiştir. Edebiyat, onun için bir seçim değil kor halinde yanan karmaşık ruh dünyasının kurtuluşa ermek için zorunlu olarak kendini attığı bir ateş, ateşin en parlak halindeyken yukarı doğru yaptığı bir atılış haliyle geçtiği yeni bir faz belki de.

Bu geçişin tamamlanabilmesi için Balzac’ın hayatta yapamadığı ya da başarısız olduğu ne varsa ateşe atıp yakması gerekiyordu ve de. Kalemi sertti bu yüzden. Kendini yeniden kurmak ve bağımsızlığa ulaşmak için yakması gereken şeylerin ilk sırasında toplumu aldatan insanlar geliyordu ve memurları da bu insanlar arasında görüyordu. Hukuk fakültesinden birilerini birilerine karşı değil toplumu topluma karşı savunabilmek için ayrılıyor, adaletsizliklerin görüldüğü mahkemeler yerine ortaya çıktığı hayatın diplerine dalıyordu.

Hissettiği tek şey, içinde nereye yönlendireceğini bilmediği bir güç olduğuydu” ve bu güç, ateşin koru arttıkça daha fazla şey yakmaya ihtiyaç duyuyordu. Siyasetin, toplumsal hayatın ve sahte ahlakın çürümüş yanlarını yakarak temizleyebileceğini düşünüyordu.

Balzac, sadece yüreğinde değil davranışlarında da cesur olmak istiyordu. Sadece söyleyerek değil yaparak, karşı çıkarak, acı çekerek yüreğindeki cesareti hissedebiliyordu. İş hayatında ve özel ilişkilerindeki bütün başarısızlıklarından da yazarak değil yakarak kurtuluyordu. Çalışanın Fizyolojisi, tipik bir Balzac kitabı, keskin kaleminden süzülen edebi eser gibi değildir bu yüzden. Yüreğiyle değil beyniyle, ruhuyla değil keskin gözleriyle yazmıştır.

Yazmak için yakmak zorunda olduğu türden, sadece bir kerelik yapılan işlerdendir. Sonraki yıllarda okunması, tekrar tekrar basılması da gerekmemektedir belki. Eserleri arasında önemsenen bir yer işgal etmemektedir. Ama bunu yazan Balzac olduğu için elbetteki değerlidir. Balzac bu kitapçıkla, her şeyi mesele yapan büyük bir yazarın sıradanlığı parçalayıp esas gerçeği gün yüzüne çıkarma ihtiyacını geçici bir zaman için giderir. Tıpkı Eldivenin Geleneksel Tarihi, Süslenmenin Felsefesi, Gastronominin Fizyolojisi, Bir Şampanya Şisesinin Ahlaki Yönden İncelenmesi kitaplarında olduğu gibi ironi dolu eğlenceli metinlerde ele aldığı tipolojiler onu adım adım İnsanlık Komedyası’na götürmüştür.

Balzac bir ifşacıdır. Otuz yaşına geldiklerinde bütün sevgi beklentileri boşa çıkan çaresiz evlilikler içindeki kadınların gerçek hikayesini, zenginliği ve fakirliği, yokluğu ve şatafatı, debdebeyi, paranın ve siyasetin sunduğu yalancı iktidarın insanları ahlaken ne denli çürütebileceğini toplumun bütün tabakalarını içine alacak şekilde ele alır, mesele yapar ve adeta kağıda işler. Satırlarda öfkeli ve zeki bir elin kazmak ya da nakşetmek için gereğinden fazla güç uygulayan darbeleri hissedilir. Bu nedenle, her köşe başında kendine sayısız düşman edinir. Ne var ki eleştirilerden ve düşmanlıklardan etkilenmeyecek kadar büyük, yaşam dolu ve içten gelen bir gücün tesirindedir.

Balzac, “En iyi esinler bana hep en derin korkuları ve çaresizlikleri yaşadığım saatlerde gelir” demiştir ve Çalışanın Fizyolojisi bir bakıma esin gelmeyen zamanlarda yaptığı işlerdendir. Bu sayede çok cesur ve korkusuzca kalemini kılıca dönüştürüyor, bürokrasinin karmaşık labirentlerinde kaybolan insanların ruh hallerini kelimenin tam anlamıyla ifşa ediyordu. “Bir çalışan, doğa tarihi yasalarından bihaber bir haziran böceğinden daha fazla sorumluluk sahibi değildir.” diyordu. “Oğlunuza özel bir gelir ya da toprak bırakamayacaksanız...oğlunuza tüm bu eksiklikleri telafi edecek bir deha da aktaramadıysanız, o barbarca, acımasız, ölümcül ifadeyi asla ve kat’a kullanmayınız: ‘o bir memur olacak!" diyordu.

Sanat ve düşünce insanının devlet memuru kadar değer görmüyor oluşunun hesabını sorması gerekiyordu. Büyük Fransız halkının bu büyüklüğünü kaynağına iade etmesi ve ‘memur zihniyetli’ insanların toplumu teslim almasına karşı çıkıp bir şey söylemesi gerekiyordu. Onlar söylemiyorsa eğer, Balzac bütün bir halkı adına bunu yapabilecek kadar güçlü ve cesur hissediyordu kendisini esin gelmediği zamanlarda.

Heyecansız memurlar için, “Onun için atmosferin durumu koridorların havasıdır, vantilatörsüz odaları dolduran erkek soluğudur, kağıtların ve tüy kalemlerin rayihasıdır; onun toprağı döşeme taşları ya da odacının süzgeçli sulama kabıyla ıslatıp nemlendirdiği, yama yama acayip molozların süslediği parke zeminidir. Gökkubbesi bakıp bakıp esnediği tavan, fiziki çevresi de uçuşan toz zerreleridir.” derken elbette açıkça küçümsüyordu. Bütün memurlar adına havasızlıktan boğulacak gibi oluyor, ayağını toprağa basma ihtiyacı duyuyordu.

Çalışanın Fizyoloji, farklı memur tiplerinin herkesin gözü önünde olduğu halde görünmeyenlerini içeren bir eğlenceli metindir. Benim açımdan fazlasıyla bildik ve tanıdık tipler ve konular bunlar. Genel olarak güncelliğini koruduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat kitapta bir yer var ki hepsinden daha eğlenceli ve şaşırtıcı. Bu, Özel Kalem tipine dair anlattıkları kısım.

Geçmişinde -1 günlüğüne de olsa- Özel Kalem müdürlüğü yapıp, daha fazla acı çekmemek için kendi isteğiyle derhal ayrılmış biri olarak Özel Kalem tipi beni de yakından ilgilendirdiği için belki de en çok ilgimi çeken yer burası oldu.

Bölüme şöyle başlıyor Balzac: “Özel kalem her daim genç bir adamdır. Yetenekleri ve yetileri sadece bakanın kendisine malumdur.” Sonrasında şöyle şeyler söylüyor:

Bakanın şikâyetlerini dinler ve onunla birlikte güler. Bakanın maşası rolünü oynar, gazetelerle, lobilerle, editörlerle tatlı tatlı konuşur. Bakanın çeşitli çıkarlarıyla arasındaki gizemli bağlantıdır. Günah çıkartma hücresindeki bir rahip gibi ağzı sıkıdır: hem bilir hem bilmez; bazen her şeyi bilir, bazen hiçbir şeyden haberi yoktur. Neşeden gözleri pırıl pırıl olmalıdır; bakanın kendisi hakkında diyemediğini o diyebilir. Son olarak, onun refakatindeyken bakan kendisi olmaya cüret edebilir...” (sf.59)

Bu genç adam tam olarak bir devlet adamı değildir, ama siyasetçidir. Arada sırada tek kişilik bir partinin siyasetçiliğini yapar. Neredeyse her daim çok genç olan özel kalem...sadık bir dost rolü oynar, onu pohpohlar ve tavsiyelerde bulunur. Daha iyi danışmanlık verebilmek için dalkavukluğa mecbur olur ya da danışmanlık veriyormuş gibi gözükmek için onu pohpohlar. Bu işi yapan neredeyse tüm genç adamların solgun bir yüzü vardır. Denilen şeyi onayladıklarını ya da onaylamadıkları intibaını uyandırdıkları aralıksız kafa sallama hareketleri, bize kafalarında tuhaf bir şeyin olup bittiğini anlatır. Ne derseniz deyin, ayrım yapmadan onaylar. Özel kalemlerin dağarcıkları, ‘ama’lar, ‘gelgelelim’ler, ‘ne de olsa’lar, ‘ben olsam’lar, ‘sizin yerinizde olsamlar’la (bunu çok kullanırlar) doludur. Yani çelişkilere çıkan tüm ifadelerle.” (sf.59)

Özel kalem tipi, kendine ait olmayan bir güce yaslanan her insanda olduğu gibi dalaverelere bel bağlamak zorundadır. Saygınlık ve prestij için yapamayacağı çok az şey vardır. Gücün her zaman içinde, yanında ve yakınındadır, gerektiğinde kullanım hakkına da sahiptir ama hiçbir zaman gerçek bir iktidar duygusuna sahip değildir. Bu yakıcı hâl, iktidarın asıl kaynağına gün geçtikçe daha fazla bağlanma ve onu yüceltme ihtiyacı doğurur. Bir süre sonra yüceltmelerine devam edebilmek için bu kez kendisini yüceltecek birilerine ihtiyaç duyar. Aksi takdirde, kendinden verdikçe eksildiğini hissederek arası giderek açılan güç karşısında her geçen gün değersizleşiyor ve önemsizleşiyormuş hissine kapılır. Hayatı boyunca kurtulmak istediği bu his hiç olmadığı kadar bütün ruhunu sardıkça bundan kurtulmak için gerçek sahibi olmadığı gücü kendininmiş gibi gören insanlar arar ve bu sayede iktidarla bağ kurma arayışında hazır bekleyenlerin en zayıfları arasından çok geçmeden bulur. Sonrasında her iki taraf da birbirini kullanır ama günün sonunda iki taraf da her güçsüz insanda olduğu gibi güçle temas ettikçe zayıflıklarının esiri haline gelerek büyüklük kompleksine kapılıp her sıradanlıktan kahramanlık çıkarmaya çalışır.

Sonrasındaysa bir Balzac çıkar işte ve bu görkemli rüya acı bir sonla nihayet bulur.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

10 Haziran 2017 Cumartesi

Hakiki sanat eserinin ve sanatçının değişmeyen veçhesi

Türkçeye Gizli Başyapıt, Bilinmeyen Şaheser gibi adlarla da tercüme edilen Meçhul Şaheser, kurmaca bir eser olmasının yanında sanatın ontolojisine dair içerdiği derinlikli sorgulamalar ve değerlendirmelerle poetik bir metin özelliği de gösterir. Bu özelliğinden olsa gerek kitap, Paul Cézanne, Picasso, Henry James gibi birçok sanatçı üzerinde, sanat telakkilerine kaynaklık edecek kadar etkili olmuştur. Öyle ki Picasso, romanda adı geçen adresteki evi bularak burada kendisine bir atölye kuracak, yirmi yıllık bir süre zarfında burada yaşayacak ve en ünlü tablolarından biri olan Guernica'yı bu atölyede tamamlayacaktır.

Meçhul Şaheser başından sonuna sanatın kendisinin konu edildiği bir yapıttır. Özellikle resim sanatının 20. yüzyılda vardığı bir merhale olarak "soyut sanat" (nonfigüratif) etrafında meydana gelen tartışmaların da temel metinlerinden biri olarak algılanmıştır. İçeriğinin yanı sıra romandaki merkez karakter olan Frenhofer dışında adı geçen diğer ressam kahramanların gerçekte var olmuş ve kendi devirlerinde önde gelen ressamlardan seçilmiş olması eseri kurmaca kimliğinden daha önce poetik tarafını görmekte ister istemez etkili olduğu söylenebilir. 1612 yılının soğuk bir aralık sabahında resme yeni başlamış bir genç olan Poussin ressam François Porbus’u ziyaret etmeye gelir. Evin kapısına geldiği sırada Porbus’u ziyarete gelen başka biri daha vardır. Bu usta ressam Frenhofer’dir. Üç ressam Porbus’un evinde bir araya geldiklerinden itibaren aralarında hikâyenin büyük bir bölümünü oluşturacak olan özelde resim üzerine geniş bir açıdan ise sanatın tamamı için geçerli sayılabilecek bir teati başlar. Bir yapıtı bilinen bütün inşa aşamalarına riayet edip meydana getirdikten sonra onu nihai olarak sanat eseri katına yükselten şeyin ne olduğu konusu bu teatiye şekil verici mesele olur. Frenhofer, bir çalışmaya sanat eseri hüviyetini bahşedecek en son merhalenin onun ne ölçüde hayattar oluşuyla irtibatlandırır. Ona göre sanatçı bir sanat eserine vücut verirken şaşmaz ve başlıca bir usul olan "soyutlama"yla ele aldığı meseleyi ne kadar gerçekliğinden çekip çıkarsa da nihayette bünyesinde taşıdığı dinmeyen bir yenilikle hayatı daha gür işaret eden bir kıvamı bulabilmelidir.

Porbus çizdiği bir Azize’nin portresi hakkında Frenhofer’e; "Peki yeterince iyi olduğunu düşünüyor musunuz?" deyince o da: "İyi mi? Hem evet, hem hayır. Kadın resmin kötü yapılmış değil fakat yaşamıyor. Sizler, yani diğerleri, dümdüz bir yüz çizdiğinizde ve tümüyle anatomik kurallara göre şekil verdiğinizde her şey oldubitti sanıyorsunuz. Hâlbuki tüm dil kurmacalarını bilmek ve imla kurallarına riayet etmek büyük şair olmaya yetmez! Azize’ne bak Porbus, ilk bakışta hayranlık uyandırıcı duruyor, ancak ikinci kez bakıldığında sıradan bir beze kazınmış olduğu ve asla kıpırdatılmayacağı anlaşılıyor." der ve "eserin yarım" olarak değerlendirme yapar. (sf. 27-28)

Romanın olay örgüsünü oluşturan, bir sanat eserinin varoluşu hakkındaki teatiden hareketle, yaşları birbirinden farklı üç ressam kahramanın, bir sanatkârın uğrayacağı yaratma/meydana getirme kabiliyetinin aşamalarını işaretlediğini düşünebiliriz. Poussin şehre kısa zaman önce gelmiş, içgüdüsüne güvenerek resim yapan ve büyük bir ressam olma arzusunu taşıyan biridir. Porbus, ondan biraz daha ileri bir merhaleyi temsil eder. Frenhofer ise bir sanat eserine asıl sırrını bahşedecek olan mükemmeliyeti kollar. Frenhofer bir yerde, iki ressama hitaben, "Sizler en azından sanatın üç temel niteliği olan renk, duygu ve çizgi yeteneğine sahipsiniz" der ve böylelikle kahramanların hünerde seviyeleri belirginleşir. Böylece bir sanatçıda, hayatı süresince ortaya çıkabilecek hüner evrelerini farklı karakterler aracılığıyla belirginleştirilmesiyle, sanatta mükemmele giden yolda hakiki sanatçının, eseri karşısında tutumu da en uç noktasındaki haliyle tezahür eder. Öyle ki Frenhofer, üzerinde on yıldır çalıştığı ve hâlâ tamamlanmadığı kanısında olduğu için hiç kimseye göstermediği esrarengiz çalışmasını, Poussin ve Porbus’a göstermeyi kabul edecek, eseri göstermesi esnasında genç ressamlar eseri yadırgayacak ve en sonunda Frenhofer, bütün çalışmalarını yakıp intihar edecek düzeyde bir cinneti yüklenecektir.

Stefan Zweig, Üç Büyük Usta'da Balzac'ı ele aldığı ilk bölümde Meçhul Şaheser'in başkahramanı Frenhofer için de birebir geçerli olabilecek şu değerlendirmeyi yapar: "Balzac yazmaya başladı. Ama diğerleri gibi para kazanmak, eğlenmek, kitaplık raflarını doldurmak, bulvarlarda konuşulmak için değil, onun edebiyatta gözünü diktiği şey mareşallik asasından çok imparatorluk tacıydı. (...) Olayların kötü karışımından saf ögeyi sayıların karmaşasından toplamı, gürültü patırtıdan harmoniyi, hayatın çeşitliliğinden özsel olanı elde etmek, bütün dünyayı kendi imbiğinden geçirmek, onu yeniden yaratmak, en eksiksiz bir özet halinde sunmak ve boyunduruk altına aldığı şeye kendi nefesiyle ruh üflemek kendi elleriyle yönlendirmek: İşte onun hedefi buydu."

Kurmacanın imkanları içinde sanatın nasıllığını ve ne'liğini fethe çalışan Meçhul Şaheser, piyasa ve popülerliğin hengamesinde sanat anlayışı, neyin sanat olup neyin olmadığı meselesinde şirazenin iyice dağıldığı postmodern dönemde hakiki sanat eserinin ve sanatçının değişmeyen vechesine ışık tutan bir başyapıt.

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc