Eski Kahramanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eski Kahramanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2016 Çarşamba

Pembe İncili Kaftan'da fütüvvet

Fütüvvet yazarı Ömer Seyfettin'in hatırasına

Sadrazam, Şah İsmail’e gönderilecek bir elçi aramaktadır. Elçinin şecaat sahibi, feta ehli ve devletin izzetini gösterecek biri olması gerekmektedir. Sadrazam bu vasıfta elçi bulamamaktadır; zira Şah İsmail şediddir. Ömer Seyfettin, Şah’ı şöyle tasvir eder: “Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi.”. Sadrazam toplantıda konuyu açınca hazirûndan kırmızı tuğlu kavuklu biri Muhsin Çelebi derler birinin varlığından bahseder. Muhsin Çelebi civanmert, yani özü-sözü bir, yiğit, yürekli, yüce gönüllü biridir.

Yazar Muhsin Çelebi’yi şöyle tanıtır:

Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez. Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır. Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (…) çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!” derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı; ama insan… Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı.

Sadrazam kendisini görmek ister. Diyalog şöyle gelişir: “Sadrazam (S): Bir kere kendisini görsek. Diğeri (D): Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi? (S): Nasıl gelmez? (D): Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir. (S): Devletini sevmez mi? (D): Sever sanırım. (S): O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.

Muhsin Çelebi “devlet için” çağrılınca icabet eder. Sadrazam’ın odasına “palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam” olarak girer. Sadrazam, “Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alıştığından, bir an eteğine kapanılmasını bekler. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm durmaktadır.” Ancak Muhsin Çelebi “göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adam”dır ve etek öpmez. Hatta “çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturur.

(S): Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum? der. (Muhsin Çelebi): Ne ilgisi var? (S): Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da. (Muhsin Çelebi): Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim. (S): Niçin girmedin?

(Muhsin Çelebi): “Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar.

Sadrazam: “Bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Şunun başını vurdursam” yollu düşünceler içindeyken ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitir: “İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Sonra vicdanından gelen ses düşüncelerini şekillendirir: “Tam bizim aradığımız adam işte. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi.

Muhsin Çelebi’yi uyarır: Şah İsmail “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Ola ki işkenceyle idam eder.

Muhsin Çelebi elçiliği görev değil fedakârlık olarak kabul eder ve şöyle der:

Mademki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim. Sırmakeş Toroğlu’ndaki, kumaşı Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme, “Pembe İncili Kaftan”ı alacağım. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!

Muhsin Çelebi, çiftliğini, mandırasını ve tüm servetini ortaya koyup kaftana sahip olup Şah İsmail’e gider. Şah’ın eteğini öpmez. Sultan I. Selim’den getirdiği fermanı teslim eder [Şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu].

Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça Şah İsmail kızar, sararır, morarır, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titrer; sinirinden hiçbir şey yapamaz. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemeden, kalkıp kapıya doğru yürür.

Şah İsmail “Şunun kaftanını veriniz!” der. Savaşçılardan biri “Buyurun, kaftanınızı unuttunuz” diyerek kaftanı uzatır.

Muhsin Çelebi “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz?” diyerek her şeyini uğruna sattığı kaftanı İran sarayında ülkesi uğruna bırakır.

Ülkesine döndüğünde elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe alır. Onu ekip biçer. Çoluk çocuğunun ekmeğini çıkarır. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze satar. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirir. Buna rağmen hayat boyu ne kimseye boyun eğer, ne de gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yapar.

Ömer Seyfettin Pembe İncili Kaftan hikâyesinde Şah İsmail’in adını zikrettiği halde Muhsin Çelebi dışındaki iki saraylının ismini zikretmez. Muhsin Çelebi “gazi-ahî” bir tiplemedir, hayatın içinde “ahî” geleneğine uygun bir “ekmek davası” ile yaşamaktadır. Bu hikâyenin önemi, kahramanın meslek erbabı olması, kimseye muhtaç düşmeyecek kadar bir geçimliği kesb etmesi, iflas etse dahi helâl yoldan geçim tutması, yiğitliği yere düşürmemesi, dünya malına değer vermemesidir.

Kahraman, yılların birikimi olan “maddiyatı”, değerlerinin karşısında kıymetsiz görmektedir. “Kaftan” yaşaması gereken “gövdenin” selameti için feda edilir. Sembolik anlamda “gövde”nin millet-devlet; Şah’a atılan kaftanın ise zenginlik-refah olduğu ortadadır. Bu sembolizmiyle hikâye, 10-13. asırlarda Anadolu’yu İslâmlaştıran fütüvvet topluluklarının esaslarıyla mutabıktır. Ne var ki hikâyede fütüvvetin “musâhiplik-muâhatlık” ilişkisinin bir toplumla yürütülebileceği vurgusu yapılmamıştır. Çünkü bu değerleri yürütecek bir toplum kalmamıştır. Sadrazam’ın civanmert bir adam bulmakta zorlanması da fütüvvetten kopulduğunun işaretidir. Nitekim Sadrazam, Şah İsmail’e elçi gönderecek olmasaydı Muhsin Çelebi’nin boynunu vurduracak bir niyete dahi kapılmak üzeredir. Oysa Muhsin Çelebi, kendi halinde bir adamdır. Saraya da menfaati için değil “devlet hizmeti” için gitmiş, hatta çağrılmıştır.

Hikâye, Osmanlı’nın fütüvvet topluluklarının civanmertliğine ne kadar muhtaç olduğunu, fütüvvet programının neticesinde Bu Ülke’de devlet kurulduğunu satır aralarında anlatmaktadır. Anadolu, civanmert adamların yurt tuttuğu bir ülkedir.

Anadoluculuk, “ruh cephesinin maden işçileri” olan bu hizmet ehli fetalar ile dün olduğu üzere şimdi de Yarınki Türkiye’yi kurmanın peşindedir.

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi