Cemal Şakar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemal Şakar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2018 Cuma

Cemal Şakar'ı tanımak ve öykü sanatını anlamak

Bir sanatın erbabı ile yapılan söyleşiler her zaman için ilgimi çekmiştir. Zira yaptığı işte samimi olan ve derinleşme kaygısı olan, klişelerin dışına çıkıp kendi yolunu bulmaya çalışan her sanatçı; sadece yapageldiği sanatla ilgili olarak değil genel olarak hayatla ilgili de ufuk açıcı ve ilham verici tespitler paylaşır. Üstelik bu tespitler çoğu zaman bir kitabın satırlarından okunup ezberlenmiş cümleler yığını olmanın ötesine geçer ve kendi poetikasını inşa etmeye çalışan bir sanatçının tecrübelerinin bir toplamı olduğu için her zaman sahici damardan beslenmiş, sıcak cümlelerden meydana gelir.

Cemal Şakar, hem ne anlattığı ile hem de nasıl anlattığı ile derdi olan bir yazar. Öykünün, pratiğiyle de teorisiyle ilgili de mesaisi ve kavgası olmuş. Bu nedenle kendisiyle yapılan söyleşilerde “ben” anlatımının ötesinde bir sanatla ilgilenen ve derdi olan bir yazarın tecrübelerinin paylaşımına şahit oluyoruz. Her tecrübe paylaşımı gibi bu da Cemal Şakar’ın söylediklerine bir kıymet katıyor. Öyküyü bir yaşama biçimi olarak değil de varolan yaşama biçiminin içinde bir form olarak tanımlayan Şakar, “Edebiyatın müeddep suskunluğunu” eleştiren bir yazar. Öykü anlayışı ile kim olduğu, kim olmadığı, neye karşı ve taraf olduğu bilgisini iç içe geliştiren bir yazarla yapılan söyleşilerin de bundan bağımsız olması beklenemez elbette.

Bir yazarla yapılan söyleşilerin isminin Dile Kolay olmasında ironik bir yan olduğunun farkındayım elbette. Zira edebiyat öncelikle bir dil inşası işidir ve asıl zorluğu dildedir. Söyleşi ise bir form olarak denemedeki ve öyküdeki meramın bir form potasında pişmesini gerektirmese de “söz” üzerinden ilerlediği için dile kolay değildir aslında. Yine de Türkçe’nin bir deyimi olarak “dile kolay”, söz ile fiil arasındaki makasın açıklığını vurgularken sözün kendisinin de fiillerden bir fiil olduğunu devre dışı bırakıyor. Cemal Şakar ise hem denemeler hem de öyküler yazarak dili tekrar devreye sokuyor. Dile Kolay’da iki kapak arasında yer alan dil de asıl zorluğun nerede olduğunu bir kere daha hatırlatıyor bence. Bu noktada Cemal Şakar’ın edebistan.com sitesine verdiği söyleşiden bir pasaj iktibas etmekte fayda görüyorum: “Mümkünler dünyasında makulat içinde yaşıyoruz. İnsanız, bazı haller içindeyiz ve bu halleri edebiyatın imkanlarınca ifade etmeye çalışıyoruz. Genellikle hallerin sınırsız, dilin sınırlı olduğunu düşünme eğilimindeyiz. Oysa insanın kendisi sınırlı bir varlık, dil de sınırlı; sınır kere sınır diyebiliriz ya da sınırların mütekabiliyetinden söz edebiliriz. Zaten insandan beklenen de elinden geldiğidir; ama insan, sanki kendi sınırlarını aşabilecekmiş gibi hep daha fazlasına talip olur. Yaşadığı halleri yeterince ifade edemediğini görünce de dilin kifayetsizliğinden dem vurur. Oysa dilin yapıcısı, taşıyıcısı, değiştiricisi, dönüştürücüsü öncelikle edebiyatçılardır, bu kertede onlardan beklenen dile müdahale etmeleridir. Bunu yapamayanlar genellikle geri çekilir ve az önce sözünü ettiğim kifayetsizlikten söz eder. Yaşadığımız halleri aynıyla dile getirebiliriz demek istemiyorum. Mümkün olmayan da bu zaten. Edebiyat, hallerin bir form içinde aktarımıdır; şöyle de diyebiliriz, edebiyat, hallerin bir başka dile tercümesidir. Burada da insanın en büyük yardımcısı edebi sanatlardır.”. Meselelerimizi önce çözüp sonra da yazmayacağız, yazarken işlenecek meseleler, işlenirken incelecek ve biz onlarda derinleşeceğiz. Dile Kolay bir kitap olarak her yaştan genç yazarlara yol gösteren değil harita çizmeyi öğreten bir kitap bence. Kolay ve kestirme cevaplar aramayanlara bu kitap çok şey söylüyor.

Dört bölümden oluşuyor Dile Kolay. İlk bölüm “Edebiyatla Dopdolu” ismini taşıyor. Bu bölümde Cemal Şakar ile pür edebiyat söyleşileri yer alıyor. “35 Yıl” başlıklı ikinci bölümde ise ilk bölümde bulunan poetik desteğin fikri ve siyasi arka planını okuma fırsatına sahip oluyoruz. Cemal Şakar gibi fil dişi kuleden yazmayan, yaşadığı zamanın ve coğrafyanın nabzını yakalamaya çalışan bir yazarın öykü dünyasını elbette “steril” bir edebi fanusla sınırlayamayız.

Dile Kolay’ı yayına hazırlayan ve kitabın başında yer alan Cemal Şakar portresini hazırlayan Şair Dilek Kartal’ın emeğini de vurgulamadan geçmek haksızlık olur. Titiz bir çalışma yapmış Kartal, bu tarz kitaplarda rastladığımız tekrara düşme yahut dağınıklık gibi olası sıkıntıların tamamını bertaraf eden Kartal’ın emeği ile kitap “özgün bir çalışma” olmaya epey yaklaştırılmış. Üçüncü bölüm ise “17 Kitap” başlığını taşıyor ve Şakar’ın bugüne kadar yayınlanan 17 kitabı dolayısıyla gerçekleşmiş söyleşilerinden oluşuyor. Son bölüm ise “Ve” adında. Şakar’ın pek çok derginin soruşturmalarına verdiği cevaplardan müteşekkil bu bölümde ise söyleşiler başlığı altına uygun olmayan ama kitap dışı bırakılması da doğru olmayan metinler bulunuyor.

Dile Kolay, sadece Cemal Şakar ve yazarlığını tanımak isteyenlere değil öykü sanatını anlamak isteyenlere de hitap ediyor.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

2 Ekim 2017 Pazartesi

Çizgileri kanatlandıran adam: Hasan Aycın

Yatay çizgiler, dikey, elips, düz, kıvrımlı ve helezonik çizgiler.

Hasan Aycın, çizgileriyle konuşan, mürekkebiyle can suyu veren ve ışkın atan çizgilerin fidanların akabinde kök salmasıyla öz maddesinden hareketle manaya evrilen çizgilerin babası denilse yanlış olmaz sanırım.

Çizgileri her biri bağımsız ve bütünlüklü birer imgedir. Çizgiyle iletişim kurabilmemiz için başka şeylere ihtiyacımız yoktur. Çünkü çizgiler hayattan koparılmış birer ayrıntı ya da görüntü değildir. Devamlı olarak hayatla bir ilişki içindedir. Zaten bir imgeyi anlıyor, ona belli bir anlam yüklüyorsak bu durum, ona bir geçmiş ve gelecek kurmamız, tarihsel birer bağlama oturtmamız demektir. Her çizgi bize, daha önce de böyle oldu, şimdi de böyle oluyor, yarın da böyle olacak gibi bir süreklilik duygusu yaşatır. Zaten Aycın’ın çizgilerini güncel kılan, hep şimdi’ de oluyormuş duygusu uyandıran büyüsü hayatın sürekliliğinde hep aynı kalan öz’le kurduğu organik bağdır.

Cemal Şakar üstat bu şekilde açıklıyor; çizgilerin yalınlığından hareketle bizlere yakından tanıyormuş ve tanınıyormuş hissiyle ulaşan efsunlu bütünleşmeyi.

Aycın’ ın çizgisinde ki kimya, kâğıt ve kalemin sadeliğinden yola çıkmakla beraber en dolambaçlı çizgilerde bile bariz ahengin aklımıza nakşedilmesini “Aycın’ın yapısal doğallığının kaleme kâğıda aksetmesi” olarak yorumlanıyor Cemal Şakar’ın yakın gözlemiyle.

Hasan Aycın’ ın Çizgi’si” kitabını incelemek ve değerini yerli yerine koyabilmek için uğraş verirken, üstadın çizgisinde kaldığını bir müddet cümlesizlikte var olan inceliklerin kelama çözümlenemediğini fark ediyor insan. Çünkü o çizgizar, o siyah beyaz televizyon günlerinde ki renksizliğin kendi hayal gücümüzü geliştirdiği günlerden kalma bir özlemin belki de beyaz kâğıda arı duru renksiz bazısına göre kendi renk âlemimize bırakarak bizi, bize sessizce hayatı anlatan adam. Hayatı mı sadece, inancı, sevgiyi, birliği beraberliği yerine göre de ölümü…

Siyah beyazın sahip olduğu simgesel anlamları da kullanarak sertliği arttıran beyazın saflığı ile siyahın karanlığının mücadelesiydi renklere bezenmemiş çizgileri.

Hasan Aycın, bir kitap dolusu kelime cümbüşüyle anlatılacak meseleyi tek bir sayfada özetleyebildiği için özel bir insan. Özel çünkü Kitapta Sayın Ali Emre’nin detaylı biyografisinde de bahsettiği gibi, o henüz ilk çocukluk döneminde ağır bir imtihan ile tanımış hayatı. Ayakları onu istediği yere götüremeyince, elleri istediği yerleri çizmek için belki de kalemi yoldaş edinmiş 'çitlerin arasından bakan yeşil gözlü çocuk'.

Kim öğreti ona çizmeyi? Kimden ders aldı? Kimdir Hasan Aycın’ın ustası?

Şüphesiz ki en büyük öğretici olan “Rab” den gelen “kun!” emriydi kalemi ruha bürüyen de Hasan Aycın’a çizgiler ile yürümek şöyle dursun, uçmayı öğreten. Pirinç çuvallarının üzerinde çizgiyle hemhal ettiren de “Bocurgat” olmuş gönlünün derinlerindeki derdini biçimlere döktürende ‘O’. Kendi izinde yürümek diyor Cemal Şakar, Çizgizarı anlatmaya başladığı ilk satırlarda. Yıldızlı bir gece vakti yürüyüş istikametinde Rabbi’sinin olduğunu bilerek, emin adımlarla karanlığa rağmen yürüyen adamdı Aycın. Cemal Şakar üstadın, Aycın’ın bazı çizgilerini meallemekle beraber onu tanıyor olmanın verdiği muhabbet ile ki bu kitabın her satırına sirayet etmiş; Aycın’ın insani yönleriyle çizgilerinin arasında ki uyumu aktarmış deneyimli kalemiyle. Sayın Şakar değerli sanatkârı mesleki açıdan tanıtmakla kalmamış, onu bize iyi insan samimi Müslüman portresi olarak da anlatmış. Aycın olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan biri olduğu için çizgilerinde yabancılık çekmiyoruz zira o bizden biri olduğu kadar arkamızı döndüğümüz vakit hançerlenmeyeceğimizi bildiğimiz güven telkin eden ender bulunur bir insan aynı zamanda.

Nesneyle kurulan ilişki öncelikle sanatçının bilinciyle bir anlamda ideolojisiyle ilgilidir. Bu bilinç sanatsal formu da zorlar, kırar, büker, böylece kendine uygun biçimi bulmaya çalışır. Bu anlamda Aycın’ın eşyayla kurduğu ilişki rikkatli, nazik ve özenlidir. Çünkü her şeyi Allah yaratmıştır; dolayısıyla her şey hürmete layıktır. Asıl olan, şeyleri yaratıldığı ilahi takdire uygun olarak kavramak ve uygunluk içinde ifade etmektir. Aksi zulümdür. Bu nedenle onun çizgileri bizatihi kötü, çirkin, fesat yoktur. Fıtri insanın öfkesi ve zaman zaman şaşkınlığı, insanların bozulduğu, tahrip ettiği düzene yöneliktir. Onun derdi; her şeyi ait olduğu bağlama oturtmak ve şeyler arasında kozmik bir ilişki kurmaktır.

Cemal Şakar bu paragrafta Aycın’ın derdini meselesini net olarak özetlemiş. Aycın’ ın çizgilerinde ki sırlı etkileşimi ise şu cümleler ile özetliyor; “çizgilerin anlam-değer yüklü olması sanatçının aynı değerler dizgesine sahip olmasıyla ilgilidir. Bu bağlamda sanatçıların eserleriyle arasındaki otobiyografik mesafe hep tartışılmıştır. Her çizgi onun sahip olduğu anlam-değer dizgesine sonuna kadar bağlıdır. Çizgilerle sanatçı arasındaki otobiyografik mesafesizlik nedeniyle neredeyse Aycın’ la çizgisi arasında özdeşlik duygusu yaşarız. Sanki çizgideki figür Aycın’ın kendisidir. Bu münasebetle olayın tam merkezindeymişiz gibi bir hisse kapılırız. O an, oradadır ve olanlara şahitlik eder; çözümler, yorumlar ve yargıda bulunur. Çizgileri hep bu yargının sonucudur.

Öğreticiliğin esaslarından hatta özüdür belki de insana, talebeye, mahlûkata ayna olmak. Sır sanatta kendisini görmesini sağlamaksa eğer, Aycın’ın kaleminde var olan bu aksisedayı görmemek mümkün değil. Saygıdeğer ustanın sessizliğindeki çığlığı duymamak için sağır olmak gerek.

Cemal Şakar’ın kaleminden Hasan Aycın’ın Çizgisi kitabı işte tam da bu yüzden okunmalı. Görmekte ve duymakta umarsız olabilir insan yahut gönül gözü keskinliğini yitirmiş olabilir. Böyle zamanlarda Şakar gibi usta kalemler mevzuyu alır, çok yönlü olarak detaylandırır, bizler için inceler inceltir ve özümsememize yardımcı olur.

Bu değerli eseri okumanız için onlarca sebep sıralayabilirim fakat Cemal Şakar ustanın “Hasan Aycın’ın Çizgi’si” eserinde ki zihin tutkalı vazifesi gören Aycın’a dair “doğallığın çizgilerde ki yansımasından” yola çıkarak yalın bir biçimde diyebilirim ki; Alın ve okuyun bu kitabı çünkü ustalardan öğrenecek çok şey var.

Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_

5 Mayıs 2016 Perşembe

Öyküde yeni "kara" parçaları

KaraCemal Şakar’ın 10. öykü kitabı. Onun için bir kemale, olgunluğa ulaşmış bir yazar diyebiliriz kolayca. Ancak Cemal Şakar’ın öykü macerasındaki olgunlaşması yedeğinde bir öykü tasavvuru ile uzlaştığı kabulünü taşımıyor. Nedir bu kabul? Bahsettiğim kabuller, öykü yazarlarının ve okurlarının üzerinde uzlaştıkları “alışılmışlıklar”dır tam olarak. Seçilen temada, işlenen tipte, tasvirlerde, üslupta yazılmış ve okunmuş olanı devam ve tekrar etmenin verdiği bir konfor vardır zira. Şakar, öykü dünyasını bu konforun dışındaki bir alanda kurmaya kararlı bir yazar. Bu yüzden de hem ne anlattığı hem de nasıl anlattığı sorusuna alışılmışın dışında bir noktadan cevap veriyor.

Öykü bir ülke olsaydı onun için başkentte oturan bir bürokrat değil sınır boylarının ötesine geçen bir serdengeçti diyebilirdik. Nitekim Şakar da Post Öykü için kaleme aldığı “İslamcı Öykünün Uzlaşımları” başlıklı yazısında tam da bu tercihini temellendiren eleştirel bir metne imza attı.

Dünya değişiyor, bu değişen dünyada İslamcı öykünün ürettiği uzlaşımlar giderek bir hapishaneye dönüşüyor. Bu öykü anlayışı değişen dünya karşısında hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaya devam ediyor.

Kara’da yer alan “Masamda Ruhumla” başlıklı öykü, adeta Post Öykü’de kaleme alınan eleştirilerin öyküye bürünmüş hali gibi. Cemal Şakar yazılagelen öykü klişelerini Post Öykü’de madde madde sayarken “Masamda Ruhumla”da da bu eleştirinin öyküdeki somut karşılığını gözler önüne seriyor. Bu açıdan söz konusu yazı ile bu öykünün eşzamanlı eleştirel bir okumasının yapılması halinde oylumlu ve verimli bir yazıya ulaşılabileceğini düşünüyorum. Sözün başına dönersek Cemal Şakar “öykünün uzlaşımları ile hesaplaşmaya” devam ediyor ve Kara, işte bu hesaplaşmanın yeni durağı...

Cemal Şakar, elbette sadece yazılagelen öykü ile hesaplaşmakla yetinmiyor yazdıklarında. Mağdurları, mazlumları, dışlanmışları, görmezden gelinenleri öyküleştirerek bir başka hesaplaşmayı daha gerçekleştiriyor. Üstelik dışarıdan bir gözle, steril bir kuleden bakmıyor anlattıklarına. Yazdıklarını bir öykü nesnesine dönüştürmüyor. Hem dil hem üslup hem de biçimsel tercihleriyle anlattıklarını birer özne olarak karşımıza çıkarıyor. Cemal Şakar olabildiğince kısa tutuyor öykülerini. Olabildiğince az detaya, olaya yer veriyor. Onun öyküleri, bir öyküde ne kadar iktisatlı davranabileceğine ilişkin atölye çalışmalarında örnek metinler olarak okutulabilir. Öyküleri okurken metinlerinde yer alan grafik öğeler kadar metnin bizatihi kendisinin bir grafik öğeye dönüştüğüne şahit oluyoruz. Bu yüzden de Cemal Şakar’ın öykülerinde sayfalarda yer alan “boş” kısımların da öyküye dâhil olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. “Bir Öyküye Giremeyen Parçalar” adlı öykü tam da bu durumun bir örneği.

Ayrıca tarot kartlarının yer aldığı “Bir Avuç Dünya” adlı öykü ile karbonmonoksit zehirlenmesinin anlatıldığı görsel unsurların yer aldığı “Mustafaaammmm” adlı öykü görsel anlamda “kolektif” bilinçaltımızdan ilham alması bakımından dikkat çekici birer tecrübe olarak görülebilir. Cemal Şakar, Filistin’i de ele alsa maden kazasını da işlese belli bir mekânla, zamanla sınırlı olmadığı için “gündemle” sınırlı kalmayacak metinlere imza atıyor. Bu sebeple Şakar’ın güncel olanla/güncel olmayan arasındaki dengeyi gözetirken en güncel olayların bile “çok daha uzun soluklu karşılıklarına talip bir yazar" olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Cemal Şakar’ın Sular Tutuştuğunda adlı öykü kitabı çerçevesinde verdiği bir söyleşide söyledikleri zannediyorum ki yeni kitabı Kara için de aynıyla geçerli bir durum: “Gerçekliğin ne olduğu, sanat eserlerinde gerçekliğin temsili gibi sorular hep tartışılageldi ve devam edecektir. Ben bu tür sorulara dünyagörüşü merkezli bakan biriyim, hatta ideolojik bakarım. Zaten aksini iddia edenlere, nesnel cevaplar aradıklarını söyleyenlere de inanmam, itibar etmem. Mesele gerçekliğe, öykü yazarı olarak bakmak değildir; mesele öncelikle kendine dünyada bir yer arayan, konumunu belirlemeye çalışan insanın meselesidir. Varlığını anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak insani bir zorunluluktur; bu zorunluluğun peşinden koşarsanız, var olanlar içinde kendi yerinizi tayin edersiniz. Bu size dünyayı gördüğünüz, görebileceğiniz bir bakış açısı sunar. Olan-bitenleri bu bakış açısı içinden değerlendirirsiniz. Öykü tüm bu değerlendirmelerden sonra insanın kullanabileceği bir enstrümandır, bir araçtır. Bu noktadan sonra önemli olan bu aracı iyi kullanıp kullanamadığınızdır.

Kendini tekrara düşmek, Cemal Şakar’ın temel kaygılarından biri. Ancak Şakar sadece “tema” tekrarından bahsetmiyor burada, hatta tema tekrarından pek de endişe etmiyor. Onun öyküde temel kaygısını “biçimle” ilgili tekrarlar oluşturuyor. Bu yüzden onun kitaplarını bir biçimler külliyatı olarak da tanımlamak mümkün. Uzun sözün kısası Cemal Şakar, yazdıklarıyla hakkında çok daha uzun soluklu ve derinlikli çalışmalar yapılmayı hak ediyor. Dolayısıyla bu kısacık yazı, bir acz itirafı gibi kalıyor sayfa üzerinde...

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

31 Ağustos 2014 Pazar

Gitmek, asfalttan önce de vardı

Hangimiz kimi zaman giden olmadık ki? Bağlarımızdan, ailelerimizden, sevdiklerimizden, kölesi olduğumuz maddelerden... Bir şekilde herkes bir kere kapıyı çekip çıkmıştır ve yine aynı şekilde herkes bir kere geride kalan olmanın verdiği acı ile savaşmış, sonunda barış imzalamıştır.

Cemal Şakar'ın 1990 yılında basılan Gidenler Gidenler kitabı, usta öykücünün bir kitapla okuyucuya ilk merhabası ve çok şükür ki o edebiyat dünyamızdan bir yere gitmiyor. Bize gidenleri olduğu kadar kalanların da portresini çiziyor anlatısında.

Ömer Lekesiz'in sunuşu ile açılan kitap, dokuz kısa öyküden oluşuyor. Öykülerin isimleri dikkatimi çekiyor elime ilk aldığımda. Sanki isimler bile giriş, gelişme ve sonuca göre dizilmiş. Gidenler Gidenler diyor önce Şakar ve flashback yapıyor başlıklarda. İkinci öyküsü Bir Savaştan Slaytlar'da sanki bir ayrılık sahnesini izlettiriyor bize ve ayrılığın ikiz kardeşi hasretten dem vuruyor Ora Özlemleri'nde. Zaman zaman düşlere konuk oluyor, zaman zaman nostalji yapıyor, önce dağıtıyor, sonra yapıştırıyor ve bir İnşirah'a kavuşturuyor son öyküsünde. Elbette bu öykülerin her biri farklı bir konu üzerinde şekillenip gelişiyor ancak yapısal anlamda baktığımızda her öyküde tam da bu zincirin takip edildiğini görebiliyoruz.

Bu kitap bana çok şey anlatıyor yazınsal anlamda. Örneğin; bir öykünün öykü olabilmesi için ille de keskin bir yönüyle dikkat çekici kahramanlara, kalbi eğip büken, bunun için ağdalı bir dil kullanan anlatımlara ihtiyaç yok. Gündelik hayat içindeki ayrılışlar, onların içimizden kahramanları, yaşamları, hisleri zaten o kadar ezebiliyor ki insanın içini, olanı olduğu gibi aktarabilmek bile yetiyor bazen okuyucuyu kelimelerin içine almaya. Şakar bunu ustalıkla gerçekleştiriyor kitabında. "Anlatılmaya değer şeyler yaşamadık." diyor bir öyküsünde ve belki tam da bu nedenle anlatılanlar bize uzak gelmediğinden, samimiyetini hissettiğimizden kitabı bağrımıza daha da bir basarak ve benimseyerek okuyoruz. Zira bizler her gün kendi hikayelerimizi yaşıyoruz.

İlk öyküsü Gidenler Gidenler'de "Sonra elimi bıraktı. Her şey arnavutkaldırımının üzerine düştü, öyle kaldı. 'Bırak peşimi, eve dön,' dedi. Sesi kırıktı. Bir daha dönmeyeceğini biliyordum." diyor anlatıcı. Sahneyi aktarıyor bize, zihin okuması yaptırıyor ve kim olduğunu henüz bilmediğim iki insanın bu ayrılık sahnesine tanık olurken kalbim ezilmeye başlıyor benim.

Aslında bizi bize anlatıyor Cemal Şakar. En başında da sordum ya yazımın, "Hangimiz kimi zaman giden olmadık ki?" diye. Bu gidenler de bizden. Yaşadığı kötü yerden kurtulmaya çalışan ve ardında annesiyle kardeşini bırakan ancak zamanı gelince dönmek zorunda kalan, bıraktığı her şeyi, sevdiklerini ve eşyayı darmadağın bulan bir abi; dünyanın meşgalesinden, maddeden, insan olmanın özüne uymayan uğraşlardan sıkılan, hiçbir şey değil, sadece ama sadece gitmek isteyen bir adam, bulunduğu ortama, sahip olduklarına, yaşamına yabancılaşan bir fantastik kahraman... Kıymetli şair Bülent Parlak'tan bir başlık seçmemin sebebi de budur. Bu kitap sadece modern insanın kaçma isteğini değil, her daim insanın içinde başgösteren, bir ihtiyaç olan gitme arzusunu anlatıyor bize.

Doksan üç sayfalık incecik, yükte hafif bir kitap... İçine ağır ayrılıklar sığdırmış anlatıcı. Hoşça kal'larınızı ya da güle güle'lerinizi yeniden yaşamak için arka sayfadaki davetin verdiği mesaj kafi: “İçini karartma, beraberce düşünmüş olduk ve bu düşünüş birbirimizi tanımamız içindir."

Feyza Andaş Gönüler
twitter.com/feyzandas