Henry David Thoreau etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Henry David Thoreau etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2023 Salı

Bilmem bu yol nereye çıkar

“Yürü yürü yürü, yollar senindir…”

Yürümek eyleme geçmektir. Durağanlığı, sıradanlığı bırakıp kendine bir yol çizmek ve adımlarını belli bir ritimde tutmaktır. İstikrardır yürümek. Bir menzile varmak niyeti olsun ya da olmasın hayatı yavaşlatıp, işleri düzene koymaktır. Aklı selim, ruhu dingin kılmaktır.

İnsan yürürken aradığı duyguya yaklaşır. Öfkeliyse sakinleşir, halsizse canlanır, kırgınsa kabullenir. Bu yönüyle ücretsiz bir terapi niteliğindedir her yürüyüş…

Henry David Thoreau'nun Yürümek adlı kitabı, yürüyüşü fiziksel bir eylemden ziyade içsel bir yolculuk ve hatta sanat olarak nitelendiriyor. Birbirini tamamlayan üç denemeden oluşuyor. “Yürümek”, “Bir Kış Yürüyüşü”, “Gece ve Ay Işığı”. İlk denemede bir rota oluşturmadan çıkmayı, iç güdülerin insanı ihtiyacı olan yere götüreceğinden bahsederek konuyu doğa yürüyüşlerine getiriyor. Ve şöyle söylüyor; “…tabiatın bir sahibi yok ve dolayısıyla yürüyüşçü de göreli özgürlüğün tadını çıkarabilir. Ancak muhtemelen, öyle günler gelecek ki doğa, üç beş seçkinin ayrıcalıklı vakit geçirebileceği sözüm ona keyif alanlarına bölünecek; çitler artacak ve insanları umumi yollara hapsedecek başka mekanizmalar geliştirilecek, sonra bir de bakmışız ki Tanrı’nın toprakları üzerinde yürümek beyefendilerin hanelerini işgal etmek anlamına gelmiş. Halbuki bir şeyden münhasıran keyif almak demek, kendini asıl hazdan mahrum bırakmak demektir. O halde kötü günler henüz gelmemişken elimizdeki olanakları değerlendirelim.

Yürüyüş insana farklı perspektifler kazandırması açısından da mühim. Kainatla insan ikiz kardeştir denir. Öyleyse her yürüyüş kendini tanıma yolunda birer eşik diyebiliriz. Yürürken göğe bakarız ve düşüncemiz berraklaşır. Denize bakarız derinleşiriz. Adımlarımız bir ormana vardığında kalbimiz aradığı sükunu bulur. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Hayata ne gözle bakıyorsak onu gördüğümüz aşikâr. Yürüyüşün sağlığımıza, gözümüze ve gönlümüze hitap ettiğini fark ettiğimiz andan itibaren sanıyorum ki her adım bir şükür mahiyeti kazanır. Aynı zamanda yazarın dediği üzre doğanın tadına da varabiliriz. Modern zaman dilinde “farkındalık” denilen şey aslında burada bahsettiğimiz ve kadim kültürümüzün de bir parçası olan “halk içinde Hakla olma” halidir. Elbette kitap bu minvalde anlatmıyor yürüyüşü, ama okuduklarımız da dahil değil mi hayata nasıl bakıyorsak öyle anlaşılmaya? “Ormana, kırlara ve tahılın büyüyüp serpildiği geceye inanıyorum.” diyor yazar. Bu ifadeyi aslında tüm kitabı özetleyen cümle olarak tanımlayabiliriz. Devamında ekliyor ve içsel bir bakışla bakıldığında neler görülebileceğini şöyle ifade ediyor: “İnsanın tarlası nasıl gübreye muhtaçsa, sağlığı için de kırlar, çayırlar bir ihtiyaçtır. Onu besleyecek güçlü besinler oradadır. Bir kasabayı koruyan, içinde yaşayan erdemli insanlardan ziyade onu çevreleyen ormanlar ve bataklıklardır. Bir kasabanın topraklarının üstünde yabani bir orman dalga dalga salınıp altında başka bir yabani orman çürüyorsa, o topraklarda sadece mısır ve patates değil gelecek çağların şairleri ve filozofları da yetişir.

Kitap yürümeyi sadece anlatmıyor, yaşatıyor da. Yazarla birlikte ormanın derinine giriyor, göl kenarında kuşları dinliyor güneşin doğuşu yahut batışında gözümüzü alan ışık satırlardan gelip bizi yakalıyor. Betimlemeler, insanı “ben yeterince yürüyor muyum?” ya da “yürüdüğümde etrafımdaki güzellikleri böyle görebiliyor muyum?” diye kendini sorgulatacak kadar güzel. Misal vermek gerekirse; “İşte bir tanesi, kuru bir kayın yaprağı demin çakıl taşının birine takılmış, kurtulmaya çalışıyor; her şeye yeniden başlamak ister gibi bir hali var. Bana kalırsa yetenekli bir mühendis bu yaprağın, dalından düştükten sonra izlediği rotayı çizebilmeli. Bu hesaplama için gerekli tüm unsurlar hazır. Mevcut pozisyonu, rüzgârın yönü, göletin su seviyesi ve daha bir sürü şey verilidir. Yara bere içindeki kenarlarında ve damarlarında seyir defteri yazılıdır.” Ya da “Güneş şehirlerde israf ettiği ihtişamını ve ışıltısını yanına alarak, bu kez tek bir evin bile görülmediği, gözlerden ırak bir çayırın üzerinde, belki de daha önce hiç olmadığı kadar güzel batıyordu.” Biz şehirlerde her gün başka bir güzellikle doğan ve batan güneşin farkında bile olmuyoruz çoğu zaman.

Yazar üç denemede de doğayı bir öğretmen tasavvurunda anlatıp, yürümenin o öğretmenden alınabilecek güzelliklerini detaylı ve insanı yürümeye şevklendirecek şekilde anlatıyor. Kış sabahına uyandıran satırlardan, ormanın içinden donmuş nehirlere götüren satırlara, gecenin sessizliğinde yürümenin dinginliğinden, doğanın seslerinden onun dilini anlamaya, muhtelif güzellikleri yürümeyi ihmal etmekle kaybettiğimiz ne varsa kapital dünyadan kopamayan bizlerin gözüne sokuyor tabiri caizse. Doğa aktivisti olarak tanınan yazar, “medeni” dünyanın aksine doğadan kopmuş olmanın kaybettirdiklerine dikkat çekip, kendi deyimiyle “ilkel çağın saflığına” çağırıyor kalemiyle.

Okurken de bitirdikten sonra da kendi muhayyilemde doğaya ne kadar yabancı olduğumu fark ettirdi. Yürüyüş hayatımın parçası olsa da asfaltta yürümeyi kitapta kokusunu duyduğum ormanda yürümeyle elbette karşılaştıramam. Toprakla yakın temas kurmak, belki de kendisinden yaratıldığımızdan, zihni de kalbi de dinginleştirip ehlîleştiriyor. Aklı selim ve kalbi selim insanların doğayla bağını koparmamış insanlar olması tesadüf değil yani. Modern zamanın düzeninde kaybettiğimiz çoğu şeyin doğayla aramıza giren yollar olduğu konusunda bu kitaptan sonra şüphem kalmadı.

Kitap yürümenin felsefesini yürümeye güzelleme şeklinde kaleme alındığından okuma lezzeti yüksek. Sayfa sayısı az fakat muhtevası zengin bir klasik diyebiliriz. Yazarın da alıntı yaptığı Ebu Musa’nın da dediği gibi; “Evde sakince oturmak göğün; dışarı çıkmaksa dünyanın kapısını aralar.

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

28 Mart 2017 Salı

Devlet ve doğadan koparılan insan

Modern devlet ve onun icbar ettiği yönetim anlayışı, hiç şüphe yok ki insanın yaşama biçimini de değiştiriyor. Bu değişiklik; yönetilenin yani insanın doğadan kopmasına ve dolayısıyla hem bedenini hem de ruhunu unutmasına yol açıyor. Henry David Thoreau’nun (1817-1862) küçük ölçekli fakat iri taneli iki makalesi olan “Sivil İtaatsizlik” ile “Yürümek”, Aykut Örkop’un çevirisi ve Zeplin Kitap etiketiyle Eylül 2014’te okuyucuya takdim edildi. Thoreau’nun 1854’te yayınlanan başyapıtı Walden, Amerikan düşünce tarihini etkilemesini biraz da Sivil İtaatsizlik (CivilDisobedience, 1849) makalesine borçludur. Zira bu makale, ödemeyi reddettiği vergi sebebiyle Thoreau’nun hapishanede geçirdiği bir gecede yazılmış, çok sonra Gandhi’nin dahi en büyük ilham kaynaklarından biri haline gelmiştir. Thoreau’nun fikirlerinden etkilenen isimler arasında Tolstoy ve Martin Luther King de zikredilebilir, keza eserlerinde bilhassa devlet ve yönetim anlayışlarında yazarın bu makalesinden feyz aldıkları dikkatli okuyucuların yakalayabileceği bir husus.

İki bölüme ayrılan kitabın ilk bölümü Sivil İtaatsizlik adlı makaleyi oluşturuyor. “En iyi devlet, en az yöneten devlettir” düsturunu içtenlikle kabul ederek makalesine başlayan Thoreau, bu cümlenin ikinci kısmını “hiç yönetmeyen devlettir” şeklinde değiştirerek, insanoğlunun buna her daim hazır olduğuna ve sahip olması gereken devletin de bu olduğuna kanaat getiriyor. Amerikan devleti üzerinden eleştiri yaparak tüm devlet rejimlerini ciddiyetle eleştiren yazar, devletin tamamıyla halk için çalışabileceğini, amiyane tabirle huzur vermesinin şart olduğunu ve insanın yaşamına asla karışmaması gerektiğini anlatıyor. Devletlerin insanları rahatlıkla ve başarıyla aldatabildiğini, hatta tüm insanlığı kendi çıkarları uğruna nasıl kullanabileceğini henüz o yıllarda gösterdiğine inanan yazar, “doğru ve yanlışın ne olduğuna çoğunluğun değil, vicdanın karar vereceği bir devlet var olamaz mı?” sorusuyla, bir vicdan devletinden söz eder. İnsanın da vicdanını kaybetmemesi gerektiğini ve fakat bir kanun koyucuya da vicdanını teslim etmemesi gerektiğini söyler: “Daha önce defalarca söylendiği üzere, bir kurumun vicdanı yoktur; ancak vicdanlı insanların oluşturduğu bir kurumun vicdanı olur.

Thoreau’nun tezlerinden biri; kanuna karşı duyulan yaygın ve aşırı saygının, tüm bu kanunların insanın yaşamını altüst edecek bir niteliğe bürünmesine sebep olduğunu yönünde. Kanunların insanı azıcık dahi olsa iyi biri haline getireceğini düşünmeyen yazar “en iyi niyetliler bile kanuna duydukları saygı yüzünden, her gün türlü adaletsizliğe alet olurlar” diyerek aslında günümüz dünyasındaki faili meçhul cinayetlere ve polis şiddetine de dikkat çekiyor. Bu adaletsizliğin iyi bir insanı dahi devlet tarafından düşman görülmesine götüren bir yol olduğunu savunan yazar, bilgeliğin ve soyluluğun formülünü kendince şöyle özetler:

“Ben soylu biriyim, varlıklı olamayacak kadar
Başkasının yaveri olmayacak kadar soyluyum
Ya da yararlı bir hizmetkâr ve araç olmayacak kadar
Yeryüzündeki herhangi hâkim bir devlete”

Bugün hiçbir insan Amerikan devletine karşı düzgün bir şekilde davranamayacağını söyleyen yazar “köleliğin devleti” olarak gördüğü bu politik organizasyonu bir anlığına dahi olsa kendi devleti saymaz.Jean Baudrillard, “Sessiz Yığınların Gölgesinde” adlı eserinde oy kullanma mekanizmasının ve medyanın büyük bir simülasyon olduğunu yazar. Henry David Thoreau da bu fikri yüz yıl evvelinden şu şekilde belirtmiş kitabında: “Oy vermek, içinde birazcık ahlak bulunan, doğru ve yanlışla, ahlaki sorularla oynayan bir oyundur; tıpkı dama veya tavla gibidir ve doğal olarak bahis de bu oyuna eşlik eder… Akıllı bir insan, doğru olanın gerçekleşmesini şansın insafına bırakmaz ya da çoğunluğun kudretiyle gerçekleşmesini dilemez. İnsan yığınlarının eylemlerinde çok az erdem bulunur. Çoğunluk, olur da köleliğin kaldırılması yönünde oy kullanırsa; bu, köleliğe karşı ilgisiz olmaları ya da kaldırılacak pek az bir kölelik kalması nedeniyle olur. O zaman köle olan yalnızca kendileri olur. Sadece, kendi oyuyla kendi özgürlüğünü temin edecek kişinin oyu köleliğin kalkmasını hızlandırabilir.

Bir yasa, eğer bir insanı başkasına yapılan bir haksızlığın aktörü yapıyorsa, “yasaları çiğneyin gitsin” der yazar. “Bırakın hayatınız bu makineyi durduracak bir karşı sürtünme olsun” diyerek de pasifliğin hiçbir şey getiremeyeceğini belirtir. İnsanın yapması gereken her şeyden önce lanetlediği bir mekanizmanın, haksızlığın, adaletsizliğin aktörü olmamasıdır. Bunun için de önce insanın ellerinin temiz olup olmadığını kontrol etmesi gerekir zira kirli ellerle bir şeyi temizlemeye çalışmak, kirli olanı tüm alana yaymayı kolaylaştıracaktır. Haksız ve adaletsiz bir yönetim anlayışı karşısında insanın söyleminin de sert, keskin ve tavizsiz olması gerektiği yazarın temel üslup düşüncesidir. Zira “insan ancak kıymet bilen ve hak eden ruhlara karşı nezaket gösterir” ona göre.

Thoreau, hapishane serüveninden bahsederken hiç gocunmaz ve “İnsanları adaletsiz bir şekilde hapishanelere tıkan bir devletin hükmü altında yaşayan adil bir insanın bulunması gereken tek yer”de olduğunun bilincinde, fikirlerini aktarmaya devam eder. Özgür bir insanın, köle-devletinde onuruyla bulunabileceği tek yer olarak düşündüğü hapishaneden, insan ve para konusunda da çağımızı çok ilgilendiren fikirlerini sunar: “Eğer para kullanmadan yaşayan insanlar olsalardı, devlet onlardan para talep etmek konusunda tereddüde düşerdi… Para bir insanla arzuladığı nesneler arasına girdiğinde, o nesneleri o insan adına alır ve bunu başarmak da büyük bir erdem değildir… Araç dediğimiz şeyler arttıkça, yaşamın olanakları orantılı olarak azalır. Bir insanın zengin olduğunda kendi kültürü için yapabileceği en iyi şey, yoksulken tasarladığı planları gerçekleştirmeye çalışmasıdır.

Hz. Ebu Hureyre’den (r.a) naklolan bir hadis-i şerifte Resul-i ekrem (a.s); “Üç kişi vardır ki, Allah (c.c) kıyamet gününde onlarla ne konuşur, ne onlara nazar eder, ne de onları günahlarından arındırır, onlara elim bir azab vardır… Sırf dünyevi bir menfaat için bir imama biat eden kimse; öyle ki, dünyalıktan istediklerini verirse biatında sadıktır, vermezse sadık değildir.” buyurmuştur. Bu hadisi burada nakletmemize sebep olan Thoreau fikirlerinden biri de insan ile iktidar arasındaki ilişkiye dair:

“Ailemiz gibi davranmalıyız ülkemize
Eğer bir an olsun yabancılaşırsak ona
Onu onurlandıracak olan sevgimize ve gayretimize
Riayet etmeli ve ruhumuza öğretmeliyiz
Vicdan ve inanç meselesini
Ve uzak durmalıyız çıkarcılık ile iktidar arzusundan”

Kitabın ikinci bölümünü, yazarın “Yürümek” adlı makalesi teşkil ediyor. Devletin insanla toprak arasına nasıl girdiğini sorgulayan Thoreau, bu makalesinde özellikle insanın bir bedene ve ruha sahip olduğunun farkında olmadığını düşünüyor. Buna sebep olan etkenleri de mekanikleşme, kentleşme ve elbette otomobil olarak sıralıyor. İnsanın kendi doğasından uzaklaşır uzaklaşmaz öleceği, bütün iyi şeylerin yabani ve özgür olduğunu belirten yazar günümüz otomobil çağına sesleniyor: “Günümüzde otomobil, bedeni milyonlarca insan için neredeyse gereksiz hale getirmiştir.” (Mustafa Kutlu’nun şu teklifini de unutmayalım: Otomobilleri sokaklardan atmalıyız.)

Yürüyüş bir insan için temel ihtiyaçtan da öte. Lakin günümüzde yürüyüş yollarını bir kenara bırakalım, maalesef parklar, bahçeler, ormanlık alanlar insanların ulaşamayacağı yerlere sıkışmış vaziyette. İnsanın yürüyüp nefes alacağı bölgeye gidene kadar kullandığı araçlar, çevreyi görüntü anlamında yoruyor, biyolojik anlamda ise sömürüyor. Çevre kirliliği, aşırı yakıt tüketimi ise cabası. Ağır iş koşullarını unutup, insanın tefekküre muhtaç oluşunun farkına varması ve kendi halinde bir yaşama olan açlığını karşılamasını yürüyüşe bağlayan Thoreau bu konudaki fikirlerini şöyle dile getiriyor:

- Yürüyüşçü zaman açısından zengindir, saatlerini harcama lüksüne sahiptir. Kendi saatlerinin efendisidir.

- Yürüyüşçü yürüyüş sırasında dünyaya bakışını derinleştirir, bedenini yeni koşulların içine sokar.

- On gün birisiyle yürümek, on yıl onunla birlikte yaşamak demektir. (Burada Lütfi Bergen’in “Dostluk, yürürken belirginleşen bir şeydir” sözünü de hatırla(t)mak gerekiyor.)

David Le BretonJean-Jacques Rousseau ve Robert Louis Stevenson gibi büyük yürüyüşçüler arasında sayılan Henry David Thoreau insanlara “bir deve gibi yürümelisiniz” çağrısını yapıyor. Devenin yürürken uzun uzun düşünen tek hayvan olduğunu belirtiyor.

Resul-i ekrem (a.s) yürürken yorulduğu zaman adımlarını uzun atar, böylece hem yorgunluğu azalır, hem daha çok yürüme keyfi alır, hem de daha lezzetli bir tefekkür ânı yaşarmış. Öte yandan Yunus Emre’nin (k.s) de “Ben yürürem yane yane / aşk boyadı beni kane / ne akilem ne divane / gel gör beni aşk neyledi” zikrini hatırlamamız mümkün.

Yürümek” adlı makalesinde yazarın yürüyüş esnasında çevreyi betimlemesi, doğayı yorumlaması ise okuyucu için ayrıca bir keyif. Şimdiki zamanda dahi yaşamaya vaktimizin olmadığını, geçmişi hatırlamaya mecalimizin kalmadığını acı bir şekilde o yıllardan seslenen yazar; akıp giden hayatın bir ânını bile kaybetmemiş olan kişinin bütün ölümlülerden daha fazla kutsanmış biri olarak görülmesi gerektiğini söylüyor.

Yaşadığımız bu utanç ve tiksinti veren çağı bir madene benzetiyorum. Ama emek olmayan, ter olmayan, dürüstlük olmayan, kapkara bir madene. Bu madende hepimiz ne ürettiğini bilmeyen azgın birer tüketici ve doyasıya borçlu bir işçi gibiyiz. Çalıştıkça aldığımız nefesi ânında borç olarak geri veriyoruz. İçimize yaşamın tadını, kanaati ve şükrü çekemiyoruz. Çile çekiyoruz bu madende. Hiç aydınlanmayan bir maden bu çağ. Kendi bataklığımızda kendimizi batırıp sürünüyoruz.

Çok umutsuz olabilir lakin bu çağda ben dünya sistemi ile yürüyüş üzerine düşünemiyorum. Ne zaman düşünmeye çalışsam aklıma bir Neşet Ertaş türküsü gelip oturuyor, hiç de yerinden kalkmıyor:

“Yürü durma yürü yolundan olma
Eğlenip bir yerde kalmayan dünya
Zaten ben garibim anadan doğma
Garibin gönlünü bilmeyen dünya.”

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf