Ethem Baran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ethem Baran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ocak 2022 Perşembe

Bozkırdan insan hikâyeleri

Ethem Baran’ın son öykü kitabı Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, yakın zamanda İletişim Yayınları tarafından neşredildi. Kitap üslûp açısından Ethem Baran öykücülüğünde farklı bir yerde bulunuyor. Diğer kitaplarındaki şiirsel ve imgesel anlatım yerini daha sade, düz, anlaşılır bir anlatıma ve önceki kitaplarına göre daha kısa cümlelere bırakmış. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum; çünkü yer yer önceki üslûbundan sahneler de yer alıyor kitapta. Yazar, bilerek böyle yazdım der gibi bir yol tutturmuş.

İki bölümden (Boş Geçmeyelim, Baş Dönmesi) ve ilk bölümde iki, ikinci bölümde altı öykü olmak üzere toplam sekiz öyküden oluşuyor kitap. Bu öykü sayısı da Baran için az sayılabilir. İlk bölümün öyküleri “Furkan” ve “Nisa” birbiriyle bağlantılı bir şekilde oluşturulmuş. Bir novella da diyebiliriz bu bölüm için. Zaten kitabın yarıdan fazlası bu iki öyküden oluşuyor. Furkan’da, ergenliğinin ortasındaki bir gencin iç monologlarını görüyoruz. Karakterin içinde bulunduğu ruh halini, topluma, ailesine, kurumlara bakışını çok başarılı oluşturmuş yazar. Genelde isyankâr ve sorgulayıcı görüyoruz karakteri. Babayla problem, mutsuzluk, belirsizlik ve platonik aşk öykünün genel atmosferini oluşturuyor. Aşırı detaya girmeden, Türkiye’nin muhafazakâr kesimine de (din tüccarlığı üzerinden) bir eleştiri topu atıyor yazar. Zaten karakterlerin isimlerinden de (Furkan, Nisa) anlaşılabilir hangi kesimin hikâyesini yazdığı.

İkinci öyküde ise bir kadın karakter görürüz ki bu, kitapta çok karşımıza çıkan bir durum değildir. Baba ve aile problemi iki öyküde de temel sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Buna bu öyküde alttan alta yalnızlık duygusu da ekleniyor: “Herkes kendince, hayatta kalabilmek için gerekli silahları bulmuş ya da onlara baştan verilmiş. Benim sadece kitaplarım var.” Yine tek karakterli bir öykü diyebiliriz Nisa’ya da. Fakat bu iki öykü de lirizm açısından zengin öyküler. Yazar zaman zaman ‘ben’ zaman zaman da “ilahi bakış açısı” anlatımıyla öykülerini zenginleştirmiş fakat karmaşıklaştırmamış. İki gencin problemlerini toplumsal bazı aksaklıklar içinde eritip başarılı iki öykü karşımıza çıkarmış.

Baş Dönmesi” bölümü birbirinden bağımsız altı öyküden oluşuyor. Yine duygu odaklı öyküler yazan Baran, “Tıkır Tıkır” öyküsünde farklı bir yola girmiş ve baston metaforuyla toplumun aynılaşması ve kutuplaşmasını işlemiş. İnsanın sevdiği yerde dahi yalnız kalabileceğini ve ‘bizim gibi olmayan haksızdır’ bakışını kısacık öyküde çok başarılı anlatmış.

Diğer kitaplarında da ara ara gördüğümüz, günümüz edebiyatının aksayan yönlerini ele aldığı bir öyküyü bu kitapta da görüyoruz: “Bay WC Sıcak Duş Emanet Alınır.” Yine duygu temalı (hayal kırıklığı) bu öyküde günümüzün hem okur hem yazarlarına da eleştiriler yok değil.

Gözleri Dolana Dolana” ve “Her Yaz” öyküleri tıpkı ilk bölümdeki gibi, genç karakterlerin gönül işlerini tema olarak ele alıyor ancak baygın, ağlak bir romantizm görmüyoruz hiçbir zaman. Ancak mutluluk da görmüyoruz. Karakterler ve öykü umutla umutsuzluk arasında, umutsuzluğa doğru bir akışta işleniyor.

Yazarın genel olarak dili kullanımı oldukça iyi. Diğer kitaplarında olan, daha çok taşra anlatımını kırmış, insana ve duygulara yönelmiş bu kitabında. Tam bir bozkır öykücüsü Baran ve buranın toplumunu gözleme kabiliyeti üst düzeyde. Ayrıca iç monolog öyküleri ayrı bir başarılı. “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor”un yazarın en iyi bir iki kitabından biri olduğunu düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk

6 Eylül 2021 Pazartesi

Yaşarken karşılaşılan sıkıntılar, geçirilen sarsıntılar

Öyküler vardır, üç dört yaşlarında bir çocukken, geceleri babaannenizin başucunuzda çektiği tesbihin şıkırtısı gibi gelir okudukça. O sarhoşluk verici tesbih şıkırtısı gibi hem uykunuzu getirir hem uyandırır. Dinlendirir, dinlettirir. Uzunca bir yolculuğun üstüne içtiğiniz demli bir çay gibi, tatlı bir acılık bırakır dilinizin ortasında. Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, böyle öykülerden oluşan bir kitap işte.

Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, Ethem Baran’dan okuduğum ilk öykü kitabı oldu. Kitap, “Boş Geçmeyelim” ve “Baş Dönmesi” olmak üzere iki kısma ayrılıyor. Birinci kısımda iki öykü, ikinci kısımda altı öykü var. Birçok öykü kitabında olduğu gibi, bu kitapta da öyküler arasında incelikli bağlantılar söz konusu olabiliyor bazen. Örneğin “Furkan” öyküsündeki olaylar ile “Nisa” öyküsündeki olaylar, bir cama tırmanma hadisesiyle birbirine bağlanıyor. Öykülerde kullanılan bu tarz teknikler ise okur için öyküleri daha çekici ve etkileyici yapıyor. Kitapta, öykülerin geneline hakim bir konu var ki, o da yaşamak meselesi. Yaşarken karşılaşılan sıkıntılar, geçirilen sarsıntılar anlatılıyor kitapta. Tabi bunların okura aktarımı her zaman çok net olmuyor ve anıştırmalardan faydalanılıyor. Öykülerde kullanılan anıştırmalar, öyküleri daha ucu açık, yaşanan olayları okur açısından tamamlanabilir ve yorumlanabilir hale getiriyor. Karakterlerin bilhassa yaşamlarını, çocukluklarını ve ailelerini sorguladığı paragraflarda, karakterin zihninden geçen olaylar, okurun zihnine isabet ettiğinde bütünlük kazanıyor.

Bomba imha uzmanı olmak istiyorum, var mı diyeceğiniz! Hayatla aramdaki bağ o tel kadar olsun istiyorum. Ama öncesinde geçici bir iş bulmalıyım. Annemin ve babam olacak o pislik herifin dilinden kurtulmalıyım. Sonra şöyle kocaman bir revolver alacağım mutlaka; elimde viski şişesiyle bu bankta oturup şu saksağanları tek tek havaya uçuracağım.

Pek çok psikolog, insanın çözemediği sorunların kaynaklarını bireyin geçmişinde, çocukluğunda arar. Bireyin büyürken yaşadıkları, büyürken ailesinden ve çevresinden gördüğü tavır ve tutumlar kişinin hayatında pek çok şeyi belirleyecektir. Nitekim, imam çocuğu camiden kovar, çocuk hayatı boyunca ezan duyduğu yerden kaçar. Kitaptaki bazı öykülerde, karakterlerin iç çatışmalarının çoğunun çocukluk ve gençlik dönemleriyle olduğu görülüyor. Bu nüans da okura çok önemli bir psikolojik ipucu veriyor, insan dışarıdan nasıl bir tutum görürse, öz benliğine karşı da aynı tutumları geliştiriyor, bir o kadar da çevresinden nefret etmeye başlıyor, böylece insan, olması gerekenden farklı, insanlardan uzak, hayattan kaçan, duygusal olarak zayıf bir birey olarak topluma dahil oluyor.

Annem abimin yanındadır. Onun biricik evladı o. Yoruldun mu oğlum, meyve getireyim mi oğlum, canın ne istiyor, ne pişireyim oğlum? Ee, kolay değil markette kasiyerlik yapmak. Eve para getiriyor tabii. Benim gibi hazır yiyici değil. Beni evden atıp yurda gönderirken, evin kokusuna, odamın duvarlarına, babamın bağırıp çağırmalarına, dik dik bakışlarına bile hasret bırakırken abimi gözünüzün önünden ayırmaya kıyamadınız değil mi? Sorumsuz, serseri, tembel olan benim; çocukluğu kötü geçen, koruyup kollanması, sevilmesi gereken o.

Babam benim için bitmiş görünen ama aslında yarım bir resimdir. Resim derslerini, hiçbir resmi tamamlayamadığım için sevmezdim. Hocamızın verdiği ödevi anlardım anlamasına; yapardım da. Bizden istenen konuyu resmederdim ama sayfanın geri kalanını nasıl dolduracağımı bilemezdim. Konu sayfanın ortasında kalır, gerisini boyayarak doldurmam gerekirdi. Hoşuma gitmezdi sırf sayfayı doldurmak için boş boş boyamak; bir de boyaya yazıktı. Çabuk biterse babam kızıyordu. Sayfanın boş kalan kısımlarını gereksiz yere boyayarak doldurmak babamdan bir kez daha boya istemek demekti. Olacak şey değildi yani.

İnsan bazen bazı metinleri hem şaşırarak hem de kahkahalar atarak okur, kitapta tam da bu tanıma uyacak bir öykü de mevcut ki, o da kitabın son öyküsü olan İthaf. Bu öyküde bahsedilen kişi ve olayların çoğu, kendi hayatımızda da örneklerine sık sık rastlayabileceğimiz kadar doğru, hem de oldukça tebessüm ettirici. İthaf öyküsünde yazar, yazmış olduğu bu öyküyü, günlük hayatta kendisini kızdırmış olan herkese ithaf ediyor, öykün ithaf edildiği kişilerden bazıları şunlar:

yıllardır tıraş olduğum, zorunlu konuşmalar dışında tek kelime etmediğimiz ve bana bir kez bile adımla hitap etmeyen berberime,(…)

en sağ şeritte kendi halimde ve trafiğin belirlediği hız sınırları içinde insan gibi sakin sakin giderken, orta ve sol şerit müsait olduğu halde arkamdan gelip bana selektör yapan hayvan oğlu hayvana;(…)

bankamatikte, cihazı ilk defa görüyormuş ya da o an makineyi yeniden icat ediyormuşçasına düşünüp duran; yıllardır kullandığı menüyü defalarca okurken verilen süreyi kaçırdığı için ek süre isteyeceğine kartını alıp tekrar takan, aynı uzun yolculuğa arkasındaki uyruğa aldırmadan yeniden koyulan ve dayanamayıp kafamı uzattığımda hesap özetini görünce, ona, ben ve benim gibilerin en az iki katı maaş veren kurumuna içimden küfürler yağdırdığım paçavra kılıklı herife;(…)

Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor’u, bir buçuk saat içinde okudum, ama okurken aldığım keyif bir buçuk saatten fazlasını dolduracak kadardı. Kitapta en sevdiğim öykü, "İthaf" oldu. Hem müstakil olarak öyküleriyle hem de bütün bir kitap olarak feyiz ve keyif alınacak bir eser olduğunu düşünüyorum. Kitabı okuyacak olan herkese, keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

28 Eylül 2019 Cumartesi

Uzaklardan gelen bir masalı dinler gibi

"Çocuklar oynuyordu
Düşlerimin içindeki
Bayram yerlerinde."
- Özdemir Asaf, Çocukçada Ben De Varım

Bozkırın göbeğinden gelen yazarların roman veya öykülerini yazarken kendine has bir tarz tutturduklarını düşünüyorum. Bunda en büyük etken yaşanılan bölgenin insanının da kendine has özellikleri olmasıdır fikrimce. Özellikle öykü türünde yazan yazarların ‘insan’ı anlatması birçok başka yazardan daha samimi geliyor bana. Bu Mustafa Çiftci’de de böyle Samet Doğan’da da (öykücü olmasa da). İlk defa okuduğum ve diğer iki yazardan yaşça daha büyük olan Ethem Baran’da da. Abartarak söylersem, sanırım Yozgatlı olup çok farklı bir tarz tutturan bir İhsan Oktay Anar vardır.

Unuttuğum Bütün Akşamlar, İletişim Yayınları’ndan 2014’te neşrediliyor fakat bundan önce ilk baskısını 2005 yılında Doğan Kitap’tan yapmış. İçinde dört ana başlık altında otuz öykü barındırıyor. İlk olarak ana başlıkların isimlerinden okuru yakalamayı başarıyor yazar: Kurtulmuş Gül Mevsimi, İki Film Birden, Kar Kuyuları, Sonrası Ayrılık.

Ethem Baran’ın bütün öykülerinde insanın her türlü hâlini görebilmek mümkün. Samimiyetten yoksun bırakmıyor hiçbir zaman kahramanlarını yazar. Bu, yeri geliyor bir kedi oluyor yeri geliyor evden kaçan bir kız oluyor yeri geliyor dedesi ölen fakat bunun farkında olmayan küçük bir çocuk oluyor. Anlatım açısından okuru yakalıyor ve kitabın sonuna kadar da bırakmıyor Baran.

İlk bölüm olan Kurutulmuş Gül Mevsimi’nde öyküler bazen büyük parçalarıyla bazen de ucundan kıyısından birbirine bağlanıyor. Kitabın dört ana bölümünden en uzunu olmasa da kısacık bir novella diyebiliriz bu kısma. Kitabın genelinde ve bu bölümün de birçok yerinde bilinç akışı tekniğini ve iç monolog tekniğini kullanmış yazar. Olaylar arasında keskin geçişler var. Bir paragrafta bir kahramanın dilinden konuşurken bir sonraki paragrafta başka bir karakterin veya aynı karakterin dilinden bambaşka bir zaman dilimini anlatabiliyor. Birçok yerde hem anlatılan olay hem de zaman açısından geçişler mevcut. Fakat bu zaman zaman konunun dağılmasına sebep olmuş. Oğuz Atayvari bir yol tutturmaya çalışmış yazar. Elbette başardığı birçok yer var ama bazı yerlerde de sırıtmış bu durum.

Yazarın öykülerinde anlatım açısından edebiyatımızın usta yazarlarının etkilerini görmek mümkün. Örneğin ikinci bölümde, İki Film Birden, sinema üzerinden bir anlatım kuran yazarda Yusuf Atılgan etkisini görebiliriz (Hatta belki abartı olacak ama bazı öykülerde Sâdık Hidayet’i bile görmek mümkün). Fakat kitabın en kısa bölümü burası. Daha uzun olsaymış keyifle okunabilirmiş.

Kar Kuyuları ve Sonrası Ayrılık başlığı altındaki öykülerin birbiriyle ilişkisi yok. Kendi içinde başlayıp biten öyküler bunlar. Bu özelliğiyle ilk bölümden ayrılıyor. Son bölümdeki Çiy Düşmüş öyküsü kitapta kendini öne çıkaran öykülerden. Gerçekten duyguyu çok iyi yakalamış yazar, küçük bir çocuğun gözünden.

Ethem Baran’ın anlattığı insanlar ve öykülerini kurduğu mekân her an çevremizde, Anadolu’da görebileceğimiz insanlar ve yerler. Bu açıdan sahicilik açısından hiç problem yok öykülerde. Sadece, o da sık olmamakla birlikte, anlatım yönünden bir sıkıntı doğuyor. Anlatım belirsizleşiyor. Bu da okuru zorluyor. Kitaptan kopmadan okumaya devam edildiğinde başarılı bir öykü kitabı okumuş olacaktır okurlar.

‘Loser’ diye bir kelime vardır İngilizcede. ‘Kaybeden’ olarak çevriliyor dilimize. Tam da Baran’ın öykülerindeki kişiler bunlar. Bazen bir hayale tutunmaya çalışan, küçük bir çocuğun hareketlerine sığınan, bazen de anılara sığınan insanların maddi dünyada küçük ama ruh dünyalarında fırtınalar koparan öyküler. Aslında yazarın kahramanları değişse de başından sonuna kadar sanki bir kişinin hikâyesi bu kitap. Şiirlerin arasından çıkıp gelen, ‘seviyorum’ demenin kaçınılmaz sorumluluğunu bil(mey)en bir kişinin öyküsü.

Ethem Baran zaman zaman güncel sorunlara da değiniyor ama bunu öyle nahif ve bağırmadan yapıyor ki, böylesi de mümkünmüş diyebiliyor okur:

Gözlerim sarmaşıklı kahveyi arıyor.

Kahvenin yerinde bir oto galerisi. Dükkânların küçük camları yerlerini geniş, aydınlık vitrinlere bırakmış; günün her saati sulanan ıslak, serin parke taşlarının yerini beton kaldırımlar ve kendi sıcağında bunalıp baygın düşen asfalt almış.

Zaten çok az bir yerde var bu durum. Genel olarak yazar, ‘insan’ı anlatmaktan dışarı çıkmak istememiş.

Ethem Baran’ın birçok kitabı var öykü ve roman türünde. Edebiyatımız için kıymetli bir yazar olduğunu düşünüyorum. Bazen uzaklardan gelen bir masalı dinler gibi bazense modern dünyanın sabahına uyanır gibi anlattığı öykülerinde herkes kendinden bir şeyler bulacaktır.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

23 Temmuz 2019 Salı

Dünyanın gümbürtüsünden gariplerin sessizliğine

Şu dünya hayatını, kendine en yakın yerde yaşayan insanlara garip denir. Evet, pekala denir. Neresidir insanın kendine en yakın yeri? Herhalde kalbinin olduğu yer. İşte o yere türkülerimizde gönül deniyor. O hâlde gariplerin dostları gönülleridir dememizde bir sakınca yok. Ethem Baran, her öyküsünde olduğu gibi Döngel Dünya'da da gariplerin yanına çağırıyor bizi. Aslında götürüyor. Usulca, kolumuza girerek, hikâyelerine tam kalbinden şahit tutarak. Biraz da sanki bizi test ediyor, "ey okur bakalım sen ne göreceksin bu yazılanlarda, sen neler hissedeceksin, dertlenecek misin garibin derdiyle" der gibi.

Sanırım öyküde tercihim belli; günlük hayatta olan biten ama çok da gör(e)mediğimiz, hatta şu çağda görmemizin pek mümkün olmadığı hadiseler sadelikle, doğallıkla harmanlanınca okumaya doyamıyorum. Bu duyguyu Ethem Baran gibi ömrünün önemli bir bölümünü Yozgat'ta geçirmiş yazar Mustafa Çiftci'de de hissediyorum.

On beş öykü var Döngel Dünya'da, rakam korkutmasın çünkü kitap 115 sayfa. Üstelik öykü geçişlerinde hiç yormadığından roman gibi okunabiliyor. Sanki önümüzde bir perde var, yazar oraya birbiriyle komşu olan karakterleri teker teker yansıtıyor. Hâliyle insan bir oturuşta bitiriyor kitabı. "Derken, bahar geldi" diye açılıyor kitap. Bu bir taktik miydi, yoksa yazar bu öyküsünü yazmaya baharda mı başladı bilmiyorum ama henüz ilk sayfada karşılaşınca içi ferahlıyor insanın. Ne yazın teri ne ayazın donu. Baharlar güzeldir. Ancak peşinden, "Çoktan ölmüş annesini her gün dışarı çıkarmaya..." diye başlayınca ikinci satır, o ferahlık yerini tedirginliğe bırakıyor. Baharlar da böyle değil midir? Ferahlıkla tedirginlik iç içe, canlılıkla kaygı beraber.

Kitabın dördüncü öyküsü Kuşlar'dan bahsetmek isterim. Bazen bir kitapçıdan çıkıp başka bir yere giderken, içinde bulunduğumuz otobüste, vapurda, tramvayda sevdiğimiz bir yazarla karşılaşıyoruz. Aslında bu bir karşılaşma değil; bizim, okuyucu olarak sevdiğimiz yazarı görmemizden ibaret bir hâl. Ne oluyor bu hâli yaşarken? Önce mutlu oluyoruz. "Bak işte, koskoca yazar, tramvayda..." diyoruz. Boş bir yer bulup oturabilmişsek ve o ayaktaysa, yer vermenin formüllerini, eğer ikimiz de ayaktaysak ona yakınlaşmanın yollarını arıyoruz. Tek taraflı bir yakınlaşma, selamlaşma, helalleşme, vedalaşma mücadelesi. İşte Kuşlar'da bunun çok çarpıcı bir anlatımı var. Öykünün sonuna kadar kim olduğu sorusu havada duruyor, yaşanılan her şey bize çok yakın geliyor. Diğer yandan, okurla yazar arasındaki bu 'herkesin anlayamayacağı gerilim'in dışında olanlar da var tabii: "O böyle, hayranı olduğu ve tanışmak için can attığı yazarla bile konuşamazken, pırasalı poşetini kucağına çekmiş yaşlı adamla, bu öğretmen olduğunu söyleyen kadın ve şoför nasıl oluyor da yarım kalmış bir konuşmayı sürdüren kırk yıllık dostlarmış gibi hemencecik dünyalarını açıyorlardı! Oysa onu, her gün alışveriş yaptığı markettekiler, gazete, ekmek, sigara aldığı evinin yakınındaki büfeci, hatta yıllardır tıraş olduğu berberi bile tanımıyordu. Berberinin ona bir kez bile adıyla hitap ettiğini duymamıştı. Ağbi ya da hocam gibi aklına ne gelirse öyle sesleniyordu berberi, o da mecbur kalırsa."

Döngel Dünya'da sık sık terzilerle karşılaşmak da sanırım beni çok etkiledi. Terzileri, saat tamircilerini hep ilgiyle izlemişimdir. Bir de kasapları ama o daha çok fiziki bazı hareketlerin sakinleştirici etkisiyle ilgili. Terziler mesela, dünyanın en sessiz insanları birbirlerine belli etmeden bir araya gelmişler ve ölçüp biçmeye karar vermişler gibi. Gözlerle anlaşmak, işleri hiç aksatmadan daima yavaş hareket etmek, sabahtan akşama dek tatlı bir sessizliği sürdürmek terzilerin fıtratında olan özellikler sanki. Babam Terzi Ben Çocuk öyküsü bir çocuğun terzi olan babasıyla anlaş(ama)ma meselesini anlatıyor. Babasıyla doğru düzgün konuşamayanlar çocuklar babalarını en samimi biçimde anlatan çocuklardır: "Babam bir gün sustu. Ben bu dünyadan bir şey anlamadım dedi ve sustu. Daha doğrusu mecbur kalmadıkça konuşmadı. Sanki ölüp gitmiş ama yorgun bedenini burada, aramızda, gözümüzün önünde bırakmıştı. Benim ölüm, yaşayan halimden daha iyidir; varlığım, yokluğumdan daha çok acı verir sizlere dercesine usulcacık sıyrılmıştı aramızdan. O susunca, ben çocukluğumu, gençliğimi unutur gibi oldum."

Gördükleri hoşuna gitmeyebilir diye insanların yüreklerineyakından bakmamayı tavsiye edenler, yağmura ve hayata inat sigarasını yakanlar, saf görünmenin insanı rahatlatan, koruyan bir tarafı olduğuna inananlar bir arada Ethem Baran'ın öykülerinde. Radarcı Raci öyküsünde mesela, yaptığı iş ve yaşantısı nedense başkalarının gözünde hep bayağı biri Raci. Kırk yaşına gelmeden kendini radara hapsetmiş onlara kalırsa. Ama o bu 'kalış'ı hiç kalış olarak görmemiş, dert etmemiş, bildiği yolda yürümüş. Üstelik Raci onlara bu hayattaki tercihlerini hiç sormamış, gözle görülür tercihlerini de sorgulamamışken, onlar kendilerinde nasıl buluyorlardı böyle bir sınırsızlık? Bir bilselerdi keşke yüklerini: "Sizin yaşadıklarınız benimkinden fazla da ne olmuş sanki diyordu içinden. Bir sürü işe yaramaz, önemsiz şeyi zihinlerinde biriktirdiklerinden, gereksiz yere kocaman dağları sırtlandıklarından ve bütün bunları ömür boyu didikleyip duracaklarından habersizdiler. Üst üste yığdıkları bunca kalabalığı didikleyip duruyorlardı. Unutmak için uğraşacakları şeyler de çoğalıyordu böylece."

Üç İyidir öyküsünü de çok sevdim, hem de çok. Seksen altı yaşında bir dede. Dünyanın en ağır, hiç acelesi olmayan adamı. Hiçbir hikâyesi yokmuş gibi yaşayan, her kelimesinin arasına sonsuz boşluklar koyan, tamamlanmış cümlesi olmayan bir dede. Ne konuşursa konuşsun başladığı yere geri döner ama. Yürümekten çok yolda durmayı sevenlerden o. Yediği içtiği hep sayılı: çayını üç bardak içer, kahvaltıda ve akşam yemeğinde üç bardak su içer. Üç iyidir çünkü. Sayılarla yaşayan insanların da akıbeti az çok bellidir; unutkanlık, dalgınlık, yaşlandıkça boşlukta yaşama hissi. Ama bu dedenin her hâli ilginçtir: "Namazdan sonra ettiği dualar adrese teslimdir. Sesini bir türlü saklayamadığı için dua ettiğini duyar, zaman zaman dinlerim. Yeni tanıştığı insanların ahirete intikal etmiş yakınlarını da listeye ekler, böylece her geçen gün duaya ayırdığı süreyi uzatmış olur. Yalnız, bir karışıklık olmaması için adresi doğru verir dedem ve nokta atışı yapar: 'Küçük kızım Elif'in kocası, damadım Bahri'nin Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nden arkadaşı Tuncay Hoca'nın da ahirete intikal etmiş geçmişlerinin ruhlarına...' diye devam eder."

Döngel Dünya'nın son öyküsü Yamaçta Yağmur Var. İnsanı kaskatı eden bir anlayışsızlık, basiretsizlik ve görgüsüzlük öyküsüyle bitiyor kitap. Özellikle yazarların yaşadığı bir hadise ancak okurun da yüreğini sızlatacak, onu sinirlendirecek bir öykü. Statükonun liyakatsizlikle birleşmesiyle ortaya çıkan ve hiç de kızarmayan suretler. Koltuğun, makamın, unvanın her şeyi sağlayacağına inanan yüreksiz yürekler ve bir yazar. Kendi memleketinde dara düşen bir yazar: "Duvarlardaki gösterişli çerçevelerin içinden bize gülümseyen devlet büyüklerinin fotoğrafları, bu masa, bu koltuk, bu sıra sıra dizilmiş telefonlar ona günün herhangi bir ânında kendisi olması için bir fırsat veriyor muydu acaba?"

Dünyanın gümbürtüsünden gariplerin sessizliğine kaçmak isteyenlere seslenmiş Ethem Baran. Döngel Dünya her öyküsüyle böyle bir kitap. Hani çok sıkıldığınız bir anda of çeker, bu of'u denize yahut ufka doğru üflemek istersiniz ya, öyle.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Şubat 2017 Pazartesi

Acımasız zamanı sabırla yenenlerin hikâyeleri

"Sabreyle gönül sabırsız olma
Cümleyi gönlüne yâr eden vardır
Darda kaldım diye umutsuz olma
Yoğ iken dünyayı var eden vardır."

- Neşet Ertaş, Sabreyle Gönül (2001)

Daha önce Unuttuğum Bütün Akşamlar, Dönüşsüz Yolculuklar KitabıEmanet Gölgeler Defteri gibi eserlerini hafızama almama rağmen bir türlü okuyamamıştım Ethem Baran'ı. Kısmet, Mart 2016'da neşredilen Evlerimiz Poyraza Bakar kitabınaymış. Sanırım hem ev hem de poyraz olunca kendimi tutamadım, öyle hatırlıyorum. Kitap isimlerini güzel seçen kimi yazarları ayrı seviyorum. Kemal Varol böyle, Hüseyin Akın böyle. İkisi de şair...

123 sayfalık kitapta 12 hikâye bulunuyor. Hikâyelerin isimleri eski yaşantılardan ve hatta filmlerden izler taşıyor. Birkaç örnek: Foto Şeyda, Bozulmayan Yazı, Murat Almak, Kaçak Vapur... Kitabın yalnız evlere değil, evi oluşturan ailelere de sadık bir yakınlığı var. Nitekim yazar, "Okuduklarından bir harfi bana verebilir misin diyen babama, okuyup yazamadıklarının hepsini susarak yeniden yaratan anneme ve sahip olduğum her harfte hakları olan kardeşlerime" ithafıyla evvela kendi ailesinin gönlünü yapıyor. Ardından okuyucunun gönlündeki hikâye açlığını dindirecek birbirinden güzel anlatımlarla, her hikâyede farklı tekniklerle ve üsluplarla adeta küçük bir edebiyat dersi veriyor. Bu dersten payıma şunu çıkardım: Ev üzerine, aile üzerine yazarken Ethem Baran'ın bu kitabı dönüp dönüp okunmalı. Fark ettim ki son zamanlarda Yozgatlı yazarlar bunu diğerlerine nazaran daha esaslı yapıyor, Mustafa Çiftci gibi (Bkz: Bozkırda Altmışaltı).  

Yalan değil, kitabın giriş epigrafında Fernando Pessoa'ya ait Huzursuzluğun Kitabı ve Cemil Meriç'in Bu Ülke'sinden alıntıları görünce melankoliye boğulacağım korkusuna kapılmadım değil. Ancak hikâyelerde dolu dolu bir iyimserlik de yok. Bazen çaresizlik, bazen umudun peşinde kayıp giden hayatlar, bazen yoldaşlık, bazen de yalnızlık var. Merhaba da var, elveda da. Her ailede, mahallede olduğu gibi.

Evlerimiz Poyraza Bakar'ın kimi sayfalarında türkülerimiz de bağdaş kurup gönül dertlerimize merhem sürmeye gayret ediyor. Neşet Ertaş'a ithaf edilen Söylerim Sözüm Almıyor hikâyesi okuyanın gözlerini sulandırıyor. Bunu yaparken bazen neşelendiriyor. Hep tadında gidiyor paragraflar. Söz ettiğim hikâyeden iki alıntı: 

"Birinin ruhunun içinde neler olup bittiğini öğrenmek için onun rüyalarına bakmak gerekir. O, rüyalarını gözlerinde taşıyordu; ruhu gözlerinden okunuyordu."

"Bir insanı gördüğünüz yer, onun, gideceğim deyip de geldiği yer değil midir? Durduğu yerde duran insan gitmeyi düşünüyorsa zaten orada değildir, onu göremezsiniz."

Kurgusuna, karakter dağılımına, üslubuna ve akışına hayran kaldığım hikâye, yani kitabın en sarsıcı hikâyesi bana kalırsa Bozulmayan Yazı. Keza hikâye epigrafında tercih edilen Eşrefoğlu Rumi'nin "Ol taş olmuş gönüllere vuram aşkın külüngünü" dizesi, anlayana ve anlamak isteyene metnin devamında nice 'sır'ların olduğunu beyan ediyor gibi. Çok güzel dörtlükler var bu hikâyede. Kâh Âşık Nuri'ye ait "Bürüm bürüm büktürüyon alnını / havalara kaldırıyon burnunu / şekerle mi doyurdun karınını / ah dinsiz imansız ölesi seni", kâh hepimizin az çok bildiği "Mağrur olma mala mülke / deme var mı ben gibi / bir muhâlif rüzgâr eser / savurur harman gibi", kâh nefis bir hikâyesi olan, ilk dizesi Yavuz Sultan Selim'e ikinci dizesi Vehbî'ye ait "Bütün dünyâ benim olsa, gâmım gitmez nedendir bu / ezelden gâm turabıyla yoğurulmuş bedendir bu"...

Kadim hikâye anlatma usulünden muhabbet ehli zâtların bu topraklarda bıraktığı izlere kadar, tarihin tozlu sayfaları arasına kayıp gitmiş fakat hatıralardan çıkması mümkün olmayan dinamiklere dokunuyor yazar. Bunlar öyle dinamikler ki aslında ülkemizin kurucu dinamikleri de denebilir. Nedir onlar? Gönül, muhabbet, sevgi, hürmet, cesaret, sadakat, merhamet... Bozulmayan Yazı'dan devam etmek isterim: 

"Eskiden zengin evlerinde mumlar yanardı, yoksul evlerinde de isli lambalar vardı. Böyle elektrik, televizyon, telefon, böyle debdebe yoktu efendi. Eski gidişat yok gayrı. Şimdi ilerledik, fen ilerledi. Bu oturduğun yerde, nerede ne var, ne oluyor görüyorsun, konuşulanı duyuyorsun. Elinde bir telefon, herkesle oturup konuşuyorsun. Dur bakalım daha neler çıkacak! Fen ilerledikçe ilerliyor. İşte, peygamber efendimize, asrısaadette, sahabelerden biri sormuş: Ya Resulallah, kavga nasıl olur, kavga ne ile olur? Şöyle buyurmuş: Kavga kılıç ile, kalkan ile, taş ile, değnek ile olmaz. Kavga, vaktin silahı ile olur, vaktin durumu ile olur."

Ethem Baran, özellikle genç kuşaklara çok güzel bir 'yaşantılar kitabı' hediye etmiş oluyor Evlerimiz Poyraza Bakar'la. Nasıl yaşanırmış, neler söylenirmiş, saygı sevgi neymiş, dünya telaşından ne anlaşılırmış... İnsan düşünüyor mesela, şimdiki dertlerimiz ne kadar dert? Gerçekten dünya derdi mi yoksa kendimizi oyaladığımız koca bir yalandan dert mi?.. Ansızın gelen misafirine kolonya dökmeyi unuttuğu için boynunu büken insanlar varmış eskiden. Eski evlerle birlikte göçüvermiş bu ve buna benzer birçok incelik...

Yağız Gönüler