David Le Breton etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
David Le Breton etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?

"Yüzleri dışarıya dönmeye görsün, insanlar kendilerini görmez olurlar. En büyük eksiğimiz budur işte. Kendimizi göremediğimizden, kafamızda canlandırırız. Herkes başkalarının karşısında kendini düşlediği için, yüzünün ardında yalnız kalır."
- Rene Daumal

David Le Breton;  Ten ve İz, Acının Antropolojisi adlı kitaplarında insanın kendini bilinçli olarak nasıl yaraladığı ve yine neden inceleme konusu yaptığını işlemiş; Dünyanın Tadı, Bedene Veda, Sessizlik Üstüne ve Yürümeye Övgü gibi nadide eserleriyle insanı kendi ile karşılaştırmayı başarmış Fransız antropolog.

Breton, Yüz Üzerine Antropolojik Bir Deneme’de sonsuz çeşitlilik içindeki biricik insanın en insani bu yüzden en kutsal bölgesini; yüzünü derinine inceleme konusu yapıyor. Kitap, insanın kendisiyle düşman, aynalar ve dijital ekranla dost olduğu bu çağda okunmaya değer.

Yüz maskelediği kadar açığa vurur.” diyerek başlıyor söze Breton, çünkü kıvrımları, zaman içinde kaygı ile derinleşmiş hatları, sevincin ışıtıp hüznün soldurduğu bakışları ile insan yüzü kendi serüveninin sahnelendiği bir alandır aynı zamanda. Yüz, başka bir anlamda konuşan dildir. Dilce sussa da, yüz, bakışlar, ima ile konuşur her insan. Bu anlamda insan, kendi yüzünde kendisiyle baş başa ve yalnız değildir, her kıvrıma dilsiz bir şekilde yerleşmiş bir öteki, her yüz ifadesine yansımış toplumsal bir hafıza vardır.

İnsandan öte olan Tanrı yüzden de ötedir.” Tanrı, bu göze çarpmayan, göze gelmeyen haliyle en güzeldir. Tanrı bu yüce güzelliğinden dolayı aşılamaz. Her sanat eseri de kaçınılmaz şekilde bir sırrı, bir bilinmeyeni temsil eder. Aleni bir şekilde görülen her şey bayağılaşır. Belli ki bu sebepten “Sis her şeye büyülü bir güzellik katar.” diyor Oscar Wilde, Dorian Gray’ın Portresi’nde.

Yüzümüz her ne kadar kimliğimizse de seksapalitemiz gibi mahremiyetimize dahil edilmiştir. Çünkü yüzümüz herkesin görmesini istemeyeceğimiz özel kıvrımları ve bu kıvrımlara ait anlamları barındırır. Bu sebepten edebiyatta sevgilinin yüzü “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?” diyecek kadar bir başkasının nazarından kıskanılır, sakınılır ve kutsanır. Muhatabının yüzünde kendi yansımasını değil, ruhunun yakın olduğu hakikatin izlerini arar her insan. Sevilenin yüzü seven için, kendi kusurlarının üstesinden gelmek için çalışılacak semboller ve gizlerle dolu bir kitaptır.

Tabiatımız güzele meyilli, çünkü insan ruhu güzel karşısında güzel şeyler ortaya koymaya yönelmekte. Fakat güzele konu olan nesne, şey hepimize göre değişiyor. Hegel’e göre güzel, kendisinden her türlü tüketim geri çekildiğinde arda kalan hakikat ve özgürlüğün estetiğidir. Aritoteles için güzel, estettik duygulanımın ötesine geçmekken, adil ve güzel anlamlarına gelen ing. fair ve alm. parlaklaştırmak anlamında kullanılan fagar kelimelerinden yola çıkmış görünen Platon adaleti en güzel şey olarak görüyor. Bir Platoncu olan Heidegger güzeli estetik olanda değil ontolojik olanda konumlandırıyor. Ona göre güzel sadece hazza nisbetle var olmayan, bizim dünyaya bakışımızı, ona yönelik tavrımızı değiştiren hakikatin ortaya çıkışına ait bir kavram. Öyle ki güzellik, yalnızca ontolojik kutsanmaya verilmiş bir armağan ki Platon için güzelin kendisidir ebedi olan. Bir görünüp ardından kaybolan akşam kızıllığıdır güzellik ve bu çekingenliktir bir şeyi güzel kılan. Byun Chul Han, güzel olanın öteki insanı eğlendirmeye ve sahipliğe yönelik reklama nesne olamayacağını ifade ediyor. Güzel, insanı yalnızca düşünceye davet eden bir sanat gibidir ve bu anlamda kapitalist bir ruhta sanat anlamını kaybederken, sanatın yani güzelin kapitalizmle işi olmaz. Güzel yüzlerimizin de. Öyle ki, “Güzel, ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi” diyen Karacaoğlan aynı hakikate işaret ediyor görünüyor. Yüzümüzün güzelliği kadar güzel yüzümüze değen bakış ve algı da birbirinden faklı anlamlar ihtiva ederken, güzellik ve çirkinliklerimiz toplumsal kabulümüzde belirleyici bir faktör olmaya devam ediyor. Güzellik ruhsal bir vasıf olmaktan çıkarken, kadınlar seksapelliklerinden dolayı güzel bulunuyor ve tüketimin nesnesi oluyor. Oysa güzel yüzümüz derinlikli bir bakış için ruhumuzdaki korkuyu, üzüntüyü, nefreti, hayal kırıklığını ve çirkinliği dahi yansıtacak kadar saydam bir ayna:

Çirkin bir adamın öyküsünü anlatırlar. Bu adam o kadar çirkinmiş ki insanları korkutmamak için maske takmak zorunda kalırmış. Taktığı maske de ışıl ışıl bir güzelliği olan genç bir azizin maskesiymiş. Adam yaşamını da o yüzün vaat ettiklerine uydurmaya çalışırmış. Yalın ve başkalarına adanmış bir ömür sürermiş. Bir gün, öğrencilerinden biri ustasının yüzünün bir maske ardına gizlendiğini fark edip, birden maskeyi çıkarıvermiş. Perişan olan aziz öğrencisinin yüzüne bakamamış. Ama öğrencisi “Efendim, neden tıpatıp kendi yüzünüze benzeyen bir maske takıyorsunuz?” demiş.

İğrenç toplum bir olup bir Narkissos gibi metal üstündeki bayağı görüntüsüne bakmak için koşturup duruyor” diyen Baudelaire’ı öfkesinde haklı çıkaracak kadar çirkin olan insan, varoluşsal kıymetini kendisine değen bakışların sayısından alıyor. Bütün suratların en moda surete büründüğü çağda kendini tanımaktan, yani kendisiyle yüzleşmekten kaçınan insan, başka başka maskelerin ardında başkalaşıyor ve bu kendinin bilmez haliyle içindeki uçsuz bucaksız çölü daha da büyütüyor. Oysa kapılar aralanmalı, perdeler sıyrılmalı. Aynalar kırılmamalı. Kırılmamalı insana kendini gösterenler. Yüzleşmeli yüzsüzleşmeden. Kendi yüzüyle. Hiç olmayan kendiyle. Hiç kalmayan yüzüyle.

Ingmar Bergman’ın meşhur sinemasıdır “Persona”. Terim ismini ünlü psikanalist Jung’dan alır. Jung, hayatın ve toplumun isteklerinden, dayatmalarından kendimizi korumak için yarattığımız sosyal maskeleri tanımlamak için persona terimini kullanır. Terim, Latince “maske” anlamına gelir ve Jung’un teorisinde ruhtan ayrılan dış kişilik olarak betimlenir. Daima içimizde taşıdığımız halde yüzleşmekten kaçındığımız, hoş karşılanmayacağı için toplumdan gizlediğimiz arzu ve fikirlerimize; karanlık yanımız olan öteki benimize rağmen, dış dünyaya gösterdiğimiz dış yüzler, başkalarının görmesine izin verdiğimiz kendimizin bir parçası olan maskelerimiz değiller mi? Bu anlamda makyajı da bir tür “persona” olarak düşünebilir miyiz? Toplum tarafından tepki görmemek ve çıkarlarımızı güvence altına almak için bir yanımızı maskeler ardına gizler ardından kendimize yabancılaşırız. Çünkü yüzleşmek can acıtır, biliriz. Fakat hakiki yüzüne erişinceye değin yüzündeki personaları soymaya cesaret edemeyen insan, kendisine asla ulaşamaz. Kendisi ile yüzü arasında bir uçurum olarak kalır sahip olduğu her persona. Bunca maskesinin ardında sahici bir yüz ararız da, yüzler mi, maskeler mi gerçek kimliğimizin bir parçası, bilemeyiz. Fakat hiçbir şey sahibinde can çekişen maskelerle dolu bir insan yüzü kadar yanıltıcı değildir, biliriz. Belki de gerçekliğin tek biçimi sessizliktir, fakat sessizlikte bir tür maskedir. Öyle ya sessizlik maskesiyle özdeşleşince, rol yapmamak ve yalan söylememek için maskesinin ardına gizlenir insan.

Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_

27 Ekim 2014 Pazartesi

Acıyı anlamak ve anlamlandırmak

"İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir."
- Arthur Schopenhauer, Hayatın Acıları Üzerine

"Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır."
- İsmet Özel, Esenlik Bildirisi


Diş ağrısı mı daha büyüktür baş ağrısı mı? Ayrılık acısı mı daha fenadır bekleyiş acısı mı? Peki dil yarası mı daha çok acıtır yoksa gönül yarası mı? Son soru: Bedenin acısı mı daha kalıcı ve tesirlidir, ruhun acısı mı?

Yazdığı kitaplarda insanın manevi tarafı hakkındaki tespitleriyle ve bilhassa Türkçe'mize çevrilen "Yürümeye Övgü" kitabıyla adından söz ettiren David Le Breton, "Acının Antropolojisi" ile modern yaşamın tüm acılarını okuyucuya seriyor. Bundan nasibini alanlar arasında modern tıp bile var. Tıbbın ve onun kültürünün acı çekmeyi asla bir erdem olarak görmediğini açıkça yazan Breton, bu konuda Cezayirli bir kadının anestezi yoluyla yaptığı doğumdaki pasif tepkisini de anlatır. Çağ öyle bir noktaya gelmiştir ki artık günümüz insanı kısa süreli bir efkarı, acının tüm erdemine değişmiştir. Beden acısı, ruh acısının çok üstüne çıkmıştır. Breton buna haklı olarak ve şiddetle karşı çıkar: "Acı çekme yeteneğini yok etmek, insanın yaşama koşullarını yok etmektir!"

Kitabın altı bölümü; acı deneyimleri, acının antropolojik özellikleri, Eyub ya da anlam arayışı, acının sosyal yapısı, modernite ve acı, acının sosyal işlevi şeklinde sıralanıyor. Özellikle üçüncü bölümdeki Acı ve kötülük: Tevrat ve İncil'den Kuran'a, Doğu inançlarından gelen acı kavramı ve Ahlak olarak acı konuları oldukça ilgi çekici. Breton'a göre insan ne daima mutluluk peşinde koşabilir ne de acıdan kaçabilir. Bunun başında da şu vardır: Edebiyat, müzik, tarih, siyaset; ne olursa olsun her şey acıyla, acıdan beslenir.

Kitap aslında, önsözü sebebiyle acının ruh ve akıl sağlımızı daha az etkilemesine yönelik bir tedavi arayışı olduğu izlenimi veriyor. Montaigne'nin Les Essais (Denemeler) klasiğinden bir alıntıyla açılıyor, "Bedenimiz etkilenebilir ama ruhumuzu ve aklımızı güçlü tutabiliriz acı karşısında" cümlesi var bu alıntıda.  Breton ise acının kimi zaman bir savunma aracı olduğunu kimi zamansa insanı daha çabuk olgunlaştıracak bir tecrübeler bütünü olduğunu söylüyor: "Acı kutsal bir vahşidir. Niçin kutsal? Çünkü insanı aşkınlık deneyimine götürürken kendisinin dışına atar ve ona varlığından habersiz olduğu birtakım zenginlikleri gösterir... İnsan ya acının vahşetine bırakır kendini ya da bunları boyunduruk altına almaya çalışır. Bunu başarabildiği takdirde başka bir insan olarak çıkar bu deneyden, daha dolu bir yaşama doğar."

Hz. Eyub üzerinden insandaki acının bir kutsiyeti olduğunu da anlatıyor Breton. Bilincin ve bilmenin ortaya çıkmasıyla birlikte acının da ortaya çıktığını savunuyor. Budizm öğretisinde insanın aydınlanmaya acıyla ulaştığını, sonrasında bu "acı tecrübeler"in insana dünyayla baş etme imkanı sunduğundan da bahsediyor. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta ise acının doğrudan işlenen günahların kişi üzerinde bıraktığı etkiyle alakası olduğunu düşünüyor. Bilhassa Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesindeki acının aslında acı ile ceza kelimeleri arasındaki yakınlıkta (poine - poena) rastlanan bir gizem gibi olduğu konusunda yorumları var. İslam'daki acı anlayışını ise daha tasavvufi bir şekilde yorumluyor Breton; tevekkülün ve kaderin, her türlü acıya katlanmaya imkan sunması ve nihayetinde insanı Allah'a daha çok yakınlaştırması gibi.

Breton'un "acı kültürü" üzerine anlayışı, Louis Lavelle'in görüşlerinin daha derinleşmiş bir hâli gibidir: "Her insan, kesinlikle kendisine saldıran acıyı püskürtmek ister; ama geçmiş yaşamına şöyle bir baktığında kendisini en fazla etkileyen şeyin çekmiş olduğu acılar olduğunu farkeder; bu acılar damgasını vurmuştur; yaşama ciddiyet ve derinlik kazandırır; insan yaşadığı dünyayla ve kaderinin anlamıyla ilgili olarak en temel bilgileri bu acılardan çıkarmıştır."

Dilin acıyı adlandırırken karmaşıklaştığını ve dile getirilen acının asla yaşanmış olan acı olamayacağını düşünen Breton, Virginia Woolf'tan şu alıntıyı yapar: "En sıradan bir kız öğrenci âşık olduğunda derdini anlatmak için Shakespeare ya da Keats'ten yararlanır. Ama bir adam hekime baş ağrılarını anlatmak istediğinde dil kaçar... Acısını bir eline alır ve kendinden bir parçayı da öbür eline (Babil halkının başlangıç döneminde yapmış olduğu gibi belki)... bunları birbirleriyle çarpıştırıp içlerinden yeni bir sözcük çıkarabilmek amacıyla..."

İnsanın ve varlığının bu en gizemli, tabiri caizse esrarlı konusu olan acı hakkında; oldukça derin ve kalıcı acılar bırakabilecek bir kitap. Çünkü tecrübelerle ispatlanmış, hatıralarla güçlenmiş tespitlerle dolu. Kaynak bir eser. Düşünsenize, acı hakkında kaynak eser yazmak; kim bilir nasıl acılıdır... Acıyı daha iyi anlamak ve en önemlisi de anlamlandırmak niyetiyle okunmalıdır bu kitap.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Ağustos 2013 Salı

Hayattan netice alabilmek için yürümeyi tercih etmek

"Hey hey, yürü dilber yürü ömrümün varı,
Eridi kalmadı dağların karı vay vay."
- Hicâz türkü, Ankara koşması

"Yürüyüşçü, yürüyüş sırasında dünyaya bakışını derinleştirir, bedenini yeni koşulların içine sokar."
- Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik - Yürümek

Toprakla aramıza giren teknoloji, başımıza ve ayaklarımıza da çokça işler açmıştır. Teknoloji bize türlü türlü yollar sunmuştur. Tali yol, paralı yol, yan yol. Otomobil, minibüs, kamyon, biiip. Peki yürümek vardı ne oldu ona? "Yürüyelim arkadaşlar" diye bağırıyorduk mesela yüce Avrupa'nın en büyük futbol organizasyonu olan Şampiyonlar Ligi maçlarında. Modernizmin her şeyine inat: Toparlanın, yürüyoruz.

Ocak 2004'te Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini alan "Yürümeye Övgü", büyük kitap dervişi Ali Çolak sayesinde keşfettiğim bir kitaptır. "Yürüyüş dünyaya açılmadır!" cümlesiyle başlayan bu David Le Breton kitabı, okuyucuyu yürüşe teşvik etmekten çok yürüyüşün derinliklerine dalıyor. Yürüyerek neleri elde edebileceğimizi ve yürümeyerek neleri kaybedebileceğimizi izah ediyor. Okurken oturmak serbest, ama kitap bittikten sonra lütfen yürüyünüz. Merdiven de çıkıp inebilirsiniz. Yürüyen merdiven ve asansörlerle de aranıza mesafe koyun, onlar birer ömür tüketicileridir.

"Günümüzde yürüyüşçü kişisel bir tinselliğin hacısıdır, yürürken derin düşüncelere dalar, alçakgönüllü, sabırlı olmayı öğrenir, yürüme bir tür gezici ibadet biçimidir, gezilen dolaşılan yerlerde hiçbir kısıtlama söz konusu değildir yürüyüşçü için, yürüyüşçünün çevresinde muazzam bir dünya vardır."

Yürüyerek yorulmak diye bir şey vardır ki keyfi anlatılamaz. Yürüdükten sonra yemek yiyen, kitap okuyan, müzik dinleyen, arkadaşlarıyla sohbet eden yahut uyumaya çekilen birinin yaşadığı tadı hiçbir şey anlatamaz. Yürümek keyfî bir şey olduğu kadar sıhhîdir de. Her ikisini de sağladığını düşünürsek yürümek, insan olmaktır. İnsan olduğumuzu hissetmek ve insan kalabilmek adına yürümeliyiz. Bu yürüyüşler bol dedikodulu ve çekirdekli bir akşam gezintisinden çok, bir keşif yürüyüşü olmalı. Kendimizi keşfe çıkmalıyız yürüyüşle.

"Yürümek keyiflidir, çünkü öncelikle insanı gündelik yaşamın zorlamalarından geçici olarak da olsa kurtarır. Yürümek stresi, aceleyi, üretme zorunluluğunu yok eder. Yürümek, asılnda yaşamın o kendine özgü zamanını yeniden bulmaktır. Yürürken yorulduğumuzda çimenlere oturmak, bir ağacın gölgesinde uyumak, bir ırmakta yüzmek yaşamın tadına varmamızı sağlar."

Kitapta altı çizilecek aforizmalar bulabilirsiniz ama bu sizi yine yürümekten alıkoymasın. Çizin ve yürüyün. Yürümeye başlayın. Çünkü yazarın dediği gibi "Yaşamımızda yapmayı düşündüğümüz değişikliklerle ilgili en önemli kararları yürürken ve dinlenirken veririz" hepimiz. Sevdiğimize kızdığımız zaman soluğu yürüyüşte alır derin derin düşünürüz. Sevmediğimiz bir şey bizi üzdüğünde de sokağa atarız kendimizi, stres atmak için yürümek imdadımıza yetişir.

İzci Marşı'nda "Yollar uzun dikenli olsa da / bastığın yer üzüntülerle dolsa da / sel çığ ateş önünde her ne olsa da / izci gülerek yürür" diye bağırılır. Yürümek, güldürür.

Bu kitap en çok yazarı David Le Breton, Jean-Jacques RousseauRobert Louis Stevenson ve Henry David Thoreau gibi yalnız yürümekten yana olanların kitabı aslında. Yürümek yalın bir şeydir. Yani ne kadar gösterişsiz, süssüz ve sade olursa o kadar netice verecektir. Hayattan bir netice alabilmek için yürüyün.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler