Emil Michel Cioran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Emil Michel Cioran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2022 Pazartesi

Cioran’ın ana dilindeki son eseri: Avare Düşünceler

Cioran’ın ana dilini, yani Romence’yi terk etmeden önce yazdığı, bu dildeki en çarpıcı kitabı kuşkusuz Gözyaşları ve Azizler’dir. Zaten, Romence’de az eser bırakmıştır yazar. Bunlardan biri de, muhtemelen 1945 yılında kaleme aldığı ve Romence yazdığı son eser Avare Düşünceler’dir. Muhtemelen 1945 diyorum, çünkü bu eser el yazması halinde bırakılmıştır ve elimizdeki baskısında Fransızca çevirmenin ön sözde yazdığına göre Paris’teki Jacques-Doucet Edebiyat Kütüphanesi’nde saklanan yüz kadar sayfadan ibarettir. Cioran bu metinden sonra tamamen Fransızcaya dönmüş ve ana dilini terk etmiştir.

Sel Yayınları’ndan yayımlandı Avare Düşünceler. (Bu da demektir ki Cioran’ın Türkiye’deki yayımcıları gitgide genişliyor.) 94 sayfadan oluşuyor kitap ancak bu 94 sayfanın tamamı mezkûr kitaptan oluşmuyor. Kitabın sonunda yine Avare Düşünceler isminde 7-8 sayfalık kısa bir bölüm daha bulunuyor. Bu bölüm, 1949 yılında, sürgündeki Romenlerin dergisi olan ve Mircea Eliade’nin kurduğu Luceafarul’da yayımlanan bölümdür. Fakat Cioran bu bölümü muhtemelen, kendisinin ve yakınlarının ülkedeki Stalinci görüşün baskısından etkilenmemesi için Z.P. şeklinde imzalamıştır. Ayrıca bu kitap Fransız çevirmene göre Cioran’ın en ünlü eseri Çürümenin Kitabı’nın temelini oluşturan düşünceleri içerir.

Aforizma tarzında yazılmış bir kitap elimizdeki. Yazara yabancı olmayanlar için bilindik bir şey bu. Çünkü Cioran çoğu kitabını bu şekilde yazmıştır. Tabiî daha uzun bölümler halinde yazdığı kitaplar olsa da bu kitabı bazen kısa bazen uzun şekilde oluşturulan aforizmalardan oluşmuştur. Ancak bu aforizmalar arasında belli konular arasına gidip gelmiştir. Tamamen birbirinden bağımsız değildir yani: Zaman, birey, tarih, bilinç, ölüm kitapta en çok didiklenen konu ve kavramlardır. Ayrıca Cioran kendisinin nihilist olduğunu kabul etmese de kitapta buram buram nihilizm kokan pasajlar oldukça baskındır: “Burada, kederli ama göze alınmış bir tecrit içinde, sadece benliğin salı üzerinde hiçlik boyunca yapılan bir yolculuk söz konusudur.

Cioran’ın bundan önceki -yanlış hatırlamıyorsam Parçalanma- eserinde yazarın derin bir melankoli hâlinde Tanrı düşüncesine yöneldiğini fark etmiştim. Tabiî bu Tanrı düşüncesi salt İslam veya başka bir inançtaki Tanrı düşüncesi gibi değil, Cioranvari bir düşünceydi. Yazar zaman zaman tanrıtanımazlığını öne sürse de aslında bir tasavvufçu gibi konuşuyordu. Bu kitapta da derin yabancılığının ve melankoli hâlinin yansımasının onu yine bu tür düşüncelere götürdüğünü görüyoruz. Her ne kadar var olmak ve keder kavramlarını deşse de ve ideal hayatın sapkınlığına ve havada bir tüy gibi salınmanın hiçliğine ve realitesine inansa da dizginlenemez benliğini bir yere bağlama ihtiyacı duyuyor belli ki. Tabiî kendine has ironisiyle: “Madde Tanrı’dan ayrıldığına keder duyduğunda ve biz de Tanrı’ya geri dönmeyi beceremeyişimize onunla birlikte ağlarız… Hayat ancak hayatı aşan şeye bağlı olarak mümkündür; gücümüz kaynağını düşlerimizden alır ve bütün düşlerimizin kaynağı, bütün hayal kırıklıklarımızın kandırmaca içinde kendilerin inkâr etmeye varana dek yöneldiği ilk hortlak olan Tanrı’dadır”.

Yazarın son yayımlanan dört beş kitabına göre daha ağır bir kitap Avare Düşünceler. Kısa pasajlardan oluşması okuru yanıltmasın, sessiz bir mesai gerektiriyor anlayarak okumak. Cioran’ın ciddi kitaplarından, öyle ki yazarın kendine has ironisi, mizah yeteneği bile diğer kitaplarına göre çok ön plana çıkmıyor.

Genel olarak Cioran okumak biraz da kendimizle ilgili bir durum. Kendiyle ve ruhuyla ilgili bir şeyleri deşme ihtiyacı duyanlar yazarın yan sandalyesine ilişebilir. Huzuru oldukça yerinde olanlara çok da fazla önermiyorum. Çünkü Cioran huzur kaçırır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

25 Nisan 2021 Pazar

İnsan zamana düştükten sonra

“Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan diriltilip çıkarılacaksınız."
- A’râf Suresi, 25. Ayet

“Hayat karşısında yorgunum artık
Ve zindeyim ölümün mihrabında.”
- Ahmet Erhan, Milattan Önceki Şiirler

Cioran’ın ilk okuduğum kitabı Çürümenin Kitabı’ydı, daha sonra dilimize çevrilen hemen her kitabını okudum sanıyorum. Zamana Düşüş’ü okuyana kadar da en beğendiğim, okurken bir şeylerin beynimi zorladığını hissettiğim ve farklı bir filozofla (o kendini filozof olarak görmese de) karşı karşıya olduğumu düşündüğüm kitabı Çürümenin Kitabı oldu. Ancak Zamana Düşüş, kendi içinde barındırdığı konu bütünlüğüyle ve bölümlerin sadece deneme türünden ibaret olmamasıyla, yani felsefî açıdan da sağlam işlenmesiyle benim açımdan Çürümenin Kitabı’nın bir adım önüne geçti diyebilirim.

Cioran, bu kitabında elbette adından da görebildiğimiz gibi zaman konusunu işliyor ancak yazarın temel malzemesi insan, insanlık bazen de ‘uygarlık’. Bu insanı ve insanlığı ta en başından ele almayı seçiyor yazar: Hayat Ağacı bölümünde de (aynı zamanda kitabın ilk denemesi) gördüğümüz gibi insanın Cennet’ten kovulması, ya da zorla kendini kovdurmasından itibaren yani.

Bilme isteği, arzu, kibir, zafer arzusu ve bunun dehşeti gibi konular kitapta işlenen ve insanın özellikleri olarak gösterilen en temel kavramlar. Cioran okurları bu kavramlara, yazarın bunları insanın temel özellikleri gibi görmesine zaten alışık olmalılar. Ancak bunları birleştirdiği nokta insanın zamana düşmesi. Zamana girmesi değil, düşmesi. Ona göre bir kibre kapıldı insan, Tanrı’ya baş kaldırdı, bilme isteğini engelleyemedi ve zamana, yani dünyaya düştü. Burada bir doğru çizmiş yazar: Bilme isteği, kovuluş, Tanrı’dan kopma, O’na bağlı olma gereğinin ortadan kalkması, İnsan’ın kibirli yüzü. Tanrı’ya olan bağlılığın sonunun nasıl geldiğinin gözlemi ve insanın içindeki kötülüğü çok iyi sistematikleştirmiş: “Ne kadar ‘olursak’, o kadar ‘isteriz’. Bizi fiiliyata iten, içimizdeki varlık-olmayandır.” İşin ilginç yanı, Cioran’ı kitabın özellikle ilk denemelerinde bazen bir nihilist bazen de bir sufi gibi görüyoruz. Nihilist’lik tamam ama bir sufi gibi davranması, onu tanımayanlara ilk başlarda garip gelebilir.

Birbirinden bağımsız gibi dursa da hemen her bölüm birbiriyle bir yerinden buluşuyor. Buna kitapla ilgisi en az gibi görünen Kuşkucu ile Barbar bölümü de dâhil. Anlaşılma ve üslûp açısından kitabın en zor bölümlerinden olan bu bölüm biraz ‘kuşkucuya ve kuşkuculuğa övgü’ tadında olmuş. Fakat ters köşe yapıp kuşkuculuğa yüklenmediği yerler de yok değil (kendisinin de bir kuşkucu olduğunu unutmamak lazım). Yalnız bu bölümü kitabın diğer bölümleriyle tutturduğu nokta ‘kuşkucunun kesinliklerle derdi’nin olması. Kesinlik, eylemlilik, fiiliyat, arzu duymak, istemek Cioran’a göre insanın doğal olmayan halleridir. Şimdi hatırlayamadığım bir başka kitabında dediği gibi, “istediğimiz an Şeytan’ın tahakkümü altına gireriz.” Bu minvalde baktığı için köşeli fikirlere de hep mesafeli duruyor ve keskin fikirlerin insanı insanlıktan çıkardığına karar veriyor. Cennetten dünyaya, yani zamana düşmesi bile bu tür bir zaaftan: Bilme isteğinden. Çünkü bilme isteği bir kesinliği ve içinde kibri ihtiva eder ona göre.

Cioran’ın elinde mermileri kelimelerden oluşan bir tüfek var ve ateş ediyor insana, insanlığa, uygarlığa. Uygarlaşmışın Portresi kitabın en ilgi çekici ve en sert bölümlerinden ilki belki de. Bahsettiği uygarlığın bir tarafı, açıkça yazmasa da kapitalist hayat sistemini temsil ediyor. Bütün insanlığı sisteme dâhil etmeye çalışan, amazonların balta girmemiş ormanlarından Afrika’nın çöllerine kadar girilmedik yer bırakmayan kapitalizmi insan, Cioran’ın o her zaman savunduğu şeyle yenmelidir: Eylemsizlik. Cioran’ın dervişane üslûbunu en çok bu bölümde görüyoruz diyebilirim. Birtakım psikolojik tahlillere de giriyor tezini açıklarken. İnsanın süflilik boyutuna inerken hangi adımlardan geçtiğine, ‘uygardan daha uygar olma arzusu’na işaret ediyor. Metnin başında incelemesini temel aldığı insanlıktan insan tekine geçmesini, kendi içine dönmeye çalışmasına bağlıyorum. Sonuçta kapitalist sistem, kitleleri avucuna alsa da son tahlilde ‘kandırdığı’ insan teki. Çünkü arzu, isteme güdüsü bireysel bir histir ve Cioran’ın değindiği ilk nokta da buraya değiyor. Eylemsizlik, sükûnet, istememe hâli ile sisteme tekil olarak direnerek uygarlığı saf dışı bırakabiliriz yazara göre. Peki, bu 2021 dünyasında ne kadar mümkün? Bu bölümde anlatılan şeylerin çoğunu, sistem eleştirisi yapan birçok yazarda görebiliriz ancak Cioran’ı farklı kılan onun sivri, kendine has üslûbu. Bu üslûpla uygarlığın röntgenini çekmiş yazar. Birçok şeyde de haklı gerekçelerle:

Her ihtiyaç, bizi hayatın yüzeyine yönelterek derinliklerinden kaçırır; değeri olmayana, olamayacak olana değer atfeder. Bütün tertibatıyla uygarlık, bizim gerçekdışına ve yararsıza meylimiz üzerine kuruludur. İhtiyaçlarımızı azaltmaya, sadece elzem olanı karşılamaya razı olsak, hemen o anda çökerdi. Bu yüzden, sürmek için, bize daima yeni ihtiyaçlar yaratmaya, bunları aralıksız çoğaltmaya zorlar kendini; zira acıya ve kıvanca ilgisizlik uygulamasının umumileşmesi, bir topyekûn yok etme savaşından çok daha vahim sonuçlara yol açabilir onun için.

…hangimiz, metropollere taşındıktan sonra, orada sükûnetini muhafaza edecek karakteri gösterebilir?

Saatlere bağımlı varlık, insani bir varlık mıdır hâlâ?

İnsanın zafer kazanma arzusunu, kibrini hem dünya sistemi açısından hem de insanın bireysel özellikleri bakımından sağlam bir şekilde ele almış yazar. Buna ilginç kavramları da katıyor. Örneğin hastalığı. Ona göre sadece ‘deliler normaldir’: “Deliler hariç tutulursa, övülmeye ya da kınanmaya kayıtsız kalan hiç kimse yoktur.” Ve ‘mutlak normallik saplantısı’ndan insanın nasıl kurtulacağını sorgular. Durum yine, yığınların normal olarak hayatlarını devam ettirmelerini sorgulamaya gelir ve gerçekten ufuk açıcı fikirlerini sıralar ardı ardına. Tabiî bunu sorgularken biraz da Hıristiyan keşişlerin çile ritüellerine bir selam çakmadığını fark etmemek olmaz. Her ne kadar birçok yerde dinleri ve özellikle Hıristiyanlığı topa tutsa da.

Kitabın nerdeyse her cümlesine uzun uzun bir şeyler söylenebilir. Biraz dağınık anlattığımın farkındayım. Birçok şey söylemek istemenin getirdiği bir dağınıklık bu ancak en azından Cioran’ın neyi işlediğini anlatabildiğimi sanıyorum. Bu kitap zor bir kitap. Yazarın aforizma tarzında yazdığı kitaplara göre çok daha zor fakat ben Cioran’ın en iyi kitaplarının da aforizma tarzı yazdıkları değil bu tür daha uzun bölümler halinde yazdıkları olduğunu düşünüyorum. Son bölüm olan Zamandan Düşmek bölümü aforizma tarzını anımsatsa da.

Ona göre önce zamana düştük, orada tutunamadık ve bir de zamandan düştük. İşte orası tarih bile değil. Dip nokta. Cioran da bu dip noktadan mı seslenmiş bize, yoksa en azından zamandan mı seslenmiş. Bu durum zaman zaman muğlâklaşsa da okur bunu ayırt edecektir. Keskin ve orijinal bir zekânın en önemli kitabını okuyarak tabiî ki.

Kısa bir paragraf da çeviri için: Hakkını vermek lâzım, Haldun Bayrı inanılmaz çeviriler yapıyor Cioran’dan. Bu kitabı ve yazarın diğer kitaplarını bu kadar temiz çevirebilmek ancak işinde çok iyi olmakla gerçekleştirilebilecek bir şey. Diğer mütercimlere bir şey demiyorum fakat Bayrı’nın çevirileri kendini olumlu anlamda fark ettiriyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

20 Şubat 2020 Perşembe

Cioran yara açıyor okurda, yumruk gibi iniyor sözleri

Hakikat ve tarih… Cioran’ın felsefi denemelerinde üzerinde en çok durduğu kavramların başında geliyor. Tabii hakikate eklemlenmiş olarak gelen anlam/anlamsızlık halini de bu hesaba katabiliriz. Çağın uykusuz ve deli filozofunun aklını ve uykularını niye kaybettiğinin somut örnekleri belki de bu konudaki görüşlerinde saklı. Kimilerine göre ters bir tarih anlayışına sahip olsa da ve kimilerine göre hakikat çabası onu anlamsız konuştursa da içinde bir çelişki barındırmıyor. Çünkü o bir 20. yüzyıl filozofu ve baktığı yer de yaşadığı yüzyılın getirdiği hayat tarzının tersinden olabiliyor (kendisinin de ters olduğu onu okuyan herkesin malumu). Fakat ‘gerçeği’ de kendisinde nefes darlığı yapacak kadar önemsiyor. Gerçeği önemsiyor ancak ‘uyanık’ olma ve ‘hakikat’ ona göre bu tarz bir hayatın içinden geçerek gelecekse, bunun kimseye faydası olmayacak, ne bireye ne de topluma. Çünkü Cioran devingenlikle gelen bir tarihsel hakikatin peşinde değil. Ona göre bu bir çürüme. Üstelik toplumun geleceğini de mahvedecek bir çürüme. Tarihin dışına çıkarak yapılacak özveri ise fert ve toplum olarak yaşamamızı devam ettirecek, var olma sebeplerimizi muhafaza edecek bir durum. Çünkü ancak bu şekilde devingenliği aşarak, ‘sürekli yenilik’ fikrinden cayabiliriz. ‘Durağanlığın tekeli’ni bırakmak intihar olacaktır:

Arkaik toplumlar çok uzun ömürlü olmuştu, çünkü sürekli birtakım hayali imgeler önünde secde etme ve durmadan yenilik yapma hevesinden bihaberdiler. Her nesilde kutsallarını değiştiren toplumların tarihte uzun ömürlü olmasını beklemek mümkün değil. Antik Yunan ve modern Avrupa aşırıya kaçan tanrı ve tanrı muadilleri tüketimi yüzünden ve dönüşüm tamahkârlığı sonucu erken ölen uygarlıklara örnektir. Çin ve Eski Mısır ise muhteşem bir donuklukla binlerce yıl yuvarlanıp gitmişlerdir. Batı’yla temas etmeden önce Afrika toplumları da öyleydi. Şimdi onlar da tehdit altında, çünkü başka bir ritmi benimsediler.

İnsan bu zamanda kıstırılmış bir varlıktır. Çoğu filozofa göre bu kıstırılmışlık hem maddi hem de manevi bir kıstırılmışlık halinde insanın hem duygularına hem de aklına yöneliktir. Hatta bazı filozoflara göre bunun da ilerisinde, insan bir simülasyon çağında yaşar (Baudrillard). Bundan kurtulmanın yolu da ileriye bir atılım yapmaktan geçer. Yani var olan şartlardan ziyade bilinmeyene atılmak, belki de uçurumu görmek. Cioran’a göre bu gerekli bir durum çünkü bilincimizin seviye atlaması için bu değişikliği göze almamız şart. Ancak burada da yine Cioran’ın ‘delilikleri’ giriyor işin içine. İnsanı adeta kendi kendini öğüten bir değirmen olarak görüyor diyebiliriz. Bir şeyin fazlalığının insanın ruhunu öldüreceğini bilecek kadar gözü açık; ancak her iyilikteki kötülüğü görecek kadar da gerçekçi. Şairin “insanlar bir arada / neden iki insan yok / nerede yin, nerede yang? / the two and the one” demesi gibi:

…Tehlikeye atılmayı göze almadan daha yüksek bir bilinç seviyesine erişilmiyor, tıpkı kimi hayırlı zorunluluklardan hiç zarar görmeden kurtulamadığımız gibi. Öte yandan, bilincin fazlası bilinci artırırsa da, yine meşum ama tersi yönde işleyen bir başka olgu, özgürlüğün fazlası, mutlaka özgürlüğü öldürür. İşte bu nedenle, hangi alanda olursa olsun, bir kurtuluş hareketi hem ileriye doğru bir adım hem de çöküşün fitilidir.

Yani aslında Cioran’a göre de “insan ziyandadır”. Boğucu hakikatlerle kurtarıcı düzenbazlıklardan başka bir seçeneği de yoktur.

Yazara göre insan, ‘köklerinden çürümüş’, ‘doğaüstü bir enkaz halinde’, ‘kangren olmuş’, ‘halüsinasyona kapılmış kuklalar’ gibi yaşamını sürdürüyor. Çünkü insan, ‘tarihin daha başındayız’ diyenleri yanıltacak bir durumda, tarihin sonuna gelmiş vaziyette. ‘Son’ fikri, daha doğrusu tarihin sonu fikri Cioran’da olumsuz bir anlam taşıyor. Çünkü yazar, insanın bir sona hazır olmadığının bilincinde. Ona göre ütopistler bile ‘son’ fikrinden öyle çekiniyorlar ki herhangi bir gelecek tasavvuru bulundurmuyorlar tahayyüllerinde. Geleceksiz, zamanın dağılmış bir halde bulunduğu bir durum ütopistlerin de tasavvur ettiği.

Tarihi insandan bağımsız ele alan yazar aslında bu durumun sonradan ortaya çıktığı fikrinde. Ona göre ipin ucu kaçtı artık. Tarih, bağımsız bir vaziyette varlığını sürdürüyor ve sona doğru yaklaşıyor. Bunun getirileri yazara göre son derece müphem, bilinemez. Tıpkı tarihle ilgili bazı kritik noktaları belirleyemeyeceğimiz gibi. Örneğin tarihin tepe noktasını:

Tepe noktası ne zamandı? Ve neredeydi doruk? Eski Yunan’ın ilk yüzyılları mı, ya da Hindistan mı, Çin mi veya Batı’nın hangi zamanı? Fazlasıyla kişisel tercihler ileri sürmeden bir kara vermek imkânsız. Her halükârda, şurası aşikâr: İnsan bugüne kadar verebileceğinin en iyisini verdi ve şayet yeni uygarlıkların ortaya çıkışına tanık olmamız gerekecekse bile, bunların antik uygarlıklarla, hatta modernlerle dahi aşık atamayacağı kesin. Üstelik herkes için bir zorunluluk ve kaçınılmaz plan biçimi alan sonun bulaşıcılığından onlar da kaçamayacaklar.

Cioran’ın pasajlarında kurduğu genel üçlü ‘tarih-tarihin sonu ve insan’dan oluşuyor. ‘Son’un verdiği duygu ve tarih ilişkisiyle beraber insanın buradaki rolünü, insana acımadan, adeta vura vura inceliyor. Sanki “…doğrusu o, çok zalim ve çok cahildir” (Ahzâb, 72) ayetini savunurcasına, kitapta incelediği tarih ve insan ilişkisine farklı bir boyut getiriyor. İnsan, aslında yapıp ettiklerinin sonucunu yaşıyordur. Yaşam karşıtıdır, bozguncudur. Cioran’ın insan hakkında dediklerinin birçoğu modern zaman insanını karşılamasına rağmen her çağın insanı da ondan nasibini alıyor. Ancak ‘bu insan’dan kurtulmak mümkün mü? Doğanın dileği bu yazara göre:

…Böylece doğa da gülümsemesi bile tahripkâr bu bozguncudan, zorla içinde barındırdığı bu yaşam-karşıtından, köleleştirmek ve küçük düşürüp lekelemek için gizlerini çalan bu yağmacıdan kurtulmuş olurdu.

Şimdiye kadar bahsettiğim kitap, Cioran’ın yeni neşredilen ne Metis Yayınları etiketi taşıyan Parçalanma kitabıdır. Cioran bu kitabı 1979 yılında yazmış. Yani yazarın son dönem kitaplarından biri diyebiliriz. 156 sayfadan oluşuyor. Cioran okumak zordur ve bu kitap da Cioran külliyatı içinde sayfa sayısı olarak üstlerdedir ancak Çürümenin Kitabı gibi bir okuma yoğunluğu da içermiyor. Çünkü kitabı oluşturan parçaların uzunluğu çok fazla değil. Özellikle ilk dört bölüm, yani İki Hakikat, Hatırat Meraklısı, Tarihten Sonra ve Vahametin Aciliyeti (yukarıda bahsettiğim kısımlar) kendi içinde ve birbirleri arasında daha tutarlıyken kitabın çok daha büyük kısmını oluşturan Vertigo Taslakları çok daha kısa aforizmalardan oluşuyor (Burukluk kitabında olduğu gibi). Bu yüzden de bu kitabı okumak çok zorlamıyor okuru.

Cioran’ın biyografisine veya söyleşilerine baktığımızda onun uykusuz bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Vertigo Taslakları’nın da böyle uykusuz bir halin, bir baş dönmesi halinin ürünleri olduğunu düşünüyorum. Fakat aforizmalardan oluşsa da Cioran’ın zekâsının, bilgeliğinin (evet bilgeliğinin), hiciv yeteneğinin en saf ve keskin halini görürüz. Nihilizme ve tasavvufa, ateizme ve Tanrı’ya aynı anda yaklaşabilen felsefi düşünceler söz konusu bu bölümde. Aynı zamanda ironi-mizah da Cioran’ın özellikle kısa aforizmalarında bol bol kendini gösteriyor: “Benim misyonum zaman öldürmek, zamanınki ise beni öldürmek. Katil katile gayet memnunuz halimizden.

"İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?" diyor Kafka. Cioran ise kitaplar yaraları kanırtmalı, hatta yeni yaralar açmalı, "kitap tehlike arz etmeli" diyor yazıya konu olan kitabında. Aynı zamanda kendi kitabının da bir özelliğini söylüyor okura. Cioran yara açıyor okurda, bir yumruk gibi iniyor onun söyledikleri okurun beynine. Parçalanma da hem bunu sağlarken hem de mistik cümleleriyle farklı bir kapı daha açıyor okura. Yani yazarın önceki kitaplarını bilenler, bu kitapta bildikleri Cioran’ın yanında bilmedikleri yeni bir Cioran da keşfedeceklerdir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

16 Ekim 2019 Çarşamba

Uykusuzluk ve umutsuzluk arasında bir deli

‘Çağın uykusuz filozofu’ tanımlaması yapılan Emil Michel Cioran’ın kitaplarının dilimize bir bir çevriliyor olması, düşünce dünyamıza katkı bakımından son zamanlardaki en önemli şeylerden biri. İçinde bulunduğumuz yıl içinde önce, Redingot Yayınları’ndan Yeni Tanrılar ve şimdi de Jaguar Kitap’tan yayımlanan Umutsuzluğun Doruklarında kitaplarıyla, bu uykusuz filozofu anlama yoluna bir taş daha koyuyoruz. Elbette, ben, Umutsuzluğun Doruklarında’yı Cioran’ın dilimize çevrilen diğer eserlerinin yanında ayrı bir yere koyuyorum. Çünkü bu kitap yazarın henüz 23 yaşında kaleme aldığı bir eser ve külliyatının ilk kitabı. Yani yazarın o girift ve ilginç beyninin en ham hali diyebiliriz. Ve uykusuzluk illetinin onu bulduğu zamanların bize yansıması olduğu için, bu eserde, rafine fikir birliklerinden ziyade birçok şeyi ilk halleriyle bulmak mümkün.

Cioran’ın Metis Yayınları’ndan neşredilen ve Ezeli Mağlup adına sahip söyleşilerine ayrı bir önem veririm. Aslında sadece Cioran’ın değil hemen her yazarın söyleşilerine önem veririm. Çünkü yazarların, kitaplarında yaptıkları bazı ‘numaraları’ söyleşilerinde yapmadıklarına inanırım. İşte, Cioran’ın adı geçen kitaptaki söyleşilerini iyi okuyan bir okur, yazarın hayatındaki birçok önemli âna hâkim olacaktır. Bunlardan biri Cioran’ın o meşhur uykusuzluğudur. Yazar, bu söyleşilerinde uzun uzun, hayatının en önemli ve rahatsız edici anları olarak, ilk gençlik yıllarındaki uykusuzluk illetini ve bu zamanlardaki düşüncelerini gösterecektir. O anların ruhuna nasıl etki ettiğini sorular karşısında açıkça, bazen muzipçe anlatır. İşte bu kitabı, Umutsuzluğun Doruklarında’yı, uykusuzluğun doruklarında olarak okumak da mümkün: “Uykusuzluk, cenneti bir işkence odasına dönüştürebilecek baş döndürücü bir bilinç açıklığıdır.

Ek olarak şunu söyleyebiliriz: Bu kitap kanaatimce, yazarın Türkçeye çevrilen kitapları içerisinde en sade dile ve üslûba sahip olanı. Elbette bunu ‘su gibi okunuyor’ anlamında söylemiyorum. Ama bir Çürümenin Kitabı’nın yoğunluğuna da sahip değil. Ve konu skalası oldukça geniş olan Çürümenin Kitabı’nın aksine, Cioran’ın beyninin daha kişisel taraflarını açığa çıkaran denemelerden oluşuyor.

Cioran dendiğinde benim aklıma en önce iki şey geliyor: Uykusuzluk ve onun nihilizmi. Her ne kadar nihilist olduğunu kabul etmese de, nihilizmi onun bu kitaptaki yazdıklarında sonuna kadar görüyoruz. Aslında bu kitap öncesine kadar ben de Cioran’ın nihilistten ziyade kuşkucu olduğunu düşünüyordum ancak bu kitap beni onun nihilist olduğuna ikna etti diyebilirim. Evet, bir söyleşisinde “daima inkârın cazibesine kapılmış olsam da nihilist değilim. Tanımlayamadığım bir ilham sonucunda hiçlik duygusunu ilk yaşadığımda çok gençtim, neredeyse çocuktum. Reddetme daima kendini kaptırmaktan daha güçlü oldu bende. Hem mutlaklık eğiliminin hem de ısrarlı bir boşluk duygusunun etkisi altındayken, nasıl ümit edebilirdim ki?” dese de, bu son kitabında “…İnsan o zaman dünyanın hiçliğinden, kendi hiçliğinden başka bir şey var mı diye sorar kendine” gibi ifadeleri çok sık kullanır. Aslında bu durum onun başlarda nihilistken sonradan kuşkuculuğa geçiş yaptığını gösterebilir . Cioran gibi olabilmek için madden olmasa da ruhsal olarak çok yalnız olmak gerekir. Cioran’ın yalnızlığında ve umutsuzluğunda şu ana kadar okuduklarım arasında sanırım sadece Simone Weil’i gördüm; ancak bence Cioran yalnızlığına kattığı ironiyle hayatla başa çıkmaya çalışır. Zihne ulaşmak için ne kadar büyük bir yalnızlık gerekiyor bize diyen filozofun yaşamı yadsıması da son derece doğaldır. Tabiî bir yadsımadır bu, zorluksuz ve acı çekerek:

Yalnızlık yaşamı öylesine yadsır ki, içsel parçalanmalardan doğan zihinsel açılım neredeyse katlanılmaz olur.

Ne demişti büyük şair buna karşılık: hep döşümde yaratkan, patlayıcı bir kimya/beynimde hep manalı bir uçurum.

Cioran, kitaptaki bütün denemelerde okuru illa ki bir yerden yakalıyor ancak en çok sarsan bölümlerin başında, diğer denemelere göre de uzun sayılabilecek 7.5 sayfalık Ölüm Üstüne denemesi geliyor. Yazar, ölüm duygusunu tam olarak kavramış ve bu konu hakkında içsel deneyimler geçirmiş bir düşünürdür. Fakat her an ölüm duygusuyla yaşamak, insana dünyada bulunduğu her dakika için ızdırap verir. O, bu ızdırabı daha çok gençken yaşamaya başladığı için ona anormal görünmez; ancak normal bir birey, belli bir zamandan sonra her an ölümle yaşamayı kaldıramayabilir. Burada kastedilen ölümü hatırdan çıkarmamak değil, ‘öleceğim ve acaba ne olacağım’ endişesidir: “Ölümü varlıktan ayrı düşünülemeyecek bir alın yazısı olarak değil de dışarıdan ortaya çıkıveren bir şey olarak görmek normal insanlara özgüdür. En büyük yanılsamalardan biri yaşamın ölüme tutsak olduğunu unutmaktan kaynaklanır.

Cioran ölüm üzerine yazdığı denemede bu kavramı bir ruh bilimci gibi incelemiştir. Ve ayrıca diyebilirim ki, nihilist olduğuna kanıt olabilecek en sarih cümlelerin çoğunu bu denemesinde kaydetmiştir.

Umutsuzluğun Doruklarında, adından da anlaşılabileceği ve daha önce belirttiğim gibi, yazarın fikirlerinin en ham halini barındırıyor. Böyle olduğu için de, Cioran’ın ruhsal bunalımlarını en saf haliyle görebiliyoruz. Zaten çoğu denemesi muhtemelen buhran anlarında ve yoğun duygular altında yazıldı. İlk gençlik dönemlerinde yaşadığı o umutsuzluk, satırlarda çok net göze çarpıyor. Çelişkili bir şekilde olsa da:

Şu anda hiçbir şeye inanmıyorum, hiç umudum yok. Yaşama çekicilik katan her şey bana anlamsız görünüyor. Ne geçmiş duygusu var içimde ne de gelecek; şimdi de gözümde yalnızca bir zehir. Umutsuz muyum değil miyim bilmiyorum; çünkü insanda hiç umut olmaması ille de umutsuzluğa işaret etmez. Hiçbir niteleme bana zarar veremez çünkü yitirecek hiçbir şeyim yok. … Her şeyden ne kadar da uzağım!

Cioran bu ilk kitabında sadece felsefe yapmaz, sadece kendi ruhsal bunalımlarıyla ilgilenmez. Henüz 23 yaşında kaleme aldığı bu eserinde, birçok sosyologun, teologun, modern dünyaya düşman olan birçok düşünürün (mesela Byung-Chul Han) son yıllarda söylediklerini henüz 1934 yılında söylemiştir. Ona göre bunca çaba, bunca hırs niye’dir ve insan sessizlik duygusunu yitirmiştir. İnsan artık şimdide yaşayamadığı için, kendisini bunaltan, köleleştiren gereksinim dışı şeyleri biriktirir; gelecek duygusu onun için bir felaket olmuştur der.

Cioran söyleşilerinde, kendisinin hangi kitabının ilk olarak okunması gerektiğiyle ilgili soruya ‘fark etmez’ minvalinde bir yanıt vermiştir ancak bu yanıtı ben benimsemiyorum. Evet, Cioran belki temel olarak zıt şeylerden bahsetmez ancak ilk kitaplarının ve bir buhran zamanlarında ortaya çıkan kitapların ve düşüncelerin yeri farklıdır (olumlu-olumsuz). Ve ilk kitaplar her zaman özeldir. Özellikle Cioran felsefesinin çıkış noktası olan bu kitabı diğerleriyle, “bu açıdan” bir tutmanın çok doğru olmadığını düşünüyorum. Bu kitap çünkü bir kaynak kitabı gibidir. Çürümenin Kitabı kadar sert, Burukluk kadar ironik, Gözyaşları ve Azizler kadar aykırı olmasa da, bir doğuş görülüyor bu kitapta.

Ve ne demişti şair: Acı duymak ruhun fiyakasıdır. O acıyı en iyi duyan düşünürlerden biri Cioran’dır, bu acıyı en iyi yansıttığı kitabı da Umutsuzluğun Doruklarında kitabıdır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Herkes adına acı çekerken herkesi yaralamak

Birçoğumuz kitap raflarında parmaklarımızı gezdirirken bizimle aynı derdi yüklenmiş bir yazar, bir kitap ararız. Çoğu zaman ismiyle bizi ikna eder bu tür kitaplar. Ancak yazarla önceden tanış olmuşsak, en az bir-iki kitabını okumuşsak, daha önce okumadığımız bir kitabını görür görmez elimizi ona doğru götürürüz. Arka kapaktaki tanıtım metni şu dakikadan sonra sadece güdüleyicidir. Kötü bile yazılmış olsa tanışıklığımıza, sevgimize yahut ilgimize gölge düşüremez. Eğer ruh halimiz, elimizdeki kitabın derdiyle bir olabilecekse, geriye kalan tek şey ücretini ödeyip derhal sayfaları çevirmektir. İşte bu çevirme işlemi de çoğu zaman eve kalmaz, ya kitapçıdan sonra uğranan bir kafede ya da toplu taşıma aracında başlayıverir. İşte Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne'ye başlama öyküm. Uzun bir zaman sonra, yeniden Emil Michel Cioran. Kavuşturana şükür.

Okuduğum diğer tüm Cioran kitaplarından farklı bir kitaba başladığımın farkında olarak ve henüz ilk satırlarından itibaren coşkuya kapılarak, yıllarca üzerimde her şeye dair taşıdığım şüpheyi, endişeyi, merakı ve yeterli miktarda George Karelias And Sons tütünümü göğsümde biriktire biriktere başladım okumaya. Şöyle karşıladı beni: "Bütün bunlar niçin? - Çünkü doğdum. Doğumun sorgulanması özel bir uykusuzluktan kaynaklanır."

Okumalarımın ekseriyeti mutfakta ve insanlar uykularına daldıktan sonra gerçekleştiğinden bir kez daha sevgili yazarımı kendime yakın bulmanın gerekli-gereksiz tatminliğiyle ilerliyordum Cioran'ın aforizmaları arasında. Bir aforizma kitabı gibi gözükse de hepsi birbirini tamamlayan ve açan cümleler, fikirler, duygular saklıydı bu kitapta. Bölümleri vardı ama isimleri yoktu, rakamlar yeterdi. Dünyaya geldiğinden beri arayan, çoğu zaman bundan sıkılan ama yine de hep arayan, öfkesini kendini yıkmak değil kendini yakmak ve yeniden yazmak için üretip tüketen şu adam ne de açık biçimde aktarıyordu duygularını. Gizlisiz, saklısız ve hiç kaçmadan. "Her sevincin başında, hatta sonunda bir Tanrı vardır." derken de "Ne zaman ölümü düşünmesem, hile yaptığım, içimdeki birini aldattığım hissine kapılıyorum." diye söylenirken de kelimelerin altını çizerken aldığım haz tüyler ürperticiydi. Yetmiyordu altlarını çizmek, bir yerlere yazma ihtiyacı, not alma ihtiyacı tetikledi gece(ler) boyunca. Okuduğum diğer kitaplar sebebiyle üç gecemi ayırdığım bu kitabı bitirdikten sonra çantamdan çıkarmak istemedim. İş yerine götürdüm, eve getirdim, yolda çevirdim, kahvaltı ederken bakındım, çocuğu uyuturken acaba gözümden kaçan cümleler oldu mu diye iç geçirdim. Bu kadar yoğun duyguları yaşamayı kendime pek de yakıştırmayarak ve Cioran'ın "Meçhul olmayı sev" cümlesini memnuniyetle kabul edip bir hikâyeden aktardığı şu sorunun altını kalın kalın çizdim: "Bilgi için acı mı çektin?"

Her şeyi çok bilen ve fazla anlayan bunca insan arasında "cehennem de insanın anladığı, fazla anladığı yer olacaktır" diyen nadir yüreklerden biri Cioran. Bununla da yetinen bir kalemi yok elbette. O, özellikle de bu kitabında 'kırk yıllık derviş gibi' yorumlar yaparak da okuyucuyu gönlünden vuruyor. Mesela şu cümlesine benzer dizeleri, birçok tasavvuf şiirinde yakalamak mümkün: "İstemeye başlar başlamaz şeytanın hükmü altına gireriz."

Neredeyse aldığı nefesten bile şüphe ediyor Cioran. Bu şüphesini bizi yoğun biçimde ortak ediyor kitabında. Diğer yandan ilham veren bir öfkeyi de yüklüyor okuyucunun omuzlarına. Psikanaliz yıkan, sosyoloji boğan bir öfke bu. Doğmuş olmakla birlikte var olmanın anlamını yitirmesi gerektiğini vurgularken, yaşamın kocaman ve boş bir çaba olduğunun altını çiziyor sık sık. Onun bu çetrefilli yoluna ancak uykusuzların, uykularından feragat edenlerin çıkabileceğini de söylüyor. Yaşanan günler boyunca insan hayatın yara izlerini taşır Cioran'a göre ve "Her varoluş kırık bir ilahidir" daha önce söylediği gibi. Ölüm, yaşamın karşısındaki en büyük engel, en büyük talihsizlik. Eğer ölüm olmasaydı yaşam bir anlam bulabilirdi ve insan var olabilirdi. Ancak Cioran bu talihsizliği bir yıkım olarak görmüyor. Aksine, ölümün hayatı anlamlandırdığını vurguluyor cümlelerinde yüksek bir sesle. Başarının getirdiği yüz kızarıklığının yerine kaybetmenin getirdiği öğreticiliği kutsuyor. Umudu yorgunlukta, öğrenmeyi kaybetmekte bulan bir ses o: "Bir Marcus Aurelius bana çok daha yakın. Taşkınlığın lirizmi ile kabullenmenin düzyazısı arasında hiçbir tereddüdüm yok: Şimşekler çakan bir peygamberden ziyade yorgun bir imparatorun yanında daha çok teselli, hatta umut bulurum."

İnsanın ortaya çıkmasıyla birlikte diğer her şey 'nasibini' alıyor Cioran'a göre. En önce de çiçekler. Yalnızca insan ceset koktuğundan doğa bile insandan nefret eder, onunla mesafeli bir ilişki kurar. İnsanlarla aynı zamanda ortaya çıkan çiçekler, insan varlığının kirli yüzüyle karşılaştıklarından beri şaşkınlar. Bu acımasızlık, merhametsizlik, yok edicilik karşısında çiçeklerin şaşırmasına çok da şaşırmamalı. Hoşgörünün ve sohbetin ölümü, yani ilerlemenin vücut bulması karşısında doğanın bir değeri yok. Artık kimse ahşap bir evi hoş görmediği gibi bir ağaç gölgesinde toprakla sohbet de etmiyor. Fanatizmin getirdiği her şey yıkımı daha da şiddetlendiriyor. Yıkımın, acıların bile önemi yok 'yeni insan türü' için: "Modernler kader duygusunu yitirdiler, dolayısıyla yasın tadını da."

Cioran, ölümüne sebep olan hafıza kaybını, yani unutmayı mucizevi bir yetenek olarak görüyor. İnsanların çok korktuğu bu hastalık onun için sürekli hatırlamın getirdiği yükten bir korunma sağlıyor. Bu durumda bilinç "ete batmış bir kıymıktan çok, saplanmış bir hançer" durumunda olduğundan acıların kategorize edilmesi de anlamsız: "En büyük acı diye bir şey yok."

Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne; insanın kendini bilme ve bulma sürecine dair sarsıcı, çoğu zaman da ikna edici bir kitap. Peki neye ikna ediyor? Yaralarıyla buluşabilen insanın gücüne. Zaten Cioran da her kitabın bir 'yaralama girişimi' olması gerektiğini söylerken, kişinin kendiyle kalabilme formülünü 'herkesi yaralamak' olarak görüyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Aralık 2012 Salı

Kaygı ve tebessüm bir arada

"Hagi, kaleye baktı. Bir çalım nefis bir hareket, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi..."
- Ercan Taner, R.Wien - Galatasaray, 11.08.1999.

Balkanlardan o kadar farklı karakterler çıktı ki, doğdukları ülkelerin yeniden merak edilmesini sağladılar. Emil Michel Cioran mesela. Okuduktan sonra şunu fark etmek mümkün; keşke Gheorghe Hagi'den önce Cioran'ı tanısaydık. O zaman belki Hagi'nin gollerine daha felsefi yorumlar yapardık.

"İnsanları günler ve günler boyunca uzanık kalmaya mecbur edin: Savaşların ve sloganların başaramadığını sedirler başarırdı. Zira Sıkıntı'nın harekâtları, işgörürlük açısından, silah ve ideolojilerinkini aşar."

Yazar 1934'de -yani 23 yaşındayken- Bükreş'te yayınlanan ilk kitabı "Ümitsizliğin Doruklarında"yı, Rumence ve Fransızca yazdığı her şeyin temeli kabul eder. Eserlerini çoğunu da Fransızca yazmıştır. Metis Yayınları sağ olsun, birçok eserini dilimize kazandırmıştır. Özellikle "Çürümenin Kitabı", "Burukluk", "Tarih ve Ütopya" en sevilen kitapları. Cioran bu kitaplarını sevdiğimizi bilse eminim bize de "bir iki çift söz" ederdi. Çakılır kalırdık.

"Bir yazarın sustuklarının, söylemiş olabileceklerinin, dilsiz derinliklerinin üzerine eğiliriz. Bir eser bırakırsa, kendini izah ederse, tarafımızdan unutulmayı teminat altına almış olur."

İlk baskısını Eylül 1993'te yapan "Burukluk"ta, kimi zaman çok ciddi kimi zamansa gülmekten göbek hoplatan aforizmalar mevcut. Aforizma nedir, ne değildir için "Burukluk" okunabilir. Cioran'dan sonra yazılmış hiçbir şey de asla aforizma olamaz. Kitabı okuduktan sonra benimle aynı fikri düşünüp tebrik telefonları açacak, adıma çelenkler yaptıracaksınız. Zahmet etmeyin.

"Melankolisiz bir dünyada bülbüller geğirmeye başlardı."

Kitapta müzikten aşka, tarihten boşluğa, dinden batıya ve yalnızlıktan kansızlığa kadar birçok konuda özel bölümler var. Okuduktan sonra tek bir kelimeyle özetlemek isterseniz o da kitabın adı olur: Burukluk.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Şubat 2012 Cumartesi

Çürümek?

İnsan bazen gerek iş yaşamını gerekse sosyal yaşamını kendi tahlilinden geçirir. Bu da genelde gece uyumadan önce yahut dışarıda iki eli cebinde düşünceli düşünceli gezerken olur. Çürüdüğünü düşünebilir insan. Bir bunalımın eşiğinde olduğunu ya da melankoliyle iç içe yaşadığını hissedebilir. İşte tam bu ruh durumunda Emil Michel Cioran'dan okunabilecek bir kitap: Çürümenin Kitabı.

"Her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün karşısında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin gerçekleştirilemez oluşu içimizi ürküntüyle doldurur."


"Hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopartılan patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri."

İnsanın ömrünü nerede ve nasıl tükettiğini, bir cinnetin ya da parıldamanın hangi bölgesinde olduğunu görmesini sağlayacak muazzam paragraf ve her paragrafta kusursuz aforizmalara sahip bir başyapıt Çürümenin Kitabı. Okurken  çürüyeceğinizi zannediyorsanız yanılıyorsunuz, bu kitap aksine sizi siz olmaya çağırıyor.

"Varoluşun içinden açıklamalarla sıyrılınamaz, buna ancak maruz kalınabilir."


"Hiçbir makul varlık tapınma nesnesi olmamıştır; bir isim bırakmamış, tek bir olaya bile damgasını vurmamıştır."

Konsantrasyonla okunduğu zamanlarda ise büyük faydası oluyor. Kitaptan birkaç alıntıyla rumen yazar Cioran'ı kırmızı ışıkta geçme cüretini gösterecek bir spor araba endamıyla tavsiye ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf