Herman Melville etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Herman Melville etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2021 Perşembe

Bir vazgeçiş sanatı: Bartleby sendromu

"Bir akşam, dalgın dalgın hoş bir kitabı karıştırırken, bir an bile duraksamadan: ‘Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, yaşamdaki inancının tükendiği an gelmişti’ cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.
- Albert Camus

Bir sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen. Bir sanatçıyı sanatçı kılan sanatından vazgeçmesi, sanat olamaz mı peki? “Bartleby Sendromu” diyorlar. Yoklukta bir varoluş; vazgeçişin sanatına. Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dâhi bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi haline. Sanatın intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Vazgeçiş; mağlubiyet, bırakış, uzanamayış değildir. Vazgeçebilmek, tıpkı seçmek gibi kudret gerektirir. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde yaratmaktan neden vazgeçer peki?

İnsan yazmaktan, yaratmaktan neden vazgeçer sorusu “insan neden yazar?” sorusuna götürüyor aklı. Yaşamı nükseden bir hastalık gibi geçirenler çok defa yaşamanın tesellisini yazmanın şifasında bulurlar. Sait Faik’in meşhur “Yazmasam deli olacaktım”, Slavoj Zizek’in “Yazmak hayatımı kurtardı” gibi bazı yazma gerekçeleri yazmanın şifacı etkisini gösteriyor. Zizek’te yazmak, intihar erteleyici bir karakteristik de taşır. Bir röportajında şöyle ifade eder: “İntihar edebilirim ama bitirmem gereken bir yazı var. Önce onu bitireyim, sonra kendimi öldürürüm. Sonra başka bir yazı sonra başka bir tane. Ve işte hâlâ buradayım.” Bu şifacı etki Cioran’da zirveye çıkar. Ezeli Mağlup’ta “Yazmak olağanüstü bir tesellidir. Daha da ileri gideceğim: eğer yazmamış olsaydım, katil olabilirdim. İfade etmek bir kurtuluştur.William Faulkner, yazmak ve yaşam arasındaki gelgitli ilişkiye daha başka bir perspektifle bakar: “Yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu acıyı yazarlar.” Faulkner bu sözüyle, Oscar Wilde’ın yaşamla yazı münasebetini de izah etmiş olur. Çünkü Wilde dehasını hayatına; yeteneğini yapıtlarına harcadığından bahseder. Andre Gide, Wilde için “Yunan filozofları gibi Wilde da bilgeliğini yazıya dökmez, konuşmasıyla ve hayatıyla aktarırdı; bilgeliğini tedbirsizce, insanların uçucu belleğine emanet ederdi, suyun üzerine yazar gibi.” derdi.

Yazmak gerekçeleri ise, yazarların mizacı, üslupları miktarınca çeşitleniyor, başkalaşıyor. Onlardan diğer ikisi Virginia Woolf’u “şimdiki an” hissinden alıp, onu iyileştiren akıntısına sürükleyen, zamanlar arası yolculuk edebilen bir sandal işlevi gören yazısı; diğeri ise tıpkı yapıtlarına benzeyen bir gerekçeyle George Orwell’un yazısı. Orwell, yazarı yazmaya sürükleyen nedenleri dörde ayırıp yazma gerekçelerini şöyle söylüyor: “egoizm, estetik hevesi, tarihsel dürtü ve politik amaç.” Bu bambaşka yazma gerekçeleri arasında ben, yazmak gerekçemi bedeli yaşamak israfı olan, pahalı bir ihtiras olarak yahut düşlerin yaşamdan intikamı olarak izah ederdim.

Yazma gerekçelerinin varlığı kadar yazarları bekleyen başka tehlikeler de var. Bartleby Sendromu’nun ne kadar tetikleyici olduğu bilinmez ama her iyi yazar “etkilenme endişesi”ne sahip değil midir? Ruhun gücünün alâmeti budur belki: Tesir kudreti. Birinin ruhuna sinmek, öyle bir ruh taşımak ki, muhatabın ruhuna nüfuz etmek. Mevlâna neye talipsen o’sun” der. Katılıyor ve artırıyorum: Neyin tesirinde isen, o’sun. Tesirinde kaldığımız şey kadar ruhumuzu ifşa eden ne var? Tam bu noktada devreye taklidin talihsizliği girer. Sanatçıların ya da sanat eseri yaratma hevesi güden insanların başına gelebilecek en talihsiz şey; tesirinde, çekiminde, cezbesinde kaldığı güçlü bir ruhu şuursuz taklit etmek değil midir? Taklit ne kadar şuursuz, ego ne kadar yaralıysa vaziyetleri o derece trajik olur üstelik.

Tezle değil antitezle başlayan fikir akımları gibi yazmak reaktif tavırla yapılıyor bazen. Reaktif bir tavırla yazanların rekabet hırsından beslendiğini görürsünüz. Yaratma edimi kendiliğinden değil “o yazıyorsa/o yapıyorsa/ben de yazarım/ yaparım” diyedir. Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşarlar bu yüzden. Kendilerine ait bir odaları, kavramları, sözcükleri yoktur çünkü. Belki de bu yüzden özgünlük yetenekten daha mühim. Yetenek, zekâ, birikim hepsi büyük avantajlar ama yeteneği, zekâyı, birikimi özgünlükle birleştiremeyenler benzersiz bir eser ortaya koyamıyor. Napolyontaklit edilemez tek şey” der cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan, cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Özgünlüğünü bir cesaret gibi ortaya koyanlar için de geçerli bu, özgünlük cesareti taklit edilemiyor.

Konuşmak ve susmak arasındaki münasebet, yazmak ve okumak ilişkisine de münasip düşüyor. Boş konuşmak gibi yersiz düşüyor bazen yazmak ve bilge bir susuşa benziyor okumak. Okumanın pasif, yazmanın aktif bir hâl sanılması büyük bir yanılgı. İyi okumayı vasat yazmaya yeğleyen bir eşik vardır; orası yazmak, var olmak, yazarak var olmak hevesine galip gelir. İyi kitaplar okumak, yazmak hevesini kırıyor. İyi ve eski bir kitap; vasat olan yenisini, fikriyle, üslûbuyla yıkıp geçebiliyor. Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, ayartmalı ruhu, titretmeli kalbi. Yapamıyorsa neden var olsun ki? Neden yazılsın ki?

Moby Dick’ten de tanıdığımız Herman Melville’in kitabı Kâtip Bartleby; “yapmamayı tercih eden”, eylememeyi eylemi edinen kahramanından alır adını. Bartleby’in pasif direnişi, altında çalıştığı “efendisine” tabi olmayacak kadar minnet etmeyişi de beraberinde getirir. Bu yüzden kitaptaki Bartleby’in işvereni olan anlatıcı ses, bu pasif direniş karşısında iktidarını sorgular ve çok defa mağlup olur. Fakat Kâtip Bartleby’in hayır deme cüreti bir zafer meydana getirmez. Kahramanımızın “solgunca, derli toplu, acınacak ölçüde saygıdeğer, iflah olmaz derecede hüzünlü” mizacına benzer yaşamı da. Eylememeyi eylem edinen Bartleby’in varlığı da yokluk görünümünde olur. Ölümünden sonra hakkında ulaşılan tek cümlelik biyografisi dahi şaibelidir: “Bir zamanlar Washington’da Ölü Mektupları Dairesinde çalışan yardımcı bir kâtip.” Otuzlu yaşlarında yazmayı bırakan Melville, kalan ömrünü New York’ta büro işleri yaparak geçirir. Belki de Kâtip Bartleby ondan başkası değildir.

Yirmili yaşlarda ilk romanını yazdığında keşfedilmeyen, yarım asır sonra ancak fark edilen, tanındığı için sonsuza dek unutulmak isteyen Henry Roth; sanatın aptallık olduğunu iddia eden, ardından yaşamın da öyle olduğunu düşünmüş olacak ki intihar etmiş Jacques Vache; artık kitap yazılamayacağına inanan, tüm kitapların ciltlere dönüşene değin şişirilen dipnotlardan başka bir şey olmadığını savunan Bobi Bazlen; 1956’da Nobel Edebiyat ödülünü almasına rağmen en iyi yapıtını, yapıtlarından pişman olması olarak tanımlayan Juan Ramon Jimenez; artık yazmak istemeyen, son isteği yazılarının yakılması olan ve onu tanıyışımızı dostunun (Max Brod) sözünde durmayışına borçlu olduğumuz Franz Kafka; otuzuna varmadan yazmayı bırakan, eserlerini beğenmeyip kendini yazmaya değil, yaşamaya adayıp dünyayı keşfeden Arthur Rimbaud; diğer kitaplardan, felsefe kitaplarından bambaşka bir kitap yazmaya tutkusu olan, tutkusu yaşamına sığmayan Ludwig Wittgenstein ve Goethe’nin şiirlerinin “Züleyha” sesi Marianne Jung.

Vazgeçişleri sınanma kaygısı, mağlubiyet korkusuna yoracak belki bazıları. Bu listenin gerçek halini asla bilemeyecek, sonunu ise asla kestiremeyeceğiz. Ve muhteşem bir tezatla, yok olmak istedikçe onlar, onları daha çok var edeceğiz. Dünya, tarihe adını “en iyi” olarak geçirenlerin gerçekten en iyi olanlar olduğunu asla ispat edemeyecek. İddia edecek sadece. Sıfatların gerçek sahiplerini asla bilemeyeceğiz. Fakat sıfatların gerçek sahiplerinin duyduğumuz isimler olmadığı bilgisini, onlar sayesinde bileceğiz.

Zeynep Merdan
twitter.com/kesfsever
* Bu yazı daha önce Sabit Fikir dergisinde "Bir Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu" ismiyle yayınlanmıştır.

17 Ağustos 2017 Perşembe

Özgür iradenin romanı

Özgürlük değerlendirildiği vakit geniş bir ölçekte tanımlamalara sahip olan bir kavram. Kimileri için bir devrim sloganı, kimileri için ise hayatının yegâne anlamı olan -gerekirse uğrunda can verilecek- bir sözcük. Özgürlük bir tercihtir, esaret ile beraber seçenekler arasında olan yol ayrımında insanın kaderini belirleyen bir kıstastır. Bir görüşe göre ise vicdaniliktir. Aklın, gönüldeki hitabı olan vicdanın bir anlamda dışavurumu olan irade, tercihte bulunma gücüdür. Hür olmanın, olabilmenin; iyilik ve kötülük arasında tercih yapabilmenin gücüdür. Özgür olma isteği insanın fıtratında bulunan olağan bir durumdur, bir taraftan da insanı esareti altına alan bir ızdırabın baş sebebidir, hürlük. Hür olmaya ve kalmaya karşı duyulan doyumsuz arzu… Yaygın olarak istediğini yapma anlamı taşırken istemediğini yapmama gibi bir temel bir tanıma da sahip olan kısır döngüsel bir anlam zinciri içinde yerini alır özgürlük…

Libertatem…

Tercih etmek veya etmemek…

Özgürlük kavramıyla özdeşleşen tercih meselesini konu alan Borges’in “Evrenin gündelik ironilerinden biri olan gerçek faydasızlığı gösteren, üzücü ve gerçek bir kitap.” diyerek bahsettiği Melville’den bir başyapıt sayılan öykü: Kâtip Bartleby.

Bir yönüyle sarsılmaz bir iradenin, hayata olağanın dışından bir gözle bakmanın insanlığa göre ‘absürd’ fakat bu felsefeye göre ‘normal’ olanın kendinde hayat bulduğu bir düşüncedir, Bartleby düşüncesi ve bahsi geçen karakter Bartleby. İşte böyle bir süreci ele alan bir uzun hikâyedir, Bartleby; ‘tercih etmeme’ kavramının bedenle özdeşleştiği bir serüven. En iyi hayatın en kolay hayat olduğu inancına sahip, dünya mantığına uyan ılımlı bir avukatın bürosuna aldığı olağandışı bir yazıcının hikâyesi… Aslına hayata bir noktadan bakıp bütün insanlığa karşı bir meydan okumanın da bir anlatısıdır. Hayat mücadelesi verdiğimiz bu dünyada yaşanılanları absürd bulup bir nevi yaşıyor olmakla ölmek arasında ince bir çizgiyi taşıyan bir karakter. Görevi olan yazıcılığı gereğiyle yerine getirip fazlasını reddeden, belli bir vakit sonra ise “Bu kadarı yetmez mi?” anlayışıyla tamamen kendini dünyadan soyutlayan, gün boyu masasının yanındaki pencereden dışarıya boş duvara, aydınlığa bakarak düşünceler âlemine dalan birisi Bartleby. Dış çevreye göre anlaşılamayacak, garip bir adam.

“- Bakmamayı tercih ederim.
- Yani, gitmiyorsun?
- Tercih etmiyorum. ”

Varsayımların değil, tercihlerin adamıydı o. Net olmanın karşılığı olan bir yapıya sahipti. Modernliğin insana yüklediği ağır koşuşturmacaya karşı bir tepkiydi belki de Bartleby düşüncesi. Meslek geleneğine karşı bir anti-tez niteliği taşıyan bir düşünce. “Özgür” iradeyi konu alan bir eser.

Bazı işleri yapmayı “tercih” etmediğini söylemesiyle başlayan bu süreç, Bartleby’nin yaşamayı “tercih” etmemesi noktasına gelir.

Ve öylece ölümüne kucak açar cenin pozisyonunda…

Şu halde hürriyet hakikate esaret oluyor. Hürriyet, en ulvi esarettir. Hakikate tabi olmanın esaretidir.

Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici