Alper Canıgüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alper Canıgüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2019 Pazartesi

Gelecekten geçmişe garip bir yolculuk

Lambadan bir cin çıksa ve bize bir dilek hakkımız olduğunu söylese, acaba kaç kişi hayatında hatırı sayılır bir sene geri gitmek isterdi? Üstelik şimdiki aklıyla. Geri gitmeyi tercih edenler, bunu ne için isterdi? Bazı yanlışlarını düzeltmek için mi, hayatındaki bazı kör noktaları çözmek için mi, yoksa yeni baştan bir gelecek kurmak için mi? Alper Canıgüz’ün son kitabı, yukarıdaki türden soruların gerçekleşmiş halinin içine düşmüş bir kahramanın, Aziz’in başından geçenleri anlatır.

Türk edebiyatının en şahsına münhasır yazarlarından olan Alper Canıgüz’ün, Kan ve Gül: Bir Kara Dejavu kitabı, 2017 yılında April Yayıncılık etiketiyle yayımlandı. Okurlarını son kitabından sonra dört yıl kadar bekleten Canıgüz, sağlam bir roman ve değişmeyen yüksek temposuyla bizleri selâmlıyor yine. 212 sayfadan ve 13 bölümden oluşan romanın başkarakteri Aziz’in başından geçen ilginç ve gizemli bir durumun anlatıldığı kitap, başından sonuna kadar Aziz’in bakış açısıyla anlatılır. ‘Saçma sapan’ aşk romanları çevirisiyle geçimini sağlayan; ancak bir gün Sait Faik hikâyelerini İngilizceye çevirme idealini her zaman diri tutan, evlenip boşanmış ve çok da iyi bir baba olduğu söylenemeyen, bazen uçarı, kendine güvensiz bir tipleme olarak karşılaştığımız Aziz’le, romanın sonundaki huzura kavuşmuş Aziz arasındaki farkın sebep olduğu olaylarla, yazar, yine başarılı bir kurgu ortaya çıkarmış.

Gelecek, bazıları için, hakikaten de uzak bir hatıradan ibarettir. Böyleleri açısından varoluş, hayatın meşum bir noktasında, şimdiki zamandan ileriye doğru uzanan bir yol olmaktan çıkıp, onları geçmişle gelecek arasın sıkıştırıp bir hapishaneye dönüşmüştür. Bu, trajik bir hal midir? Herhalde öyledir. Fakat burada bize düşen, kimseyi yargılamak değil; bir köle, ama muhakkak ki pek isyankâr bir köle saymak gereken insanın hazin kaderine dair bir hikâye anlatmak. O yüzden, gelin, az önce sözünü ettiğim iflah olmaz türün bir mensubu sıfatıyla, size her şeyi ta en ortasından başlayarak anlatayım.” diyerek hikâyesine giriş yapar Aziz ve hikâyesini anlatmaya başlar. Kızının gösterisini seyretmek için gittiği ve aynı zamanda mezunu olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde başına gelen bir olaydan sonra, 1994 yılına dönen; fakat gelecekteki aklına sahip olan Aziz, yirmi yıl önceki hayatının gizemli dehlizlerini dolaşır ve gelecekte yaşadıklarıyla (o zaman için yaşayacaklarıyla) bağlantı kurmaya çalışır. Aynı zamanda, geri döndüğü tarih olan 1994’teki bir cinayeti engellemeye çalışan Aziz’in, hayatıyla ilgili öğrendiği birçok detay, yirmi yıl sonraki iç huzurunu kazanmak için oldukça önemli olur. Üniversite hayatına dönmeden önce “Yediğim lokma boğazıma takılıverdi. Yakıcı konulara dokunmadan, havadan sudan sohbet edebilecekken dostça bir sorumluluk duygusuyla konuşması duygulandırmıştı beni. Ne kadar ender karşılaşıyordu insan böyle şeylerle. İçime bir sıcaklık yayıldı. Ne ki, bu muhabbet dolu hislerim fazla uzun sürmeyecekti. Saffet’in sözlerinin sevgiden ziyade acımadan kaynaklandığı gibi bir kuşkuya kapılınca feci rahatsızlık duydum. Hâlbuki ben değil miydim, sevdiğim herkese biraz da acıdığımı söyleyip duran? Belki kendime ve herkese yalan söylüyor, belki de iyicil hiçbir şeyi hak etmiyordum” şeklinde kendi hakkında fikirleri olan Aziz, sonrasında “üzerimizde melekler dans etmekteydi” diyebilecek bir iç dinginliğe kavuşur.

Kitabın 49.sayfasına kadar gelecekteki reel hayatta geçen roman, 49.sayfadan itibaren kitabın son bölümü olan 13.bölümün başlangıcına kadar, Aziz’in döndüğü 1994 yılını anlatır. Aziz dejavu yaşadığı anı “Rüyanızda rüya gördüğünüz şüphesine düşerseniz, kesinlikle rüya görüyorsunuzdur. Öte yandan, hayat denen şeyi bütünüyle bir rüya olarak kabul etsek dahi, onun uyanıklık tabir edilen yakasındayken bunun farklı bir ontolojisi bulunduğunu ayrımsayabilirsiniz. Burada gerçek ile hayali ayırt etmek için bilimsel bir yöntem yoktur. Tek referansınız, düşünen şeyin, düşündüğü her şey yanıltıcı olsa dahi, varlığını yadsıyamayacağınız o noktadır. Hasılı, düşünüyordum ve vardı! Yaşadığım her şey, gerçek denince ne anlıyorsanız, o kadar gerçekti. Açlık ve üşüme de, bu hissi büsbütün güçlendiren unsurlardı” şeklinde tanımlayarak aslında tam olarak ne yaşadığını kavramaya çalışır.

Bu zamandan sonra son bölüme kadar tamamen geçmişinde kendinin ve geleceğinin peşinde koşan Aziz, eski karısıyla, tiyatrodan arkadaşlarıyla, geçmişini ilk yaşadığında hiç tanımadığı ancak ikinci sefer 1994’e döndüğünde tanıdığı Abdül’le garip, heyecanlı ve artan bir tempoda olaylar zincirine girer. Canıgüz, bu süreçte salt bir romandan çok, politik ve sosyal dönem değerlendirmelerini de yapmayı ihmal etmez.

Bundan önceki kitaplarından daha fazla oranda fikirlerini kitabın kurgusu içinde eriten yazar, genelde sırıtmayacak bir anlatımla bunları okurla paylaşır. Karakterlerinin psikolojik alt yapılarını oluşturmada başarılı olan Canıgüz, hikâyenin gizemini nerede koruyacağını, hikâyeyi nerede açacağını iyi belirlemiş. Ayrıca Aziz’in içine düştüğü olağanüstü hâlin verdiği duygudan kısa sürede kurtulmasının ve geçmişi değiştirerek geleceğe yön vermeye çalışmanın ‘çok’ gerçekçi olmayacağını düşündüğünden olsa gerek, Aziz’in kendi kendine gerçekleştirdiği iç sorgulamalarla bu durumu (her ne kadar olağanüstü olsa da) gerçeklerden saptırmamayı başarmış: “Peki insan hakikaten geçmişi değiştirebilir miydi? Ben pratik olarak içinde bulunduğum anı değiştiriyor ve neticenin umduğum gibi gelişmesini bekliyordum. Amazon’da bir kelebeğin kanat çırpması Amerika’da bir kasırgaya yol açıyorsa, bir aşk romanları çevirmeninin belediye otobüsü gasp etmesinin nasıl sonuçlar doğuracağını tahmin etmek mümkün müydü? Yani bizzat yapıp ettiklerimle olayların seyrini belirlemekteydim. Bu durumda geleceği görmek gibi bir avantajdan söz etmek güçtü. Belki de elime geçen tek şans, zarları bir kez daha atma fırsatından ibaretti. Belki de mühim olan geleceği değil, geçmişi görebilme yeteneğiydi. Belki de, hayatın kontrolsüz bir düşüş olduğunu kabul edip ona mutlu bir son aramak yerine, iyi bir hikâye olmasına gayret etmeliydim. Gençler bilseydi, yaşlılar yapabilseydi derler. Doğru muydu, görecektik bakalım?

Erdem Bayazıt’ın bazı şiirlerinin başında, o şiirin nasıl ve hangi tempoda okunacağı yazılıdır. Alper Canıgüz’ün kitapları da hızlı bir tempoya sahip anlatımıyla dikkat çekiyor. Bu romanı da tıpkı diğer romanları gibi hız yönünden hiç eksik değil. Hatta okuma temposu en yüksek kitabı diyebilirim. Kitap, yavaş okunmaya çalışılsa bile tempoyu kendi kendine artırıyor. Tabii ki buna sebep olan şey dilin yalınlığı ve üslûbun oldukça sade oluşu. Fazla süslemelere girmeden, benzetmelerinden zaman zaman Murat Menteş tadı alınan kitap, (Örneğin; …çifte su verilmiş çelik grisi gözlü adamlar…) okuru yormadığı gibi anlamı da ağırlaştırmıyor. Ayrıca anlatıma mizahî unsurların katılması Canıgüz’ün klasik tarzı oldu artık. Kan ve Gül’de de mizah öne çıkıyor ama haddinden fazla kullanılmadığını görüyoruz. Üstelik -daha önce değindiğim gibi- bu kitabında önceki kitaplarına göre daha fazla (ya da daha belirgin mi demeliyiz) kullandığı politik mizah da kitabın içinde başarılı bir şekilde eritilmiş ve konu bütünlüğüne sekte vurmadan anlatımı kuvvetlendirmiş:

Memleketimizdeki yükseköğrenim kurumlarından birine yolu düşen herkes, devletimizin bu ilim ve irfan yuvalarının üstüne nasıl titrediğini, kapıya yığdığı el güvenlik, polis gücü, çevik kuvvet ve hatta jandarmalara bakarak kolayca anlayabilir. Serbest düşüncenin kalesi üniversite, ülkemizde kelimenin tam anlamıyla kale gibi korunmaktadır yani. Hal böyleyken uluslararası akademik çevrelerde hiçbirinin esamisinin okunmaması, devlet büyüklerimizin pek çok farklı konuda defalarca dile getirdiği gibi, batılı güç odaklarının kıskançlığı dışında nasıl açıklanabilirdi cidden?

Yazarın özellikle bazı karakterler üzerinden aktardığı siyasi, sosyal ve psikolojik fikirlerinin okunmaya değer ve oldukça başarılı olduğunu; hatta Canıgüz’ün sadece roman değil, düşünce tarzında da eser verdiği takdirde romandaki başarısını yakalayacağını düşünüyorum. Ülke ve insanlar hakkında yaptığı başarılı gözlemlerini ince bir zekâyla birleştiren yazar, orijinal fikirlerle okur karşısında Kan ve Gül’de. Kanaatimce yazarın Oğullar ve Rencide Ruhlar’la beraber en iyi kitabı olmuş Kan ve Gül.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

16 Haziran 2016 Perşembe

Beş yaş felsefesi

"İnsan yüreği bir sarkaç gibidir. İstediği noktaya ulaştığı anda tüm hızıyla tam tersi tarafa doğru kaymaya başlar."

Oğullar ve Rencide Ruhlar; Hakan Günday, Hakan Bıçakçı, Emrah Serbes ve Murat Menteş güruhundan kayda değer bir yazar olan Alper Canıgüz’den okuduğum ilk roman. Anlatının sıra dışı atmosferi bir yana beş yaşında bir karaktere yüklediği yarı fantastik felsefi ögelerle oldukça ilginç bir okuma deneyimi vadediyor.

Hikayenin giriş niteliği taşıyan ilk 50 sayfasında çok bilmiş küçük karakterimiz Alper Kamu kendisini, dünyaya bakış açısını, çevre algısını ve insanlığa karşı tutumunu anlatıyor. Ama ne anlatmak! Usta felsefecilerden alıntılar mı dersiniz? Popüler kültürden vurulan koyu demler mi? Kendi, küçük zihni büyük Alper Kamu daha ilk sayfalardan ağırlığını ortaya koymaya başlıyor.

İçinde yaşadığı mahallede kurduğu hiyerarşik düzen üzerinden toplumsal yapıyı kılıçtan geçiren Alper Kamu kendisine toz kondurmayan, biraz megaloman, küfürbaz ve keskin zekalı hınzır bir karakter. “Beş yaş insanın en olgun çağıdır: sonra çürüme başlar” diyor. Takındığı her tavrı büyüklere çekinmeden savuruyor, üstelik bu tavırlar onun savunmaları olsa ve işin ucunda silahsız kalma ihtimali varsa bile. Ona göre çürümenin esası ‘kamusal’ algı olarak oluşturulan düşünme pratikleriyle yakından alakalı. Bu düşünmelerin zorlamaya, zorlamaların ise mecburi eylemlere dönüştüğü görüşünde.

"Bütün orta sınıf çalışanları gibi iş günlerini hafta sonunu bekleyerek, hafta sonunu da iş günlerini özleyerek geçiriyorlardı. Ömürlerinin son dakikasının nasıl geldiğini anlamayacaklardı bile. Sistemin zaferi."

Modern köleler üreten düzeneklerden birisinde çalışan babasını içine düştüğü çıkmazdan çekip çıkarmaya çabalarken ise bu düzeneğin işletmecisi babasının sözüm ona patronuna unutulmaz bir ders veriyor. Bu sayede hem yazar amacına ulaşıyor, hem de ana olaya eklemlenen başarılı bir yan olay yaratılmış oluyor.

Kitabın ana olayı demişken: "CİNAYET"

Küçük filozof Alper Kamu uzun mücadeleler neticesinde anne ve babasını anaokulunun kendisine hiçbir faydası dokunmadığına inandırmayı başarmış günlerini evde kitap okuyup, televizyon izleyerek, sokaktaki çetesiyle takılarak mutlu mesut geçirmeye başlamışken bir anda şahit olduğu bir cinayet vakası onu hiç de kolay altından kalkamayacağı bir olaylar yığınının içine çekiyor.

"Oturur vaziyette sağ tarafımdaki pencerenin perdesini aralayarak dışarı baktım. Bunu hemen her gece yaparım aslında. Sanki pencerenin öbür yanında Tanrı'yı görüverecekmişim ve o bana her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu açıklayacakmış gibi bir hissim vardır."

Hikaye ilerlemeye başlayıp olaylar içinden çıkılmaz haller aldıkça okur olarak yazarın gücüne de tanık olmaya başlıyorsunuz. Zira Canıgüz gerek söyledikleri, gerekse yaptıklarıyla Alper Kamu’nun vücudunda son derece sinsi bir yetişkinin hüküm sürdüğü şüphesini karşı tarafa fazla zorlanmadan aşılayabiliyor. Haliyle tüm kitap boyunca ister istemez "Acaba bu çocukta ne var?" sorusu en az "Acaba katil kim sorusu kadar?" baskısını hissettiriyor.

Yazar olaylarla tatlı tatlı eğlendirip, düzeyli bir heyecan dalgasıyla serinletirken bir yandan da yavaş yavaş psikoloji, felsefe, siyaset, müzik, edebiyat gibi referanslarla düşüncelerimizi gıdıklayıp, genel kültürümüzü sorguya çeken bir ajan yaratıyor. Alper Kamu size de Albert Camus çağrışımı yapmıyor mu? Sonuçta Nietzsche okuyup, Chostakovitch dinleyen biraz alkolik, biraz nevrotik, azıcık da psikopat bir karakterden bahsediyoruz.

Alper Kamu her anlamda donanımlı, hazırlıklı ve garantici. İç sesi sürekli tetikte ve ona bir şeyler fısıldıyor. Ucu ona hatta ailesine de dokunan cinayet vakasını çözmeye çalışırken karşısına çıkan polis, komiser ve komiser yardımcılarını dikkatle gözlemliyor. Vahşi bir gözlem yeteneği, acımasız bir muhakeme gücü var. Alper Kamu’nun adaletin güvenceleri vesilesiyle bu kuruma da bir çift lafı var elbet:

"Adalet denen şey bir yalandan ibaretti. İnsanlar suç işledikleri için değil suç işlenmemesi gerektiği için cezalandırılıyordu. Sistem gaddarca bir caydırıcılık üstüne kurulmuştu."

Olayların profesyoneller tarafından çözülemeyeceğini anlayıp onlardan umudu kesen Alper Kamu bazen tesadüfler, çoğu zaman ise ince düşünceleri sayesinde ipuçlarını yavaş yavaş toplayarak okuru sürpriz bir finale taşıyor.

Alper Kamu Türkçe yazılmış bir Tim Burton karakterini andırıyor. Ne zaman ne yapacağını, ya da ne diyeceğini kestirmek zor. Siz hala uğraştığını düşünürken o çoktan tüm olayları çözmüş oluyor. Canıgüz bu romanda hikayeden çok karakter yaratmadaki başarısıyla dikkat çekiyor. Farklı bir yöntem izleyerek anlamları olay akışına ve içeriğe yerleştirdiği imgelere değil, doğrudan Alper Kamu’nun kişiliğine atfediyor.

Metinler arasında uçuşan pek çok soru var. Bunlardan belki de en önemlileri Alper Kamu’nun annesi ve babası arasındaki ilişkiyi gözlemleyerek yaptığı çıkarımlarla cevapladığı: "Büyümek nedir?", "Büyüyünce ne oluyor?" ve "Aile’nin önemi?" gibi sorular. Yazar bu sorular sayesinde okuruna basit muhakemeler yapma fırsatı sunuyor. Kısa ama etkili.

"Bazen merak ediyorum, hayatta kaybetmeye mahkum olduklarının farkındalar mı diye."

Alper Kamu’nun çocuk görünümlü yetişkin kimliği aracılığıyla yetişkinlik ve çocukluk arasında bocalayan, büyümek istemeyen, çocukluğuna özlem duyan çoğunluk açığa alınıyor. Alper aslında katili ararken yan karakterleri değil, okuru sorguya çekiyor.

"Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum."

Son dönem Çağdaş Türk Edebiyatında bolca rastladığımız klişe absürt komedilerden çok farklı bir roman Oğullar ve Rencide Ruhlar, bir tarafta cinayet çözerken, diğer tarafta aile içi dengeleri sağlamaya çalışan, sokaktaki otoritesi sarsılmasın diye duygularını özenle içine atan, babası için sistemi karşısına alan bir ‘ADAM’ın öyküsü bu. İçi dolu eli yüzü düzgün, üstelik keyifli bir okumalık arayanlara….

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

23 Temmuz 2013 Salı

Fırlama bir dedektif mi aradınız?
İşte karşınızda Alper Kamu!

Alper Kamu’yu bilen bilir. Yarısının yerin altında olduğunu düşündürten, mahallenin fırlaması, hayata dair aforizmalarıyla herkesi şaşırtan 5 yaşında bir velet. Kendisiyle Alper Canıgüz’ün 2004 yılında çıkan Oğullar ve Rencide Ruhlar isimli kitabında tanışmış, çok da memnun olmuştuk. Açıkçası yıllardır ertelenen ikinci kitabı biraz heyecan, biraz da sitem dolu bir haletiruhiye içinde bekliyorduk. Beklediğimize değmiş. Daha ilk sayfadan hızını alıp okuyucunun nefes almasına bile izin vermeden akıp giden bir kitap olmuş Cehennem Çiçeği.

Alper Kamu yedi yıl sonra hâlâ 5 yaşında ve yine boyundan büyük bir işe kalkışıyor. Bir cinayetin arkasındaki gizemi kaldırmaya çalışıyor. Tahmin edebileceğiniz üzere de başarıyor. Hem de adalet sistemini sivri eleştirilerle donatarak. E, çocuktur yapar. Kitabı direniş sonrasında okuyunca bazı yerlerde “tam direniş zamanı yazılmış olmalı” hissine kapıldım. O zamanda önce yazılmış olsa da sistemle ilgili bugün rahatsız olduğumuz çok hassas ve önemli noktalara değinmiş Canıgüz.


Bizim edebiyatımızın bence en önemli eksiği polisiye. Her türde yeterli ürün var ama polisiye yazarlarımızı saymaya kalkışsak bir elin parmaklarını geçmez. Alper Canıgüz için polisiye yazarı demek ne derece doğru olur bilmiyorum ama benim şahsi kanaatim kitaplarından o lezzeti aldığım yönünde. Polisiye okurken ne kadar meraklanıp geriliyorsam, Canıgüz'ün tüm kitaplarını okurken o kadar meraklanıp eğleniyorum. Edebiyatımıza absürd polisiye türünü nihayet getirdiği için de huzurlarınızda kendisine teşekkür ediyorum.


Kitabı tavsiye ettiğim insanların ilk sorusu “ilk kitabı da okumam gerekiyor mu?” oluyor. Hayır, gerekmiyor. Eğer kendinizi kaptırmak için birkaç bölüm beklemek sorun değilseniz gerekmiyor. Olay örgüsüyle ilgili bir şey de kaçırmazsınız. Fakat Alper Kamu’yu tanıyarak kitaba başlarsanız hemen yolculuğun keyfini yaşamaya başlarsınız, diğer türlü bir müddet anlam veremeden manzarayı seyretmeniz gerekebilir.


Ümran Kio

5 Eylül 2012 Çarşamba

Heyecanını yitirenlere

"Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar."

Okurken hem kahkaha atmak hem de hüzünlenmek, iyi bir yazarın kaleminden çıkan kitap vasıtasıyla olabilir ancak. Burada kurgudan çok, hikayenin karakteri bizi bir yerlere götürebilir.

Alper Kamu, 5 yaşında. Hem saf hem de filozof derinliğinde fırlama bir oğlan. Gördükleri karşısında şaşkınlığını belli etmekten çekinmiyor, üstelik bunu güzel bir yorumla bizlere sunuyor. Çaresiz kaldığı zamanlarda işi şakaya vurmayı seven ama lafı da gediğine oturtan, "benim de böyle bir oğlum olsun, yok yok olmasın" dedirtiyor Alper Kamu.

"Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum."

Alper Canıgüz'ün İletişim Yayınları'ndan Ocak 2004'te çıkan romanı Oğullar ve Rencide Ruhlar, Nisan 2012'de 12. baskısını yaptı. Çağdaş Türk Edebiyatı için alkışlanabilecek bir performans. Elbette burada okuyucunun seçimi de çok önemli. Okuyucu, iyi romanı her zaman görür ve ona hakkını verir. Gerekirse beynini de teslim eder.

Kitabın kapak tasarımından başlayıp son cümlesine kadar gittiğinizde, karambole geldiğinizi ve çok eğlendiğinizi hissedeceksiniz. Halk otobüsünde okurken çevrenize kahkahalarınızla rahatsızlık verecek, insanlar size baktığında "suçsuzum" bakışları atacaksınız. Bunların hepsini yaparken de hiç utanmayacaksınız.

"Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minübüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı."

Şimdi kemerlerinizi çıkarın ve 5 yaşında olduğunuz o yıla geri dönün. Aslında o en heyecanlı olduğunuz yaşınıza yani. Sonra heyecan denen şeyi çok nadir hissediyorsunuz çünkü...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Mart 2012 Salı

Canı sıkılanlara

Psikoloji dedikleri garip bir şey, sağı solu belli olmuyor. Bir bakmışsınız çok mutlusunuz, bir bakmışsınız hiç neden yokken kendinizi bunalıma sokmuşsunuz. Malum, insan mutsuz olmak isterse mutlaka bir yolunu bulur. Bazen de olaylar psikolojinizi şekilden şekle sokmak için kendiliğinden gelişir.

Mesela bir sabah uyandığınızda  Hayatımı satıyorum! 25 yaşında, iyi eğitimli, iki yabancı dil bilen sağlıklı genç, geri kalanını temin edebilmek amacıyla hayatının bir bölümünü satıyor. İlgilenenler aşağıdaki telefon numarasına başvurarak randevu alabilirler.  ilanıyla karşılaşsaydınız ne yapardınız? Hector Berlioz başvuruyor ve hayatı değişiyor. Onun hayatıyla birlikte sizin de ruh haliniz değişiyor.

Son zamanlarda durduk yere canınız sıkılıyorsa, hayatın monotonluğuna kafa yormaya başladıysanız kendinizi Alper Canıgüz’ün kelimelerine teslim edin, muhakkak iyi gelecektir.

Herkese Tatlı Rüyalar.