Cuniçiro Tanizaki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cuniçiro Tanizaki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Gölgeler ve parlak ışıklar altında insanın durumu

Koreli filozof Byung-Chul Han, Güzeli Kurtarmak adlı kitabında estetik, sanat ve güzel kavramlarını detaylıca işlemiş ve gerçek bir sanat eserinin en önemli noktasının, kendisini sır olarak temsil etmesi olduğunu belirtmiş, sanat eseri için “son kertede, örtünün asli bir unsur olduğu bu nesne başka türlü kavranamaz” demiştir. Yine başka bir Doğulu yazar Tanizaki, geçtiğimiz yılın Mart ayında Jaguar Kitap’tan yayımlanan Gölgeye Övgü adlı eserinde, gölge kavramının ve bildiğimiz manasıyla somut gölgenin Japonlar ve Avrupalılar için ne anlamlara geldiğini, neleri etkilediğini, insanın tasavvur dünyasında ne gibi gerçekler ortaya çıkarabileceğini on altı deneme boyunca irdelemeye çalışmıştır. Gölge kavramının Japon milleti için öneminden, gölgenin şehirlerde, evlerde hatta tiyatrolarda ve eski Japon kültüründe ne şekilde kullanıldığından bahsetmiş, bunun insan ruhunda ne gibi olumlu değişimler yaptığını, bazen son derece ciddi bazense daha komik mevzular üzerinden incelemiştir. “Hüzünlü, kırılgan, ölmekte olan güneş ışınları mutlak bir sükûnete dalsın diye duvarlarımızı soluk renkli bırakıyoruz” diyen Tanizaki, gölge ve parlak ışıklar altındaki insanın durumunu ayrı ayrı değerlendirmiştir.

Tanizaki Batı ve Doğu insanının gölge ve parlaklık kavramlarına niçin ayrı manalar verdiğini incelerken aslında psikolojik ve sosyolojik tespitler de yapıyor. Sadece estetik üzerinden değerlendirmeleri olsa da genel anlamda Batı ve Doğu toplumlarının (Doğu’dan kasıt daha çok Japonya ve biraz Çin) gölge ve karanlık hakkındaki tutumlarından hayata bakışlarıyla ilgili çıkarımlar yapıyor. Yazara göre Doğu toplumları elindekiyle yetinmeyi bilir. Şartlara göre hareket eder ve elinde olmayan şey için gereksiz bir hırs bürümez gözünü. İslami bir yönü de vardır bunun. Neredeyse ne gelirse Allah’tan, biz elimizdekiyle başımızın çaresine bakmalıyız, der Tanizaki. Bu da bu kitabın yazıldığı zamanlarda iki dünya savaşı arasında olan Avrupa hakkında söylenecek doğrulardan biridir:

Bana göre biz Doğulular, içinde bulunduğumuz şartlardan hoşnut olmayı amaçlayıp elimizdekilerle mutlu olduğumuz için karanlıktan şikâyet etmek yerine bunun bir çaresi olmadığını kabullenip ışık azsa azdır der, karanlık üzerine düşüncelere gömülür ve karanlığın içindeki doğal güzelliği keşfederiz. Ancak yenilikçi Batılı yetinmeyip elindekini iyileştirmekte kararlıdır her zaman. Mumdan gaz lambasına, gaz lambasından elektrik ışığına daha aydınlık bir ışık arayışı asla bitmiyor, en önemsiz gölgeyi bile yok etmek adına hiçbir zahmetten kaçınmıyor.

Tanizaki bu sözleriyle bana yine Byung-Chul Han’ın dilimize çevrilen son kitabı Eros’un Istırabı’ndan bir parça hatırlattı. Han kısaca, modern insanın ya da modern toplumun, hayatın içinden negatifliği yani birbirinden farklılığı kaldırdığını, herkesi aynı hizaya çektiğini söyler. Şeffaflık Toplumu adlı eserinde ise tüm bunlara paralel olarak sır ve karanlığın hayranlık uyandırdığını belirtir. Tanizaki’nin denemelerinde genel olarak değinmek istediği de tam olarak budur aslında. Karanlık ve gölge insan ruhuna uygun olandır. Parlak ışık bizi rahatsız eder ve fıtratımız dışındadır.

Tanizaki karanlık ve parlaklık, beyaz ve gölge arasındaki ilişkiyi incelerken dünya üzerinde toplumsal sorun oluşturmuş birçok şeye de değinmeye çalışır. Bunlardan biri de insanların rengidir. Sarı ırk, beyaz ırk, siyahîler olarak adlandıracağımız bu durumu da eskiden beyaz ırkın, renkli ırkları kabul etmemesinin ardındaki psikolojiyi de anlayabiliyoruz diyerek açıklamaya çalışır. Tanizaki’ye göre hassas beyazlar, farklı tendeki kişilerin sosyal buluşmalarda yaydıkları gölgeden rahatsız olurlar. Bunu da, Amerikan İç Savaşı döneminde sadece zencilere eziyet edilmediği, aynı zamanda melezlere, melezlerin çocuklarına ve hatta melez ve beyazların çocuklarına da eziyet edildiği örneğini vererek kanıtlamaya çalışır. Biraz zorlama bir yorum gibi görünse de durumun iç yüzünü anlamaya çalıştığımızda, yine buradan Han’ın, farklılıkların yok edilmeye çalışılması tabirine yaklaşıyoruz.

Kitap bir bütün oluşturabilecek şekilde başlıyor ancak denemeler ilerledikçe Tanizaki’nin daha dağınık bir konu skalasını tercih ettiğini görüyoruz. Gölge kavramını elden bırakmıyor yazar fakat bu gölge kavramını temel alarak yeri geliyor geleneksel Japon ev mimarisini yeri geliyor modern ve eski Japon tuvaletlerini yeri geliyor mum ışığında yemek yenen bir restoranı inceliyor ve bu konular üzerinden çıkarımlar yapıyor. Ayrıca ara ara da olsa Batı ve Japon kültürleri arasında değerlendirmeler yaparak Japon kültürünün Batı’dan etkilenmesini eleştiriyor:

Batılı sıralı adımlarla ilerleyebildi ancak biz daha üstün bir medeniyetle karşılaşıp ona teslim olduk ve aynı zamanda binlerce yıldır izini sürdüğümüz yoldan ayrılmak durumunda kaldık. Kanımca bunun yarattığı yanlış adımlar ve güçlükler çoktur.

Tanizaki aslında Japon kültürünün ve geleneğinin Batı karşısında üstünlüğünü gölge kavramı üzerinden vermeye çabalıyor ancak bir taraftan da karşılaştıkları medeniyetin kendi medeniyetlerinden üstün olduğunu kabul ediyor. Bu durumu Tanizaki’nin 1923’teki büyük depreme kadar Batılı bir tarzda yaşamını sürdürerek yazmasına bağlıyorum. Herhalde o taraflardan bir şeyler kalmış olmalı. Ayrıca yazar savunduğu şeylerin karşısında yer alan modern hayatın getirilerini de tam olarak reddedemiyor. Yaşam olarak değil, fikrî olarak. Bir arada kalmışlık hissediliyor yazdıklarında. Ne diyelim, şairin dediği gibi belki de asfaltta yürürken asfaltı eleştirme hakkını kullanmak istiyor. Zaten bunun açıklamasını da kitabının son paragrafında okurla paylaşmış:

Çağımızın imtiyazlarının farkındayım ve onlara müteşekkirim. Ne kadar şikâyet edersek edelim, Japonya Batı’yı takip etmeyi seçti ve artık bu yolda cesurca ilerleyip biz yaşlıları geride bırakmaktan başka çaresi yok. Tenimiz olduğu renkte kaldığı sürece verdiğimiz kaybın çaresinin olmadığını kabullenmek zorundayız. Bütün bunları yazmamın sebebi, muhtemelen edebiyatta ve sanatta, hâlâ kurtarılacak bir şeyler olduğunu düşünüyor olmam. En azından edebiyat için kaybettiğimiz bu gölgeler dünyasını tekrar hatırlatmak isterim. Edebiyat denen kutsal yerin saçaklarını kalın ve böylece duvarlarını gölgeli yapıp apaçık gözüken şeyleri gölgeye saklamak, gereksiz süslemeleri ise söküp atmak istiyorum. Bu her yerde yapılsın demiyorum ama en azından biri böyle olsa yeter. Nasıl olurdu acaba, ışıkları söndürüp onlar olmadan etrafın neye benzediğini görmek…

Kitabın sonunda Thomas J. Harper’ın bir sonsözü bulunuyor. Bu sonsözde okurlar hem kitap hakkında Harper’in fikirlerini okuyup kendi düşünceleriyle bir harman yapabilecek hem de Tanizaki hakkında birkaç bilgi daha öğrenebilecektir.

Gölgeye Övgü Japonca aslı yerine İngilizceden çevrilmesine rağmen Didem Kizen çok başarılı bir iş çıkarmış ve neredeyse araya bir üçüncü dil girmediğine okuru inandırmış. Yazarın da romanlarından bildiğimiz gibi dili yalın ve üslûbu son derece sade ancak bu seferlik buna çeviri de ekstra katkı sağlamış.

Tanizaki büyük bir yazar. Hatta kimilerince en büyük modern Japon yazar (bence bu unvan Soseki’ye ait ancak bu Tanizaki’nin büyük yazar olduğu gerçeğini değiştirmez). Sadece kurgu eserleriyle değil onu bir de denemeleriyle tanımak isteyenler için Gölgeye Övgü’nün okunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Tanizaki biz’e çok uzak değil.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

22 Temmuz 2012 Pazar

Kalpleri açan bir anahtara dair

"1 Ocak... Bu tarihten itibaren, eskiden günlüğüme aktarmakta tereddüt ettiğim bir konuyu çekinmeden yazmaya karar verdim. Kendi cinsel yaşamım, karımla olan ilişkimle ilgili ayrıntılara girmekten kaçınırdım. Elbette, karım bu günlüğü gizlice okuyuverir, öfkelenir, diye korkardım."

Cuniçiro Tanizaki, 1886’da Tokyo’da doğdu. En iyi romanlarından biri kabul edilen Bazıları Isırgan Sever (1929) kendi değerlerindeki değişimi yansıtıyor, geleneklerine bağlı Osakalı bir ailenin öyküsünü anlatıyordu. 1932’de klasik Japon edebiyatının başyapıtlarından sayılan Genci’nin Öyküsü’nü çağdaş Japoncaya çevirmeye başladı ve kendi üslubu üzerinde de etkisi oldu. 1940’larda yayımlanan “Hafif Kar Yağışı” adlı romanında, çağdaş dünyanın geleneksel topluma yönelik saldırılarını klasik Japon edebiyatına özgü bir üslupla anlattı. 1956’da Anahtar, 1961’de Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi adlı romanları yayımlandı. 1965’te Yugavara kentinde öldü.

Anahtar” da söyleyemediği, yıllarca hep içine attığı duygularını artık çekinmeden ve de utanmadan günlüğüne yazmaya başlar kahramanımız. Ancak sadece kendisi değildir günlük tutan; karısı da en gizli duygularını kendi günlüğüne yazar. Kahramanımız ve karısı günlüklerini evin muhtelif yerlerine saklamakla beraber, günlüklerini kilitli tutacak olan anahtarları, eşlerinin bulabilecekleri bir yere de koymayı ihmal etmezler. Duyguları hem sır olsun hem de olmasın isterler. Bu anahtarlar, sadece günlüklerinin değil, kalplerinin içindeki ortaya çıkaran anahtardır da aynı zamanda. Orta yaşı geçmiş bu karı koca arasındaki tek köprü bu günlükler olacaktır artık. Günlük hayatta pek anlaşamazlar. Kocanın cinsel isteklerini karısı bir türlü onun istediği gibi karşılamamaktadır. İki farklı dünyanın insanlarıdırlar; ancak geleneksel Japon geleneği onları bir arada tutmaya devam etmektedir. Kocanın yazdıkları ise, o yazılanları gizli gizli okuyan karısını her gün bir miktar uzağa doğru götürecek olan yoldur aynı zamanda; hazin bir hikâyedir bir bakıma...

"19 Mart... Şafak sökene kadar gözümü bile kırpmadım. Dün akşam neler olduğunu düşünmek, korkuyla karışık bir keyif veriyordu. Henüz ne Kimura, ne Toşiko, ne de karım bir şey söylemişti. Elbette, bir şey söylemelerine de fırsat olmamıştı, ama hemen duymak da istemiyordum."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar