Fulya İbanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fulya İbanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ocak 2024 Salı

İstanbullu sahafların söylediğidir

Kitabı hayatın önemli bir noktasına yerleştiren insanlar için sahaflar önemli mekânlardır. İster normal bir okur olun ister profesör olun bu mekânlar bizler için, yani Tekin Şener’in deyimiyle “yazıyı ve yazgıyı takip edenler” için farklı yeri olan yerlerdir. Tabiî ki büyük şehirlerden bahsediyorum, derin bir âh çekerek. Okuma oranlarımızın yerlerde süründüğü ülkemizde buna paralel kitapçı/sahaf sayımız da yerlerde sürünüyor. Ve ben her sene “şu kadar milyon kitap basıldı, şu kadar satıldı, aslında dünyada ilk bilmem kaçtayız” diyen yayıncı/yazarlarımızı da kale alamıyorum. Çünkü, başka bir yazımda da belirttiğim gibi kültür alanında varoşluğun tam ortasında yaşıyoruz. Çok kitap okunan bir ülkede kitap alıp okuyanlara tırnak içinde aptal gözüyle bakılmaz. Çok okunan bir ülkede kitap elden çıkarılacak ilk nesne gibi görülmez. Bu ancak varoşluğun kültür kabul edildiği ortamlarda olur. (Bir soruya Nedret İşli’nin verdiği cevap bu durumu güzel özetliyor aslında: Ülkemizde mali müzayakalarda, bahar temizliklerinde, evlerde yer açma çabalarında, hane değiştirmelerde, ölüm sonrası tasfiyelerde satılacak emtia olarak akla evvela kitaplar gelir.) Bu ortamlar da kitabın hatta “muhabbetin” eksik olduğu yerlerdir. Şunu düşünüyorum: Nüfusumuza göre oranlarsak, az sayıda ama çok okuyan insanımız var. Zaten yayın dünyası da bu okurların hatırına dönüyor.

Sahaflardan konu nereye geldi. Evet, İstanbul dışında biraz Ankara, Bursa, Konya’yı belki, sahaf/kitapçı konusunda sayabiliriz ama diğer şehirlerimiz maalesef çok yetersiz. Saf sahaftan bahsediyorum. Yoksa dükkân dönsün diye kitabın yanında kırtasiye ürünü de satanlardan bahsetmiyorum. Eski, değerli kitap alan/satan, bu işten anlayan insanlardan yani. Ki bu insanlar İstanbul’da bile azalıyor artık. Babadan hatta dededen gelip oğula devredilen bir iki sahaf biliyorum. Bunun dışındakiler maalesef Sahaflar Kitabı’ndaki sahaflardan sonra ömrünü tamamlayacak. Anladığım kadarıyla ve emin olmamakla birlikte Nedret İşli’nin oğlu devam edecek Turkuaz Sahaf olarak.

Biz, Selçuk Altun’un deyimiyle kitapçokseverler bir kitabı fiziksel olarak sevmenin dışında kitabın akıbetini/geçmişini, manevi değerini de sever ve kitabın izini sürmek isteriz. (Halil Solak’ın Kitap Sevenler Cemiyeti bu minvalde mutlaka okunması gereken eserlerdendir.) Ayrıca kitaplar/sahaflar hakkında yazılan kitapları ve sahafların konuşmasını da isteriz. (Bu açıdan da Turan Türkmenoğlu’nun Sahaflar Çarşısında Görüp İşittiklerim kitabı mutlaka okunmalıdır.) Bu istek ve merak beni İsmail Kara, Fulya İbanoğlu ve Filiz Dığıroğlu’nun hazırladığı ve 2022’de yayımlanan Sahaflar Kitabı: Son İstanbullu Sahaflarla Konuşmalar kitabına götürdü. 2022’de yayımlandı bu kitap ancak bu söyleşilere 2009’da başlanmış ve geniş bir süreye yayılmış. Bu sebeple maalesef söyleşi yapılan iki sahaf kitabı göremeden dünyasını değiştirmiş.

Kitaptaki konuşmalar genelde Kadıköy sahafları veya Kadıköy’le bir şekilde irtibatlı olan sahafların konuşmalarını içeriyor. (Enderun ve Turkuaz Sahaf konuşmaları hariç.) Çünkü Fulya İbanoğlu ve Filiz Dığıroğlu’nun mesaisi daha çok buralarda geçmiş ve sadece buradaki veya Kadıköy irtibatlı sahaflarla olan konuşmalar bile -sadece 8 sahafla konuşulmuş olunmasına rağmen- Dergâh Yayınları’nın büyük boy baskısıyla ortalama 450 sayfayı içeriyor. Kitaptaki isimler ise şöyle: Enderun Sahaf’tan İsmail Özsoy ve İsmail Erünsal, Sahaf Hilmi’den Hilmi Merttürkmen, Müteferrika Sahaf’tan Lütfü Seymen, nam-ı diğer Sakallı Lütfü, Turkuaz Sahaf’tan Emin Nedret İşli, Nigar Sahaf’tan Asuman Bektaş, Babil Sahaf’tan Lütfi Bayer, nam-ı diğer Babil Lütfi ve Bahtiyar Sahaf’tan Bahtiyar İstekli. Bir de her sahafla ilgili, söyleşilerin sonunda bir yazı mevcut. Bunu da o sahafla daha çok mesai harcamış, ünsiyeti olan insanlar yazmış. (Mustafa Kutlu da yazmış mesela.) Bu yazılar da söyleşilerden sonra güzel bir tat veriyor kitaba. Çünkü yormayacak derecede ve uzunlukta bu yazılar.

Kitaplar veya sahaflar hakkında kitap okumak aslında çok güzel bir okuma biçimi olmakla birlikte okurken insanı üzüntülü bir duruma da sokabiliyor. Çünkü o maddi ve manevi değeri yüksek yazma eserlerin, imzalı kitapların, ünlü şahsiyetlerin kütüphanelerinden çıkmış kitapların akıbetini öğrenmek insanda bir burkulma hissi oluşturuyor. Kitaba çok da değer veren bir millet olmadığımız için bizden kaçırılan veya devlet eliyle gönderilen arşivlerin arkasından kitapseverler olarak ancak üzüntüyle bakabiliyoruz. Mesela Muallim Cevdet’in Bulgaristan’a hurda kâğıt olarak sattığımız arşivi, Türkiye’de ilk duyuran kişi olduğunu öğrenip olayın iç yüzünü okuyunca bir sızı oturuyor insanın içine. Ki Cevdet de bunu, arşiv kamyonla götürülürken düşen birkaç parçayı bulmasıyla öğreniyor ve güzel ülkemizin öyle haberi oluyor. Fakat burada bir ikilem doğuyor okur için. Acaba bizde kalıp -zamanında- SEKA’ya gitmesi mi daha iyi olurdu yoksa dış ülkelere gidip en azından dünya üzerinde kalması mı? Elbette insan bir süre sonra “gitsin de kurtulsun” noktasına gelebiliyor. Kitaptaki birçok sahafın düşündüğü gibi.

Kitapta gerçek bir kitapseveri en çok üzen şeylerden biri İsmail Özdoğan’ın kendi söyleşisinde belirttiği ve üniversitelerin hâlini gösteren bir olayla kendini gösteriyor. Önce olayı Özdoğan’dan dinleyelim: “…işte Özege çıktı Eski harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu yaptı. İddiayı görüyor musunuz? Tarih-i Raşid de o katalogda, maydanoz hakkında yazılmış bir eser de orada. Bunların hepsini toparladı kendi kendine, kataloğunu yaptı ve Erzurum Atatürk Üniversitesine hediye etti. Üniversitenin yüz karası olacak bir şey de söyleyeyim size. Özege merhum, kitaplarını hediye ettikten sonra dahi devamlı her hafta kitap alıyor, kitapları paketleyip gönderiyordu. Bir seferinde Seyfettin Bey’e mektup yazdılar, -bu mektubu çok isterdim koleksiyonuma koymayı- Erzurum’dan. ‘Artık kitap koyacak yerimiz yok lütfen bundan sonra kitap gönderme’. Buyurun bakalım.

Celal Şengör Türkiye’de üniversite yok derken haklı mı acaba? Çünkü Şengör bu tespiti yaparken sadece eğitim kalitesini değil kütüphanedeki kitap sayılarını baz alarak da yapıyor. Türkiye’de kütüphanesinde (ona kütüphane denirse) 500 tane kitap olan üniversiteler olduğunu söylüyor Şengör. O kadar kitapla ne bilim yapılır ne de bir verim alınır. İsmail Özdoğan’ın bahsettiği olay da zaten bize utanç olarak yeter.

Bu tür kanayan yaramızla ilgili çok olay var söyleşilerde. Zaten Beyazıt Sahaflar Çarşısı bile son haliyle kanayan yaramız olmaya yeter de artar. Ancak ümitli şeyler de yok değil. Mesela Nedret İşli sahaflığın bitmeyecek bir meslek olduğunu savunuyor ve gelişen teknolojiyle kitapları aslında birbirine karıştırmamamız gerektiğini belirtiyor. Ona göre sahaflık geleceği parlak olan bir meslek: “Sahaflık ölümsüz bir meslektir. Teknolojinin hızla ilerleyişi bu mesleğe bir sekte vurmaz. Kitap her zaman gerekli olan, her zaman var olacak olan bir eğitim/kültür aracıdır. Bunun için sahaflar bilgisayar sistemlerinin, alıp satacakları kitapları gelecekte yok edeceğine inanmamaktadırlar. Belki de ileride elektronik yayınları, bilgileri, CD’leri temin eden elektronik sahaflar oluşacak. Ama dünyada evvelce basılan milyonlarca kitap yok olmadığı sürece sahaflık yaşayacaktır.

Nedret İşli’nin bu söyledikleri bazılarına romantik gelecektir, bazılarına da ümit verecektir. İnşallah diyelim, Nedret İşli haklı çıksın. Kitaptaki söyleşiler amacına uygun olarak gerçekleştirilmiş. Soruyu soran da cevap veren de çok kaçamak davranmamış ve bu durum ortaya hem net hem de hacimli söyleşiler çıkmasına neden olmuş. Sahafların nadir de olsa bazı sorulara cevap vermeme isteği göze çarpıyor ama bu konuda soruyu soranları tebrik etmek gerekir çünkü yeterince zorladıkları görülüyor sahafları. Ancak son tahlilde kimseye zorla bir şey söyletilemez. Bir de soruyu soranın ismi baş harflerle belirtilse ve konuşmaların sonunda konuşmanın yapıldığı tarih belirtilse daha iyi olabilirdi okur açısından.

Biz okurlar için kitap çok değerli bir meta olabilir ama sahaf için son tahlilde ekmeğini kazandığı bir ticaret aracı. Sahafların zaman zaman bazı söylemleri bizim gibi normal okurlara garip gelebilir ama gerçek şu ki kitabı ticari bir araç gibi görmedikleri takdirde bu mesleği yapamazlar. Zaten sahaflık için önemli olan bir kitabı elinde bulundurmak değil, o kitabı görüp daha sonra da satmış olmak. Sonrası koleksiyoner veya okurlara kalıyor.

Kitapta elbette her okurun daha yakın hissettiği veya konuşmanın içeriğine göre daha çok hoşuna gidecek söyleşiler olacaktır. Ben en çok İsmail Özdoğan, Emin Nedret İşli, Lütfi Bayer ve kitaptaki tek kadın sahaf olan Asuman Bektaş’ın konuşmalarını çok sevdim. Özellikle Lütfi Bayer’in konuşmasında diğer konuşmalardan ayrı olarak fikrî bir yön de bulunuyor. Kültür ve eğitim hakkında düşünen biri Bayer ve bunu hemen fark ediyorsunuz.

Son İstanbullu Sahaflarla Konuşmalar gerçek okurları bazen üzecek ama yine de kitaplar hakkında konuşulan bir halkanın içine dâhil edecek okuyucuyu. Bu da her şeye rağmen kitapseverlere büyük bir keyif verecek.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

29 Ağustos 2013 Perşembe

Büyük şairler, yeniden keşfedilmeyi bekler

"Büyük mütefekkirler kendi dönemlerinin tercümanlarıdır. Akif de bunlardan biridir. Hatta döneminin en büyüğüdür."
- Prof. Dr. İsmail Kara

İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy'un yaşamı üzerine ciddiyetli bir çalışma maalesef ki yapılmamıştı.

Sempozyumlar, makaleler, konferanslar ne kadar bolsa, içi o kadar koftu. Anma merasimlerinden öteye geçmiş, Mehmet Âkif'in milletimiz ve topraklarımız için neler ifade edebileceği üzerine kafa yorulmamıştı. İlginçtir ki eserleri üzerine de hâlâ ortada bir şey olduğu söylenemez. Eleştiriyi çok seven bir milletiz, her şeyi eleştiririz ama bir şeyleri tahlil veya izah etmekten de koşa koşa kaçarız. Oysa ki vatan şairimizi gayet iyi tanımamız, eserleriyle "şöyle böyle" değil "ciddi ciddi" ilgilenmemiz gerekiyor. Sadece Safahat'ı bilmek yerine, Süleymaniye Kürsüsünde, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım ve Gölgeler gibi çok önemli eserleri de bilmeli, okumalı ve idrak edebilmeliyiz. En azından buna gayret göstermeliyiz.

Elbette bunları yapanlar vardır, Prof. Dr. İsmail Kara ve öğrencisi Fulya İbanoğlu da muhtemelen öncelikle bu hassasiyetleri barındıranlar için harikulade bir çalışmaya imza atmışlar. Elemim Bir Yüreğin Kârı Değil / Mehmet Âkif Albümü; kapağını kaldırır kaldırmaz sizi içine hapsediyor. Çünkü orada bir dava yatıyor, bir mücadele barınıyor ve bir çile çekiliyor...

"Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım:
Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!..
Ah! karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!
Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn...
Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!"

Mehmet Âkif'in "Gitme ey yolcu" adlı bu şiiri, bence vatan şairimizin hayatının özeti. Çocukluğu, aile hayatı, eğitimi, arkadaşlıkları, ahlâk anlayışı, milli iradesi, vatan sevgisi, her şey bu şiirde. Naçizane böyle düşünüyorum. Titizlikle hazırlanmış albümde, albüm denmesinin sebebi bu olsa gerek; bol miktarda fotoğraf içeriyor. Sanki bir belgesel izliyorsunuz okurken, metinler yormuyor. Metinde okuduğunuzu kafanızda canlandırma zahmetine girmenize bile gerek kalmıyor, çünkü hemen yanındaki fotoğrafta her şeyi görüyorsunuz.

12 Mart 1921'de kabul edildi İstiklâl Marşımız. Yani cumhuriyetin ilanından önce. Demek ki Türk milletinin tarihe damgasını yeniden vurmasına vesile olmuştur İstiklâl Marşı. Buradan yola çıkarak da Mehmet Âkif'i de anlamaya çabalayabiliriz. Bu minvalde İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı şair İsmet Özel şöyle der: "Türk milleti tarihe damgasını İstiklâl Harbi ile vurdu. İstiklâl Harbi İstiklâl Marşı’nın temin ettiği mantık ve iradeyle kazanıldı. Millet hayatının sukut etmesi bu mantığın terk edilmesi, bu iradeye yabancı kalınmasından başka bir şey değildir. Kim millet hayatının yükselmesini istiyorsa, o kişi üzerine, şimdiye kadar ihmal edilmiş bir görev almış olur.". Demek ki görevimiz İstiklâl Marşı'nın da ötesinde. İşte vatan şairimizi anlamaya çabalarken kendimizden, kendi tarihimizden başlamamız gerektiğinin göstergesi. Bunun önemini ise daha fazla okudukça ve iştahla, daha fazla araştırarak elde edebiliriz.

Birçok çileye göğüs germiş, Cumhuriyet Türkiye'sinden monarşik idare ile yönetilen Mısır'a “Ben vatan haini miyim ki, peşime polis takıyorlar...” diye diye ve elemle giden fakat buna rağmen "Doğacaktır sana va'dettiği günler Hak'kın" dizesiyle bize büyük bir umut zerk eden büyük şairimizi daha yakından tanımak hepimizin üzerine vazifedir. Vazifeleri keyfimiz râzı geldiğinde değil, geç kalmadan gerçekleştirmeliyiz.

Timaş Yayınları'ndan haziran 2013'te yayımlanan ciltli ve şömizli 136 sayfalık bu kıymetli çalışma, Mehmet Âkif'i yeniden keşfetmek isteyenler için önem arz ediyor. Gelecekte Mehmet Âkif üzerine yapılacak ciddiyetli çalışmaların artmasına vesile olacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf