Dünyayı Güzelleştirmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dünyayı Güzelleştirmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Nisan 2017 Cuma

Turgut Cansever mimarsa şimdikiler ne? Şimdikiler mimarsa Turgut Cansever ne?

Modernliğin ülkemize ve tüm dünyaya getirdiği en büyük felaketlerin başında, beton yığınlarına hapsettiği evlerimiz ve ruhlarımız geliyor. Bu öyle bir şey ki, sadece evlerimizle veya şehir hayatıyla sınırlı kalmıyor, bireylerin halet-i ruhiyelerini de kökünden sarsıyor. Betonlaşmanın, yanlış şehirleşmenin getirdiği çarpıklaşma, insanın dünyaya bakış açısını da tümden sarsıyor, köreltiyor, yüzeye indirgiyor. Modern şehir adı altında bize öğretilen yüksek binalar, plazalar, gökdelenlerle bize öğretilmeyenler arasında neler döndüğünü Turgut Cansever’den öğrenmek isteyenler için bu kitap biçilmiş kaftan. Beşir Ayvazoğlu tarafından Cansever’le muhtelif zamanlarda yapılan beş tane mülakatı içeren bu kitap, Türkiye’nin çok daha düzenli bir şehir olabilecekken nasıl bu hallere geldiğini yüzümüze çarpıyor.

Timaş Yayınları’ndan ilk baskısını 2012’de, ikinci baskısını 2016’da yapan kitap, aslında bundan çok daha fazla baskıyı hak ediyor. Mimariyle alakası olsun olmasın her Türk vatandaşının okumasının elzem olduğunu düşünüyorum bu konuşmaların. Çünkü Cansever’in konuşmalarında sadece bina, yapı, ev, yol gibi mimari-mühendislik terimleri değil; ahlak, vicdan, liyakat vb. gibi birçok konuda herkesin ilgilenmesi gereken kavramlar bolca geçiyor.

Eser, kaynakça ve indeks hariç 162 sayfadan oluşuyor. Bunun 125 sayfası, bilge mimarla yapılan konuşmalardan oluşurken geri kalan kısmı Beşir Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever’in sanat felsefesi ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılardan oluşuyor. Beşir Ayvazoğlu önsözde bilge mimar için “Güzel, sağlıklı ve kullanışlı bir mimarî çevrenin oluşumu için, o çevrede yaşayacak olan insanların katılımını temel prensiplerden biri olarak gören Cansever Hoca, çevreyi koruma sorumluluk ve şuurunun ancak böyle doğabileceğine inanmıştı. Derdi ki: İnsan, çevrenin oluşumuna katılabilirse, onu daha fazla güzelleştirmek ister, böylece zaman içinde mimarîyi fark ederek anlamaya ve tadına varmaya başlar, onunla yaşar, onu geliştirir. Hatta birlikte gelişir. Batı’da mimarî başta Katolik kilisesi olmak üzere çeşitli güçler tarafından bir güç gösterisine dönüştürülmüş, devâsâ yapılar sadece Ziya Paşa gibi yabancıları değil, o ülkelerdeki insanları bile ürkütmüş ve yönlendirmiştir. Bunu fark eden totaliter rejimler de devâsâ yapılarla insanları ezmenin, ufalamanın yollarını aramışlardır. Dev şehirlerin dev ölçekli yolları ve binaları arasında küçülüp yok olan insanın, çevrenin oluşumundaki sorumluluğunu unutması kaçınılmazdır” diyor. Yazarın, bilge hoca hakkındaki bu sözleri, aslında Cansever’in, mimarînin merkezine neden insanı yerleştirdiğini ve neden her şeyi insan için düşündüğünü bize özetliyor.

Kitabın birinci bölümünde Turgut Cansever’in çocukluğu ve gençlik yılları hakkında malumat sahibi oluyoruz. Ayvazoğlu, yönelttiği sorularla bilge mimarın kendini açmasını sağlamış ve geçmiş yıllardan bilgileri okurun önüne sermiştir. Bu bölüm Turgut Hoca’yı tanıtan önemli bir bölümdür. Çünkü Turgut Cansever ülkemizde çok bilinen ve maalesef hak ettiği değeri verilen biri değildir. Hele genç nesil, bu değerli şahsiyetten tamamen bihaberdir. Ancak eline şu veya bu sebeple bu kitap geçmiş biri için ilk bölüm Turgut Cansever’i tanımak için doyurucu bilgiyi okura veriyor. Nerede doğduğu, yaşadığı yerler, ilk gençlik yılları vb. Örneğin bilge mimarın resme meraklı olduğunu, 15-16 yaşlarında daha çok resimle iştigal ettiğini ve ilk resim sergisini bu yaşlarda açtığını bu bölümde görüyoruz. Aynı zamanda bu bölümdeki bilgiler sayesinde, Cansever’in yaşadığı yerler hakkında, o yıllara özgü bilgilere de ulaşabiliyoruz. Özellikle şuurumun burada teşekkül ettiğini, yaşanacak bir şehrin nasıl olması gerektiğine dair ilk fotoğraflarını zihnime Hisar sokaklarında koşup oynarken yerleştiğini söyleyebilirim dediği o zamanki Bursa’yı tarif etmesi, bende derin bir hayıflanmaya ve üzüntüye sebep oldu. Eski dokusundan neredeyse hiçbir şey kalmayan, yüksek yüksek binalara boğulan bu güzel, bu yeşil(!) şehri Cansever Hoca “…Tipik bir Bursa evinde oturuyorduk. Dört beş odanın yan yana dizildiği uzun bir hayat, bir bahçe… Bursa o zaman şiir gibi bir şehirdi. Buna rağmen babam ‘Bursa’yı ne hale getirmişler!’ diye isyan etmişti. Çünkü onun eski Bursa’sı bizim eski Bursa’mızdan daha güzeldi. Sokaklarında su kanalları vardı, bu kanallarda şelâleler oluşur, etraf su sesleriyle dolardı. Yeşilin her tonunun köpürdüğü bir şehirdi Bursa, bir şehircilik hârikasıydı. Aydın Germen’in Amerikalı bir arkadaşı Bursa’yı görünce, ‘Dünyada şehir denebilecek iki şehir vardır; biri Floransa diğeri Bursa… Floransa bile, Bursa’nın yanında iç karartıcı, karanlık, pis bir şehir!’ demiş.” şeklinde anlatıyor.

Kitabın ikinci bölümünde İstanbul’u görüyoruz. "Dünden Bugüne İstanbul" adlı bu söyleşide İstanbul’un geçmişteki; Romalılar’daki, Bizans’taki ve en çok Osmanlı’daki ve elbette ki Cumhuriyet dönemindeki durumundan bahsediliyor. Yapılan yanlış tercihlerden, kullanılan malzemelerin kalitesizliğinden, İstanbul’un bir sanat şehriyken nasıl ticaret şehrine dönmesinden, İstanbul’luğunu kaybetmesinden ve birçok konudan bahsediliyor. Cansever Hoca, merkeze her zaman insanı koyduğu için bu bölümün en ilginç kısmı, halkın ve mimarların o zamanlarda istemedikleri bir yapı için muktedirlere nasıl karşı durduklarını anlattığı bölümdür. Şu anda, insanlarda olan bıkkınlık ve estetik zevksizliğin yerinde o zamanlar nasıl bir estetik görüş olduğunu hoca şu şekilde açıklıyor: “… Yeni Camii’nin inşasından hemen sonra Sultanahmet Çeşmesi’nin inşa edilmesi üzerine, İstanbul mimarları ve yapı esnafı iki üç gün saray etrafında nümâyiş yaptılar. Hünkârın bu zevksizliği İstanbul halkına reva görmeye hakkı yoktur diyorlardı. Takriben, altmış sene sonra, III. Selim, Kanunî’nin Sinan’a inşa ettirdiği Üsküdar (Kavak) Saray’ını yıktırıp yerine Selimiye Kışlası’nı inşa ettirmeye karar verdiği zaman İstanbul halkı yine ayaklanmıştır. … Ancak tabiî ayaklananlar gerici addediliyor, Selimiye Kışlası’nın yapılması ise ilericilik…

Bu bölümde Menderes hakkında da bazı bilgilere ulaştırıyor bizi Cansever. O zamanki politik ortamı da bize tanıtıyor kısaca. Menderes’in de mimarî açıdan birçok hatası olduğunu söylüyor; fakat bazen iyi niyetinden kaybettiğini bazen de çevresindeki kişiler tarafından kandırıldığını belirtiyor. Tarihî eserlerin göz göre göre sırf rant için, daha çok bina için, daha çok kötülük için yıkılmasına kimsenin ses çıkarmamasına, beş yüz yıllık ağaçların sırf yol geçecek diye kesilmesine siyasilerin olur vermesine karşın halkın nasıl karşı çıktığını, direndiğini belirtiyor. Bu bölümde aklıma Doğu Karadeniz’deki ve ülkenin muhtelif birçok yerindeki ‘yeşili katletmeler’ geldi. Daha çok rant için, para için insanoğlunun, daha doğrusu politikacıların her şeyi göze almaları demek ki o zamanlarda da aynıymış.

Kitabın üçüncü konuşması, "Tutumlu Kent’ Üzerine". Cansever Hoca, mimarîye sadece bina, taş, yol üzerinden bakmıyor. Her açıdan düşünüyor. Bu her açının içinde de ekonominin olması kaçınılmaz. Evlerin nasıl daha ekonomik yapılacağını ve kullanacağını bize harika tespitleriyle veriyor. Kitabın her sayfasını okurken Cansever Hoca’ya niye bilge dendiğini anlıyoruz. Elbette bu bilge mimarın, bu düşüncelerle dikey mimariyi savunması da beklenemez. Vatandaşların, daha insani ölçülerde, bahçeli, tek veya iki katlı evlerde yaşayabileceğini, üstelik herkese fazla fazla yer olduğunu kitabın her anından hissedebiliyoruz. Tabi ki bunun için devlete çok önemli işlerin düştüğünü de Turgut Cansever bolca belirtiyor. Konuşmalarında, dünyanın önde gelen çoğu mimarıyla etkileşim halinde olduğunu bildiren ve onlara atıfta bulunan Hoca, önce ülkemizin, daha sonra da dünyanın kurtarılabileceğini ve umudun hiçbir zaman bitmemesi gerektiğini belirtiyor: “Aslında, bakın, dünya sathı çok büyüktür. Biz bu hesabı yaptık. Frank Lloyd Wright’ın yaklaşımı çok daha insanîdir; 1940’larda gündeme getirdiği bir proje var: Broad Acre C,ty (Geniş Akrlı şehir); aşağı yukarı üç beş dönümlük arazi içinde evler. Düşünce şu: Ulaşım artık önemli bir problem olmaktan çıktı; o halde insanları üç-beş dönümlük araziler içerisinde evlere yerleştirebiliriz. Bu kadar arazi, bir ailenin geçinmesine imkân verecek tarım faaliyetini gerçekleştirmeye yeter. Sonra fark ettik ki Alanya tam böyleymiş. 1960’larda Alanya için bir proje müsabakası açıldı. Bu müsabaka sonunda kale Alanya’sıyla ufkî Alanya’nın böyle beş dönümlük arsalarda narenciye geliriyle çok müreffeh yaşayan bir küçük şehir olduğu keşfedildi. Frank Lloyd Wright diyor ki: ‘Bütün dünya nüfusunu rahatlıkla arz üzerine yerleştirmek mümkündür.’ Aydın Germen’le bir gün oturup bir hesap yaptık: Ankara civarında kuzey-güney istikametinden bir çizgi çekiniz ve Ege Denizi’yle bu çizgi arasındaki dağları da ova farz ediniz; her evin beş dönüm bahçesi olması kuralını da uygulamak suretiyle bütün dünya nüfusunu bu alana yerleştirmek mümkündür.

İnsanı kurban etmemek için koyunu kurban etmek nasıl çok önemli bir genel davranışı ortaya koyuyorsa, bugün de insanı kurban etmemek için yeri geldiğinde otomobili kurban etmeyi düşünmek gerekir tutumlu kent için” diyebilecek kadar insanı merkeze alan, bugünün insanlarından, mimarlarından (ya da mühendis mi demeliyim) tamamen farklı bir bakış açısından dünyaya bakan, amacı para değil daha güzel, estetik ve herkesin insanî koşullarda yaşadığı bir ülke olan Cansever Hoca’yı anlamamak için elimizden geleni yapıyoruz, maalesef ki daha da yapacağız gibi görünüyor. Turgut Cansever’in anlattığı o güzel ülke, çok gerilerde kalmadı aslında. Fakat bu kadar kısa süre içinde nasıl bu hale geldik, nasıl bu kadar barbarlaşıp canavarlaştık, nasıl bu kadar para hırsına büründük, insanın aklı almıyor. Ülkemizi sevmiyoruz. Herkes sevdiğini söylüyor; ancak kimse sahip çıkmıyor. Bahsettiğim 15 Temmuz gibi ekstrem durumlar değil. Biz bir yerden sahip çıkıyoruz ama beş yerden ülkemize gedik açıyoruz. Bu hale gelince de geri dönüşü çok zor olan yollara giriyoruz. İnsan varsa her zaman umut da vardır; ama ‘insan’ kalabilen kaç kişi var: “Avrupa’daki korumacılık şuurunu çok iyi anlatan bir örnek vermek isterim. Varşova şehrinin imar planını hazırlayan Prof. Skibniewsky anlatmıştı. Almanlar çekilip Ruslar’ın Varşova’yı istila ettikleri sırada, enkaz içinde, mağaramsı yerlerde yaşayan otuz bin insan varmış, üç ayda bu otuz bin kişi üç yüz bin kişi olmuş. Kışın bu insanlar birkaç kilometre yürüyerek donmuş nehrin buzunu kırıp kovalarla su taşıyorlarmış. İki sene hiçbir şey yapılmamış. Yalnızca bir şey yapılmış: Varşova Kalesi’nde ahşap bir mahalle var. Almanlar kaleyi bombalayınca bu mahalle de yanmış. Yanan binaların parçalarını söndürmek için bütün güç kullanılmış; söndürülemeyenleri Varşovalı gençler üzerlerine yatarak vücutlarıyla söndürmüş ve bu parçaları Varşova’nın sığınaklarında muhafaza etmişler. İnsanlara yer kalmamış, ama bu parçaları sığınaklarda muhafaza etmişler. İki sene sonra bu parçalar taşınarak Varşova Kalesi yeniden inşa edilmiş. Bir insanın yaşadığı şehri, yaşadığı ülkeyi sevmesi budur.

Kitapta ilgimi en çok çeken mülakat son ikisi olan "Mevcut Yapı Stoku" ve "Çözüm, Türk Evinde"dir. Cansever’in özellikle bu konular hakkında konuştukları, olayın vahametini bize gösteriyor. Müthiş bilgili biri Turgut Cansever Hoca. Zaman zaman dediklerini anlayamayabilir okurlar. Çünkü üst perdeden konuştuğu olabiliyor. Zaten bunu kitabın önsözünde Beşir Ayvazoğlu da belirtiyor.

Kitabın sonunda Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılar bize Cansever ailesini, görüşlerini ve yaptıklarını doyurucu bir şekilde tanıtıyor. Yoğun bir bilgi içeren bu okumadan sonra diyebilirim ki, kitapta bir tane bile boş satır yok.

Turgut Cansever mimarsa şimdikiler ne? Şimdikiler mimarsa Turgut Cansever ne?

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Dünyayı tahkirle değil, fikirle güzelleştirmek için

"İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."
- Turgut Cansever, 2006'daki bir röportajından

Türk Ocakları'nın kurucuları arasında yer alan, sıtma hastalığının keşfi ve amansız et yemezliği ile tanınan Doktor Hasan Ferit Cansever'in oğlu, Bilge Mimar Turgut Cansever... Kitapta ne aldığı ödüller var, ne de topluma kazandırdığı projeler. Bu kitapta bilge mimarın şahsiyeti var, içinden geldiği gelenekler var, ahlak ve insan anlayışı var, üslup ve gelecek yorumu var. Elbette Beşir Ayvazoğlu'nun nefis üslubuyla.

Kitabın ilk bölümlerinde yakın zamanlarda merhum Turgut Cansever ile yapılmış söyleşiler yer alıyor. Söyleşilerin bazılarında bilge mimarın ısrarla üzerinde durduğu üç konu var. Bunlardan ilki; komşuyu rahatsız etmeyen, gün ışığından faydalanan, en az üç yöne bakan ve daima yeşillikler içinde olan evler. İmkansız demeyin çünkü 600 yıl ve hatta daha da öncesinde bu topraklarda böyle evler vardı. Osmanlı evi. Hem Fransız hem de Japon mimarların günümüzde de üzerinde durduğu ve yer yer uyguladığı evler. Bize komik geliyor, bize zaten geçmiş hep komik gelir. Ne anladığımız için, ne de anlattıkları için.

Turgut Cansever'in ikinci olarak üzerinde durduğu nokta, yola bir hadisle çıktığı "dünyayı güzelleştirmek" fikrinin, dünyanın geçici fakat daima kendini yenileyen bir yer olmasının bilincinde saklı. Osmanlı evi daima ahşaptır. Çünkü ahşap hem değiştirilebilirdir, hem ucuzdur, hem de deprem vb. doğal afetlere çok dayanıklıdır. Komşuyla gelir polemiği yaratmadığı gibi, muazzam bir görüntü güzelliği de meydana getirir. Ahşap, doğayla da iyi geçinir. Çünkü lezzetini ağaçlarla, çiçeklerle ve gökyüzüyle tamamlar.

Bilge mimarın üzerinde ısrarla durduğu üçüncü konu ise dürüstlük, doğruluk ve güzellik. Okuduğunuzda ne kadar romantik geldi öyle değil mi? İşte Turgut Cansever'in bu üç özelliği, Adnan Menderes döneminden bu yana ona proje verilmemesine veya elindeki projelere "derhal" bir son verilmesine sebep olur. Bütün dünyadan mimarlar gelir, ondan fikir alır, kendi ülkelerine davet eder, araştırmalara öncülük etmesi istenir, ama kendisi, kendi ülkesinde yadırganır. Hatta her insanın eşit koşullarda yaşayabilmesi için sunduğu fikirler "gericilik" olarak gösterilir. Halbuki o önce "Batı ne kadar doğru soru soruyor? Önemli olan bu." der ve dünyayı güzelleştirme idealini şöyle açıklar: "Bilinci biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Yapmak istediğim şeylerden bir diğeri, maddi varlık tabakasının; yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs'nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesi içerisine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini saygıyla inceleyip gereklerini tam yerine getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak, psişik dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız tektonikleri, üzerlerine ilave alabilecek kitle kolektivitelerini tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum."

Beşir Ayvazoğlu ise hocayı özetlemek için "Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi." demiştir.

Ufkî yerleşmeyi önerirdi Cansever hoca. Yani gökyüzünü daima gören, tek katlı, mutlaka bahçesi olan, gün ışığından yararlanan, komşuyu rahatsız etmeyen, dayanıklı ve ucuz evler. Neden ucuz? Çünkü bu evler ya çelik ya da ahşap olacak. Haliyle fabrikalardan çıkacak malzemelerle yapılacak. Bu da müthiş bir ucuzluk demek. Uzak değil, 10 yıl önceki sözlerini yaşıyoruz hocanın. Bir karış toprağa muhtaç kalacağız, içine girecek mezar bile bulamayacağız. Göğe kafan evlerde mutlu olduğumuzu zannedip, hayallerden hayallere yorulacağız. Ama umutsuzluğa, karamsarlığa çok karşıdır bilge mimar. Yakıştıramaz bu topraklara, bu millete umutsuzluğu. Çünkü geçmişteki lezzet, geleceğimize de umut aşılamalıdır daima.

Dünyayı güzelleştirmeye, yaşadığımız toprakların muazzam kıymeti ve eşsiz gelenekleriyle güzellik bahçeleri oluşturmamıza bir engel yok. Aklıselim isek yok. Umarım bu kitap merhum Turgut Cansever'in dünyasındaki güzellikleri anlamamızı sağlar ve dünyayı güzelleştirmeye acilen ihtiyacımız olduğunu kavratır hepimize. Yeniden. Derhal.

Naçizane tavsiyem, Turgut Cansever'i değerlendirirken daha iyi anlamak için ayrıca Nurettin Topçu, Erol Güngör ve Cemil Meriç de okumak gereklidir. Hepsinin makamları, mekanları ve ebedi dünyaları cennet olsun.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf