Frédéric Gros etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Frédéric Gros etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2017 Pazartesi

Bir eylem ve tavır olarak yürümek

"Hakiki yaşam, büyük bir yolculuktur."
- Henry David Thoreau

Yürümeyi, içinde birçok güzel anlamları barındıran, eylemden ziyade bir tavırlar bütünü olarak görüyorum. Yürüme üzerine düşünmeyi, okumayı değerli buluyorum. Bu minvalde evvela Henry David Thoreau'dan "Sivil İtaatsizlik - Yürümek", sonra da David Le Breton'dan "Yürümeye Övgü" adlı kitapları önerebilirim. Henüz okumadığım fakat bir kıyıda hazır bekleyen Thomas Bernhard'a ait "Yürümek - Evet" ile Oruç Aruoba'nın "Yürüme" kitapları da yine zikredilebilir.

Yürümek, ayakların dışında ve belki de en önce gözlerin devrede olduğu, insanı düşünmeye yönlendiren (yol/yolcu), düşünürken saflaşmayı, berraklaşmayı ve pratikleşmeyi de öğreten (yoldaş) bir tercih meselesi. Çünkü yürümenin birçok farklı sebebi, dolayısıyla da sonucu var. Markete gitmek için yürümek, kalori yakmak için yürümek, rahatlamak için yürümek gibi. Frédéric Gros her birinden bahsetse de şüphesiz en önem verdiği şey, yürümenin felsefeyle, düşünceyle, edebiyatla olan ilgisi. Kolektif Kitap etiketiyle ve Albina Ulutaşlı çevirisiyle neşredilen Yürümenin Felsefesi adlı kitabında bir davet ya da öneri yok. Fakat uyarılarla süslü, insanın zihninde çok farklı bir yürüyüş dünyası oluşturan metinler mevcut. "Yürümek spor değildir" diyerek başlıyor söze Gros. Yaşamı ağırdan almanın kişiye getireceği yeniliklerin, güzelliklerin sonu yoktur. Bunu da ancak yürüme sağlar. Dolayısıyla yürüme aslında bir eylem ve bir tavırdır.  Modern dünyanın hız ve haz ikliminden uzak tutan bir savunma sistemidir. Endişeleri, sıkıntıları, problemleri bir nebze hafifleten, unutturan ciddi bir eylemdir: "Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan."

Gros, her şeyin en yoğun, acil, stresli yaşandığı bir dünyada yürümenin ertelemeyi gündeme getirdiğini, kısıtlamalardan uzaklaştırdığını ve ruh ile beden arasındaki iletişimi/anlayışı kuvvetlendirdiğini söyler. Ona göre yürüyen insan için özgürlük; bir lokma ekmek, bir yudum su ve uçsuz bucaksız kırlardır. Yaşamın acımasız taraflarını kesintiye uğratır yürüyen insan. Manevi bir tekamül seyreder. Okuyalım: "Yürümek bizi alıp yaşamın düşey eksenine koyar; arzularımız ve dürtülerimiz ayaklarımızın hemen altındaki sele kapılıp gider. Demek istediğim, yürüyerek benliğinizle buluşmaya gitmezsiniz. Burada mevzu, kendinizi yeniden bulmak, otantik bir ben veya kayıp bir kimliğe yeniden kavuşmak için eski bağlardan kurtulmak değildir. Yürüyerek, kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikâyeye sahip olma isteğinden kaçarsınız... Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket hâlindeki kadim yaşamdır."

Yürümenin Felsefesi sayfalarında, büyük sanatçılardan yazar için önemli olanlarının yürüyüş hikâyelerini de öğrenme fırsatı bulacak okuyucu. Neden yürüdüklerini, yürürken neleri tercih ettiklerini, yürüyüşün hayatlarına ne gibi farklılıkları ve faydaları getirdiğini görebilecek. Nietzsche'nin nasıl iyi bir yürüyüşçü olduğunu, Rimbaud'nun kaçma arzusunda yürüyüşün yerini, Rousseau'nun yürüyüşü nasıl bir gündüz düşü hâline soktuğunu, büyük yürüyüşçü Thoreau'da yabanın yerini, Nerval'in yürüyüşün melankolik ve aylak taraflarını, Kant'ın günlük yürüyüşlerindeki tavizsiz disiplinini, Gandi'nin yürürken bir yanıyla mistik diğer yanıyla siyasetçi olarak kalabilen tavrını bölüm bölüm öğrenebilecek. Bu bölümlerin aralarında Gros'un küçük ve özel denemeleri mevcut. Özgürlükler, dışarısı, yavaşlık, yalnızlıklar, sessizlikler, sonsuzluklar, enerji, hac yolculuğu, yenilenme ve mevcudiyet, kinik yaklaşım, iyi olma hâlleri, gezintiler, parklar ve bahçeler, kentli düşgezgini, yerçekimi, özdekiler, yineleme gibi konuları içeriyor bu denemeler.

Yavaşlık, yürüyüş esnasında çok önemli bir mesele Gros'a göre: "Yürümenin sırlarından biridir bu: Manzaraya, onu her adımda biraz daha tanıdık kılan yavaşlıkla yaklaşmak. Tıpkı dostluğu derinleştiren düzenli görüşmeler gibi... Yürürken hiçbir şey hareket etmez, sadece tepeler belli belirsiz yakınlaşır ve manzara değişir. Trende veya arabadayken bir dağın bize geldiğini görürüz. Göz atiktir, kıvraktır; her şeyi anladığını, kavradığını sanır. Yürürken hiçbir şey gerçekten yerinden oynamaz, daha ziyade mevcudiyet bedene yerleşir yavaşça. Yürürken aslında yakınlaştığımız yoktur, sadece şeyler bedene daha fazla nüfuz eder. Bizi çevreleyen manzara tatlar, renkler, kokularla dolu bir kasedir, beden de onun içinde demlenir."

Robert Louis Stevenson, yürüyüşten hakkıyla keyif alabilmek için mutlaka yalnız olmak gerektiğini söyler. Grup hâlinde olan bir yürüyüş piknikten farksızdır ve lafta yürüyüş denir ona göre. Yürürken özgürlük elzem olduğundan mutlaka yalnız yürümeli, insan istediği zaman durabilmeli, istediği yoldan gidebilmelidir. Yürümenin bir başka sırrı da şudur: Yürüyüşçü, ritmini bizzat kendi belirleyebilmelidir. Nietzsche, Thoreau ve Rousseau yalnız yürüyenlerden. Bu fikirlerinde ise hiç de yalnız değiller. Sebebini Gros'tan okuyalım: "Yürürken hiçbir zaman yalnız değilizdir çünkü yürüdüğümüzde çok geçmeden iki kişi oluruz, özellikle de uzun süre yürüdükten sonra. Demek istediğim, tek başımıza da olsak, bedenimizle ruhumuz arasında bir diyalog vardır her zaman. Eğer yürüyüş düzgün ve sürekliyse kendimi teşvik eder, metheder, kutlarım: Aferin beni taşıyan bacaklarıma... bir atın boynunu sıvazlar gibi kendi uyluklarımı sıvazlarım. Uzun süredir güç harcadığında, zorlandığı anlarda, bedene destek olmak için oradayım ben: Hadi, devam et, tabii ki yapabilirsin. Yürürken çok geçmeden iki kişi olurum. Bedenim ve ben: bir çift, eski bir hikâye. Ruh gerçekten de bedenin tanığıdır, faal ve tetikte bir tanık. Bedenin ritmini izlemesi, sarf ettiği güce eşlik etmesi gerekir... Ruh, bedenin gururudur."

İnsanın bilimsel kitapları bir tarafa bırakıp kendi ruhunu keşfetmeye yönelik şeylerle uğraşmasını gerektiğini söyler Rousseau. Böylece insan kendine tapmaz, kendini sever. Kendini sevmeyi bilmek bugün en önemli psikolojik tedavi gereklerinden biridir. Devamında özgüven, kimlik ve anlam gibi daha derin konular gelir. Dolayısıyla yürümek, kişiyi kendiyle olduğu kadar dışarıyla da barışık, tebessüm sahibi,  merhametli bir hâle getirir, terbiye eder, olgunlaştırır. Reşat Nuri Güntekin'in dilimize kazandırdığı İtiraflar I'de Rousseau şöyle diyor: "Ben keyfimce yürümeyi, canım istediğinde de durmayı severim. Bana seyyar bir yaşam gerek. Güzel bir havada, güzel bir ülkede telaşa gelmeden yol yürümek ve yürüyüşün sonunda da hoş bir manzarayla karşılaşmak, onca yaşam tarzı arasında zevkime en uygun olanı."

Sonsuz, umarsız ve insanın hem içine hem dışına ayrı güzelliklerde hitap eden yürüyüş; güncelin ve gündemin yorgunluğuna karşı en doğal savunma stratejisidir. Gros, yürümeye başlandığından itibaren haberlerin, çalkantıların, skandalların yürüyüşçü için bittiğini ve hatta umurunda olmadığını söyler ve şu güzel tespiti yapar: "Bizi çoğunlukla esir alan bu kısa ömürlü haberlerden, ebediyetin huzurunda durarak kurtuluruz."

Henry David Thoreau, bütün yapıtlarında sabaha inanmak istermiş. İnancını doğuran şey sabah vakitleri imiş. Burada akla İsmet Özel'in "Evet, İsyan" şiirindeki "insanların bütün sabahlarını merak ederim" dizesi geliyor hemen. Thoreau'ya göre sağlık, kendini sabahlara duyulan sevgide belli eder. "Bir ilkbahar sabahı affedilir insanlığın günahları" der. Gros burada "Doğa bizi sarsa sarsa uyandırır insanlık kabusundan" yorumunu yapıyor. Hangimiz, özellikle de büyük şehirlerde yaşayanlarımız  aslında gayet 'doğal' olan bir yeşilliğe bakarken kendimizden geçmiyoruz? Tavukların asfaltta, martıların gökdelen tepelerinde gezindiği zamanlarda bir ırmağın akışı, güneşin denize düşen aksi bizde hayranlık uyandırıyor. Bunları görmek için de oradan oraya gitmemiz gerekiyor artık. Bu gidişlerimizin sebebi görebilecek bir yer bulabilmek, açıyı yakalamak, daha yakın olmak. Eskiden de sanatçılar oradan oraya gidermiş ancak bunun sebebi her zaman daha güzel, daha farklı bir manzaranın yaşanabilir, tadılabilir olmasıymış. Mesela Arthur Rimbaud, 5 Mayıs 1884 tarihinde Aden'den yazdığı bir mektupta şöyle diyor: "Bu mektuba bir yanıt adresi ekleyemiyorum, zira bir sonraki durakta kendimi hangi yollardan, nereye, niçin ve nasıl sürüklenmiş bulacağımı ben de bilmiyorum."

Gros'un lezzetli kitabına dair bu yazımı, Kızılderililerin yedi alt kabilesinden biri olan Lakota yerlilerinin şeflerinden Luther Standing Bear'dan bir paragrafla bitirmek istiyorum: "Toprak yatıştırır, kuvvetlendirir, arındırır ve iyileştirirdi. Bu yüzden yaşlı Kızılderililer kendilerini yaşamın kaynaklarından ayrılmayıp toprağa bağlılıklarını sürdürdüler. Toprağa oturmak veya uzanmak daha derin düşünmelerini, daha canlı hissetmelerini sağlardı. Böylece yaşamın en büyük gizemlerini daha iyi anlayabiliyor ve kendilerini yaşayan bütün güçlere yakın yakın hissediyorlardı."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf