Alev Erkilet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alev Erkilet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2017 Pazartesi

Saadet Yurdu'nda neler var, neler eksik?

Alev Erkilet'e göre ‘Saadet Yurdu' tarlaların arasındaki kıvrımlı yollardan geçilerek ulaşılabilen balıkçı / çiftçi / zanaatkâr / tüccar yerleşkesidir. Bu yerleşkede yaşayanların ‘ellerinin ürettiğinden başkası yoktur.'

Yazar çocuk, yaşlı, kadın da dahil olmak üzere belde sakinlerinin tamamını kazançlarını emekleriyle elde eden kişiler olarak konumlar. “Kadınlar evde, tarlada, hayvanların başında, çocukların yanındadır.” (sf. 143) ifadesiyle geleneksel toplumsal yaşamda ‘kadın işi' olarak kodlanan işleri yeniden kadınlara tahsis eder. Ancak bu konuda bir sınır getirilemeyeceğini, ‘akıllı ve hesap bilir' kadınların deniz kıyısındaki ağaçlı bir bahçeyi kiralayıp çay bahçesi yapabileceklerini, pasta ve börek satabileceklerini tahayyül eder.

Kiralamadan bahsettiğine göre toprak, mülkiyet düzenine tabidir. Oysa kira, emek değildir. Bu hayalde ayrıca üretilen ürün / emtianın pazar problemi hesap edilmemiştir. Diğer taraftan ‘akıllı – hesap bilir kadın' vurgusu, tarla ve hayvan bakımı emeğinden ayrılmanın bir ölçüsü olarak ileri sürülmüştür. Niçin akıllı kadınlar ‘tarla – bostan işi'yle aralarına mesafe koymaktadır? Yazar okul – üniversite eğitimi sistemine de karşı değildir. Başka şehirlere giderek bu eğitimden geçen gençlerin geri döneceği ve yerleşkedeki çocuklara bilgileriyle konut yapımı ve tarımsal faaliyetlerde rehberlik yapacakları öngörülür. Bu varsayımla birlikte emek-kazaç teorisini yıkan ‘öğrenci' zümreye ruh üflemiş olur.

Erkilet'in yerleşkesi tarım / hayvancılık / zanaatkârlık / ticaret gibi meslekî mensubiyetlere dayanmaktadır. Sıklıkla balıkçılıktan örnek verildiğinden yerleşkenin sahil kasabası olarak kurgulandığı söylenebilir. Bu haliyle ütopyada bozkır ve step yaşamına uzaklık hissedilir. Yazar “Balıkçılar daha ziyade erkekler arasından çıksa da, onun dışındaki faaliyetler genellikle ailece ve imece usulü yapılır.” (sf. 143) der. Bu, aslında mesleklerin cinsiyetçi özüne de teslim olmayı ifade etmektedir. Ayrıca ‘imece' vurgusu kolektif bir emek örgütlenmesi olduğuna göre bunun idarî bir temeli olmalı değil midir. Örneğin Köy Kanunu'nda ‘imece' düzenlenmiştir. (442 S. Kanun Madde 15; Madde 44).

Kasaba halkı üniversiteli bir kızlarının anlattıklarından öğrendikleri Batılı bir filozoftan etkilenerek otomobil kullanmamaktadır. İşyerleriyle evleri arasında yürüme mesafesini koruyacak bir şehir planlaması yapılmıştır. Yazara göre “Rızkı insanlar değil emeklerinin karşılığı olarak Allah verir.” (sf. 144). Bu tasavvurda bebeklerin rızkının anneleri vesile edilerek ‘emeksiz' verildiğini hesaba katmayan bir kusur ya da ‘emek övgüsü' bulunmaktadır.

GDO'lu tohum kullanmaz. Petrol şirketlerine, tohum şirketlerine ve otoyolları yapan siyasal topluma karşı ‘özgür' bir ekonomik varoluş modeli gerçekleştirirler. Fakat ütopyada su, elektrik, gaz yani enerjiye bağımlılık hakkında bir öneri verilmez. Tüketime karşı bilinçlidirler, israf etmemeye azamî dikkat ederler. Marangozlar, terziler, balık ağlarını onaranlar, evlerde ortaya çıkan arızaları tamir edenler bir meslek zümresi olarak korunur. Bilgilerinin kaynağı ise garip şekilde Batılı teorisyenlerdir. Buradan Erkilet'in ütopyasında kızlara Batılı teorileri yerli zeminlere taşımak adına bir misyon yüklediği de çıkarılabilir. Kız öğrencilerin cinsiyetçi olarak konumlandığı bu ütopyada ‘balıkçı erkek' ile ‘aydın-öğretmen-düşünür kadın' dikotomisi ‘Saadet Yurdu'nun merkezine oturtulur.

Yazarın ütopyasında ‘ev' de bir tür ‘mabed' konumundadır. Paranın ve sermayenin ev üzerindeki tasallutuna bu beldede izin verilmediğinden çok katlı konut ideolojisine yakalanılmamıştır. Hz. Ömer'in düsturuna uyarak ‘evinin üstüne üç - dört kat çıkan' yerleşke mensubuna hoşgörüyle bakılmaz. Ancak bu teorik bağlanma yaptırımsızdır. Burada çözüm ‘toplumsal eylem' üzerinden karşılanmaya çalışılır: “Halk plajı olarak kullanılan bakımsız arazinin parsellenip bir inşaat şirketine satılmasına ve bir konut alanının özel plajı haline getirilmesine bütün ahali birleşip karşı çıkmışlardı (…) Aynı tepkiler, balıkçıların yanaştığı küçük limanın marina yapılmak istenmesi sırasında da gösterilmişti.” (sf. 145). Bu ifade nedeniyle yazarın ütopyasının küresel kapitalizmden uzak bir beldede oluşmadığı da söylenebilecektir. Zira bir beldede ‘halk plajı' uygulaması zaten o beldede deniz kıyısının mülkiyete konu edildiği anlamına gelmektedir. Diğer taraftan bu beldenin marina yapılacak kadar kıymetli, bir toprağa sahip olduğu da anlaşılmaktadır.

Erkilet'e göre ‘sahillere erişim hakkı' insanlığa kapatılamaz. Yazar bu yaklaşımıyla da Batılı ‘İnsan hakları' teorisini Batı dışı bir toplumsal ütopyaya yerleştirir. Bu yurdun sakinleri aidiyet hissettikleri dinin ‘Medine' uygulamasından yani Sünnet'ten ilham almamaktadır. Fakat bazı kavramlarda yine de Kur'an'a yer verilir.

Beldenin sakinleri kapitalizme ahlâkçı bir itiraz yükseltmekte ve ‘ekmeğin' emekten kaynaklanan gelirle elde edilmesini öne çıkarmaktadır. Tabiatla da uyumludurlar ve avlanma yasağına uyarlar. Ancak avlanma yasakları aslında balıkçıların denizi balık fabrikası gibi görmelerinin yani seri imalat düşüncesinin neticesidir. Demek ki belde sakinleri denizi sömürmektedir. Bunun ise ahlâk iddiasını zayıflatacağı ortadadır.

Yazar metninin sonlarına doğru Necm 39. ayeti zikreder ve teorisinin dinî referansını da açıklamış olur. Saadet Yurdu'nda kimse başkasının emeğinden geçinmemelidir. Herkese özgürlüğü verilmeli, herkes çalışmalı, komşusu açken tok yatılmamalı, zekat verilmeli, sıla-i rahim yapılmalı, kimse sokakta kaderine terk edilmemelidir. Hayvanlar da insanların emaneti altındadır.

Her evde olmasa da insanların evlerinde inek, tavuk, keçi, koyunları bulunur; evler kadar estetik hayvan barınakları tasarlanmıştır. İnsanlar evlerinin önünü süpürmektedir (demek ki belediye teşkilatı yoktur); hayvanlara (kedilere, köpeklere) payları verilmektedir.

Bu yurtta denetim başkaları için değil, kişinin kendisi içindir. Toplum sözleşmesiyle oluşmuş bir toplum değildir. Esas olan herkesin kendi kaderi hakkında karar alabilmesidir. Fakat toplumu ilgilendiren kararlar ortak alınmalıdır. Bu nedenle iş yaparken imeceye başvurulduğu gibi, karar alma durumunda işleri ‘şura iledir.' Fakat bu ütopya Saadet Yurdu'nun sakinleri arasında anlaşmazlık çıktığında kararların nasıl alınacağını, belde dışından gelen saldırıları polissiz bir toplumun nasıl bertaraf edeceğini vermez.

Ütopya yargı düzeni de kurmamakla büyük bir eksiklik içerir.

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Yeni kentler bize güzel bir şey söylüyor mu?

On yıllardır ülkemizin irili ufaklı bütün yerleşim birimlerinin adeta bir şantiye alanına döndüğünü görüyoruz. Nereye giderseniz gidin sizi ilk karşılayacak olan şey göğe doğru yükselen inşaatlar, betondan dağlar… İmar planları, inşaatlar fiziki anlamda yerleşim birimlerinin çehresini hızla değiştiriyor. Bu değişimin, dönüşümün hızına ayak uydurmak neredeyse imkânsız. Fiziki anlamdaki bu değişimlerin bilimsel, düşünsel, kültürel, geleneksel arka planlarının olup olmadığı konusu ne yazık ki çok fazla tartışılmıyor. Kentin değişimi, şehri yeniden inşası bir medeniyet tasavvuru etrafında şekillenmiyor. Böyle bir tasavvurun olmadığını ne yazık ki inşa edilen binalardan görebiliyoruz. Son zamanlarda herkesin gündemini işgal eden kentsel dönüşüm sadece binaların dönüşümüne evrilmiş durumda. Dönüşen kent değil, evler. Gecekondular yıkılıyor, eski evler ortadan kaldırılıyor yerine koca koca binalar dikiliyor. Büyük umut bağlanan kentsel dönüşümler geleneksel yaşam alanlarını yok ediyor. Dönüşümün gerçekleştiği yerler yaşam kalitesi açısından iddia edildiği gibi yüksek standartlar getirmiyor. Yüksek olan sadece binalar. Beton silolara dönüşen apartmanlarda komşuluk, tanışıklık gibi değerlere rastlanmıyor.

Alev Erkilet yakın zamanlarda yayınlanan “Kenti Dinlemek” adlı kitabında yukarıda değindiğimiz sıkıntıları bir sosyolog gözüyle ele alıyor. Yaşanan sıkıntıların üzerini örtmek yerine bu sıkıntıları üzerine gidiyor. Başta yöneticiler olmak üzere hepimizi uyarıyor. Son dönemlerdeki kent sosyolojisi ile ilgili araştırmaların tarihi kent merkezlerinin dışında kalan dönüşüm alanlarını ve kapalı, güvenlikli siteleri kapsadığını belirtiyor. Kenti koruma ve yenileme amaçlı araştırmaların yapılmadığını vurguluyor. “Kenti Dinlemek” kitabındaki yazıların bu olgunun aksine kentsel koruma ve yenileme bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor okuyucuya. Hepimizin tanık olduğu gibi ülkemizde ne anlama geldiğini kimsenin bilmediği bir “Yeni” trendi var. Yeni Siyaset, Yeni Şehir, Yeni Türkiye, Yeni Yaşam, Yeni Anlayış, Yeni Düşünce, Yeni Felsefe… Dünyanın neresine giderseniz gidin muhafazakârlık ve muhafazakârlar yeniliğe karşı kuşkuludurlar. Geleneksel yaşam biçimini, kadim ilişki şekillerini, şehirleri, mahalleleri korumak isterler. Türkiye’de ise tam tersine muhafazakârlar ve muhafazakâr siyaset yukarıda dile getirdiğimiz “Yeni” kavramını adeta kutsallaştırmış durumda. Var olanı muhafaza etmek, korumak, geliştirmek yerine habire yıkıyoruz. Bütün anlayış yıkmak üzerine kurulu. Her şey o kadar hızlı değişiyor ki bu hıza ayak uydurmak olası değil. Alev Hanım’ın da derin bir kaygıyla altını çizdiği gibi kentsel değişim ve dönüşümün topluma etkileri sosyolojik açıdan detaylı bir biçimde ele alınmıyor. Kentlerin sosyal dokusunu değiştirmenin maliyeti ne yazık ki hiç gündeme bile gelmiyor. Kentsel dönüşüm gibi cilalı bir kavramla gölgelenen travmalar şimdilik ilgi çekmiyor. Evine, arsasına el konulup yıllardır yaşadığı yerlerden koparılan insanların feryatları makes bulmuyor.

Kenti Dinlemek” kent sosyolojisi ile ilgili teorik bir metin değil. Yazarın İstanbul’da bizzat katıldığı projelerde özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait BİMTAŞ’ın Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi çerçevesindeki gördükleri, tecrübeleri yansıtılıyor. Erkilet özellikle mahallelerin, konutların, sokakların fiziki ve mimari özelliklerinin göz önüne alınarak yapılacak her türlü değerlendirmenin eksik kalacağını ve buraların salt fiziksel bakımdan ele alınacak olgular olmadığını belirtiyor. Şehrin bir ruhu var. Bir geçmişi, yılların imbiğinden süzülen ilişki biçimi var. Buralara dışarıdan yapılacak her türlü müdahalenin bu ruhu, ilişki biçimini göz önüne alması gerekir. Yoksa hem birlik parçalanır hem de zaman içinde daha büyük sıkıntılar meydana gelir. Mahalle sadece konutlardan, sitelerden oluşmaz!

Erkilet kitabında 'kentsel ayrışım'dan bahsediyor. Paraya, sosyal statüye, makam mevkie dayalı bir ayrışım… Kapitalizmin ve tüketimin emrinde bir sınıflaşma. Artık yaşadığımız mekânlar yalnızca paranın egemenliğine dayalı bir anlayışla inşa ediliyor. Paranız varsa her şey var… Erkilet, hepimizin çok övündüğümüz ama bir türlü anlamak istemediğimiz Osmanlı yerleşim sisteminde çok sert bir şekilde sınıf ve statü bakımından birbirinden ayrıştırılmayan farklı sosyo/kültürel sınıfların günümüzde çok keskin ayrışmalara tabi tutulduğunu belirtiyor. Bir nevi kast sisteminin işlerlik kazanması. Ekonomik durumlar kastları belirliyor. Tüketim de bu kastları görünür kılıyor. Aynı havayı soluyan, aynı topraklarda yaşayanlar birbirlerinden kalın çizgilerle, surlarla, duvarlarla ayrılıyor. Prestij konut alanları, bahçe şehirler, siteler, güvenlikli ve surlarla çevrilmiş konutlar içinde oturanlarla dışarıda kalanların birbirlerini tanımadıkları dünyalar. Sosyal kontağın, iletişimin olmadığı mekânlar. Evet, bu mekânları oluşturan sistem korku kavramına yaslanarak siteler, prestij konutlar inşa ediyor. “Korku Mimarisi”…

Korku, kentin mahallerini birer prestij konut alanına dönüştürerek, kapalı yerleşmeleri kentin kalbinde yani açıklığın, karşılıklı etkileşimin, dayanışmanın, çok sınıflılığın ve aslında çok etnikliğin beşiği olan yerde yeniden üretmenin meşrulaştırıcısı olarak iş görmektedir.

Kenti Dinlemek”, İstanbul’un tarihi ve sosyal yaşantısı ile ilgili bilgiler de veriyor. Bekâr Odaları olarak bildiğimiz gerçeğin taa Fatih Sultan Mehmet döneminden beri süregeldiğini öğreniyoruz. O zamanlarda insanlar eşini, çocuğunu, anasını, babasını memleketinde bırakarak İstanbul’a çalışmaya gelirmiş. Burada daha fazla para biriktirmek gayesi var. Bekâr Uşaklığı denen müessese bugün Bekâr Odaları adını alıyor. Bu insanlar gerçekten bekâr değiller. Hepsinin ailesi var. Ailelerini sılada bırakıp geliyorlar. Osmanlı zamanında bu kurum çok sıkı denetleniyor. Kurallar çok iyi uygulanıyor. Erkilet Bekâr Odaları ile ilgili hepimizin ezberi haline gelmiş olan bir yanlışı düzeltiyor. Genelde buralarda kalanların asayişi bozduğu, mahallelerin huzuru kaçırdığı gibi bir düşünce söz konusu. Alev Hanım bekâr odalarının bulunduğu semtlerde yaptığı gözlemlerde, mahalle muhtarlarıyla yaptığı konuşmalarda bu insanların düzeni, intizamı, güvenliği sağlamak için çabaladıklarını, söylendiği gibi suça iştirak etmediklerini belirtiyor. Burada bu insanların buralardan atılarak bu yerlerin kentsel dönüşüme açılma, siteler yapma ve satma düşüncesi egemen. Bekâr Odası mensupları birer günah keçisi olarak görülüyor.

Kitapta bir başka ilgi çekici nokta da tarihi ve turistik yerlerdeki küçük işletmelerin, atölyelerin yerlerinde bırakılması, onlara dokunulmaması… Bu işletmelerin hem yüzlerce insana ekmek kapısı olduğu hem de bulundukları yerlerin güvenliğini sağladıkları belirtiliyor. Özellikle Gedikpaşa ve Vefa’daki küçük işletmelerden örnekler veriliyor. Genel manada şehre bakışın mekânı metalaştırma paradigması etrafında olduğu, bunun da birçok sıkıntı yaratacağı söyleniyor.

İstanbul gibi kadim bir kent geleneksel dokusundan arındırılarak mekanikleştiriliyor. Kültürün, medeniyetin olmadığı bir turistik meta olarak algılanıyor. Alev Erkilet’in de vurguladığı gibi şehircilik uygulamaları kapitalizme eklemlenen kentler, kentte yaşayanları banka ve finans kurumlarına bağımlı yapan, mahalleyi yok eden, iş ve üretim alanlarını ortadan kaldırarak küçük atölye ve işletmeleri küresel kapitalist canavarların olmayan vicdanına terk eden bir durum meydana getiriyor. Yoksul kesimler, kentin çeperlerinde yaşamaya zorlanıyor. Yok olan bakkalların yerine insanları kredi kartına mahkûm eden marketler zinciri doluyor. Aslında abartılmış güvenlik sistemi insanları paranoyaklaştırıyor. Hırsızlığa karşı sert önlemler aldığını söyleyen modern kapitalist işleyiş zincirinin bir halkası alış veriş merkezleri çalıştırdığı insanların emeğini, terini çalıyor.

Evet, doğayı, şehri, mekânı metalaştırmayan, mekânın da ruhunun olduğunun farkında olan yeni anlayışlar geliştirmek zorundayız. Yoksa işimiz zor!..

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com