Ercan Kesal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ercan Kesal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2019 Cuma

Önce anılar ve arkadaşlar, sonra edebiyat ve hayat

"Ama arkadaşlar iyidir."
- Tabutta Rövaşata (1996)

Elde tutulmuş bir bavul. Nasıl bir el? Biraz yorgun fakat umutlu. Yola çıkmaya gücü yok belki ama yola çıkmadan da yapamıyor. Yaşamın değişen ve değişmeyen tüm yanlarını, ceketinin omzundaki tozu savurur gibi savurmaya hazır olabiliyor aniden. Kimi zaman da ceketi bir köşeye asıp dinlenmeye ihtiyaç duyuyor. Nefeslenmeye.

Peki nasıl nefeslenmeli? Edebiyatla, sinemayla, yazarak. Dolayısıyla okuyup izleyerek. Sadece yaşayıp gitmek vardır elbet, onun öncesine işte bu anlamlı eylemler geldi mi o yaşayıp gitmenin de seyri değişir, tadı değişir. "Yaşadım çok şükür" dedirtir insana yaptıkları. Ama bu kadar değil, bir şey daha var.

Ercan Kesal, biliyoruz ki okumayı yazmaktan daha çok seviyor. Zaten yazmasının sebebi de okuduğu ve etkilendiği meseleleri insanlarla paylaşmak. Böylece acı da sevinç de konacağı yeri buluyor. Yani işin özünde insan var. Bir de "arkadaş" var. Gün geçtikçe yitip giden arkadaşlığa bir ağıt gibi yazıyor bu kez Kesal. Velhasıl'ı işte böyle okudum. Arkadaşlığın hayatımızın ulaşılamayacak köşelerine çekilişini sadece seyretmekle yetinmek belki de kederi getirdi okurken gönlüme. "Kendinizi arkadaşınıza olduğunuz gibi gösterin. Sizin gelgitlerinizi bilmesi gerektiği kadar fırtınalarınızı da bilmelidir" diyor Halil Cibran. "Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım hiç değilse" diyor Cemil Meriç. Velhasıl işte bu iki cümle arasında gidip geliyor. Hem Kesal'ın yaşamındaki gelgitleri, fırtınaları hem de tanıdığı insanların acılarını, heyecanlarını anlatıyor. Peri Gazozu'nda, Cin Aynası'nda, kendi trajik hikâyesinden çıkan Nasipse Adayız'da da böyle bir tablo görmüştük aslında. Oradan anlıyoruz yazarın kalabalıklar arasında akıp giderken çarpıp geçmekle kalmadığını. Muhakkak anlatıyor. Şu insan benim hayatıma şöyle şöyle dokundu, bu insanın hayatına ben şöyle dokundum misali. Metin Erksan'ı özel olarak anlatmak isteyişi (Kendi Işığında Yanan Adam) de bundan değil mi? Bu insanlar arası irtibatı düşünüp de dünyayı daha güzel, daha iyi anlamak için türküye yanaşmamak olmaz. Âşık Daimî diyor çünkü: "Kainatın aynasıyım, madem ki ben bir insanım..."

Tanımak isteyip de gerek yaş gerekse şehir sebebiyle tanıyamadığınız şairler, yazarlar muhakkak vardır. Bunlardan özellikle bazılarına dair metinler okurken duygulanırız. Hiçbir şey düşlemeden, hiçbir kaygı gütmeden duygulanırız. Belki onun yaşamıyla kendi yaşamımız arasındaki benzerlik, belki yazdığı bir cümlenin, dizenin hatrı. Mesela benim için Ahmet Erhan öyle. Onu Ercan Kesal'dan okumak, samimiyetle ifade edebilirim ki içimi sarsıyor. Çok isterdim şaire özel bir kitap yazmasını, ne kadar olursa o kadar. Çünkü 'hikâye'de çok şey var: "Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk. J. Steinbeck'in Bitmeyen Kavga'sında roman kahramanı, ölen yoldaşının toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir: "O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!". Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim."

Velhasıl'da çarpıcı olan bir konu, şiirin hem Ercan Kesal'ın hem de çevresinin ne kadar önem verdiği bir sanat oluşu. Her an her yerde konuşulan şiire mutlak sadakatle bağlı bir hâl varmış herkeste. Bu durum olan biten her şeye şair nazarından bakmayı da beraberinde getiriyor. Böylece insanın hikâyesi ortaya çıkıyor. Hikâye olmadan hayatın tadı çıkmıyor, elemiyle neşesiyle yaşanamıyor, sadece geçip giden bir ömür için ah vah ediliyor. Hikâyesi olan insanlar, hikâyesi olan filmler Kesal için büyük bir önem taşıyor. Kemal Tahir'i de böyle anıyor, karısı Fatma İrfan'a cezaevinden yazdığı mektubu hatırlatıyor: "İnsanlar bizim günlerimizden daha kötülerini masal yapmasını bildiler. Kuvvetlerimizi felakete karşı deneme fırsatı bulduk. En tatlısı, 'Hey canına, biz neler çektik,' diye söze başlayabilmektir. Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim..."

Edebiyatın cephanelik olma vasfını sevdiği yazarların, şairlerin ve hatta yönetmenlerin düşünce dünyalarından cümlelerle, fikirlerle aktarıyor Kesal. Ama annesiyle ve babasıyla geçirdiği zamanlar, kelimelerin ne işe yaradığı noktasında apayrı bir yerde duruyor. Burada âdetler, gelenekler, mektuplar, fotoğraflar ve yaşamın içinden süzülen davranışlar kelimelere ne kadar ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor. "Gezegenin ortasında yapayalnız kalmış gibi yaşayan kız kardeşlerimin ve anaların arzuhalcisi, sesi olmayanların sesi olmaktır edebiyat. Bu yüzden kelimeler, mazlumların yaralarını serinleten merhemlere benzer" diyor.

Eduardo Galeano da var Velhasıl'da, Andrey Tarkovski de. Biri edebiyatın gerçekçi boyutunu engin bilgisi ve yaşam görgüsüyle harmanlıyor, diğeri ise gözlerini bir namlu gibi kullanmasıyla hayatı yorumluyor. Buna benzer olarak, Ahmet Hamdi Tanpınar'la Krzysztof Kieslowski arasında kurduğu ilişki de insanı farklı okumalar ve izlemeler yapmaya sevk ediyor. Yine, Tarkovski'yle yaptığı hayali fakat her yönüyle gerçek röportaj; insanın kendisini kandırmasının nasıl bir felaket olduğunu, sanatın insanı manevi bir varlık olarak her zaman kuvvetlendirebileceğini, 'sevme'nin insan hayatına anlam katabilecek yegane yetenek olduğunu hatırlatıyor. Laf dönüp dolaşıp Kesal'ın babasının sözünde -ve elbette boğazımızda- düğümleniyor: "Zengin olsan ne, fakir olsan ne? Yeter ki yüzün yere eğilmesin."

Kitaptaki metinlerden biri de Bozkırda Futbol Hikâyeleri başlığını taşıyor. Benim gibi hem futbola hem edebiyata tutkun olanların -maalesef ki ilki giderek değerini kaybediyor- kitaptaki gözdesi olacaktır. Hayatın fena hâlde futbola benzer olmasını anlatmak belki zordur, ancak insanın doğallığında ve doğanın insana sunduklarında neler olduğu düşlenirse futbolun da kendini anlatmak, paylaşmak ve yardımlaşmak noktasında 'aslında' ne kadar kıymetli olduğu görülebilir. Üstelik hem eğlenceli hem de kıymetli. Demek ki endüstriyel futbol bir şey ifade etmiyor. Formalar birer reklam panosuna döndüğünden beri "gol!" diye ayağa kalkmak bile 'tehlikeli' görülüyor.

Önemsediğimiz fakat dünyanın uğultusundan bir kenara çekilmek zorunda kalan duyguları yeniden hatırlatacak kadar kuvvetli bir kitap Velhasıl. İnsanı bir saz olarak düşünürsek, herkese farklı telinden dokunabilir. Bana en çok arkadaşlık telinden dokundu. Ercan Kesal'a gönülden teşekkür etmek için Ahmet Erhan'ın dizelerinden yararlanmak ve öyle bitirmek isterim: "Severim Doktor Ercan'ı, kendi çapında yüz yataklı dahiliye koğuşudur."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Kasım 2018 Cuma

Ercan Kesal'ın anılarındaki Metin Erksan

"Anılar çok değerlidir. Bu yüzden olsa gerek,
insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler."
- Andrey Tarkovski, Ayna (Zerkalo), 1975 

Bugün bir yandan dizi-sinema diğer yandan edebiyat üzerine eserler veren isimlerden bahsederken, en önce Ercan Kesal'dan bahsetmemiz gerekiyor. Peri Gazozu, Nasipse Adayız, Cin Aynası, Bozkırda Bir Gece Yarısı, "Aslında...", Evvel Zaman gibi roman, anı, günce, söyleşi kitapları yayınlanan Kesal şimdi de "Tanıdığım Metin Erksan" alt başlığıyla Kendi Işığında Yanan Adam'ını anlatıyor. Erksan için "abim, dostum, yad ellerde babam, arkadaşım, şahidim, hastam, hocam ve ustamdı" diyen Kesal, anlatım ustalığını bir kez daha konuştururken özellikle genç kuşak sinema tutkunları için peşinden gidilecek, izi sürülecek bir karakteri en insanî yönleriyle ortaya seriyor.

Thorsten Botz-Bornstein, Filmler ve Rüyalar'da "Kameranın bir kalem olarak kullanılması, gerçekleştirmenin ve soyutlamanın etkileşimiyle, başka bir deyişle üsluplaştırmanın etkileşimiyle ilintilidir. Yani yazan kamera bir üslup üretir." der. Şiirde, düzyazıda olduğu gibi sinemada da üslup sahibi olmak kişiyi kendine has bir alana koyar, kısacası unutulmaz olur. Sevmek Zamanı (1965) bu yüzden unutulmazdır. Çok farklı, bambaşka bir üslubu vardır. Erksan, filmlerinde ne yaptığını çok sonraları gayet yalın, bir çırpıda ifade etse de gerçekliği ve gerçekdışılığı toplayan bir bakışın sahibi olması sebebiyle anlaşılması güç fakat anlaşılması gereken bir isim olmuştur. Sevmek Zamanı'yla beraber Susuz Yaz (1964) ve Kuyu (1968) izlendiğinde, Tarkovski'nin "Bazen gerçekliği ifade etmenin en iyi yolu, gerçekdışıdır" sözü yeniden anlam bulur. Oysa Erksan, kendi filmlerini Kesal'a şu kadar 'kolay' ifade etmiştir: "Hikâye hep aynı aslında doktor. Fakir oğlan, kızı sever. Kavuşamaz. Çaresiz terk eder, ayrılır oradan. Kız başkasıyla evlenir. Oğlan döndüğünde zengin ve güçlüdür. İntikamı korkunç olur. Dünyada tüm filmler hâlâ aynı konuyla çekiliyor. Benim ‘Acı Hayat’ da böyle değil midir Allah aşkına?"

Kurtuluş Kayalı'nın şimdilerde çok zor bulunan "Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek" adlı kitabında gelenekle teması olan bir Erksan görürüz. Bu gelenekle temasında sürekli sansüre uğramış, dolayısıyla sinemacılığında gerilim hiç eksik olmamıştır Erksan'ın. Ercan Kesal bu sansür meselelerini ilk ağızdan anlatırken, gerek konuşmaları gerekse gördüğü 'manzaralar' sebebiyle bize Erksan'ın pek bilinmeyen bir tarafını gösteriyor. Arabasında yabancı müzik dinleyen bir doktora Türk hekimlerinin Türk müziği dinlemesi gerektiğini öğütleyen, oturma odasına kocaman bir Türk bayrağı asan, katıldığı söyleşilerde 'sol' görüşlü bazı yazar-şair-oyunculara çıkışan taraflarıyla, halis muhlis milliyetçi bir Erksan görmemiz mümkün kitapta. Yine Kayalı, bir röportajında Erksan'ın önemli bir yönünü ortaya koyuyordu: "Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi yönetmenler çok daha fazla film çekmişlerdir, çünkü onlar piyasaya uygun filmleri yönetmişlerdir. 1960’lı yıllarda 60 ihtilalinin de rüzgarı ile sol ağırlıklı filmler çekilmiştir. Metin Erksan sinemada hep kendine özgü bir sinemasal anlayışın peşinde olmuştur. 1960 yılında çektiği, "Gecelerin Ötesi" tarihsel sorunları sosyolojik olarak ele alan ilk toplumsal gerçekçi filmimizdir. Metin Erksan, döneminin diğer yönetmenleri Halit Refiğ, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz gibi dönemin siyasi yapısına uygun filmler çekmemiştir. Erksan, 60’lı yıllardan önce gerçekçi filmler çekti, politik değildir Metin Erksan’ın sineması."

Erksan ani kararlar vermeyen, ince eleyip sık dokuyan biriymiş belli ki. Bu sebeple ömrünün son otuz senesinde film çekmemiş. Ortama, oyuna katılmak istememiş besbelli. Onun düşünce ve bakış dünyası her zaman diğerlerinden farklı olmuş. Elbette bunun zorluklarını da çekmiş. Ancak yaşamı, kendi acıları ve neşeleriyle kabul etmiş, gerçek bir tutkuyla filmlerini çekmiş, dolayısıyla hayatı tam manasıyla, adım adım yaşamış bir isim beliriyor karşımızda. Ercan Kesal, Metin Erksan'ın nasıl iyi bir gözlemci olduğunu, Türk edebiyatını ne kadar iyi bildiğini çok güzel bir anısıyla aktarıyor: "Ara sıra oturduğu koltuğun yan tarafındaki sehpada dıran dürbünü alarak, bir fener bekçisi ciddiyetiyle Boğaz'dan geçen gemilere, aşağıdan akıp giden araç ve insan kalabalığına, çevredeki evlere falan bakıyordu. "Peki, tekrar film çekmeye karar verseydin, neyi çekmek isterdin Abi?" diye sordum aniden. Bi an durdu. Kütüphaneye doğru baktı sonra. "Sait Faik'i" dedi ve gitti kitaplıktan bir kitap çekti, çıakrdı. Her zamanki şefkatiyle karıştırdığı kitabın içinden bir hikâyeyi bularak önüme koydu. "Al işte, film yapılacak hikâye bu, çek bunu." Hikâyenin başlığına baktım, "Projektörcü." Hikâyede anlatılan, bir ada vapurundaki projektörcünün, gece projektörüyle denizin üzerini tararken birden ışığını sahile, evlere, insanlara, onların mahremiyetine tutuvermesi, oradan çıkardığı hikâyeleri de evde onu uyumadan bekleyen oğluna ballandırarak anlatmasıydı. Gözüm Metin Abi'nin oturduğu koltuğa takıldı. Koltuğun hemen yanındaki dürbüne de tabii ki. Tıpkı Sait Faik'in projektörcüsü gibiydi Metin Abi."

Metin Erksan, Ercan Kesal'ın nikah şahidi. Böyle olunca anıların derinliği, şekli de değişiyor şüphesiz. Mesela nikah kıyıldıktan sonra Erksan, Kesal'a fısıldıyor. "Aferin oğlum" diyor, "ben beceremedim sen becerdin evlilik işini, akıllı adamsın" diye hem övüyor hem de efkarlanıyor şüphesiz. Bir de düğün var tabii. Düğünde Kesal etrafı neşelendirmek için çırpınıyor. Sürekli hareket hâlinde. Bir ara dinlenmek için çöküyor Erksan'ın yanına. Akabinde hemen Erksan'dan güzel bir öğüt çıkıveriyor. "Oğlum sen insanları değil insanlar seni eğlendirmeli. Bugün senin düğün günün." diyor. Bu bana, oğlumun doğduğu günü hatırlattı. O gün ziyarete ve tebriğe gelen herkes elbette doğan bebeği görmek, hayır duası etmek, anneyle sohbet etmek için oradaydı. Gelenler için bebeğin ve annenin sağlığı, durumu önemliydi. Dolayısıyla baba, tıpkı psikolojinin söylediği gibi 'öteki'ydi (ve bu bir süre daha devam edecek özel bir süreçti) aslında. Kimsenin beni sorduğu, düşündüğü yoktu. Esasen böyle bir beklentim de yoktu ama yine de insan baba olarak, orada olduğunu göstermek de istiyordu şüphesiz. Telefon çaldı, arayan amcamdı. Henüz ikinci cümlesinde "kimse sormaz oğlum, sen nasılsın?" dedi. Hayatımda böyle bir soru için gözlerimin sulanacağını söyleselerdi inanmazdım. Eh, sular telefonun akabinde taştı da.

Metin Erksan'ın 'kendine sakladığı' senaryo fikirleri varmış Kesal'dan öğrendiğimize göre. Ara ara bunlardan bahsedermiş de. Sait Faik'ten birkaç hikâye, Sabahattin Ali'den "Ses" hikâyesi, Refik Halit'ten "Hülle" hikâyesi gibi. Bir de Medine Müdafaası varmış fikirleri arasında. Bir günün sohbetinde ayağa kalkıp anlatmış Erksan. Gerçekten insan zihninde canlandırdığında olağanüstü bir etkiye kapılıyor: "Çöl... Sabahın erken saatleri. Bir demiryolunun kenarında konuşlanmış küçük bir Osmanlı müfrezesi. Müezzin görevi üstlenmiş askerlerden biri, sabah ezanını okumak için su tankının üzerine çıkar ve ellerini kulaklarına götürür: 'Allahüekber.' Aynı anda, ilerdeki bir kum tepesini kendine siper etmiş Arap asker, İngiliz yapımı tüfeğiyle askere nişan almış, uygun ânı kollamaktadır. Osmanlı askerinin 'Allahüekber' nidasıyla aynı anda tetiğe basar Arap ve aynı kelimeler dökülür ağzından: 'Allahüekber'..."

Kehanet bu ya, hepimizin hatırladığı bir ajans görüntüsünü hatırlatıyor Ercan Kesal. Suriyeli muhalifler Esad güçlerinin bir helikopterini düşürüyorlar. Erksan'ın yıllar önce anlattığı senaryonun açılış hikâyesine götürüyor sonra bizleri Ercan Kesal: "Füzeyi fırlatan muhalif Suriyeli, 'Allahüekber' nidasıyla işine başlarken, ihtimal ki, aynı yakarış, helikopteri aşağıya düşmekte olan diğer Suriyelinin de dudaklarından çaresizce ve acıyla dökülüyordu: Allahüekber."

Güzel yemek yenecek yerleri bilmesiyle, ödül aldığı bir akşamda onun filminde oynamış insanların sahneye çıkmasından sonra onları 'tanımama'sıyla, ağır hastalandığı bir dönemde Kesal'ın hızlı desteği neticesinde toparlanıp "sen benim tabutumun kapağını parçaladın, beni mezardan dışarı çıkardın!" demesiyle, Çanakkale valisinin "şehrimize neler yapabiliriz?" sorusuna bereket tanrısı Priapus ile Ece Ayhan'ın şiirlerinde sıkça geçen Çanakkaleli Melahat'in karşılıklı kaidelerinin dikilmesini önermesiyle, yoğun bakımda Ercan Kesal'ın "kimim ben söyle bakalım?" sorusuna önce "Ercan", sonra da "Ercan Arıklı!" diye cevap vermesiyle, "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk" sözünün sahibi olmasıyla, çok ilginç bir Metin Erksan tablosu çıkıyor ortaya. Kitabın sonunda, 2010 yılında Kesal ile Erksan'ın yaptığı bir mülakat da var. Ancak bu mülakat, Erksan'ın hastalığı sebebiyle zor ilerliyor, okunurken bu duygu yoğun biçimde hissedilebiliyor.

Metin Erksan'ın bilinmeyen yönlerine ışık tutan bir kitap Kendi Işığında Yanan Adam. Bir abi-kardeş ilişkisiyle büyüyen dostluğun, bir ömür süren muhabbete dönüşmesinin hikâyesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Mayıs 2018 Çarşamba

Bir film yaşamla ne kadar iç içedir?

"Neticede olan çocuklara oluyor doktor. Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günahını."
- Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)

Filmler ve diziler bizim hayatımıza işledikçe, hayatımızla bir temas kurdukça kalıcı olurlar. Hikâyenin gerçekçiliği, gördüğümüz detayların felsefi ya da mistik tarafları, dilin zengin biçimde kullanımı o filmleri ve dizileri sevmemizde önemli sebepler olabilir. Bazen sade ve akıcı, bazen de yoğun ve yorucu filmler ruhumuzu ayağa kaldırır. Türk dizi tarihinden birkaç örnek vermek gerekirse; Bizimkiler, Süper Baba, Ekmek Teknesi, İkinci Bahar, Avrupa Yakası, Behzat Ç, Ezel, İçerde, Suskunlar, Leyla ile Mecnun, son dönemde Çukur, Şahsiyet ve Dip bu anlamda kıymetli diye düşünüyorum.

Diziler şimdilerde çok tartışılan süreleri sebebiyle hayatımızda daha geniş yer kaplıyor. Üstelik bazıları birkaç yıl sürüyor. Filmlerin ise süresi neredeyse belli, vizyondan sonra neredeyse unutuluyor. Bazıları hariç elbette. Bunları saymakla bitiremeyiz ama aklıma gelenlerden birkaçını hemen sıralamak isterim: Selvi Boylum Al Yazmalım, Yol, Eşkıya, Masumiyet, Gemide, Tabutta Rövaşata, Kader, Gönül Yarası, Babam ve Oğlum, Av MevsimiDevrim Arabaları, Ağır Roman, Kış Uykusu, Kelebeğin Rüyası, Nefes, Daha...

Ercan Kesal, son yıllarda hayatımıza en kritik yerlerinden temas eden hikâyeler, denemeler, romanlar kaleme almakla kalmadı bir de yazdığı senaryolarla, oynadığı filmlerle ve dizilerle hayatımızda şimdiden kalıcı bir iz bıraktı. Bir Zamanlar Anadolu'da, yönetmen koltuğunda Nuri Bilge Ceylan'ın oturduğu ve senaryo ekibinde Ercan Kesal'ın da yer aldığı önemli bir filmdi. Neden önemliydi? Çünkü ölümün, hayatın içinde nasıl bir yerde durduğuna dokunmak ve bu dokunuşu yaparken gerçekçiliği korumak, o gerçeklikteki felsefeyi konuşturmak, her karakterin izleyicide iz bırakması, çok önemli birer meziyet.

Ercan Kesal, doktorluğunun henüz başında taşrada görev alır. Farklı topraklar, farklı insanlar, farklı iklimler. Şüphesiz taşranın yaşattıkları farklıdır, çoğu zaman da insanın yazım sürecini etkiler. Nitekim Kesal'ın tüp kitaplarında bunu zaten görüyoruz. Filmde ise tamamen içine giriyoruz hikâyenin, yaşıyoruz. Çünkü yönetmen ve oyuncular yaşatıyor. Zamanı, geçmişi tadıyoruz. Hikâyenin hem acımasızlığını hem de doğallığını uzun uzun yaşıyoruz. Zaten film de kısa düşünülen ama uzun geçilen, yavaş geçilen bir sürecin hediyesi. Zaten Kesal bu sürece bizi de dâhil ediyor, söylüyor: "Korkmadan, uzun uzun, hayattaki gibi yazmak gerek, onu anladım."

Biraz senaryo yazımıyla ilgilenen, diğer yandan derinlikli filmlere merak duyan biri olarak günceyi önemli notlar alarak okudum. Kesal buna zorluyor okuyucuyu. Eğer diyor böyle işlere girişeceksen, şu şu işleri ciddiye al, şunlarıysa daha ciddiye al. Elli, yüz, belki beş yüz sayfa yazsan da başa dönebilirsin bunu unutma. Yeniden yazabilirsin. Başa dönmek zaten yeniden ayaklanmak için bir nefes değil midir? "Ben kalbime döneceğim" der şair, "fokurdayıp pörtlemek için."

Hangi şair? Sen Nehri'nin kenarında Kesal bize söylesin kimmiş o şair: "Gece 12'den sonra Paris'te yemek yiyecek yerler bulmak çok zor. Gözünü sevdiğimin İstanbul'u. Şimdi nohutlu pilav ya da Bambi'den döner dürüm olsa ne güzel yenirdi. Kapanmak üzere olan bir fast foodçudan kola, patates ve çizburger alıp Sen Nehri'nin kenarına oturduk. Tuhaf ve uçlarda gezilen bir gündü. Sen Nehri'nin ışıltılarına dalgın dalgın bakarken İsmet Özel'den bir dize geldi dilimin ucuna: "Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata"..."

İsmet Özel demişken, filmden önce şu repliği hatırlayalım:
"Ya doktor, bir insan bi başkasını cezalandırmak için hakkaten kendini öldürebilir mi doktor? Olabilir mi böyle bir şey ya, he?
- Zaten intiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu, savcı bey?
"

Şimdi de İsmet Özel'in şu cümlelerini: "40 yaşıma kadar hep intiharı düşündüm, ama 40 yaşımdan itibaren insanların intihar etmeye değmeyeceklerini düşünmeye başladım. Bana göre intihar, geride kalanlara yönelik ağır bir suçlamadır. Bu mesajı verebileceğin tıynette insan olmadığını düşününce de intihar etmiyorsun."

Yirmi beş yıl önce doktor Ercan Kesal'ın yaşadığı bir anı, bir olay filmin meselesi. Cinayet, katil, maktul, savcı, polis, jandarma, muhtar, şoför, doktor, anne, çocuk. Karakterler az ve öz. Kesal filmde muhtar rolüne bürünüyor. Üzerindeki giysileri seçmek için çarşıya gitmesi, oyuncu seçimi, cast zorlukları, senaryonunu matematiği ve elbette çekim günlerindeyken yirmi beş yıl öncesine dönmesini sade biçimde anlatıyor. Mekan ve zaman arasında varlık bu kez de kamera yoluyla sancıyor: "Bu filmde, çok hunharca işlenmiş bir cinayetin aslında ne kadar sıradan (kendi içinde barındırdığı hikâyesiyle birlikte) algılanıp, ne kadar sakince gündelik hayatın hayhuyu içinde emilebileceğini, aslında herkesin kendi hikâyesini, kendini ne kadar önemsediğini, herkesin kendi "cinayetinin" peşinde ya da pençesinde bir garip yolculuğunu (hayat yolculuğunu) sürdürmekte olduğunu göstereceğiz. Bir şey söylemeyeceğiz. Kahramanlarımız yeteri kadar geveze ve herkes kadar suskun olacak. Hayat zaten böyle bir şey... Onu olduğundan daha farklı, daha şiddetli ya da daha uyumlu anlatmaya çalışmanın bir âlemi yok ki..."

Bir aile babası ve doktor olarak Kesal'ın kendine ait yoğunluğu film sürecine de yansıyor. Eşini ve oğlu Poyraz'ı özlüyor, sık sık evine gidiyor. Annesi ve babası için de yollara düşüyor yine sık sık, onları da ziyaret ediyor ve böylece yine geçmişle şimdi arasında keşifler yapma imkânı buluyor. Bazen de öylece duruyor, izliyor, yorum yapmadan hayatın akışındaki lezzeti tadıyor. 'Şimdi ve burada'nın farkındalığı, kalbin özgürlüğü: "Hava çok güzel. Annem, babam hâlâ hayatta ve şu evin üst katında benim oğlum var, annesiyle uyuyor. Allahım sana şükürler olsun."

Bir roman, bir günce ya da ders notları olarak okunabilir Evvel Zaman. Bir filmin inşa sürecinde diyaloglar kurabilmenin zorluğu ve yararlanabilecek kitaplar, isimler neler olabilir gibi soruların cevapları da zaman zaman çıkıyor sayfalar içinden. Bir film bizi çok yere götürür, götürmeli. Bu, filmin matematiğinden daha da mühim. 'Sinemanın şairi' Kieslowski, "İnsanlar kurallara uymak, düzenlerini korumak ve yaşamlarını sürdürmek için değil daha yüce şeyler için yaratılmıştır. Ben onun peşindeyim." demiş. Ben bu yazıyı yazarken Erkan Oğur, Derya Türkan, İlkin Deniz üçlüsünün harikulade albümü Dokunmak'ı en başından dinledim. Bir plazanın tepesinden toprağa yeniden dokunabilmenin heyecanını koklamaya çalıştım seslerin, filmin ve güncenin etkisiyle.

Ellerine sağlık Ercan Kesal ve elbette Nuri Bilge Ceylan, bir kez daha.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Aralık 2017 Cumartesi

Unutmak ihanettir

Unutmayı, ihanet addeden bir zihniyete sahip birinin hikâyesidir bu.

Dünyadaki en büyük suçun ırkçılık olduğunu söyleyen aydının düşüncesine sahip bir adamın kitabı bu.

Ahlâk, utanmayı bilmektir diyebilen bir babanın oğluna aittir bu kitap.

Üç mühim soru soruyor bizlere belleğimizi tazelemek için:

1. Gazze’de kardeşinin biraz önceki patlamadan geriye kalan cansız bedenine bakan küçük kızın kara gözlerindeki acı, bundan sonra hangi toplumsal yaranın merhemi olur ki?

2. Filistin’deki çocuk, babasının onu korumak için siper ettiği gövdesini altından sağ çıkabilseydi eğer, bizim dünyamıza dair ne söyleyip ne yapacaktı kim bilir?

3. İki çocuğunu evde bırakıp işe giden genç annenin geride kalan yavrularının,çıkan yangında kanepenin arkasına sığınmakla kurtulacaklarını zannedip birbirlerine sarılmış halde bulunan cesetleri; hangi ekonomik göstergenin karşılığıdır sizce?

Dünya bizim için bir duraktır, mealinde olan İslam inancımıza göre tek düşüncesi bir ev satın almak için on yıllık ev kredisini alıp on yıl durmadan ev kredisini ödemekle uğraşan insanlara; Sicilyalı köylülerin kaç bin yıllık düsturunu bir kez daha bize göstermiştir bu:

Yalnızca, öldüğümüz yer bizimdir.

Suriyeli mültecilere ansızın ve iyi niyetle sorduğu "Size nasıl yardımcı olabilirim,neye ihtiyacınız var sizin” sorusuna ağlamaklı ve bir o kadar da hazin bir cevaba maruz kalan bir adamın hikâyesidir bu kitap: "Bizim, sadece güvene ihtiyacımız var, sadece güvene. Buraya geldiğimizden beri beş kız çocuğumuzu bizden çaldılar."

Havamız kirli, toprağımız verimsiz, bulutumuz asitli, şelalemiz mahpus, ırmağımız şaşkın, ağacımız kesilmiş, ormanımız yol olmuş.” diyen bir adamın hikâyesidir bu.

Mekân ile yer kavramını doyurucu bir tanımlamayla ayırt eden adamın hikâyesidir bu.

İyi yazının “kısa cümlelerle, samimi ve yalın bir üslupla ve sahici bir dille kurulduğuna” inanan naif bir düşünceye sahip bir adamın hikâyesidir bu.

İyi bir filmin “Başka bir dille oynamasının, ondan etkilenmeyeceğimiz” anlamına gelmeyeceğini dile getiren bir olgunluğa sahip adamın hikâyesidir bu.

Kendi yaşam öyküsünden on beş yıl öncesinde anlattığı “seyirci ve edilgen” bir olayı, on beş yıl sonrasında “fail ve etken” olarak anlatmasını ise şu cümlenin anlamına yürekten inandığı için anlatır: “Devrim gibidir bazı başlangıçlar, inanır ve vazgeçmezseniz eğer, mutlaka gerçekleşir.

Ülkemizde yazmaktan, okumaya vakit ayıramayanlar için şu cümleyi kuran bir adamın hikâyesidir bu: “Okumak, bende yazmak denen eylemi de aynı anda doğurdu.

Gogol’un Ölü Canlar’ını okuduğu günlerde, kitabın ikinci cildini bir çılgınlık anında şöminede yaktığını öğrendiğinde içinden “ah!” iniltisine benzer bir acı hisseden adamın hikâyesidir bu.

Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim.” diyen bir adamın hikayesidir bu.

Rüyalarımızı, kalplerimizden başka soracağımız hiç kimsemiz yok.” diyebilen naif bir ruha sahip bir adamın hikâyesidir bu.

Oyunculuk kariyeri için kendi kendisine içinden şunları geçiren bir adamın hikâyesidir bu: “Sakın rol yapmaya kalkma, rezil olursun.

Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum diyen bir adamın hikâyesidir bu.

Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafya olduğunu belirten bir açık sözlülüğe sahip bir adamın hikâyesidir bu.

Abdulkerim Bülbül

1 Aralık 2017 Cuma

Gerçeğin ruhuna çağıran, Anadolu'nun sır katibi

"Sanat, bir insanın muktedir olduğu en iyi şeyi, yani inancı, aşkı, güzelliği ya da istediği ve umduğu en iyi şeyi güçlendirir. Yüzme bilmeyen bir insan suya atladığında vücudu -kendisi değil-, kendini kurtaracak içgüdüsel hareketler yapmaya başlar. İşte sanat da suya atılmış bir insan bedeni gibidir, insanlığın manen boğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür. Sanatçı, insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir."
- Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman

Hekim, yazar, senarist, oyuncu. Tüm bu meslek kolları, görünenin aksine görünmeyen taraflarıyla özeldir aslında. 'Görünmeyen taraf'ta insanın insana şifa olabilme umudu vardır. Hekim, hastasını önce bir hasta olarak değil de insan olarak gördüğünde şifaya doğru bir yolculuk başlar aslında. Yazar, yazdığının içine samimiyetini gömdüğünde, okuyucusunun da kulak kabartmış, gözlerini açmış bir biçimde bir kelimeyle harekete geçebileceğini düşündüğünde karşılıklı beslenme başlar aslında. Senarist; popüler kültürün istediğini bir kenara bırakıp asıl anlatmak istediğini tüm gerçekçiliğiyle ve elbette dehasıyla ortaya döktüğünde unutulmaz olmaya başlar aslında. Hangi kuşaktan olursak olalım, bizim için en unutulmaz oyunculukların ardında insanı 'en yakından oynayan' özellik yatmaz mı? Oyunculuğun teknik sınırlarının dışında bir de insan yanı vardır ki izleyiciyle arasındaki mesafeleri yok eden, kavurucu yakınlık kurduran iletişim biçimi de budur aslında.

Ercan Kesal, işte bu meslek kollarına her zaman insanlığı() damıtmış, insanın biricikliğinin farkında bir insan olarak vazifesini bilmiş; dostluğuyla, kalemiyle, zekasıyla ve mizacıyla çoktan unutulmaz olmuş bir isim. Anılarında, romanlarında, düz yazılarında bu hâli yakalayan her kişi, 'er kişi'nin ne ve kim olduğunu yakından görebilir. O sanki bir telefonla hemen yanıbaşımızdadır. En bunaldığımız anda aklımızdan geçip; bir cümlesiyle, bir hareketiyle ruhumuza iyi gelendir. "Aslında...", yukarıda bahsetmeye gayret ettiğim 'görünmeyen taraf'ı anlatan bir söyleşi kitabı. Kesal'ın çeşitli zaman aralıklarında verilmiş ve Tanıl Bora editörlüğüyle okuyucuyu için gayet doğru bir sıralamayla İletişim Yayınları'nca neşredilmiş oldukça hassas bir kitap. Kasım 2017'de okuyucuyla buluşur buluşmaz 2. baskısını yapması da bu hassasiyetin karşılık bulduğunun mütevazı bir göstergesi. Kitabın isim babası ve sunuş yazısının sahibi Tayfun Pirselimoğlu. "Gerçeğin ilhamına sarılmak" başlıklı giriş söyleşisini gerçekleştiren isim Doğuş  Sarpkaya. Bu başlık, Ercan Kesal'ın emeklerini belki de en doğru biçimde ifade eden başlık olabilir, naçizane.

Sanat ve Hayat, Edebiyat, Sinema başlıklı üç bölümden oluşuyor "Aslında...". Rakam olarak en az söyleşi Sanat ve Hayat'ta, en fazla söyleşi ise Edebiyat'ta.  Kendisinden bahsederken az ve öz konuşmayı tercih ediyor Kesal. Kaleminin konuştuğu sahadan bahsederken samimiyeti iyice belirginleşiyor. Okuyucu onun derdini özümsüyor, hatta kendine dert ediniyor. Zaten edebiyatın en asil iklimi de burada tütüyor: dert açarken bir başkasını da o derde katmak, onu da dert sahibi yapmak, 'dertdaş' olmak. İki Keklik namıyla bilinen türküde söylendiği gibi: "İki keklik bir dereden su içer / dertli de keklik dertsizlere dert açar."

Hekimliği dışındaki her emeğinde alaylı olmasının kattığı karakteristik bir tavrı var Kesal'ın. "Ketlenmekten, hizaya getirilmekten, terbiye edilirken ıslah edilmekten kurtuldum. Kırgız atları gibiyim. Kırgızlar yerleşik yaşamlarında sahip oldukları atları yılda bir kez bir ay kadar dağlarda başıboş gezen yaban atlarının arasına sürerler. Yaban atlarla hemhâl olan atlar döndüklerinde eski uysal, sinik ve pısırık hallerini atmış, çok daha canlı, hareketli ve zaptedilmez olmuşlardır" diyor bu alaylılığın kazanımını anlatırken. Oyunculuğunda beslendiği kaynakları ise şöyle açıklıyor: "Gözlem, okumak, dinlemek ve tefekkür. Oyuncu senaryoda yazılmayanı oynayandır. Söz taşıyıcısı değildir. Karakteri taklit etmek yerine o olmayı becerebilendir. Bu yüzden hayattan, kitaplardan ve anılarımdan besleniyorum."

Sanatın birçok alanında yer almasına rağmen, "gerçek hayat, sanatı yener" diyor Kesal. Bu yüzden mühim olan, hangi sanat dalıyla uğraşılırsa uğraşılsın gerçeği bozmadan, eğip bükmeden, onun üzerinde oyunlar oynamadan, olabildiğince sade bir şekilde göstermek. İster kâğıda, ister beyazperdeye. Bu gerçekçilik ve yanında  onu besleyen samimiyet, her söyleşiden yeni bilgi akışları sağlıyor. Mesela bir taraftan Lütfi Akad'ın 'zoom' özelliğini ahlâki bulmadığı için sevmediğini öğrenebiliyoruz, diğer taraftan Kesal'ın klarnete olan sevdasını. Hem toplumsal hem bireysel çok güzel anektotlar arasında sayfalar akıp gidiyor. En güzeli de şu yaşadığımız zamanda Türkçeyi önemsizleştirme çabası gibi ağızlara sakız olmuş 'aynen' kelimesini silip atıyor söyleşiler. Onun yerine 'aslında'yı koyuyor. Asıl ve asil olanı, gerçeğe ve samimiyete en yakınını, itirazı: "Vasat ve ortak bir kitle kültürü hâkim kılınmaya çalışılıyor. Hepimiz, birbirine çok benzeyen bireyler hâline getiriliyoruz... Farklılıklarımızı fark etmemizdir aslında itiraz etmek. İtiraz ettiğiniz zaman yeni renkler ortaya çıkar. Bizse sadece siyah ve beyazın olduğu yerlere doğru götürülüyoruz. İtiraz etmek kıymetlidir; insanın özsaygısıyla alakalı bir şeydir. Sessizce kabul etmek bence bu dünyayla iletişimini kopartmış ve artık bu dünyayla meselesi kalmamış insanlara ait bir tavır." [sf. 69]

Baba olmayı çoğu psikolog 'erkeğin yetişkinliğe geçişi' olarak nitelendirir. Kesal da böyle düşünüyor. 47 yaşında baba olduktan sonra, yani oğlu Poyraz'dan sonra başka birisi olduğunu, hayatla başka bir ilişki kurduğunu belirtiyor. İki türlü ilişki. İlki, "çocuğum var artık ölebilirim" duygusu. İkincisi ise "onun büyüdüğünü görmek için daha çok yaşama" isteği. Bariz ve doğal nedenler yani.

1989'dan sonra bir süre Kâğıthane'de, 1997'den itibaren de Okmeydanı'nda yaşamış Kesal. Hekimliğini ve yaşantısını buralarda sürdürmek ona mahalle ve mahalleli kavramları konusunda derinlemesine düşünme imkânı sunmuş. Siyaset mekanizması, halkın ortak hareket ettiği meseleler, iktisadî vaziyet, geçmişin izinde geleceğe bakış, 'vaziyet'in yorumlanması ve elbette kentleşmeyle birlikte hayatımızdan çıkıp giden her şey hakkında fikirlerini belirtiyor. Şöyle bir ikazı var mesela: "Sürekli kimliklerin altını çizmeyin. Bunu yaptığınızda onların akılları karışıyor, sınıfsal kimliklerini unutuyorlar. Kime, nasıl ve ne şekilde karşı çıkacaklarını bilemez hâle getirilebiliyorlar." [sf. 89]

Eduardo Galeano'nun "ne sahte bir tevazu ne de yüksek bir kibir" lafı, Ercan Kesal'ın tehlikeli bulduğu iki şeyi ifade ediyor. Ona göre en temel mesela vicdan. Şiir bu anlamda vicdan kapılarını her seferinde yeniden açan, zorlayan bir yer edinmiş kendisinde. Burada Metin Erksan'ın "Unutmak vicdansızlıktır; unutmak ihanettir" sözünü hatırlatıyor. Bilgiye değil bilgeliğe iman edilmesi gerektiğini vurgularken, hekimlerin de kendilerinin potansiyel hastalar oldukları bilmeleri gerektiğini söylüyor. Tam burada da Bertolt Brecht'in şiirindeki, işçinin hekime sorduğu soruya başvuruyor: "Ciğerimdeki lekeyi soruyorsun lakin evimin duvarındaki lekeyi hiç sormuyorsun!"

"Beni yaşarken kendisine iki şey hayran bırakmıştır; biri üzerimizdeki gök kubbe, öteki ise içimizdeki vicdan." der Immanuel Kant. Ercan Kesal'ın metinlerinde, söylediklerinde ve oyunculuğunda gök kubbenin ve vicdanın tüm gerçekçiliğiyle tebarüz ettiğini söylemek abartı değil tam aksine 'hakkın teslimi' olur. Biz biraz da kimseye hakkını teslim etmediğimiz için bu hâldeyiz. En çok hukukun bahsedildiği 'ortam'larda en çok hukuksuzluğun yapıldığı zamanlardayız. Bu durumda hak, haklılık ve hakkaniyet belki romanlarda kendini buluyor, bazı karakterlerde ve hikâyelerde. Ercan Kesal da Anadolu'nun asırlık sesini bir'liyor eylemlerinde: "Dünyanın kendine dair bir hafızası var. İnsanlık hafızasının en önemli mecrası da Anadolu. Ben Anadolu'ya çok güveniyorum. Bu coğrafya mutlaka kendi çözümünü bulup üretecek. Anadolu'nun ferasetine olan inancımı hiç kaybetmedim. Sokaktaki akıla, binlerce yılın kültürel birikimine ve insanlığın hafızasına güveniyorum." [sf. 216]

Eleştirinin en az yaratıcılık kadar önemli olduğu zamanlardan geçiyoruz. Ancak bir taraftan da bu kavramların önemsenmemesi için elinden geleni yapan kitleler de mevcut; sanatta, sporda, siyasette, her yerde... Eleştiriyi muhtemel ki başka travmalarıyla karıştıran bir takım grupların öfkesi her yeri kirletiyor. Eleştireni ötekileştirme, etiketleme, karalama ve hatta yok etme revaçta. Bu kirli tezgahın oyununu bozacak en büyük hamle şüphesiz bu topraklardan, Anadolu'dan, 'o ruh'tan çıkacağından kimsenin şüphesi yok, Ercan Kesal da böyle düşünüyor ve kendini ifade ederken vaziyet karşısına takınılacak tavrı da işaret ediyor: "Ben okuyucuya hatırlamayı hatırlatıyorum... Çünkü unutmanın günümüzdeki karşılığı alışmak. Karşı çıkmamayı da beraberinde getiriyor zaten doğal olarak. Hatırlamayan insan alışıyor, alışan insan karşı çıkmıyor." [sf. 255]

Dilimizin derdimiz olduğu bir şekilde şairler, yazarlar, oyuncular ya da yönetmenler tarafından ifade edilir. Ancak biz onların çoğunu pek de dert sahibi görmeyiz. Sahiden gördüklerimiz çok nadirdir. Ercan Kesal işte bu toprakların 'nadirattan' insanlarındandır. Bu toprakların sahici tarafındandır, yani asıl'ındandır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Nisan 2017 Cuma

Dönüp dolaşıp babada duran hikâyeler

"Baba bana yürüdüğün
O yolları göster
Baba bana dünyanın
Yüreğine inen geçidi."

- Ahmet Erhan, Bir Baba İçin

Baba, çok derin bir mevzu. İsmi cisminde. "Baba" bir mevzu. Öyle ki insanın kemali belirli bir olgunluğa eriştiğinde anlattığı şeylerin içinde muhakkak bir baba figürü yer alıyor. Bu bazen öğretmen, hoca, lider, şeyh yahut yoldan geçen herhangi bir kimse oluyor. Sanki hep aranan ama hep de bulunamayan bir anahtar baba. Sanki her kapıyı açacak, eşsiz bir anahtar.

Ercan Kesal'ın daha evvel Cin Aynası kitabını okumuş ve hikâye anlatım gücünü çok beğenmiştim. Hikâye derken yanlış anlaşılmasın, hiçbiri kurgu değil. Yaşanmış ve acısı kalmış, bir yas sürecine dönüşmüş ve mümkündür ki yaşayanını da o süreç boyunca olgunlaştırmış hikâyeler. Teknik manada bildiğimiz hikâye yeteneğini ise Nasipse Adayız kitabında göstermişti. Peri Gazozu, ilk baskısını 2014 yılında yapmış, iki yıl içinde 10. baskısına ulaşmış bir kitap. Tüm kitapları gibi İletişim Yayınları tarafından neşredildi.

İçinde yüzlerce özne olsa da Peri Gazozu'nun tüm metinleri babada duruyor. Böylece okuyan için tek bir özne kalıyor geriye: Baba. Kesal, kitabını "Babam gazozcu Mevlüt'ün aziz hatırasına" diyerek açıyor. Sunuş yazısının hemen başında Tarkovski'nin "...bütün sanat eserleri belleğe dayanır" cümlesiyle başlayan bir paragrafı var. Dipnotta yazar "Bergman ve ona göre sinema yönetmenlerinin en büyüğü olan Tarkovski, felsefi anlamda en çok etkilendiğim iki yönetmendir." diyor. Böylece okuyucu, belleğin sanatlı direnişine şahit olacağı sayfaların beklentisiyle başlıyor hikâyelere. Bu beklenti hiç de boşa çıkmıyor. "Kurban"dan kitabın son yazısı olan "Kestaneden Duduk olur mu?"ya kadar okuyanı, yazarın hafızasına ve yaşadıklarına hayret ettiren bir bütünlük var Peri Gazozu'nda.

"Son bayram ziyaretinde, seveceği türden şık bir ceket almıştım. Sabah erkenden giydi ceketi ve titreyerek aynanın karşısında durdu bir süre. Parkinsonun iyice küçülttüğü vücudu, ceketin içinde kaybolup gitmişti sanki. "Ölçünü unutmamışım bak, tam oturdu vücudun," dedim utanmadan! Eve gelen tüm misafirleri, küçücük gövdesinden sarkan o ceketle karşıladı, oturdu, sohbet etti. İstanbul'a döneceğim güne kadar da çıkarmadı sırtından. Son gün vedalaşmak için yanına gittiğimde "Oğlum, bu ceket çok güzel de, bana biraz ağır geliyor. Taşıyamıyorum artık. Al onu sırtımdan," dedi. Evet, doksan yıllık bir ömrü taşıyamıyordu artık babam. Aldım ceketini sırtından. Bir daha da giyinemedi." [sf. 43]

Hikâyelerle birlikte dönemin yönetim anlayışının toplum üzerindeki gölgesi de ağır biçimde hissediliyor. Bu gölge ne yazık ki sarıcı, kuşatıcı, güven verici bir gölge değil. Aksine gulyabani gibi çöken, korkutucu ve zalim bir gölge. Öte tarafta "İster kurtçu, isterse Ecevitçi, benim için fark etmez. Biz ekmeğin peşindeyiz." diyenler de var elbette. Ancak gençlerin hem yürekleri hem de bedenleri yangın yeri...

"Ben öldükten sonra, gömmeden önce battaniyeye sarar mısın oğlum," demişti bir gün babam. 
"Niye baba?"
"Soğuktur şimdi oğlum, toprağın altı sonuçta. Üşürüm... Sonra, börtü böcek."
"Ne fark eder öldükten sonra," diyemedim tabi ki.
"Olur baba. Bunları düşünme Allah aşkına," dedim yavaşça.
Lakin, içimde bir battaniye haberinin sızısı kalmıştı. Babamın insanı şaşırtan bir saflıkla istediği battaniyeyi 19 Aralık 2000 günü, Bayrampaşa Cezaevi'nin koğuşunda günlerdir ölüme yatan genç insanlara attılar. Bakın ne anlatıyor yıllar sonra, o katliama katılan askerlerden biri:
"Koğuşta yangın çıktıktan sonra yardım isteyenlere 'sizi kurtarmak için yaş battaniyeler atıyoruz, bunlara sarılın ve kendinizi koruyun,' diyerek battaniye attık. Fakat battaniyelere su değil, benzin ve tiner dökülmüştü. Battaniyeye sarılanlar daha çabuk yanıyordu." [sf.103]

Bu vaziyet Ercan Kesal'ın diline öfke, nefret olarak yansımıyor. Kesal "her şeye rağmen" umudundan bir şey kaybetmiyor. Elbette lanetini de esirgemiyor.

"Ölülerimiz nerede? Bir karga bile değilsiniz. Kabil'in kargayı görüp de utanan kalbi yok sizlerde, anladık. Ama, yorulmadınız mı, ağzınızda cesetlerle yıllar yılı tepemizde akbaba gibi dolaşmaktan? Bir karga gibi yapın hiç olmazsa. İnin yere ve bırakın ölülerimizi. Kalplerimiz onlara mezar yeridir." [sf. 115-116]

Bir hekim Ercan Kesal. Anadolu'nun ücra köylerinde, kasabalarında, türkü imkânsızlıklarla görevini aksatmadan yerine getirmeye çabalamış. Çok zor şartlar da görmüş, kan ter içinde bırakacak imtihanlar da. Hiçbiri onu mesleğinden soğutmamış. Çünkü insanı, halkı, toprağı sevmektir gönlü dik tutan. Bazen 'şansı' yaver gitmiş, hem kendi hem hastası ölümden dönmüş. Bazen de 'talih' kısa bir süreliğine gülmemiş, hastası ahirete göçmüş, kendisi üzülmüş. Bu üzüntüsünü kelimelere dökmüş. Belleğin acı hatıraları arasına yerleştirmiş, Peri Gazozu'nun birçok sayfasında da okuyucuya sunmuş.

"Baba, ağzında külü yarılanmış bir sigara, acıdan donmuş bir halde, yerde yatan oğluna bakıyor. Traktörün şoförü biraz ötede, jandarmaların arasında savcıya bir şeyler anlatıyor. 
Yorulur, oradaki bir taşa çökersiniz. Ayağında Adana şalvarı, esmer yanık yüzündeki derin acıyla suskunca bekleyen baba bir ara, kafasında yaptığı konuşmayı bitirmiş de bir sorunun cevabını veriyormuş gibi konuşur: "Adana'dakiler soruyordu bu sene kurban kesecek miyiz, diye, arayıp söyleyeyim bari. Kurbanı kestik. Allah kabul etsin." [sf. 165]

Sadece acı değil, Anadolu insanın türlü türlü karakterleri, ilginç huyları, geleneklerin modern tıbba meydan okuduğu anlar ve zamanlar, daha neler neler. Yazının başında söylediğime yakın, hem bir deneme hem de hikâye kitabı gibi Peri Gazozu. Kanaatim şudur ki bu kitap psikoloji alanında da özellikle değerlendirilebilir. İçindeki teknik tespitler, anekdotlar, vakalar ve analizler yok ama nice travmalar, yaslar, melankoliler, hüzünler ve yaralar var. Sadece biri çıkıp "depresyondasın, bir antidepresan kullanman lâzım" demiyor, o kadar. En güzeli de bu. Çünkü depresyon, şu çağın insanının ayakta durduğunun, hâlâ ayakta durabildiğinin bir göstergesi. Gücünün, yüreğinin genişliğinin, robotlaşmadığının, insanî vasıflarını kaybetmemek konusundaki direncinin ve nicesinin. Bu yüzden koca bir yas süreci işleniyor Peri Gazozu'nda.

Erdoğan Özmen, o güzel kitabı Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan'da "Keder üstüne tefekküre dalmaktır yas. Kayıp içinden ve kayıp aracılığıyla düşünmektir." der ve şöyle devam eder: "Yas bir armağandır insana. En derine dalmaktır; hiç bilmeden üstelik."

Babada her şey vardır. Keder, tefekkür, yas, kayıp... Ve ne olursa olsun, kahkaha yerine tebessümü tercih eder babalar. Çünkü kahkaha geçicidir, tebessüm geçmez. O hep kalır gönüllerde, hikâyelerde...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Mart 2017 Çarşamba

Siyasetin insana kattığı plastik heyecan

“Bir politikacı işini kaybetmemek için her şeyi yapar. Hatta vatansever bile olur.” 
- William Randolph Hearst 

“Politika gerçekleri gizleyip yalan söylemek değil, gerçeklerin istediğiniz yanını göstermektir.” 
- Winston Churchill 

Siyaset kelimesinin kökeniyle yazıma başlamak istiyorum. Siyaset ve seyis kelimeleri ortak kökenden türemiş kelimelerdir. Filolojiye göre siyaset kelimesinin nihai anlamı, vahşi bir atı teskin etmek, terbiye etmek olarak tarif edilir. Siyaset yapan, yani at terbiye eden kişiye de seyis adı verilir. Kelimenin şimdiki anlamı ise "devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış"tır. Bir başka deyişle "memleket idare etme sanatı"dır. Bu nedenlerden dolayı da, kökeni antik Grekçe’ye dayanan ve devlet yönetme sanatı anlamına gelen politika kelimesinin karşılığı olarak da sıkça kullanılır.

Siyaset bir sanattır. İki tanıma da baktığımızda bunu görüyoruz. Bunu öğrendikten sonra insanın aklına ister istemez, "ülkemizde veya dünyada, siyaseti bir sanat olarak yürüten kaç kişi vardır?" sorusu geliyor. Tek bir görüşe bağlı kalıp, karşı tarafa vurmaya çalışan belli bir kesim gibi yapmayacağım. Özellikle ülkemizde, siyaset denince aklımıza ilk gelen şeyler hep olumsuz kavramlar oluyor. İster belli bir partiden iktidar olsun, ister onun tam zıttı muhalefet olsun, hatta yok denecek kadar az oy alan partiler olsun, maalesef dünyada bu işi sanat olarak götüren bir oluşum veya kişi yok denecek kadar az kaldı.

Dünyanın en tehlikeli mesleklerinden biridir siyaset. ‘Hak’ ve ‘adalet’ üzerine kurulu ve verdiğimiz kararların sonucu sadece bizi değil, birçok kişinin hayatını derinden etkileyecek şeyler olduğu için, çok daha dikkatli icra edilmesi gereken bir meslektir. Peygamber Efendimizin “On kişi üzerinde bile olsa, yöneticilik yapmış olan her insan kıyamet gününde (Allah’ın huzuruna) elleri boynuna bağlı olarak gelir. Sonra da ya adaleti sayesinde kurtulur veya haksızlık etmiş olduğu için mahvolur.” hadis-i şerifinde dediği gibi bu durumun, siyaset konusunun ne kadar ciddi, sulandırılamayacak ve ihmale gelmeyecek önemde olduğunu çok net bize gösteriyor. Fakat öyle mi?

"Nasipse Adayız", Ercan Kesal’in 2015 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan, genelde üçüncü, bu yayınevinden çıkan ikinci kitabı. Daha önce "Evvel Zaman" ve "Peri Gazozu" kitaplarını yayımlayan yazar, "Nasipse Adayız"dan sonra da "Cin Aynası"nı yazmıştır. Fakat diğer üç kitap birbiriyle benzer özellikler gösterirken (anlatı), bu kitap bir romandır. Toplam 194 sayfadan oluşan kitap, bir ön bölüm (Baş karakter Kemal Güner’in rüyası) ve kırk üç bölümden oluşmaktadır. Kısa kısa olan bu bölümler romanın akışına göre uyum göstermektedir. Nasipse Adayız'ın otobiyografik bir kitap olup olmadığını bilmiyorum, ancak başkarakter Kemal Güner’in ve Ercan Kesal’in mesleklerinin doktor olması bana, bu kitaptaki olayların tam olmasa bile benzerlerinin yaşanmış olabileceğini hissettirdi. Kitap, baş karakter Kemal Güner’in ağzından anlatılmış ve birinci tekil kişi diliyle oluşturulmuş. Kemal Güner’in ilçede bulunan bir radyo programına katılması sonrasında, resmen olmasa bile pratikte, ilçenin belediye başkan adayı gösterilmek istenmesi ve bu süreçte yaşananları konu ediniyor. Kesal, sade bir üslup ve her zamanki gibi akıcı diliyle bize bu süreci sonuna kadar başarılı bir şekilde aktarıyor. Yazar, yer yer açıklayıcı ve öyküleyici anlatımla birlikte, betimleyici anlatım da kullanmış ve tadına doyulmayan, fakat aynı zamanda da ciddi meselelere değinen bir roman ortaya çıkmış. Kitabın kısa bir bölümünde, eskiye nazaran daha fazla kullanılmaya başlanan bir bilinç akışı tekniği de görüyoruz. Aslında, bu tekniği kitabın birkaç yerinde de görsek yadırgamazdım. Bu tekniğin en çok rüyalara uygun olduğunu düşünüyorum. Yazar da zaten, bunu bir rüyasını anlatırken göstermiş. Kitapta başka rüyalar da anlatıldığı için daha fazla da kullanılabilirdi. Sırıtmazdı.

Kitabın kapağında yer alan fotoğraf ve kitabın ismi içerikle birebir uyumlu. Kesal, özellikle kitabının ismini çok iyi seçmiş. Zaten yazarın diğer kitaplarına da baktığımızda isim konusunda çok başarılı olduğunu görüyorum. İsmin, ve arka kapağın başarılı olmasının, kitabın başarısını artıran özellikler olarak görenlerdenim. Bu yüzden bu özelliklere ekstra dikkat ediyorum. Arka kapaktaki pasajı ve kısa açıklamayı, yayınevi güzel yerlerden seçmiş. Ercan Kesal’i tanımayan biri de merak edebilir bu kitabı. Kitabın başlarında sonunu tahmin edebiliyoruz, fakat amaç bu kitabı bir sona bağlamak değil bu süreci anlatmak olduğu için bu duruma takılmamak lazım. Hatta yazar, kitabın ismiyle bunu belli etmek istemiş diye düşünüyorum. Kesal; mizah, ironi ve bazen de olsa argoyu yerinde kullanmış, ara ara yerel deyişlere yer vermiş sadece İstanbul Türkçesi kullanmamıştır. Bu durum kitabın inandırıcılığını artırmış, ‘naylon’ bir havadan uzaklaştırmıştır.

Kesal’ın gözlem gücü, her zaman yüksek olmuştur ve bunu kitaplarına yansıtmıştır. Yaşadığı olaylarla ilgili; ilginç, komik veya trajik olayları iyi bir şekilde satırlarına yansıtıyor. Bu kitapta da bunları bol bol görüyoruz. Dul erkeklerin düğünlerdeki durumlarıyla ilgili yaptığı “Menü fena değil, ama ortam sıkıcı. Çabucak yeyip, tatlıyı beklemeden kaçayım en iyisi. Benim masa da bir tuhaf. Oturanların hiçbirini tanımıyorum. Boşanmış erkeklerin böyle bir sorunu vardır. Davetlerde bir türlü sizi nereye koyacaklarını bilemezler. Dul erkek olarak potansiyel çapkın statüsüne geçtiğiniz için evli çiftlerle efendi efendi oturamazsınız. Kıskanç kocalar kıllanır. Evlenip boşanmış bir erkek olarak sabıkalı addedildiğiniz için de bekarlar hoşlanmazlar. Masada zombi gibi bakarsınız ergenlerin sulu zırtlak muhabbetlerine. Bu yüzden dul erkekler askere bakaya giden adamlara benzerler. Hiç tahmin etmedikleri yerlerde, tuhaf adamlarla, tuhaf masalarda oturmaya mahkumdurlar” tespit, yazarın toplumu ne kadar iyi gözlemlediğinin küçük bir örneğidir.

Ercan Kesal’ın siyasi fikrini ve hayata bakış açısını, kitaplarını okuyan okurlar mutlaka fark etmiştir. Yazar da zaten bunu saklama gereği duymaz. Fakat yazarın bakış açısından okura sunduğu şeyler her zaman, sadece o bakış açısına göre değildir. Bazı konular vardır. Herkes aynı düşünmelidir. Hak, adalet, liyakat gibi konularda ‘bana göre, sana göre’ olmamalıdır. Hakikat tektir. Ercan Kesal, politikanın adaletsizliğini ve çoğu zaman liyakate önem verilmeyişini satırlarına başarılı bir şekilde yansıtmıştır: “Bunlar iyi hoş da, politika ekip işidir doktor. Bizim de bir ekibimiz var. Ekipte envai çeşit adam olur. Çoğunun da başka işi yoktur. Adam ömrünü bu işlere harcamış. Seni terk etmemiş. Cahil, işsiz, salak ama senin yanında. Bu insanlara ahde vefa göstermek zorundasın. Sen, hastanede birisi işine yaramazsa ne yaparsın, atarsın işten. Bizde öyle değil. İşe yaramıyorsa daha fazla sahip çıkman lazım. Hatta çok becerikli olursa tehlikelidir. Uzaklaştırman gerekebilir. Sana tuhaf gelir şimdi bu anlattıklarım. Ama ilerde göreceksin. Diyelim Belediyeyi aldık. Başkan oldun. Önüne ‘buyur, imzala,’ diye dosya koyacaklar. İmarı var, ihalesi var. Bi şey alınacak, bir iş var, birine verilecek, falan filan. Kime vereceksin mesela? Herhalde kendi arkadaşlarımıza, değil mi?

Toplumca en çok konuşmaktan hoşlandığımız ve en çok ‘anla(ma)dığımız’ iki şeyden biri futbol, diğeri de siyasettir. Belki de hayatta en çetrefilli konulardan biri olan siyaset hakkında herkesin söyleyecek tonla sözü olması, bizim aslında bu işi nasıl yanlış yaptığımızı da gösteriyor. Kesal da, siyasetle hiç işi olmamasına rağmen kendini bir anda bu ortamın arasına bulan başkarakter üzerinden, insan hallerinin değişimini, siyasetin bir girdap gibi insanı içine çekişini ve siyasetin insana kattığı plastik heyecanı çok başarılı resmetmiş. Kemal Güner’in üzerinden, insan psikolojisini, bir makamda oturmak için insanın kişiliğinden nasıl ödün verdiğini, hatta kişiliğini bırakıp da bambaşka durumlara büründüğünü detaylı bir şekilde yansıtmış. Kitabın sonlarındaki Kemal Güner’in ruh hali, bize heyecanla başlayan maceranın ne hallere gelebileceğini gösteriyor aslında: “Eve vardığımda vakit gece yarısıydı. Kapıyı yavaşça açıp içeri girdim. Holde bir süre bekledim, hiç ışıkları açmadan. Hep burada, holde kalsam, ölünceye kadar, hiçbir yere kıpırdamadan… İçeri salona geçtim, ayakkabılarımı salonun ortasında çıkartarak. İşte kırk küsur sene sonra geldiğin yer; İstanbul’un fizanında, adına uydukent denilen uydurma bir kentinde, civciv büyütülen ışıklı çekmeceler gibi, bilmem kaç metrekare bir konutun içinde, duvardan duvara hazır halı, beyaz eşya ve panjurlarıyla içine girdiğin ve bir üçlü koltuk, bir ikili koltuk, televizyon ve bir ikiz yatakla sürdürmeye çalıştığın, boyundan büyük hayallerin altında kalmış bir hayat. İşte elinde kalan.

Siyasete girdiği zamandan itibaren bambaşka bir insan haline dönen başkarakterin ağzından aslında kendi fikirlerini yansıtıyor yazar. Utanma duygusuyla yaptığı tespit, benim en sevdiğim bölümlerden biri oldu bu kitapta. Bu pasajı sadece siyaset alanına değil de hayatın her anına, en çok da birebir insan ilişkilerine göre yorumladım ve sonunda Ercan Kesal’in yaptığı tespitin çok başarılı olduğu kanısına vardım: “Utanma duygumu hızla kaybetmiştim galiba. Bu böyle aniden olan bir şey miydi yahu? Ne bileyim, önceden bir belirti vermez mi? Kişiyi uyaran. ‘Bak, böyle bir durumun var senin; dikkat et, haline tavrına.’ Ya da, ‘şansını zorlama’ falan gibi. O da olmadı birtakım hafif bulgular da mı göstermez? Biraz kaşıntı, belki biraz bulantı; tam kusma olmasa da yani. Ya da temelde zaten böyle bir patolojim hep vardı da benim mi haberim yoktu? Aileden gelen bir şey olabilir mi? Irsi mi? Gerçi dedemde, babamda, anne tarafımda hiç rastlamadım bugüne kadar ama. Sonradan çıkabiliyor demek ki! … Gerçi bunun farkında olmak neye yarayacak ki? Sonuçta utanmaz bir herif oluyorsun işte. İşin kötüsü ilerde bunun arlanmazlık safhası da olacaktır. Oraya ne zaman geçecektim acaba?

Bir tane de eleştirimi belirtip yazıyı sonlandırmak istiyorum: Kitapta bütün bu siyasi koşuşturmacanın, hayat sorgulamasının altında, arka planda bir de aşk geçiyor. Başkarakterin eski karısıyla tekrar buluşup, bir süre sonra tekrar birlikte olmaya varacak bir aşk. Bu konu kitapta asıl konunun gerisinde olsa da, üzerine biraz daha yazılabilirdi. İkilinin buluşmaları, konuşmaları okura, bu konu özelinde eksik bir şeyler kalmış duygusu veriyor. Çabucak sonuca erdirilmek istenmiş gibi bu aşk hikayesi. Ancak bu aşkın üzerine biraz daha eğilseydi yazar, bu konunun verdiği tamamlanmamışlık hissi olmayacaktı.

Sonuç olarak Ercan Kesal, roman alanında da anlatı alanında da yetkin eserler vermiştir. Bu eserlerin gerçek hayatta karşılıklarının olması ve eserlerinde dili kullanma başarısı da, okur nezdinde her zaman değer göreceğinin habercisi.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

6 Ocak 2017 Cuma

Koptuğumuz tüm yerlerimizin kederli ve ümitli dili

"İnsanın insana kattığı anlam dışında yaşamın hiçbir anlamı yoktur. İnsan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır."
- Erich Fromm

"Evlerimizi aydınlatmak, mısır tarlalarımızda büyümek, çocuklarımızın kalplerini doldurmak, terimizi silmek ve tarihimizi iyileştirmek için harekete geçtik. Hepsi bu kadar. Tüm istediğimiz bu. Ne daha fazla, ne de daha az."
- Subcomandante Marcos

Koptuğumuz tüm yerlerimizden birbirimize yeniden bağlanmalıyız. Anılarımız, düşlerimiz ve tarihimiz kalbimizde. Bir yakalasak, bir olacağız. "Yenildiğin an, teslim olduğun andır. Kimse ruhundaki direnci yenemez. Mayamızda bin yıllık bir tarih, çıkınımızda rüyalar var. Yenilmeyeceğiz." diyor Kemal Sayar. Öte yandan, 2 Ocak 2017'de bu dünyadan ayrılan John Berger de şöyle diyordu bir kitabında: "Güvensizliğin yaygın, toplumsal ıstırapların derin olduğu hayatlara güven veren bir sözcük vardı; sevgi."

Ercan Kesal, Cin Aynası'nda güvensizlikleri, ıstırapları anlatırken belki on, belki yüz tane hikâyeyi bir araya getiriyor. Aslında bu hikâyelerin hiçbiri birer hikâye değil, hepsi gerçek. Hepsi, Kesal'ın belleğindeki acıların ve umutların bir araya gelişiyle ortaya çıkmış metinler. "Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara" derken güzel bir öğüt verir. Neredeyse tüm anlattıkları birbirleriyle bağlantılıdır, birbirleriyle el ele. Kavuşmaları da bir ayrılıkları da bir öznelerinin. Hani gözümüzün içine baka baka uzaklaşır ya trenler ve sevdiklerimiz; işte Kesal'ın yazdıkları da öyle. Sayfalar biterken, içimizdekinin kara mı ak mı olduğuna karar veremeyiz. Karamsarlık da umut da iç içedir.

"İnsanın yaptığı işin sonunda başına geleceklerin bilincinde olması kendine saygı duymasından başka bir şey değilmiş meğer. Kendine saygısı olmayanın hiçbir şeye sayısı olmazmış, artık sadece bunu biliyorum."

Faşizmden, yoksulluktan, işkencelerden, katliamlardan, cinayetlerden, haksızlıktan, hukuksuzluktan, sevgisizlikten ve merhametsizlikten alacağı var Ercan Kesal'ın. Siyasî yazılarında da sinema yazılarında da; kısacası tüm hatıralarında bu alacaklarının peşine düşercesine yazmış denemelerini. Faşizm denen kötülüğü öyle güzel anlatıyor ki bir daha zihninizden hiç çıkmıyor. Önce Ergin Günçe'nin "Faşizmi çocuklar da anlayabilir" dizesiyle başlayan şiirini hatırlatıyor. Hani, "Dayak yemektir serseri bir babadan / karanlık odaya kapatılmaktır / hakkını istemekte direttiğin zaman" diye gider ya Günçe'nin şiiri, sanki onu iyicene açıyor yazar. Hem edebî hem de hayatî, dolayısıyla ebedî:

"Faşizm, çok uzaklarda bir yerde değildir. Sokağın ortasında, evlerimizin içinde ya da hiç çocuk olmamış bir takım adamların buz gibi kalplerinde, gezinir durur. Her gün arabanızla yanından geçip gittiğiniz bir evde yaşayan genç bir kadının, hiç istemediği ve zorla dayatılan bir evliliği artık taşıyamayıp, bebeğini sırtına sararak kendini ipe vermesidir faşizm. Bir ülkenin, ipin ucunda sallanan vicdanıdır yani. Ya da tecavüz edilerek öldürülen günahsız kızlarının hastane morgunda bekleyen cesedini bile almaktan korkan ana babaların çaresizliğidir."

Nazım Hikmet'le Kemal Tahir'in mektuplaşmaları, vefatına yakın günlerde Ahmet Uluçay'ı ziyareti, Tarkovski'nin sinemaya yüklediği o derin anlam, Subcomandante Marcos, Che Guevara, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Yılmaz Güney, psikolojinin babalarından Jung ve daha nice isimle gerek yakından gerekse uzaktan irtibatı var Ercan Kesal'ın. Dolayısıyla bu isimleri anlatırken onların dönemini öyle içli aktarıyor ki bazen bir dönem belgeseli, bazen de anılar nasıl kâğıda geçirilir, oyuncu nasıl oynamalıdır, sinema ve hayat nasıl yakınlaşmalıdır gibi sorulara kıymetli cevaplar bulabiliyor okuyucu. Mesela rüyalar, çok önemlidir Kesal için: "Hırsızların, eğer biz istemezsek çalamayacakları tek şey rüyalarımızdır. Dünyaya sahip olmak için düşlerimiz yeter. Dünyanın en büyük gezginlerinden James Colman bir kördü ve sorulduğunda, "Ben ayaklarımla görüyorum" diyordu. Düşlerimize ve kendimize inanmaktan  vazgeçmeyelim."

Ciguli'den Metin Erksan'a, şair Behçet Aysan'dan bir başka şair Ahmet Erhan'a, Haneke'den Sait Faik'e, Kieslowski'den Neşet Ertaş'a, Galeano'dan Kusturica'ya; Lorca'dan Lütfi Akad'a sinema tutkusunu müzikle birleştirmiş, şiirle içine iyice anlam katmış, yaşam karşısında daima direnişin, dirençli olmanın yanında saf tutmuş, yürekli ve güzel yazan bir adam Ercan Kesal. Cin Aynası, İletişim Yayınları'ndan çıkmış, beş bölümden oluşan ve 286 sayfalık bir kitap. İster günlük deyin, ister deneme. Yalnız kitabın girizgâhında yazarın yaptığı açıklamayı asla unutmayın okurken:

"Yazdıklarıma yeniden dönüp baktığımda, metinlerin, anılarımın "billursu" halinden başka bir şey olmadığını görüyorum. Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum sanki. Anılarımızı yazmak içimdeki tortuları temizlerken, hayatım bir yandan yeni tortular biriktirmeye de devam ediyor, farkındayım! Geçmişle ilişkim özlemden daha çok keder. Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder. "En azından yazdım işte" demek için yazıyorum..."

Daima kederli ama çokça ümitli bir kitap Cin Aynası.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf