Engin Geçtan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Engin Geçtan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2021 Pazartesi

Her yolcu kendi yolunda gerek

Engin Geçtan 19 Şubat 2018’de, 86 yaşında vefat etmiş bir bilge adam. 1 Temmuz 1957’de başladığı klinik çalışmalarını, psikiyatristliğinin elli yedinci yılında (2014) sonlandırdığında yaşamlarını, duygularını ve davranış sistemlerini paylaştığı insanlara acaba neler kattığını düşünürken bunun ölçülebilir bir şey olmadığına kanaat getirmiş ve asıl önemli olanın, o insanlar tarafından kendi hayatına katılanların önemini fark etmiş. Yaşamın muhasebesini hiçbir zaman tutmamış ve bunu da Milan Kundera’nın bir sözünü hatırlatarak açıklamış: “Hayat bir kere yaşandığı için yargılanamaz.

Rastgele Ben, vefatına dek Geçtan’ın yayımlanmış son anı kitabı denebilir. Zira 2018’de yayınlanan “Orada, Bir Arada“, otuz yılı aşan grup psikoterapi deneyimlerinden esinlenerek kurgulanmış ve eğitici tarafı daha ağır olan bir kitaptı. Rastgele Ben için bir tecrübeler kitabı diyebiliriz. Bu kitapta öğüt hiç yok, gayet gerçekçi bir süreç anlatımı var. Yaşamın devasa bir süreç olduğu düşünüldüğünde Geçtan’ın bu kitapla yapmak istediği de anlam kazanıyor: şimdiye kadar hep danışılan tarafta olanın, hayatla münasebetine düştüğü küçük bir şerh. Metis Yayınları tarafından yayınlanan bu kitabın ismi içinde her ne kadar “rastgele” kelimesi geçse de, Geçtan’ın yazdıklarından hayatta hiçbir şeyin rastgele olmadığı ve olamayacağı net biçimde okunuyor. Bunu kendisi de farklı konular üzerinden aktarıyor:

"Doksanlı yılların başıydı, bir gün Pandora Kitabevi’ndeki raflarda bir kitap dikkatimi çekti. Size de olur mu bilmiyorum, bazen kitapçılarda ya da müzik dükkânlarında bir kitap ya da bir disk sizi kendine çeker. Ve bu buluşma çoğu zaman isabetlidir."

Bir Zamanlar Amerika‘da, Dipsiz Kuyuda Yolculuk, La Turchia più bella, Matriks ya da Apocalypse Now isimli dört bölümü var kitabın. Kronolojiye çok da bağımlı kalmadan, öğrencilik yıllarıyla birlikte Geçtan’ın hayatındaki kritik anların birçoğu bu 170 sayfalık kitapta okunabiliyor. İlk bölümde ‘Amerikan Rüyası’yla buluşması, aynı zamanda iyi bir sosyolojik ve toplumsal bir okuma sağlıyor, özellikle de o yılları düşünürsek bu daha da anlamlanıyor. Bu ülkede öğrenim ve sosyalleşme heyecanını sonuna kadar sahip çıkarak günlerini geçirse de “Bu mu yani Amerika?” dediği şeylerle karşılaşmalarına da bizi tanık kılıyor. Mesela şu anısı New York’tan:

"Hastanenin polikliniğindeyim. Bana Türkçe küfürle günaydın diyen kızıl saçlı hemşire çömelmiş, karşısında oturan perişan görünüşlü bir adamın bacağını temizliyordu. Adamın ayağı ve bacağı binlerce kurtçukla kaplanmıştı. Muhtemelen İrlanda kökenli bir alkolik. Böyle bir şey görmemiştim, görebileceğim de söylenmemişti. Memlekette hiçbir insan bu hale gelene kadar kaderine terk edilemezdi. Ve yine o soru: Amerika bu mu?"

Geçtan’ın psikiyatri ve diğer bilim çevresinden tanıştığı yahut tanışamadan bu dünyadan göçen isimleri görünce insan ne büyük bir tecrübeyi sayfalar boyunca okuduğunu yeniden hissediyor ve heyecanlanıyor. Dünyaca ünlü çocuk psikiyatristi Lauretta Bender ve yine dünyaca ünlü nöroloji profesörü Morris Bender, suçlular ve holokost mağdurlarına uzun yıllar destek veren psikanalitik psikiyatrist Alfred Messer, varoluşsal psikoterapinin önde gelen isimlerinden Rollo May ile onun önerisiyle Geçtan’ın dairesine misafir olarak gittiği Leslie Farber sadece birkaçı. “Tanıdığım üçüncü Türksünüz” demiş Farber, Geçtan’a. Duvarda asılı tabloyu işaret etmiş: Abidin Dino. Sonra Ahmet Ertegün’le tanıştığını söyleyip fişeği ateşlemiş: “Bu ofisi Erich Fromm’dan devralmıştım, üzerinde oturduğunuz koltuk da ona aitti.

Rastgele Ben; Engin Geçtan’ın müzik zevkiyle, film beğenisiyle, kitap seçimleriyle de her sayfasında zenginleşen bir özelliğe sahip. Kitaba ‘kıyak’ geçelim: Freud’un talebelerinden olup kendi ekolünü kuran psikanalist Karen Horney’den Çağımızın Nevrotik İnsanı (Kişiliği), Şilili diplomat Miguel Serrano’nun yazdığı C. G. Jung ve Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları, en son April Yayıncılık tarafından basılan ama şimdilerde bulunması mümkün olmayan Elisabeth Kübler-Ross’tan Ölüm ve Ölmek Üzerine, Martin Heidegger’den Varlık ve Zaman, daha niceleri. Elbette arada Geçtan’ın kendi kitaplarının fikir ve yazım süreçlerine dair bilgiler. Mesela yürümeye verdiğim önemle birlikte kütüphanemden “ilk on say” dediklerinde daima başlarda saydığım bir kitabına dair:

"1981 yazında Kaş’ta, bir akşam Ali Baba Oteli’nin bahçesinde oturuyoruz. Ani bir dürtüyle yerimden kalktım, biraz yürümek istediğimi söyledim. Kamping’e kadar yaptığım yürüyüşten döndüğümde İnsan Olmak kitabının başlıkları belirlenmişti. Vahiy inmesi böyle bir şey olmalı, çünkü yürüyüşe başladığım anda aklımda hiç olmayan bir şeydi. Ertesi sabah kahvaltıda o başlıkları kâğıda döktüm."

Darbeler, göçler, yoksulluklar, çocukluk ve yetişkinlik anıları akıp giderken 'planlanmış' yerlerden çok 'kendiliğinden oluşmuş' mekânlara olan hevesini aktarıyor bir yandan bilge adam. Kendi tabiriyle 'meraklı kedi' yanını hep koruyor her eyleminde, seçiminde. Belli bir olgunluğa eriştikten sonra yüzleşmeler yapmaktan hiç kaçınmıyor ve bizi de buna ortak ediyor, nazikçe öneride bulunuyor:

"Ebeveynimin bazı özellikleri, ne olmam gerektiğinin yanı sıra, ne olmamam gerektiği konusunda da bana yol göstermiş olabilir. Ama beni uğraştıran, toplumun ve onun araçlarının beni iteklemiş olduğu yanıltıcı yönlerdi."

Çağın en büyük sorunları arasında sayılan kimlik bunalımları, aidiyet sorunları, anlam kayıpları ve kentleşmenin hem maddi hem manevi anlamda açtığı gedikler Geçtan’ın bu kısa yaşam öyküsünde kendine önemli bir yer buluyor. Aslında tüm bunlar bebeklik, çocukluk ve ergenlik denen o ‘mühim üçlü’nün eksiklikleri yahut fazlalıklarıyla meydana çıkan şeyler. Mesela özerklik, Geçtan’a göre oldukça kritik bir hak ve bu hak bir ila üç yaş arasında kazanılabiliyor. Bu hakkı kazanamayan karakterler oldukça yaralı, ağır ve kişiliksiz bir gelecekle yaşamın hem somut hem de soyut ağırlığını taşımak zorunda kalıyorlar, hiç de farkına var(a)madan. Burada ebeveynin konuşma, görme ve dokunma gibi davranışlarla bebeğin gelişimine sürekli katkı sağlaması en kritik mesele. Kimlik yeterince gelişemediğinde ortaya bugünün sorunları, en ağır sorunları çıkıyor:

"Kişisel kimliği yeterince gelişememiş insan, varolan inanç ve ideolojileri fanatik bir boyutta kimliğine katarak boşluğunu ödünleme eğilimindedir. Bir şahsın, imgenin, ideolojinin ya da inanç sisteminin, inatçı ve değişmez bir halde insanların benliklerinde içleştirilmesi, ‘kimlik geçişmesi sendromu’nun temel belirtisidir. Her benliğin bir kimliğe ihtiyacı olduğundan, kimlik insanının benliğini sürdürmesi için hayatidir. Kimlik vakumuna çözüm olarak içleştirdiği imgeyi ya da ideolojiyi yitiren insan, kendine ve dünyasına yabancılaşma tehlikesiyle karşılaşır ve bu, kişiliğin dağılmasıyla sonuçlanabilir. Dolayısıyla, içleştirdiği her ne ise, ona kayıtsız şartsız tutunmak zorundadır. Bu, biat etmekten öte bir durumdur."

Bugün dünyanın farklı yerlerindeki halklara öfke ve nefret saçan, kendi düşüncelerinden ve eylemlerinden başka hiçbir fikri kabul etmeyen, kendi tebaası dışında hiçbir topluluğu görmeyen, varlığını başkalarının üzerinde kurduğu zorbalıkla anlamlandıran, biat dışındaki hiçbir ilişkiyi önemsemeyen, ‘kendine bakabilme yürekliliği’ne sahip olmayan ama onunda dışında her şeyin sahibi olmak için savaşan/yaşayan kişilerle, kişiliklerle birlikte yaşıyoruz. Sadece yaşam biçimimiz değil inançlarımız, tutkularımız, ahlakımız, düşüncelerimiz zedeleniyor. Şehirlerimiz tıka basa dolarken içlerimizdeki boşluk gittikçe genişliyor. Rastgele Ben’de Engin Geçtan, gittiği her yerde bu boşluğu hem fiziki hem ruh boyutunda görüp değerlendiriyor. Çünkü onun görgüsünde şehir; aidiyetin, kimliğin, özerkliğin, birliğin ve dayanışmanın tüttüğü yer. Kolektif bilinçdışı ve arketip kavramlarıyla çağdaş düşünceye muazzam katkılar sunmuş olan Jung için de insan geçmişiyle bağlantılıdır. Üstelik bu geçmiş sadece kişisel geçmiş değil, ait olduğu toplumun geçmişini de doğrudan içerir. Şimdilerde türlü hamaset ve romantizm edebiyatına konu edilen “geçmiş” yazarlarının derdi fetih değil, ganimettir. 'Gönülleri fethedenlerin' torunları ganimet toplamaya şehirlerimizden başlamıştır.

Nereden nereye geldik? Geçtan’dan okuyalım:

"Son yıllarda insan, doğanın evcilleştirilemeyeceğini idrak etmiş gibi görünüyor. Çünkü doğa kendisine yapılanların bedelini uzun bir süredir pahalıya ödetmekte, üstelik daha kötülerine hazırlandığını da açıkça belli ederek. Ama artık insan dönüşü olmayan bir yolda ve durmaksızın tüketmek zorunda, kurduğu düzeni başka türlü sürdürebilmesi mümkün değil. Gerekli gereksiz, ama sürekli yeni ürünler üretmek, varolan eskimeden yenisini edinmek. Tüketmek için daha çok talan etmek ve sadece gezegeni değil, stratosferi de çöplüğe çevirmek."

Rastgele Ben‘i, “her yolcu kendi yolunda gerek” diyerek bitiriyor meraklı kedi, iyi yolculuklar diliyor bizlere. İnsan bu sonun akabinde dağılıyor. Eh, dağılmadan toparlanmak mümkün değil, o yüzden bir süre “bırak dağınık kalsın” diyebilmeli. Elbet bir bilge adam çıkar, dağılanları toplar cümleleriyle…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Ocak 2021 Cumartesi

İnsanın bir başka insanda kendini bulabilmesi

"Varmak dediğimiz hep bir vahadır
Hiç gitmeyenler sonunda herkese yol olurlar.
"
- Kemal Varol, Bakiye

Engin Geçtan bu zamanların 'bunalım insanı'nın her zaman başvurması gereken bir bilge. Özellikle de insana kendi anlam terazisini hatırlatan. Bu terazinin en önemli kefesi kendini doğru ifade edebilmek, dolayısıyla "kendini tanımak". Kendini tanımak için başkalarıyla "bir arada olabilmek" gerekiyor. Metis Yayınları'ndan Ekim 2017'de çıkmıştı Orada Bir Arada. Bir sene sonra Geçtan vefat etti, bu da kitabı ayrı bir yere koydu okurların nezdinde. 

Orada Bir Arada, konuşma-dinleme-anlama üçgenine dair bir kitap. Engin Geçtan'ın otuz yılı aşan grup psikoterapisi deneyimlerinden esinlenerek kurguladığı bir metin. Düş ürünü olduğu belirtilse de Geçtan'ın tecrübesiyle ilmi derinliğinin birleşimi, metinlerinde ve söyleşilerinde olduğu gibi ortaya çok gerçekçi bir kurgu çıkarmış. Zaten onu diğer psikoterapistlerden ayıran en büyük özelliği de bu: gerçekçilik. Bu gerçekçilik, insanın biricikliğine değer veren, onu anlama ve onunla konuşma yolunda rehberlik eden bir gerçekçilik. Çünkü Geçtan'ı okuyan herkesin bildiği üzere romantizm bir süre sonra insanı hasta ediyor. Nasıl ki lodos bazı bünyelerde şiddetli baş ağrısına sebep oluyorsa, nostalji rüzgârına kapılmak da hem beyne hem de kalbe zarar veriyor. Orada Bir Arada, bizi tam da bu gerçekçiliğin içine sokuyor. Birkaç kişinin konuşmalarını dinlerken, birbirlerine verdikleri tepkileri izlerken, işte o gerçeği görüyoruz: insanı.

Kitabın yedi süreci var: tanışma, tartma, açılma, paylaşma, kaynaşma, bütünleşme ve tatil öncesi. Engin Geçtan'ın kurgusunu birbirinden oldukça farklı özelliklere sahip karakterlerden oluşturması, insanın biricikliğini gündemden hiç uzak tutmama adına oldukça etkin bir formül. Bu formülde iyimser, karamsar, sessiz, konuşkan, bencil, kıskanç, öfkeli ve düşünceli beyinler yer alıyor. Tıpkı bulunduğumuz ortamlarda ve yaşadığımız mekânlarda; evde, işte, okulda olduğu gibi. Asma, Hünkâr, Miralay, Fatima, Karyoka, Baraka, Mahidevran ve Tabu; bir arada olanların, grup psikoterapisindeki isimleri. Kod adı veya mahlas olarak da düşünülebilir. Dr. Q ise konuşmaları odanın bir kıyısında dinliyor, yeri geldiğinde müdahale ediyor yahut yönlendiriyor. Bir nevi moderatör. Mesela konuşmanın tam çıkmaza girdiği ve hatta dağılmaya varan bir sinirliliğin hâkim olduğu anda şöyle güzel açılımlar getirebiliyor: "Burada önceliğimiz, kendimizi tanımakta. Çünkü birbirimizi, kendimizi tanıyabildiğimiz oranda tanıyabiliriz."

Dr. Q'nun moderatörlüğündeki grup bazen kişisel dertlerin anlatılmasıyla, bazen bir şarkı söylenmesi yahut felsefi konuşmanın getirisiyle birbiriyle tanışıyor, kaynaşıyor ve açılıyor. Tam bu anda dünyaya olan tavırlar, insanın biricikliği çerçevesinde şekilleniyor. Yaşantılar birer imza gibi sunuluyor birbirine. Hünkâr, "düşman bir dünyada hissetmekten" bahsediyor ve diğer arkadaşlarını dinlerken ilginç bir sorunun zihninde belirdiğini söylüyor. "Biz düşman gördüğümüz o alanda saldırıya uğramaktan mı korkuyoruz, saldırmaktan mı?" diye soruyor. Dr. Q ise Erdoğan Özmen'in "depresyon politik bir sorundur" sözünü hatırlatırcasına şöyle cevaplıyor: "Saldırı senaryosunu kim yazmışsa, saldırma potansiyeli de ona aittir."

Grupta kavgalar, çatışmalar olduğu kadar paylaşımlar ve iç dökmeler de kendine yer buluyor. Tüm bu konuşmalar çerçevesinde Engin Geçtan'ın her zaman vurguladığı 'o mesele' kendini gösteriyor: İnsanın bir başka insanda kendini bulabilmesi. Öteki’nin varlığında yeniden var olabilmesi. Her farklılıkta insana dair yeni bir şeyler, kadim değerler bulabilmesi. Orada Bir Arada, bu yüzden önemli: Birlikte yeniden anlatılan, dolayısıyla yeniden kurulan yaşantılar içinde insanın kendini bir kez daha, belki de birçok farklı yönden keşfetmesi. Geçmişin yargısıyla veya geleceğin kaygısıyla değil, şimdinin tüm gerçekliğiyle ve doğallığıyla. Çünkü her insan doğaldır ve her insanın doğasında temel farklılıklar vardır. Sessiz, konuşkan, şüpheci, umutsuz. Ancak hepsini de yaşam bir araya toplar ve yeniden dağıtır. Ona bir kalbi olduğunu ve her an dağıldığı yerden yeniden toparlanabileceğini hatırlatır.

Peki bunun için nasıl bir anlayış tarzı, anlama tavrı gerekli? İşte kitabın temel vurgusu da burada ortaya çıkıyor: "Gerçek ilişki, kendimizden farklı kişilik özellikleri ve dünya görüşleri olan insanlarla bir arada olabilmektir."

Yağız Gönüler

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Sıradaki hayat, hayatsız kalanlar için geliyor

"Günümüzde insanlar bilgiyi arar oldu, hikmeti değil. Oysa bilgi mazidir, hikmet ise gelecek."
- Amerika yerlisi Lumbee Kabilesi

"Beyaz adam adil olsun ve halkıma iyi davransın. Çünkü ölüler hiç de sandığınız kadar güçsüz değildir."
- Kızılderili şef Seattle, 1854

"Ben öyle bilirim ki yaşamak 
Berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır."
- İsmet Özel, Sevgilim Hayat, 1968

Küçük yaşlardayken, "herkesin içinde konuşulmayan", yani konuşulması edebe aykırı mevzuların varlığından haberdardık hepimiz. Bazı konular vardı ve bunlar ailenin içinde, bir odanın içinde, dostlar arasında kalırdı. Ahirete öyle giderdi. Bu durum kanaatimce, hayatın en ufak detaylarına dahi inceliğin, esaslı bir bilincin, şuurlu yaşama gayretinin dokunuşuyla ilgiliydi. Hayat, paldır küldür giden bir şey değildi. Her şeyin bir zarafeti, sınırı, ahengi, estetiği, ritmi vardı. Ölçüyü hiçbir konuda aşmamak gerekirdi. Esnaftan hocaya, sofra adabından ev kurmaya dek her an her şeyde bir ölçü vardı. Bu ölçünün belirlenişinde muhakkak bilginin de yeri vardı ama esas mevzu hikmetti. Hikmete dayalı bir yaşam. İnananın da inanmayanın da boyun büktüğü bir yücelik, birlik yoluna açılan kapı, tevhid.

Sonra birden, her şey her yerde konuşulabilir oldu. Her şey her yerde yapılabilir oldu. Sanıyorum sokakta yemek yemek bu konuda geçmiş olduğum bir sınır. Doğup büyüdüğüm Fatih'te bu hiçbir zaman hoş karşılanmazdı. Şimdi yalnız Fatih'te değil, her ilçenin ve semtin her köşesinde yemek dükkanlarının pencereleri bile yok, kaldırımla dip dibe. Konuşma adabı için bir ihtiyarla gencin arasındaki ilişkiye bakmak yeterli. Hoca ve talebenin yerini öğretmen ve öğrenciye bırakmasıyla sanıldığının çok daha ötesinde bir kırılma yaşandı. Burada üniversite ve medrese kıyaslamasına giremem. Ama biz hocalarımızın, hoca bildiklerimizin yanında sakız çiğnemez, yayılmaz ve mümkünse küçülerek (eğilme, bağdaş kurup oturma gibi) dinlerdik yahut anlatırdık. Hep bir ölçü. Böyle gönülden bir fotoğraf çıkıyordu ortaya hayatın her kenarında.

Hayatın akıl sır ermeyen bir devr-i daimi var. Kontrol bizde değil, biz yalnızca maruz kalanız. Bu maruz kalma hâli hiç şüphe yok ki bizleri de değiştiriyor. Huyumuzu, suyumuzu, evimizi, ailemizi, işimizi, çocuğumuzu, sokağımızı, şehrimizi ve nihayet ülkemizi. Maruz kalanın yapabilecekleri sınırlı olsa da çareler ve çözümler üretmek için akla sahip olduğu da bir gerçek. İdrak etmek ve tedbir almak arasında gidip gelen insan bilinci, neden gün geçtikçe daha az görülür oldu hayat karşısında, hayatın içinde? Engin Geçtan, ilk baskısını 2002'de Metis Kitap'tan yapan Hayat'da, yılların 'insan birikimi'ni bu soruya cevap vermek için kâğıda döküyor. Neticede Hayat, on beş yıldır yeni baskılar yaparak okunmaya devam ediyor. Çünkü hayat dendi mi merak bütün kabuklarını kırıp ortaya çıkıyor. Fırlayan her kabuk parçasında dev birer soru işareti, hayatın amacının ne olduğuna dair.

"Gelecek şimdinin üzerinde acımasızca egemenlik kurmaya başladığından bu yana, insanlar kendilerinin olmayan zamanlar yaşamaya başladılar" diyor Geçtan ve yukarıda bahsetmeye çalıştığım ölçü bahsine bir misal olarak zamanı şu şekilde yorumluyor: "Yaşantılarımıza dikkatle bakıldığında, pek çok şeyi, saati ayarlamış olduğumuz zamanda değil de "eşref saati" geldiğinde gerçekleştirebildiğimizi görebiliriz."

Oysa bugün ne kadar da geç kaldık her şey için değil mi? Sürekli önümüze yeni "bilgiler", yeni "ihtiyaçlar" ve yeni "ölmeden önce yapılması gerekenler" yağarken, her birimiz ne yapacağımızı bilemiyoruz. Ne yapacağını bilememek, çağın en ciddi hastalıklarının kökeninde yatan oldu. Acımasız bir varoluş sıkıntısı: ne yapacağım? Alman kökenli psikanalist Karen Horney, ne yapmak istediklerini bilmediklerinden yakınan ve yardım isteyen hastalarına şöyle dermiş: Bu soruyu hiç "kendinize" sormayı düşündünüz mü? Hepimizin en başından (ne zaman?) düşünmesi gereken bir soru. Çünkü bu sorunun yankılanacağı zamanın ne zaman olduğunu bil(e)miyoruz. Bekarken mi, evliyken mi, lisedeyken mi yoksa emekliyken mi? Belki de yüksek lisans yaparken ya da yöneticilikten müdürlüğe geçerken sormalıyız kendimize ne yapmalıyım diye. Ancak soru değişebilir, "ne yaptım ben?" de olabilir. Zira varoluş, cebimize sıkıştırılmış bir bayram harçlığı değil. Paul Tillich, hâlâ şifa saçan Olmak Cesareti adlı kitabında şöyle der: "İnsanın varoluşu ona yalnızca verilmemiştir, ondan istenir de."

"Geleceği projelerle ipoteklerken şimdiyi ezip geçen çağdaş dünyanın beklentilerine teslim olmak anksiyete ve depresyona davetiye çıkardığı gibi, uzun vadede, boşluk ve anlamsızlık gibi duyguların yaşanma olasılığını içerebiliyor. Uygarlık denen olgu, bizleri, öttükleri için güneşin doğduğunu sanan horozlarla dolu bir alana getirdi sonunda. İki yıl önce gittiğim bir "kavramsal sanat" gösterisinde sergilenen bir duvar saati beni çok etkilemişti. Kadranındaki rakamların yerinde on iki adet "Geç kaldın" yazısıyla." [sf. 104]

Hızın cazibesinin yanında yitirdikleri üzerine herkes bir şeyler söylüyor. Burada 'mikrofonun' evvela uzatılması gereken kişiler, Engin Geçtan gibi işin ehilleri. Geçtan, hızı büyük kent insanının uyuşturucusu olarak nitelendiriyor. Yapılacak şeyin telaş etmeden de aynı sürede yapılabileceğini söylüyor. Yalnız burada hızın, sahici bir uyuşturucu olduğunun ispatı da var: Boşlukla yüzleşmeyi önlemesi. Boşluk deyip geçmemeli. Yaşamın en güzel anları saklıdır aylaklık zamanlarında. Bazen etrafa boş bir bakış, sakin ve sessizce soluk alınan birkaç saat neler neler kazandırır insana. Nice hakikatli sanatçı bu boş zamanların kıymetini bildiğinden hakikate ermiştir mesela. Yahut, hiç olmazsa, hakikat için esaslı çabalar göstermiştir, çığır açan emekler vermiştir. Buradaki hız mefhumunu, insanın canından daha mı değerli olduğu penceresinden bakarak şöyle bir soru soruyor Engin hoca: "Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da asansörün gelmesini bekleyemeden merdivene yöneldiğinizde kazandığınız saniyelerin neden sizden daha değerli olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu?"

Çoğu zaman düşmanlarımızın bizi yok etmesi için gerekli olan araçları bizim sağlamamıza yönelik kadim deyişler milattan önce altıncı yüzyıldan kalma. Ezop Masalları'ndaki "Kartal ve Ok" adlı öyküyü hatırlatıyor Geçtan. İnsan doğasıyla siyaseti harmanlayıp, Konfüçyüsçülüğü daha anlaşılır kılmaya çalışmış Mencius'un "Başkaları tarafından aşağılanabilmek için evvela insanın kendini aşağılaması gerekir" sözü de milattan önce dördüncü yüzyıldan. Demek ki insan bir yıkıma uğradığında, bunda ilk 'pay' sahibi kendi olabiliyor. Geçtan burada bir anısını paylaşıyor: "Yirmi yıl kadar önceydi, kumsalda otururken tanımdan bir karıncanın geçtiğini gördüm, o büyük boy karıncalardan, kırmızımsı ve siyah renkli olan. Bir kumsalda tek başına bir karıncanın ne işi olabilir diye düşünürken, onun kararlı bir şekilde denize doğru gittiğini fark ettim. Kumsalı yalayan yumuşak dalgacıklar onu alıp denize çekmek üzereyken yerimden fırlayıp yakaladım ve biraz arkamda bir yerde kumsalın üzerine koydum. Ancak, karınca onu koyduğum yönden dönüp bir kez daha kararlı bir şekilde denize doğru ilerlemeye başlayınca yazgısına saygılı olmaya karar verdim. Biraz sonra dalgalar onu alıp götürmüştü. Bana biraz solgun ve hantal görünmüştü, çok yaşlı olmalı diye düşünmüştüm. Böcekbilimciler herhalde bu davranışın anlamını biliyorlardır, benim için doğanın gizemlerinden biri olarak kaldı." [sf. 117-118]

Bir çocuğun değer görmekten uzak bir yaşam sürmesi, hiç şüphe yok ki gelecekte o çocuğu öfkeli bir insana çevirebilir. Kendine uygun bir kimlik inşa etmek için türlü tehlikeler atlatabilir veya bir güvenlik arayışı gereği oradan oraya atlayabilir. Burada belki de en zoru kişinin akl-ı selim sahibi olduktan sonra oturup düşünmesi. Evet bir şeyler oldu, yaşandı ve bitti. Şimdiden sonra neler olacak? Tecrübeler, acınası ya da acımasız intikamlar yaratılması için var olmadı. Tecrübe insanı insanlık çizgisinde tutmak için bulunmaz bir değer. Bu sebeple kişinin kendi yazgısıyla, kendi tarihiyle barışık olması gerekiyor. Barışık kelimesi çok politik durmuş olabilir. Onun yerine "dost" diyebiliriz. Bu da politik gelebilir çünkü modern zamanlar için dostluk sadece ekleme'den ve silme'den ibaret. Eğer hayatı ayakta tutan, direnç taşlarından biri huzur ise -ki buna yürekten inanıyorum- Geçtan'ın şu tespitine dikkat etmeli: "Kendi tarihlerini kabul edemeyen insanlar gibi, tarihiyle yüzleşip onu ortaklaşa kabul edememiş toplumların da huzura ulaşmaları mümkün olamıyor."

Apartman ya da veli toplantıları, hiç fark etmez. Hepsinde de, uzaktan bakıldığında birbiriyle uyuşmaktan korkan tipler görürüz. Farklı seslerin çıkmasından rahatsız olan rahatsız bir topluluk. "Bazı insanlar için uzlaşmak yenilgi, hatta yok olmakla eşanlam taşıdığından" diyor hoca.

Kanaatime göre Engin Geçtan'ı meslektaşlarından ayıran en büyük özelliklerinden biri, psikiyatriyi bilgi ve sanat ile iç içe görmesi, bir birleşim gibi. "Psikiyatri dahil hiçbir alan, diğer alanları da içeren bütünden soyutlanarak bağımsız bir ada gibi düşünülemez" hoca için. O, her kitabında olduğu gibi bilimi de sanatı da mesleğiyle yorumluyor, anılarından süzerek yeni bir sentez yaratıyor, analizlerini bilimsel bir ağızla değil "biz"den, "insan"dan bir dille aktarıyor. Çevremizde olup bitenlerden bahsettikten bir süre sonra ve muhakkak geri dönüyor; ruha. Çünkü: "İnsanın iç dünyasındaki kargaşa, her zaman, dış dünyanın kargaşasından daha ürkütücüdür."

"Hoşça kalın!" demeden önce hoca, belki de kitabın en unutulmaz paragrafına imza atıyor. Bunu, siz kitabı okuyacaklar ya da okumayacaklar için değil, kendi zevkim için buraya almak istiyorum. Buna bencillik demeyin, ben henüz içimdeki çocuğu öldürmedim. Yaşatmaya çalışıyorum.

"Bana göre, hayat bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl varolduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz, biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık, biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler. Düş gücü ve tutkuları engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin verilmeyen oyunsuzluğu. Bence hayat, burada saydıklarımla ve saymadıklarımla, tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın." [sf. 162]

Hoşça kalın!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Haziran 2017 Pazartesi

Tutkun varsa varsın, insan olmak'tasın

1983 yılında yazılmış ve otuz seneyi aşkın bir zamandır basılan, okunan bir kitaptan bahsedeceğim. 1983'ten 1988'e kadar Adam Yayınevi'nden, 1988'den 2003'e kadar Remzi Kitabevi'nden, 2003'ten günümüze kadar da Metis Yayınları'ndan neşredilen bir kitap: İnsan Olmak.

Kapak resmi olarak René Magritte'in The Glass Key (1959) isimli tablosu kullanılmış. Söz buraya gelmişken, ressamın en sevdiğim eserinin Sixteenth of September (1956) olduğunu da söylemek isterim. Bu seçim -yazarın seçimi mi bilmiyorum- içerikten biraz bahsetmiş oluyor aslında. Kitabın hemen başında "Yirmi Yılın Ardından" 26. basım için önsözünde Engin Geçtan, anlatıyor hikâyeyi. Bu kitabın nasıl ortaya çıktığını. Kısa ve hassas: "Kalıpları kırmanın ürkütücü de olsa insana hayatiyet katan bir yanı vardır, bilirsiniz."

Kesinlikle tumturaklı bir duygusallık, alengirli çözümlemeler ve içine romantizm işlemiş metinler yok İnsan Olmak'ta. Çünkü insan olmak hayatın tam içinden bir şeyse, ondan bahseden de bir psikiyatrsa meseleleri alevlendirmeden tüm gerçekçiliğiyle sunmalı okura. Üstelik bu tip eserlerin okur çevresi bir hayli geniş olabilir; bir psikoloji öğrencisi de okuyabilir, taze bir anne de, uzun yılların yetimi de, kendini kendince ifade etmeye çalışan öylesine bir sokak müzisyeni de. Sanırım Geçtan'ın büyük maharetlerinden biri de bu; uzmanlık alanı içinden de olsa dışından da olsa metinlerini kapsayıcı, birleştirici ve elbette sarsıcı bir şekilde kaleme alması. 180 sayfalık bu kitap, içindeki birçok konuyla yeniden okunmayı, daha fazla okunmayı hak ediyor. Aslında İnsan Olmak'ın farklı bir özelliği bu. İlle de baştan sona bir okuma yapmak gerekmiyor. Konu başlığına göre de okunabilir, herhangi bir sayfasında göz de gezdirilebilir. Peki nedir konular? Şöyledir: Birey ve toplum, ana-baba ve çocuk, insanlardan korkmak, öfke ve düşmanlık, değersizlik duygusu, kaygı, sorumluluktan kaçış, yalnızlık, ortakyaşam ilişkisi, nevrotik kısırdöngü, yaşam ve ölüm, kendini yaşamak ve kitabın tüm nağmelerini yumuşatıp yerinde bir sonla susturan epilog.

Önce insanı 'ortaya koyan' anneler ve babalar üzerine çok kritik bir alıntıyla başlayalım: "İyi anne ya da baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da yaşamına saygılıdır. Anne ya da baba, çocuğunu kendine özgü dünyası olan bir varlık olarak algılar ve haklarına saygı gösterir. Üstelik çocuğa gerekli olan modeli de sağlamış olur. Çünkü yaşamak iniş ve çıkışları içerir. Ana-babasının bu dalgalanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ilerki yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişcesine algılamaz. Noksan yönleriyle yüzleşebilen bir ana-baba modeli gördüğünden, kendisi de kendine karşı dürüst olmayı öğrenebilir." [sf. 44-45]

Engin Geçtan, aile kurumuna çok haklı bir önem veriyor. İnsanın biricik oluşundan mülhem; kendi haklarını, sorumluluklarını tüm günahlarıyla ve sevaplarıyla yaşayabilir olması gerektiğini vurguluyor. Bir insanın yetişmesinde, insan olmak'lığında bu kendiliğin kritik bir yeri var. Çünkü birçok psikolojik hastalığın kökeni çocuklukta yatıyor. Hiç tahmin edilmeyen yetişkinlik ya da ihtiyarlık hastalıklarının derininde, en derininde çocukken yaşanılan hadiselerin büyük bir rolü var. O zamanlarda tedavi görmemiş bir yara, kabul bağlayıp ortadan kaybolmuyor. Yeniden ve yeniden nüksedebiliyor... İnsan yorulur. Bu yorgunluğu da genellikle geç yaşlarına rastlar. Geç yaştayken yaralar kolay tedavi olamıyor. Anne-baba için çocuk mevzusu bir hayatı tek başına yüklenmek kadar güç ve bir o kadar da erdemli. Kıymetini bilmeli, o kıymeti vermeli ve nihayet kıymet görmeli.

Yine Geçtan'ın fikir dünyasında 'mutlu insan' gibi bir klişe yok. 'Kendiyle uyumlu olabilen insan' var. Bu uyumluluk aile hayatından kişinin tek başınalığına kadar çok hassas bir yerde duruyor. Keza kendi vaktine ve alanına son derece düşkün biri olarak bu konudaki paragrafları okurken aklıma Epiktetos'un "Sana ait olanı iyice koru ve başkasına ait olana tamah etme; böyle hareket edersen, hiçbir aksilik saadetine engel olamaz." sözü gelmişti. Buradaki ait olanı en çok da "zaman" olarak görüyorum. Mesela İlber Ortaylı hocanın evlilik kurumuna dair söylediği çok kıymetli sözler var. "Bizde insanlar neyi paylaşacaklarını ve neyi ayırmayı bileceklerini bilmezler. 24 saat kimse oturamaz insanla. Bunun bilinmesi lâzım. Bizim kadınlar ve erkekler mekânı paylaşmayı, hayatı paylaşmayı bilmiyorlar. İngilizcedeki privacy, "özel hayat" demek değildir. Ne özel hayatı? Zaten onu birlikte götürüyorlar. Privacy "kendi zamanı" demektir. İnsanın en kıymetli şeyi zamandır, para değildir. Telafi edilemez, yerine konamaz." der hoca. Geçtan ise insanın bir 'zaman tüketicisi' olduğunu vurgularken zamanın aynı zamanda insanı kısıtlayan bir şey olduğunu da söyler. Şimdi yapacağını ileride de yapabileceğini zanneden insan, elindeki zamanı sınırsızca harcar ve gelecekte de büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Bu zaman yolculuğuna (sürece) dair farklı konulardan aynı kapıya çıkan ve birbirini tamamlayan üç paragraf:

"İnsan hem yapan, hem bozan, hem seven, hem kıran bir varlıktır. Bu çelişki onun, kendisini ve diğer insanları anlayabilmesini güçleştiren en önemli etmenlerden biri olmuştur." [sf. 19]

"Kendisiyle uyum hâlinde olan bir insan, başkalarına dostça yaklaşır, ama gereğinde onlara karşı çıkar ve haklarını savunmak için savaşır, bazen ise yalnız kalmayı yeğler." [sf. 57]

"Bazı insanlar, kendimizi dürüstçe yaşadığımız zaman, diğerlerinin bu "açık"tan yararlanarak bizi devirmeye çalışacakları görüşünü savunurlar. Oysa bir insan ancak kendi içinde devrikse başkaları tarafından devrilebilir." [sf. 83]

Kapitalizmin vahşiliği, insanın yeryüzündeki hakikatten uzaklaşmasını da beraberinde getirdi. Anlam kaybıyla birlikte depresyon, panikatak, melankoli, aşırı hüzün, bezginlik, kronik yorgunluk ve daha birçok hastalık normalleşti. Yine de insanız ve insanlığımız bu hastalıkları 'mahrem' kılıyor. Acılarımızı, sıkıntılarımızı, ruhumuzun derininde saklı kalan ve gittikçe yaralanan ve kanayan dertlerimizi hastalıkla bağdaştıramıyoruz. Korkuyoruz, ümidimizi dinç tutamıyoruz. Ayakta kalabilmek için samimi ve gerçekçi çözümlere kulak vermek istiyoruz. Engin Geçtan, bu nevrotik kısırdöngü içinde kusurlu ana-baba, çalışma hastası birey, güvensizlik, çaresizlik, kaygı gibi meselelere odaklanarak okuyucuya birçok şifa sunuyor. "Eğer insan yalnızca "sahip olduğu" şeylerden ibaretse, onları yitirdiğinde, kendini de yitirecek, kim olduğunu bilemeyecektir. Mal ve mülke sahip olmak, daha çok kazanmak gibi ihtiraslarla dolu oldukları sürece, insanların barış içinde yaşayabilme düşüncesi bir hayaldir." der Eric Fromm, Sahip Olmak Ya Da Olmak adlı nefis kitabında. Geçtan ise şöyle yorumluyor:

"Eşya, para ya da iktidar sahibi olma isteği tutku düzeyine ulaştığında, para, eşya ve iktidar insana sahip olmaya ve onu yönetmeye başlar. Bu, uyuşturucu madde ya da kumar tutkuları gibi engellenmesi güç bir dürtüdür. İnsanın varoluşuna bir anlam katamamış olmasının, boşluğunun, kendini değersiz bulmasının ve yalnızlığının anlatımıdır. Bir insanın kendisini yalnız hissettiği zamanlarda kendisine bir şey almak istemesi olağan bir davranış sayılabilir... Kendilerini kabul edememiş olmanın acısıyla yüzleşmeyi göze alamadıkları için boşluklarını içki ya da eşya ile doldurmaya çalışır, ama daha büyük bir boşluğa düşerler. Tarih, iktidar tutkusuna kapıldığı ve nerede duracağını bilemediği için kendisini ve çevresini yok etmiş insan örnekleriyle doludur." [sf. 158]

Etrafımızda ne çok 'bu tip' insan var öyle değil mi? Hayatındaki en büyük gayesi lüks bir evde oturmak, en iyi arabaya binmek, pahalı aksesuarlar kullanmak ve daima cüzdanı/bakiyesi/limiti kabarık gezmek olan acayip acayip insanlar, modernleşme krizinin bireyleri, hep daha fazlasını isteyen son model bağımlısı beyinler... Okuyalım ve 'bunların' nasıl bir tehlike olduğunu görelim: "Kendi gerçekleriyle yüzleşmeyi göze alamayan insanlar abartılmış üstünlük çabalarına uygun bir mantık geliştirirler. Bu insanların mantığı, korkularına ve yetersizliklerine karşı geliştirilmiş bir savunma sistemi olmaktan öte bir anlam taşımaz. Çünkü bu tür bir mantık, bizim için neyin en iyi olduğuna göre değil, nasıl olmamız gerektiğine göre düzenlenmiş, biçimsel ve içsel dünyamızdan kopuk bir mantıktır. İnsanın söyledikleriyle yaptıklarının farklılaşmasına neden olur." [sf. 167]

Başta söylediğimi sonda yinelemek isterim. İnsan Olmak, otuz küsur yıldır okunuyor. Şüphesiz bunun altında da insan olmak'lığının kadrini kıymetini bilmek isteyenlerin yaşama tutkusu, anlam tutkusu ve nihayet bir tutkuya sahip olması yatıyor. Tutkun varsa varsın, insan olmak yolundasın...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf