Ahmet Hamdi Tanpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Hamdi Tanpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2023 Pazartesi

Tanpınar romanlarında kadın

Nuran, Sabiha, Atiye, LeylaBu kadınların ortak bir özelliği var. O da hepsinin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleminden dökülmüş olmaları. Onlar usta yazarın parıl parıl parlayan kadın karakterlerinden yalnızca dördü…

Onları tapınılacak birer varlık olarak betimleyen Tanpınar günlüklerinde “kadın nasıl da toprak gibi bereket dolu… kadın insan olmamalı” diyerek onları sadece kendi hayatında nereye konumlandıracağını anlatmakla kalmamış aynı zamanda romanlarında ne gibi roller atfedeceğinin de ipucunu vermiştir.

Tanpınar için kadın olağanüstü bir varlık ve haz öğesidir. Güzel, bakımlı, alımlı olmasının yanı sıra kültürlü ve entelektüeldir. Erkekler ise bu güzel kadınların aşklarını kazanarak var olmaya çalışır. Biraz daha derin inceleme yapıldığında bu “rüya gibi” tasvir edilen kadınların, erkeklerin sanatsal var oluşlarına hizmet ettikleri ve aslında ateş böceği gibi parlayıp söndükleri fark edilir.

Kadın karakterler genelde ya Atiye gibi başkasıyla evli ya Nuran gibi evliliği yeni bitmiş ya da Leyla gibi evliliğini bitirmek üzeredir. Erkeklerin ise çoğu evlilikten kaçar çünkü Tanpınar için de evlilik makûl bir olgu değildir. Ölümüne kadar Narmanlı Han’da tek başına yaşamış olan yazar bütün evli erkekleri mutsuz tasvir ederken, önemli olanın aşk ve estetizm olduğunu vurgular. Estetizm dediğimiz şey ise aşk ve sanatı kapsayan bir olgudur ki bu da yazara ölüm gerçeğine katlanma gücü veren yegane güdüdür.

Handan İnci’nin Orpheus’un Şarkısı isimli kitabında da bahsettiği üzere; Tanpınar romanlarında, erkek kadını görür, çarpılır ve sanatsal yaratımlara başlar. Yine ilginçtir ki bu dört kadın da terk edilir. Romandaki ipuçlarını takip ettiğimizde aşkı araç olarak kullandıktan sonra onu kasıtlı olarak bitirdiklerine şahit oluruz. Ortaya çıkan “acı” ise yazılmayı hak eden en önemli duygu olarak öne çıkar. Aşk biter, acı çekilmeye başlanır, acı sanata dönüşür. Sevilen kadın da erkeğin tahayyülünde var olmaya - ve hatta yaşamaya devam eder. Bir nevi Proust’un Albertine Kayıp vakasıdır bu…

Nuran bu karakterler içinde en baskını ve en olgun olanıdır. Huzur romanı boyunca çok az cümle sarf eder, güçlü ama sessizdir. Biz de Nuran’ı Mümtaz’ın kamerasından izlerken bir yandan da erkeğin çektiği ızdıraba şahit oluruz. Nuran perdelerin ardına çekildikçe o artık kadın değil Mümtaz’ın sevdiği kadındır. Çocuğuyla birlikte gündelik yaşamına devam eden Nuran, Mümtaz’ın gözünde bir ilah, bir Tanrıçadır. Onun için aşk ilahidir, cinsellik ibadet gibidir. Huzur romanında şöyle der. “Hakikatte Nuran’ın aşkı Mümtaz için bir nevi dindi. Mümtaz bu dinin tek abidi, mabedin en mukaddes yerine bekleyen ve ocağı daima uyanık tutan başrahibi, büyük mabudenin sırrın yerini bulması için insanlar içinden seçtiği fani idi.” Ve bir diğer sayfada devam eder “Daha o günden en büyük sırrı sadelikte olan kadına karşı içinde garip, her türlü duygunun üstünde bir tapınma hissi başladı. Onu bir kıt’a gibi yavaş yavaş keşfediyor ve ettikçe hayranlığı ve bu tapınma hissi değişiyordu”. Nuran asla sıradan bir roman karakteri değildir, o aynı zamanda şehirdir, İstanbul’dur. Tanpınar, 1953 yılında Paris’ten Adalet Cimcöz’e yazdığı bir mektupta “Dünyada iki hasretim vardı, biri Paris biri de güzel kadın. Burada ikisini de kaybettim” der. İşte bu mektubu yazan Mümtaz’ın ta kendisidir. İstanbul’u Nuran’da, Nuran’ı İstanbul’da bulan, şehir ve kadın özlemi çeken bir adamdır. İşte bu sebepten dolayı da kadın yüce bir mahluktur, estetiktir, güzeldir, göz zevkine hitap eder ve onu aşk mertebesine yükseltir. Der ki “Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı: Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz’da yetişmek”. Nuran, Mevlevi ilahileri, Bektaşi nefeslerini, Doğu Türkülerini bilen hem alaturka hem de Boğaz’da yetişmiş olmasından mütevellit modern bir kadındır. Tanpınar’ın onun karşısına yerleştirdiği Emma ise değersiz ve basit bir kadındır çünkü Tanpınar ufuk açan, güçlü kadınları sever. Sabiha sahneye çıkar, Atiye musiki sever, Nuran’ın davudi sesi vardır. Leyla bu kadınların arasında biraz daha pervasız gözükse de Selim onun için şu cümleleri sarf eder "Leyla arkamda iken ne kadar mesut ve kuvvetliydim. Kendimi bir dev bile sanabilirdim."

Geçmiş Zaman Elbiseleri isimli öyküsünde betimlediği Alman Keti sarışın, mavi gözlüdür ve harikulade vücudunu sergileyecek dar tül elbiseler giyer, hazzı ve batıyı temsil eder, güneş gibi parıldar. İşte bu kadınlarda Tanpınar yaşayamadığı hayallerini saklamaktadır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde ise aşk hakkında şunları yazar “Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz”.

Kadınların bir diğer özelliği de erkekleri yenilgiye uğratmalarıdır. Marazi aşk yüzünden acı çeken erkekler aslında Tanpınar’ın yalnızlığını yansıtan bir ayna görevini görürler. Yazar, annesini erken yaşta kaybedişini bu kadınlar uğruna akıtılan gözyaşlarına gizlemiş olabilir. Psikanalitik okuma yapıldığında tüm bu imkansız aşklarda, sanatsal açlığında, var oluş sıkıntılarında, yalnızlığında, şiirlerinde ve tüm diğer eserlerinde annesini aradığını görebiliriz. Geçmiş özlemi, anne özlemi olarak yorumlanırken, ona ulaşamamanın verdiği acıyla kadınlara büyüklük ve yücelik atfetmiş bir yazarla karşı karşıya kalırız. Sevilen kadının aslında var olmayan kadın olması annesinin var olmayışıyla ilintili olabileceği gibi tahayyülde estetize edilmiş bir ırka duyulan hayranlık olarak da yorumlanabilir.

Tüm bu yorumlar eşliğinde rahatça şu kanıya varılabilir ki Tanpınar, Türk Edebiyatı’nda kadını, aşkı ve ıstırabı en iyi anlatan romancıdır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

8 Eylül 2023 Cuma

Tanpınar İstanbul’da ne(yini) arıyordu?

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’in son faslında “Ne kadar hatıra ve insan… Niçin Boğaz’dan ve İstanbul’dan bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsediyorum. Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum…” diyerek şahsi manifestosunu ortaya koymuştu aslında. Kanunî’nin, Sokullu’nun İstanbul’unda yaşayamayacağını, belki Merkez Efendi’nin dervişi olabileceğini, belki de hiçbir şey yapmayıp lakayt kalabileceğini ekliyordu sonra. Ve nihayet: “Hepsi idealin serhaddinde susmuş bu insanların hikmetinde kaybolmuş bir dünya arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince şiire, yazıya dönüyorum.

Hepimizin “şuur ve benlik” buhranında çocuk olarak kaldığı, “olmak ve olmamak” davasında sık sık bocaladığı gerçeği Tanpınar’ın romanları, denemeleri ve hatta mektupları okunduğunda önümüze seriliyor. Gerçeği yeniden hatırlıyoruz diyemeyeceğim çünkü gerçek gün gibi, gece gibi, mevsimler gibi ortada. Bazen yağan yağmurla, kopan fırtınayla, sararan yapraklarla, asfalta düşen meyvelerle unutur gibi oluyoruz hakikati, çünkü örtünüyor. Ama sonra yeni bir kıyamet devri. İstanbul’da yaşayanlar için şehri bulmak, şehri yaşamak kadar zor. Hissiyatı diri tutmak, “her şeye rağmen” ya da “her şeyle beraber” İstanbul’da “olmak”, çetin bir mücadele gerektiriyor. Kitaplar, bunu bir nebze hafifletiyor.

Mehmet Samsakçı; Tanpınar’ın Eşiğinde adlı kitabında, Tanpınar’ın "değişerek devam etmek, devam ederek değişmek" mefhumundan sık sık söz eder. Buna Besim F. Dellaloğlu da bilhassa “Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi” kitabında değinmiş, açmıştır. Hayatta her şey bütünüyle; insanıyla, çevresiyle, kültürüyle ve hatta görgüsüyle değişirken şehirlerin de olduğu gibi kalması mümkün değil. Burada nostaljiyle romantizm, isyanla mücadele arasında bir yer seçmek de gerekmiyor illa. Bir tek bunu anlamak, yani değişerek devam etmeyi, devam ederek değişmeyi iyi çözmek gerekiyor. Bugünün dervişleri başka, bugünün şairleri başka, müzisyenleri ve mimarları başka. Ama tasavvuf, edebiyat, mûsıkî, mimarî genel çizgileriyle, adabımuaşeretiyle, ahlâkıyla, üslubuyla orada bir yerlerde duruyor. Kim nasıl alır, nasıl yaşar bilinmez ama genel kaidelere kılıf bulmak da bugünün insanının bir hüneri.

Tanpınar söz konusu olduğunda İstanbul’u onun her eserine işlemiş bir hazine olarak bulmak mümkün. Bu hazineden neler taşmıyor ki? Sadece sokakları, evleri, çeşmeleri, türbeleri değil elbette. Mûsıkîşinasları, şairleri, şeyhleri, esnafı… İnsan, mekân ve zaman; Tanpınar’ın zihnini, belki de kalbini en çok yoran, bazen de dinlendiren meseleler. Bu meselelerle uğraştığı ve Türkçenin en leziz üslubuyla yazdığı için bugün hâlâ ona başvuruyor, ondan bahsediyoruz. Sadece ondan mı? Ahmed Râsim, Ahmed Refik Altınay, Refik Halid Karay, Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, Nihad Sami Banarlı, Cemalettin Server Revnakoğlu, Süheyl Ünver, Sermet Muhtar Alus, Tâhirülmevlevî ve daha çok pek münevverimiz, mutasavvıfımız, edibimiz anlatmalara doyamamış İstanbul’u. Burada meraklısı için pek keyifli bir okuma önerisi geliyor: İstanbul’un 100 Yazarı, Kübra Andı – Mehmet Samsakçı, İBB Kültür A.Ş Yayınları, 2009.

Her şey devasa bir bütünün parçalara ayrılmaması, parçalara ayrılsa bile birbirinden çok uzaklaşmadan ötede beride durabilmesi için belki de. Çünkü her şey İstanbul’da ve İstanbul her şey de. Samsakçı kitabının girişinde Yaşadığım Gibi’den bir paragraf kullanmış, bu çok yerinde olan tercihi hemen aktaralım: “İstanbul işte budur. Nereye bakarsak bakalım, hangi ufuklara hasret çekersek çekelim, biz İstanbul’da ve İstanbul’la göreceğiz. Bütün tarih boyunca bu hep böyle oldu. Son beş yüz yılın hikâyesi, bir şehrin terbiyesi ve tebcilinden başka nedir? Şiirden, sanattan, muaşeretten dine kadar her şeyde İstanbul’un payı vardır.

Mehmet Samsakçı, Tanpınar’ın İstanbul’unda işte bu payların peşine düşüyor. “Genel hatlarıyla edebiyatımızda İstanbul” bahsiyle açılan kitap, medeniyet-edebiyat-şahsiyet arasında bir şehir çiziyor, Tanpınar’ın gözüyle ve gönlüyle. Göz ve gönül deyince; İstanbul’un mevsimlerine, ağaçlarına, sularına, lodosuna, sisine, gecelerine, mahallerine, camilerine, dergâhlarına, Boğaziçi’ne, Beyoğlu gazinolarına, İstanbul’un mimarlarına ve mimarisine, sahaflara, Kapalıçarşı’ya, Beyazıt’a, kahvehanelere, Dergâh dergisine, İkbal Kahvesi’ne, işgal anılarına, Fatih’e ve dolayısıyla fetih yıldönümlerine uğramamak mümkün değil. Kitabın içindeki neşe, son bölümle beraber hüznü çağırıyor sayfalara: bir rüyadan arta kalmanın hüznü. Çünkü bu bölümde eski İstanbul var, artık duyulmayan satıcı sesleri, kaybolan mahalle, yalnız eğlenen ve belki de bu yüzden hiç eğlenemeyen şehir, kaldıysa bir boşluk sokak ortası oyunları, giderek sıkışan yahut tamamen betonlaşan mesire yerleri, tüm sevinçleriyle bayram günleri. Bu kitaba samimice mesai harcayacak bir okur, Tanpınar ve İstanbul üzerine yeni bir okuma planı kurabilir. Bu yeni okuma planı aslında ‘yeniden’ olacaktır. Zira Tanpınar’sız İstanbul veya İstanbul’suz Tanpınar okumak mümkün değildir.

Evet, Tanpınar eskiyi, eskide kalanı ne kadar seviyor ve eski hayat değerleri ve unsurlarının gidişinden ne kadar ıstırap duyuyorsa bir o kadar da yeniye bağlıdır” diyor Mehmet Samsakçı ve şöyle devam ediyor: “O, Türkiye’de yaklaşık son 250 yıldır yapıldığı gibi bu iki dünyadan birisini sevmenin diğerine düşman olmak anlamına gelmediğini, gelmemesi gerektiğini bilen bir entelektüeldir. Bir insanın, mensubu olduğu milletin tarihini, kültürünü yapan unsurları, mesela itikadını, zevkini, estetiğini ve yaşama üslubunu günden, şimdiden kopmaksızın ve istikbal ufkunu kaybetmeksizin sevmenin ve bilmenin altın anahtarını bulmuş yazarlardandır.

O altın anahtar, İstanbul’dur. Her İstanbul sevdalısı gibi Tanpınar’da zaman zaman maziperest ya da nostaljik bulunmuştur. Halbuki Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Reşat Ekrem Koçu, Sâmiha Ayverdi ne yaptıysa, Tanpınar da onu yapmıştır. Yalılarıyla, konaklarıyla, Boğaz’ıyla, safalı gün ve geceleriyle ilgilenmiştir evvela, yani İstanbul’un aristokrat tarafıyla. Ama mütevazı evlerin, mütevazı insanların hayatlarını da konu edinmiştir. Böylece ortaya bereketli, hareketli, zevkli bir İstanbul fotoğrafı, daha doğrusu fotoğrafları süzülmüştür kaleminden. “Tanpınar’ın salt bir nostaljinin insanı olduğu asla söylenemez” diyor Samsakçı. Çünkü: “O sadece yeniyi, aktüeli, günü sevmek için mutlaka eskiye düşman olmak lazım gelmediğini, tarih sevgisi ve şuuruna sahip olmanın da yeni düşmanlığı demek olmadığını düşünür.

Hiçbir komplekse ya da modaya kapılmadan bir İstanbul anlatmaya çalışmıştır Tanpınar. Yegâne merkezi, muhabbetidir, yani sevgisidir. Nasıl bir sevgi olduğunu da “Muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken, bıraktıkları boşluğun ta kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmeden kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.” diyerek anlatır Beş Şehir’de. Aramak, bulmak, yitirmek, sonra tekrar aramak, bu defa bulamamak ama aramadan asla vazgeçmemek, tüm bunlar sevgidendir. Peki o halde, yazıya başlık olan soruyu cevaplayıp öyle bitirelim. Tanpınar İstanbul’da ne(yini) arıyordu? Belki annesini, babasını, akrabalarını. Belki yanık bir türküyü. Belki Üsküdar’ın ezan sesini, Fatih’in genetik kodlarını. Belki Boğaz’da ve mesire yerlerinde cilveleşen âşıkları, onların tutkularını. Belki Huzur’u, belki Mahur Beste’yi, belki bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü. Belki “hep aynı boşluk” göründü gözüne ama “yaşadığım gibi” demesini de bildi. Onun İstanbul’da aradığı, yitiğiydi.

Hepimiz yitiğimizi arıyoruz bu şehirde; o yüzden ayrılamıyoruz, kopamıyoruz ve daha çok seviyoruz. Ona bir şey olmasın diye delirirken, ondan kurtulmayı da düşünebiliyoruz. Velhasıl kelam: “Doğrusu da budur. İstanbul, ya hiç sevilmez yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Temmuz 2022 Perşembe

Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?

Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901’de İstanbul Şehzadebaşı’nda dünyaya gelmiştir. Babası Antalya kadılığından emekli Hüseyin Fikri Efendi'dir. Annesi Trabzonlu Kansızzâdeler’den deniz yüzbaşısı Ahmed Bey’in kızı Nesibe Bahriye Hanım’dır. Çocukluğu Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya’da geçmiştir. Bugünkü (İstanbul Üniversitesi) Darülfünun-ı Osmâni’nin Edebiyat Fakültesinden 1923’te mezun olmuş, Erzurum, Konya ve Ankara’daki liselerde öğretmenlik yapmıştır. 1939’da ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirilmiştir. Siyasi hayatından sonra Milli Eğitim Müfettişliği yapmıştır. 1949’ da ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geri dönmüş ancak görev hâlinde iken 24 Ocak 1962’de İstanbul’da yaşamını yitirmiştir. İlk romanı Mahur Beste’den sonra kendi hayatından izler taşıyan Huzur romanı basılmıştır. Kitap iç monolog ve bilinç akışı tekniği ile yazılmıştır. Ayrıca bu esere edebiyatımızda “İstanbul romanı” da denilmiştir. Toplamda ise dört bölümden oluşur. Birinci bölüm İhsan, ikinci bölüm Nuran, üçüncü bölüm Suat ve son bölüm olarak Mümtaz yer almaktadır.

Roman çocuk yaşta annesini ve babasını kaybeden Mümtaz ile başlar. Mümtaz içine kapanık, kitapları, musikiyi ve en çok da İstanbul’u seven biridir. Hayalinde Şeyh Galip üzerine roman yazmak vardır ve bunun içinde çalışmaktadır. Fakat amcasının oğlu İhsan’ın hastalanmasıyla ilgisini ona yöneltmiştir. Zira Mümtaz, baba gibi bildiği İhsan’ı ve anne gibi bildiği Macide’yi çok sever, onlara hürmetle davranır. Bir gün Nuran ile ada vapurunda karşılaşır ve onu görür görmez âşık olur. Zaman içinde ise Nuran’da bu hislere mukabele eder ve ikisinin de sönmüş umut kandilleri yıldızlar gibi yeniden parıldamaya başlar...

Nuran ise toplumun baskısında kalmış, dedikoduların altında ezilmiş, çevresindeki birçok erkeğin kalbini kazanmış bir çocuklu güzel bir kadındır. O da tıpkı Mümtaz gibi kendi dünyasında yaşayan kitapları, musikiyi ve İstanbul’u çok seven biridir. Bu yönden şaşırtacak kadar sevdiği adamla benzerlikleri vardır. İkisi adeta birbirini tamamlayan parçalar gibidir.

Özellikle İstanbul’da yaz akşamları Boğaz’da gezmeleri, kayığa binmeleri, tarihi yerlerde ve türbelerde dolaşmaları eskiye dair kapsamlı bilgi vermektedir. Ayrıca yapılan betimlemeler duyguları resmedecek kadar harikulade. Nitekim denizin serin sularından gökyüzündeki yıldızlara kadar tabiattaki her şey titizlikle yazılmış. En küçük şeyler dahi unutulmamış. Eserin bu yönden okuyucusuna estetik bir görüş kazandırdığını söyleyebilirim.

Fakat romanın en başında olduğu gibi semtler arasında da sürekli bir karşılaştırma mevcut. Örneğin; Üsküdar, Fatih çevresi Osmanlı’nın kültür ve medeniyet penceresinden aktarılırken Beyoğlu, Taksim civarı Batılılaşmanın öteki yarısını sembolize ettiğini söyleyebilirim. Sonralarında ise dönemin hem tarihi hem siyasi karşılaştırmaları İhsan karakteri ile ön plana çıkmaktadır. Zira İhsan, ideolojisi, davası, dünyaya ve insanlara karşı birçok fikre sahip olan okumuş bir adamdır. Bu yönüyle kitaptaki diğer karakterlerden bir adım öndedir.

Ancak bunların yanı sıra musiki de çok geniş bir çerçevede ele alınmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar bilhassa önemle üzerinde durmuştur. Gerek sanatçıların gerek eserlerin hakkında bilgiler vermiştir. Aslında Mümtaz ve Nuran’ın aşkları da musikinin etrafında çevrelenmiştir. Nitekim gece vakti iki âşık İstanbul’un kadim sokaklarında yürürken Ferahfezâ Peşrevini dinlerler. Gittikleri başka mekânlar da ise farklı musikiler onlara eşlik eder. Fakat aralarında ayrı tuttukları özel buldukları bir beste vardır ki o da Mahur Bestedir. Mümtaz Nuran’dan ne zaman bu besteyi dinleyecek olsa artık başka bir Mümtaz olur. Ayrıca Seyit Nuh’un da Nühüft bestesi vardır ki diyaloglar arasında Mümtaz, “bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı.” der...

Ve son olarak Suat. Romanın kötü karakterlerinden biridir. Nihilist kimliği vardır. Tıpkı divan şiirinde yer alan Rakip gibi Mümtaz ve Nuran’ın arasında sinsice dolaşır. Onların huzurunu, mutluluğunu bozmak için kötü davranışlarda, sözlerde bulunur. Bir gün Nuran ve Mümtaz’ın evleneceği sırada onlara hiç unutamayacağı bir plan yapar. Kendini asarak öldürür. Bu olaydan sonra Nuran, “Ne yapalım Mümtaz; kader istemiyor! Aramızda bir ölü var. Bundan sonra beni bekleme artık! Her şey bitmiştir.” diyerek Bursa’ya gider. Mümtaz ise günlerini çaresizlik içinde geçirir. Her ne kadar İhsan ona öğütler verse de bunu umursamaz, kendini kalabalık sokaklara atarak insan gölgeleri arasında yaşadıklarını unutmaya çalışır.

Fakat bir yıl kadar İhsan’ın hastalığı giderek ağırlaşır ve zatürreye yakalanır. Mümtaz, bunun üzerine doktor aramaya başlar fakat bir türlü doktor bulamaz. Son çare olarak bir polisten adresi alıp hiç tanımadığı bir doktorun kapısını çalar ve uzun bir yürüyüşten sonra İhsan’ın yanına gelirler. Mümtaz yazılan ilaçları almak için tekrar yola koyulur. Ancak dönüş yolunda fenalaşır. Zira Suat’ın hayalini görür. Onunla acınacak bir hâlde mücadeleye girer ve sonunda ilaç şişeleri parçalanarak elini keser.

Eve döndüğünde yüzü kan içindedir fakat doktor, İhsan’ın durumunun düzeldiğini söyler. Bunun üzerine yukarı çıkmak ister ancak ilk basamakta oturup kalır. Ellerini başının arasına alarak düşüncelere dalıp giderken radyodan savaşın başladığı haberini alır...

Akıllarda ise tek bir soru kalır: Suat ölümüyle düşman bildiği adamdan en büyük intikamını almışken, Nuran bir şekilde eski eşine dönüp kızıyla hayatına devam etmişken, bu üçlü aşk cephesinde kaybeden tek kendisi mi olmuştu? Ve aşk tüm bu yaşananlara gerçekten değer miydi?

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Bir taşa otursun, denizi seyretsin, geceyi büyük ve siyah bir gül gibi koklasın."

"Niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?"

"Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir."

"Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı. Yaşamak..."

"Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir, asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!"

"Bin türlü güzel şeylerle doldurduğumuz saatler vardı. Uyumak ve uyanmak vardı; rüyalar vardı, hayaller vardı."

"Elbisem çok eski olsun... Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin."

"Hayır, insan sade ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

13 Haziran 2021 Pazar

Bir romandan çok hissî bir tecrübe

Huzur... Edebiyat dünyasınca başyapıt olarak kabul görmüş bir roman. Yeni Türk Edebiyatına Giriş 1 dersinde Prof. Dr. Abdullah Uçman şöyle yazmıştı tahtaya: "1870’ler: Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, 1900’ler: Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, 1950’ler Huzur, 1970’ler: Tutunamayanlar..."

Huzur’u okumayı bundan neredeyse iki yıl evvelinde kafama koymuştum, 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi ile birlikte temin ettim, defalarca elime alıp ilk beş sayfasını okuyup erteledim. Birkaç ay evvel, 100- 150 sayfa okuyup, derin bir sıkışıklık hissiyle bıraktım elimden. Ve tekrar en baştan başlayıp, bundan iki- iki buçuk hafta önce, en sonunda, bitirmek nasip oldu. Huzur’u okumak için, fikrimce biraz şahsî streslerimizden halas olmak ve zihinsel olarak daha dingin bir ruh hali gerekiyor. Benim Huzur’u bu kadar ertelememin sebebi, onu elime almayı sürekli huzursuz zamanlarıma denk getirmem oldu. Güncel dünyanın huzursuzluğu da buna bir ek yaratıyor tabii. Bir okur olarak bendeniz, ruh halime paralel atmosferdeki okumalar yapmanın bana iyi geleceğini düşünürdüm. Huzur’u tecrübe edinceye kadar. “Tecrübe” diyorum, çünkü Huzur bir roman okumaktan çok hayata dair bir şeyler tecrübe etmek gibi geldi bana. Huzur’u herhangi bir roman olarak değerlendirirsek huzursuz bir ruh hali içindeyken okumamız gerekir. Çünkü Huzur, adının aksine huzursuzluğu anlatıyor. Ancak Huzur herhangi bir roman değil. Onu okumak, kaburgalarınızı kırarcasına sıkan bir insana sarılmak gibi. Bu yüzden daha rahat ve sakin bir süreçte, sabırla okunmalı Huzur kesinlikle.

Hareketten hoşlanan bir insana Huzur, sadece can sıkıntısı verir.

Muhterem hocam Prof. Dr. Seval Şahin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romancılığı Üzerine Düşünceler kitabında, Huzur için şöyle diyor: “Tanpınar’ın Huzur’u yaşayanlardan çok ölülerin romandır.” Bu cümleyi, romandaki Nuran karakterinin, hazin sevgilisi Mümtaz’ı kafasında yedi asrın ölüsüyle meşgul olmasından dolayı eleştirmesi çok sağlam bir şekilde destekler. Yine aynı kitaptan edindiğim bilgiye ve romanı okurken edindiğim izlenime göre, romandaki karakterler arasında ikizleşme söz konusu. Turan Alptekin, Suat karakterinin Mümtaz’ın iç beni olabileceğini söylüyor. Bu fikri naçizane evirip çevirdiğimde, şöyle bir sonuca vardım, Mümtaz roman boyunca bıkıp usanmadan kendi içindeki bir şeylerle savaşıp, çatışıp durdu. Kendi dışında ise en bariz çatıştığı karakter Suat’tı. Şu halde Turan Alptekin’in söylemini romandan edinebileceğimiz bu izlenim doğrulayabilir.

Romanda gerçekten de, yaşayanlardan çok ölülerin -ölüler dolayısıyla geçmişin, tarihin- hüküm sürdüğü görülüyor bariz bir şekilde. Geçmişten ya da bir başka deyişle köklerinden kopamayan ve kopamayacak olan başkarakter Mümtaz’ın iç monologları ve dışarıdakilerle olan diyalogları adeta ya hep ölüler üzerine. Ya da ölülerin kendileriyle.

Sanki herkesin etrafında bu ölüler dolaşmakta, insanlar sokaklarda onlarla konuşmaktadır.

Bu sisli atmosferde okura zevk veren yegâne ve vazgeçilmez şey ise, insanın kendiyle ve dış dünyayla cebelleşmesinin sonunda, ortaya çıkan uzunca cümleler. Bu roman bir tümceler romanı. Romanda geçen olaylar ise, neredeyse bir paragrafla anlatılıp bitecek kadar az. Romanda olay, karakterlerin konuşmaları, bu konuşmaların muhtevasıyla dağılır gibi oluyor. Ancak bununla, romanda işlenen doğu-batı ve eski-yeni çatışması fikri güçleniyor. Baudelaire’den Şer Çiçekleri’ni okuyan aynı Mümtaz’ın üstün bir zevkle Dede Efendi dinlemesi, romanda işlenen doğu-batı çatışmasına, arafta kalmış devir insanına çok net bir şekilde ayna tutacaktır.

Romanın esas meselesi naçizane fikrimce okurun romanı hangi gözle okuduğuna göre değişebilir, ancak ilk göze çarpan şey Nuran ve Mümtaz’ın trajik aşkı oluyor. Bu aşkın zamanın garip dehlizlerine geçirilerek işlendiği görülüyor. Romanın ilk bölümü olan İhsan bölümünde Mümtaz’ın eczane ve ilaç bulmak için koşturduğu ve Muazzez ve İclal ile karşılaştığı anki bilinci okuru aylar öncesine, geçmişe götürüyor, ve romanın sonuna doğru buradan tekrar çıkarıyor. Biz bilinç akışı tekniği diye bir roman tekniği biliyoruz, ancak Huzur’daki adeta bir zaman akışı. Böylelikle baştan sona Huzur serüveninde okuru böyle yeni bir teknik de karşılamış oluyor. Bu tuhaf ve hazin zaman dehlizinin içinden çıktığımda aklıma kaçınılmaz bir şekilde şu mısralar düştü:

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.


Kitabın sonunda, bir ölü olan Suat ile yaşayan Mümtaz arasında şöyle muzip bir diyalog geçiyordu, bu sırada Mümtaz’ın canlı ve Suat’ın ölü olduğunun tekrar altını çizmek isterim:

Mümtaz bir daha güldü; fakat gülüşünün çok sinirli olduğunu farketti.
-Bu olmaz, dedi. Sen bir ölüsün. Yani insansın” -tekrar düşüncesini tashih etmek ihtiyacı duydu- “Ölülerle konuşmak o kadar güç oluyor ki…” Yani insandın, demek istiyorum. Halbuki bu iş asıl meleklerin işidir. - Hayır, artık yetişemiyorlar. Son zamanlarda dünya nüfusu çok arttı. Her tarafta nüfus artırma politikası var. Melekler yetişemiyor; şimdi ölülere gördürüyorlar bu işi.


Bir çırpıda okunmayacak, ama garip bir şekilde okuru içine düşüren, kaburgalarını sıkarcasına sarmalayan ve bazı sayfalarda nefes aldığını hissettiren, bir romandan çok hissî bir tecrübeydi Huzur benim için. Huzur’u ilk tecrübe edişim, 20 yaşında oldu. Ve onu tekrar okumamak galiba mümkün görünmüyor. Huzur on beş yıl sonra gözüme daha başka görünecektir diye düşünüyorum. Çünkü Huzur, işlediği toplumsal meselelerin yanı sıra, zamanı, zamanla işleyen de bir kitap. Okuduktan sonra bir süre ve sanki hâlâ etkisinden çıkamadığımı hissediyorum.

Huzur’u okuyacak, ya da tecrübe edecek herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

11 Mart 2021 Perşembe

Türkiye'yi anlama imkânı olarak Tanpınar

"Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor?"
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir

"Sen dipsiz bir kuyuya uzun uzun baktığında,
dipsiz kuyu da sana bakar.
"
- Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt

"Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor" cümlesini kuran her ne kadar Ahmet Hamdi Tanpınar olsa da, belki bütün sanatında Türkiye'yi merkeze almış bir zihindir o. Hem şiiriyle hem romanlarında, Türkiye'yi ve Türk insanını anlamaya çabasından başka bir şey görmek zordur. Huzur, yalnızca bir 'şairin romanı' değildir, hepimizin içine düştüğü kuyudur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, beynelmilel bir romandır bana göre. Fatih'te, Üsküdar'da yüzlerce Hayri İrdal vardır öte yandan. Sahnenin Dışındakiler ve Yaşadığım Gibi, bir şahsın zihnî haritası çerçevesinde, bu coğrafyanın alternatif tarihi olarak okunabilir.

Sahi, Tanpınar'ın bir zihin haritası var mıydı? Batıya ve modernleşmeye olan ihtirasına rağmen Tanpınar gemisi Yahya Kemal'in 'rüzgârıyle' ilerlemedi mi? Tanpınar, hem şiirinde hem romanında bu rüzgârdan kurtulmaya her çalıştığında yalpalamadı mı? Bendeniz bu konuda netim. Tanpınar'a belki gayriihtiyârî tohumu eken, Oidipus kompleksi içinde incelenmesi lezzet verecek olan, 'şeyhi' Yahya Kemal'dir. Yani aslında ikisinin toprağını Üsküp’teki Rufâî Tekkesi karmıştır. "Bursa'da Zaman" ile "Koca Mustâpaşa" yan yana konursa, hem şairlerinin hem de 'bu ülke'yi çözme anlamındaki ferasetlerinin bağı ortaya çıkar. Bir misal. Koca Mustâpaşa: "Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak / vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!". Bursa'da Zaman: "Türbeler, camiler, eski bahçeler / şanlı hikâyesi binlerce erin."

Tanpınar hayranlığının Beş Şehir'le başladığını söyleyen Besim F. Dellaloğlu, Tanpınar'ın memlekete bakış tarzından, zihniyetinden etkilendiğini belirterek başlıyor söze. Yani, Modernleşmenin Zihniyet Dünyası'nın alt başlığı olarak Bir Tanpınar Fetişizmi denmesinin sebebi bu. Hikâyenin ana kaynağı ise belki de şu: Bir gün Beş Şehir'i okuyan öğrencisi, Besim hocaya "Ne kadar da muhafazakâr bir adam bu hocam. Sürekli Süleymaniye'den, Mimar Sinan'dan, Dede Efendi'den, Itrî'den söz ediyor" der. "İşte tam o anda kafamda bir şimşek çaktı" diyor Dellaloğlu: "Bizi Tanpınar okumaya tenezzül ettirmeyen, tenezzül etsek bile onu anlamamıza engel olan tam da bu."

Okuyucun belki de tam buradan itibaren sorması gereken sorular şunlar olabilir: 'Şu saat'ten sonra Saatleri Ayarlama Enstitüsü bize ne söyler? Huzur, cumhuriyet aydınını kimlik problemlerini anlatırken bizim şimdilerdeki amansız kimlik arayışımızı da anlatmıyor mu? Hem batıya hem de doğuya hayranlığı ortada olan bir 'kafa'dan bize ne sızar? Türk modernleşmesini anlamak için Tanpınar durağında beklemek, diğer mühim vasıtaları kaçırmamıza sebep olmaz mı? Şimdi, şu an, Tanpınar okumakla neyi elde edebiliriz? İşte tüm bu soruların cevabı kitabın zihniyet, şahsiyet, fikriyat ve cemiyet bölümlerinde gizli. Nihayet bölümünde söylenen, belki tüm bu sorulara bir cevap olabilir. Tanpınar, Türkiye'dir ve hatta Türkiye, özellikle şimdiki hâliyle tam manasıyla Tanpınar'dır. Tanpınar bir gölge gibi Türkiye'yi takip etmektedir. Türkiye de ne hikmetse Tanpınar'ın yazdıklarını belki farklı biçimlerde ama taklide dahi yanaşamayan bir kalitesizlikle yaşamaktadır. Sadece mimari anlamda yaptıklarımıza bir göz atmak bile bu meselenin ispatıdır. 

Dellaloğlu, edebiyatı sosyolojinin önüne koyuyor ve böylece okuyucuyu en baştan uyarıyor. Hani kimi psikologlar Dostoyevski'yi ilk psikolog ilan ederek onun metinlerini önemser, hatta kutsar ya, Besim hocaya göre de edebi metinlerimiz bize bizi anlatan en önemli metinler. Bu haklı hatırlatma, kitap boyunca hocanın fikirleriyle Tanpınar'ın fikirlerini yan yana getirmesi anlamında bize lezzetli bir okuma sunuyor.

"İnsanlar yeterince güçlü bir değerler sistemi üretemediklerinde bayağılaşırlar. Kalıplaşmış değerlere sığınırlar. Görgüsüzleşirler." diyor Dellaloğlu. Batılı bir insanın tercihlerindeki oturmuşluğun bugün bir İstanbulluda olmadığını söylüyor. Her şeyin bu kadar hızlı değişmesinden yakınıyoruz fakat yaşam(a) kültürümüzün derinliğinden hiç bahsetmiyoruz. Yani ortada trajik bir durum var. Yine burada, bütün modernleşmelerin trajik olduğunu hatırlatıyor Dellaloğlu. Biz modernleşmek için takvime, şapkaya ihtiyaç duyduk. Batılı böyle bir şey yaşadı mı? Hayır. "Bu ülkenin modernleşmesi bir tür kendimiz olmaktan utanmanın hikâyesidir" sözü, trajedinin özü. İşte böylesine bir trajedide bilimden ziyade sanat ürettik. Edebiyat bize yol, Tanpınar yoldaş oldu. Toparlayalım: Türk modernleşmesi trajiktir, Tanpınar da bu trajedinin yazarıdır.

Vakti geldikçe gündeme oturan bir kavram var: kültürel Müslümanlık. Nereden nasıl doğduğu tam olarak bilinmese de Tanpınar'la modernleşme haritamız arasında çok ciddi bir bağ kuruyor. Tanpınar, "Tam bir Müslüman gibi düşünüyorum, fakat mücerret bir Müslüman gibi değil de bu şehrin ve etrafında, hülasa bu memleketin içinde yaşayan bir Müslüman gibi. İki yüz yıl bu memleketin hayatına karışmış yaşayan dedelerimizden bana miras kalmış bir Müslümanlık. Bu Müslümanlıkta Tekirdağ karpuzunun, Manisa kavununun, Amasya kayısısının, Hacıbekir lokumunun, Itri bestesinin, Kandili yazmasının, Bursa dokumasının hisseleri vardır" diyor Mahur Beste'de. Şimdi, araya hiç yorum katmadan, Besim hocadan okuyalım: "Tanpınar, dinle, gelenekle, onların toplumsallaşma biçimleri arasındaki bir alandan, zihniyetin en verimli toprağından besleniyor. Bunun için dindar olmaya gerek yok. Sosyolog olmaya da gerek yok. Aslında Tanpınar'ın kendine hayatına dair hiçbir Müslümanlık belirtisi yok. Oldukça bohem bir hayat sürmüştür. CHP milletvekilidir. Hem de tek parti döneminde. O halde niçin gelenekle, dinle bu kadar ilgilidir. Çünkü bu ülkede toplumsal zihniyet oradan kaynaklanır ağırlıklı olarak. Bu toplumu anlama gibi bir derdiniz varsa, bir entelektüel olarak gerekirse kendinizi aşıp bu alanlara merakla, ilgiyle yönelmek gerekir. Dert edinmek gerek yani!"

Dellaloğlu hoca, Tanpınar'ın kitaplarının Yapı Kredi Yayınları ve Dergâh Yayınları arasındaki değişimini kitabın başından sonuna dek akıllarda saklı tutuyor. Bu esasında okur zihniyetini de etkileyen bir şey. Okurun karar verme süreci yahut yazara yaklaşımı bile yayınevi ile sınırlı. Evet, sınırlı dedim zira biz hakikati kendi duygularımıza göre belirlemeyi seviyoruz. Böylece yazarı yalnız bırakıyoruz. Onlar yalnızlığı bile isteye seçmiyorlar. Dert sahibi okurlar görmeyince, çekiliyorlar. Nitekim Tanpınar, “Ben inzivayı seviyorum, yalnızlığı değil” derken Oğuz Atay da “Beni yalnız kalmayı tercih ettiğimi söyleyerek yalnız bıraktınız.” diyor. Bunlar sitemdir ve bizim korkularımıza doğrudur. Bilmemek, bilmek istememek cehaleti güdüler. Geçmişle bağ kurmanın adı muhafazakârlık olduğundan beri yaklaşımlar değişti, oysa hiçbir şey netleşmedi. Entelektüel ve aydın arasındaki ayrım belirginleşti. Geçmişi unutmak, modernleşmek oldu. Oysa Besim hoca, batının kendi geçmişini hatırladıkça modernleştiğini söylüyor. Aklî olanla makul olanın aynı şey olmadığını da söylüyor. Şurada dikkat: "Eskinin gölgesi yeninin kalitesini artırır. Türkiye modernleşmesinin en büyük eksiği budur. Kadim olan öylesine susturulmuş ki, ortalıkta yeninin sesinden başka bir ses kalmamıştır. Yeninin kalitesizliğinin bir nedeni de, eskinin eleştirisinden mahrum olmasıdır."

Kitabı okurken sık sık karşımıza çıkan Tanpınar paragrafları, hem onu yeniden anlamaya hem de modernleşme serüvenimizdeki çatlakları keşfetmeye müthiş destek oluyor. Hatta, yeniden Tanpınar okumaya dair bir şevk veriyor. Tanpınar'ın hakkını teslim etme çabası olan Modernleşmenin Zihniyet Dünyası, Tanpınar'ın Türkiye olduğunu evirmeden çevirmeden ortaya koyuyor. Öte yandan, Şerif Mardin vesilesiyle dilimize yerleşen Türk Modernleşmesi de en anlaşılabilir izahı Tanpınar'ın kılavuzluğunda buluyor. Bu da okuyucu için lezzetli bir düşünce yolculuğu demek oluyor.

Son olarak, Besim hocanın "Tanpınar benim bu memlekete bakış tarzımı değiştirmiştir. Elbette kendime bakış tarzımı da. Kendi oluş tarzımı da." cümlesi çok önemli. Bu cümle, birçok okur için çıkış kapısını gösteren bir 'dikkat' levhası olmalıdır. Memleketin dünü ve bugünü hakkında garabetten, kaostan, stresten kurtulmak isteyenler için...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Tanpınar'da "yerli" ve "milli": bir yaşayamama tezahürü

Tadı damağımda kalan kitapları ara ara yeniden satın almak ya da başka yayınevlerince yapılan baskılarını bulup bir kez de oradan okumak gibi bir huyum vardır.

Önemli yabancı metinleri farklı çevirilerden birkaç kez okumak da aynı huyun devamı sayılabilir. (Gerçi, her defasında çevirilerden birinin tadı ötekilerine baskın gelir ve sonrasında okunan tatsız çeviriler çoğu kez kitabın orijinal değerinden götürür ama yine de yapmak gerekir.)

Bir yıl kadar önce, Tanpınar’ın Yapı Kredi Yayınları’nın kısa bir dönem için yayımlayıp son verdiği baskılarını bulmak ve hepsini sil baştan okumak istediğimde garip bir durumla karşılaştım.

Yeni baskılarının olmadığını biliyordum elbette ama internetteki sayısız kitapçıdan birinde kolaylıkla bulabileceğimden ve makul fiyatlarla alabileceğimden de çok fazla şüphe duymuyordum.

Fakat, kısa sürede Tanpınar’ın YKY baskılarını bulmanın hiç de kolay ve maliyetsiz bir iş olmadığını, dahası bir kitapçının, Tanpınar’ı asla Dergah Yayınları’ndan okumayacak pek çok müşterisi olduğunu söylemesiyle, konunun nasıl bir ideolojik sahiplenme çabasının çatışma alanı olduğunu anlar gibi oldum.

Anlatılanlara göre, Dergâh ve YKY, Tanpınar’ın yayın hakları konusunda karşı karşıya gelmişlerdi ve sonrasında, mücadeleyi Dergâh kazanmıştı. Bu durum belli ki YKY tarafındaki kimi kişilerce Tanpınar’ın karşı saflara kaptırılması gibi algılanmıştı. Sonrasında da Dergâh’tan okumayarak bu tepkilerini ortaya koymak gibi matbuat alemimizdeki ilginç protestolardan birine kalkışmışlardı.

Tanpınar aynı Tanpınar’dı elbette ve Dergâh da -bilindiği gibi- ülkenin hatırı sayılır önemdeki yayınevlerinden biriydi. Herhangi bir özensizlik ya da Tanpınar’ın hatırasını ticarete çevirme açgözlülüğü gibi durumlardan söz edilemezdi. Ama, ‘karşı mahalle’dendi işte ve sırf bu yüzden Tanpınar’ı oradan okumak, Tanpınar’ın da bilmediği yeni anlamlar içeriyordu.

Ben, gerçek anlamda bir Tanpınar tutkunu olmadığım için listemdeki eksikleri yine Dergâh’tan tamamlayarak bu tartışmadan uzak durdum.

Gerçek bir Tanpınar tutkunu değilimdir, evet. Beş Şehir’i severim ama nedense çok fazla yüceltmem mesela (Yaşadığım Gibi’de Beş Şehir’dekinden daha iyi Bursa yazıları vardır ama bugüne kadar pek kıymetinin bilindiğini görmedim.)

Beş Şehir, bana şehir kitabından çok edebiyat tarihinin farklı şehirlerde canlandırılma çabası gibi gelir. Tanpınar, Ankara kalesine ya da Bursa ovasına bakarken o topraklara dair yazılanları içli -ve de hicranlı bir şekilde- romantik bir dille kaleme alır ve bütün bir yazın onun dilinden kolaj halinde kelimelere dökülür. Beş Şehir, ‘geçmiş’in kitabıdır ve Tanpınar, geçmişi farklı bir gözle yeniden kurmak için büyük bir düşünsel enerji harcamaktadır.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü de elbette onun zamanla olan meselesinin yansımasıdır, önemli bir eserdir ama dürüst olmak gerekirse, etkilenmem gerektiği kadar etkilendiğim bir kitaptır (Ya da belki YKY’den okumadığım içindir!).

Paylaşamadığımız nedir peki? Tanpınar, büyük bir dahi ve bu yüzden kaptırmamaya mı çalışıyoruz? Evet, elbette bir dehasından söz etmek gerekir ama esas mesele onun dehası mıdır pek belli değil.

Esas mesele şurada gizli ki Tanpınar hem doğuyu hem de batıyı iyi bilen bir düşünce ve edebiyat adamı. Birini diğerinin önüne koymadan her ikisini de görebilen ve meselelerimizi terazinin her iki kefesinde aynı aynda tartabilen bir entelektüel olduğu için ağır basan taraf, yalnızca kendi kefesindekileri değil karşı kefedekileride de alabileceğini düşünen bir hırsa sahip.

Tanpınar, gazete ve dergi yazılarından oluşan Yaşadığım Gibi’nin bir yerinde genç bir yazarın yazdığı bir hikâyeyle ilgili, görüşüne başvurmasından bahseder. Hem doğuyu hem de batıyı ‘bilen’ bir genç yazardır bu kişi ve yazdıkları, Tanpınar’ın sözleriyle devam edersek,

Güzel ve seyyal bir üslup, iyi biçilmiş bir elbise gibi mevzuun bütün hususiyetlerini çok yakından kavrıyor, icap ettiği değişiklikleri alıyor ve sona kadar hiç aksamadan gidiyordu. Üstelik Nietzsche’den Freud’a kadar birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme kadar bir yığın sanat nazariyesini bu sahifelerde bulmak mümkündü….bununla beraber küçük bir kusuru vardı. Bütün bu vak’a, bu insanlar, bu üslup zenginliği, bu dikkatler, adeta havası boşaltılmış bir alemde geçiyordu. Toprağa ve her cins hayata, bir insan topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan, kavrayıcılıktan mahrumdu.

Sonrasında Tanpınar, olabildiğince kırmadan düşündüklerini anlatır genç yazara:

Çok mahalli hususiyetler taşımasına rağmen bizim değil. Vak’a Anadolu’da geçiyor. Bahsettiğiniz peyzajlar tesadüfen yakından bildiğim peyzajlardır, sizi dinlerken onları teker teker tanıdığım oldu. Bununla beraber, onlarla karşılaştığım zamanki sıcaklığı duyamadım.

Sonrasında, genç yazar ilk önce kızar gibi olur. Bunun üzerine Tanpınar, bütün bunları sırf tenkit etmek, karşı tarafın heyecanını soğutmak için söylediği gibi bir tepki alacağından korkar kısa bir süre ama genç yazar da -neyse ki- onunla aynı fikirdedir:

Doğru..hakkınız var. Eksikliği ben de biliyorum. Onu her eserimde görüyorum ve bu beni kendimden nefret edecek kadar meyus ediyor. Fakat ondan bir türlü kurtulamıyorum. Bu memleketin malı olan bir sanatkar olmak için hiçbir tecrübem eksik değil. Çocukluğumu Anadolu’da geçirdim. Orta sınıflı bir memur çocuğuyum. Ana tarafımda çiftçi olarak kalmış birçok akrabam vardı, toprakla hiç alakamız kesilmedi. Memleketi karış karış gezdim. Yerli hayatı, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanır ve bilirim. Zaman olur ki, bütün bir hayat, bakir ve coşkun gelir, içimde tıkanır. Issız yollar, tozlu yaylılar, kireç sıvalı kasaba otelleri, çember sakallı eşraf, yamalı donlu rençberler, velhasıl maddi ve manevi sefalet ve mahrumiyetine hiçbir şefkatin eğilmediği kadın, erkek, çocuk, bir yığın halk gündelik hayatları, hülyaları, ıztırapları, küçük ve geçici saadetleri ile fikir ve yazı hayatına doğmak için beni boğacak kadar sıkıştırırlar. Fakat kalemi elime aldığım zaman bütün bunları kaybederim. Bir ömrün topladığı bütün bu kalabalık birdenbire silinir, yerine nereden geldiğini bilmediğim kuklalar geçer.

Bizim şimdilerde ‘kimseye söz düşürmeyen’ yerli ve millicilerimizi de çok iyi anlattığını düşündüğüm bu sözler üzerine Tanpınar, bunun sebeplerini çok düşündüğünü ve şu sonuca vardığını belirtir:

Çok düşündüm ve neslimizin büyük bir ıztırabını buldum: Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…

İnsanımızın bütün dertlerini, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanıyıp bilen, bilmekle kalmayıp, bütün bunların acısını üzerinde duyduğunu düşünen ve nihayet okuduğumuz frenk kitaplarını susturarak kendi sesimizin duyulmasını sağlamaya çalışan yerli ve millici arkadaşların düşüncelerinde bir cansızlık olduğu gözüküyor.

Yazdıkları şeylerde, Tanpınar’ın kastettiği, içinden yaşamışlığın sıcaklığı yok. Bu nedenle kolay karikatürize edilebilen, insanların cansız nesnelere kolay dönüşebildiği bir yerli ve millilik bu. (İdris Küçükömer’in ‘Türkiye’de sol sağdır sağ soldur’ demesi gibi ‘Türkiye’de doğucular batıcı batıcılar doğucudur’ desek yeridir.)

Bilenler bilir ki Anadolu’da ‘yerli’ kelimesi insanlar için kullanılmaz. ‘Yerli tohum’dan, ‘yerli gübre’den, ‘yerli domates’ten, ‘yerli inek cinsleri’nden bahsedilir ama insanın yerlisinden bahsedilmez.

Belki ‘yabancı’ manasında ‘yaban’ denilen kişiler vardır ama yerli denilenler -Tanpınar’ın genç yazarının behsettiği türde- gerçekte olmayan, kuklalardır. Anadolu’da kimse kendisinin yerli -ve de milli- olup olmadığını sorgulamaz (İstanbul’a mahsus bir maraz mıdır diye sorası geliyor insanın.)

Belki de gerçek yerlilik kim değil ne sorusunun cevabında gizlidir ve aynı toprağın üzerindeki herkesi eşitleyen bir geniş yüreklilik gerektirir.

O nedenle, kim yerli ve milli kim değil sorusu Tanpınar’ın genç yazarının yazdıklarındaki gibi bir olmamışlık ve cansızlık taşır. Dışarıdan bakıldığında güzel ve çekici görünür, söylemek istediğiniz her şeyi aksi sorgulanamaz bir şekilde söylediğinizi zannettirir ama esasında söylenenler insansız sözlerden ibarettir.

Belki de eksik olan Tanpınar’ın, aynı kitabın bir başka yerinde söylediği şu sözlerde gizlidir: "Garp’la Şark’ın arasındaki fark, işte bu yaptığı işi şahsen yaşamak, onun vasıtası ile realitenin içine iyiden iyiye yerleşme keyfiyetidir."

Yerlilik ve millilik vurgusu, Tanpınar’ın bahsettiği türde bir yaşayamamanın tezahürüdür ve tam da bu nedenle, ancak sayısız genç yazar ve entelektüel adayı üretebilir. İşin kötüsü, sorulabilecek bir Tanpınar bulmak da bugün artık o kadar kolay olmayabilir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

7 Şubat 2020 Cuma

Köksüzlüğün ızdırabını duyan bir adamın hikâyeleri

Edebi eserler, yazarlara kimi zaman kimliklerini gizlemek için kimi zamansa gerçek kimliklerine dair gizemleri işaret etmek için büyük imkanlar verir. Tanpınar bu imkanları sonuna kadar kullanmayı bilmiştir. Neredeyse bütün yapıtlarında kendini haykırmış kahramanları aracılığıyla. Romanları ve öykülerini okuduğumuzda bütün bu hikâyelerin arkasında varlık ve estetik hazzının nedenlerini arayan, zaman zaman bulduğunu sandığı kimi nedenleri acımasızca sorgulayan ve nihayetinde ruhi bir köksüzlüğün ızdırabını duyan bir adam görüyoruz. Muhtemeldir ki Doğu kültürü içinde yetişmiş bir ruh Batı estetiğinin örnekleriyle karşılaştıkça ve Batılı düşünme biçimiyle olaylara yaklaştıkça içsel bir kırılma yaşamıştır. Ne kadar Batılılaşsa da ruhunun derinleri hep Doğuludur.

"Abdullah Efendinin Rüyaları" ve diğer hikâyelerde; huzursuz bir adam, okuyucuyu zihninin içinde dolaştırıyor. Pek çok mutlu insanın sormayı dahi akıl etmediği sorularla hayatına dair güçlü bir anlam arayışı sürdürüyor. Abdullah Efendinin Rüyaları öyküsünde: "Eşyanın sükuneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi." cümlesi dikkat çekiyor. Bu cümle, yazarın "Her Şey Yerli Yerinde" şiiriyle beraber düşünüldüğünde eşyanın bir ruhu olduğu yönündeki mistik düşünceyle örtüştüğü görülebilir.

Abdullah Efendi'yle ilgili yine kahramanın kendi ağzından şu ifadeleri kullanıyor yazar: "Abdullah büyük bir mistikti. Allahsız bir mistik. Aşk bu mistikliğin gayesi olmuştu.". Buradaki mistisizm anlayışıyla Tanpınar'ın estetik anlayışı arasında bir paralellik kurulabilir. Tanpınar, yaşama dair her ayrıntıda bir aşk arıyor. Yine Abdullah Efendi'nin ağzından şu ifadeleri duyuyoruz: "Bana gelince, kaybettiğim şeyi, yani kendimi hiçbir zaman sevmedim.". Bu cümle Tanpınar'daki huzursuzluğun nedenini açıklayabilir. Peki Tanpınar‘ın kaybettiği şey tam olarak neydi? Belki de Tanpınar'ın esas kaybettiği şey teslimiyetti. Hayatın ritmine, eşyanın ve tabiatın dengesine teslimiyet; hatta belki de İlahi iradeye teslimiyet.

Tanpınar'ın hayal ve zihin dünyasının çakraları sonuna kadar açık. O etrafındaki her şeyin farkında olan bir zihne ve bütün bunları her an yeniden canlandırabilen bir hayale sahip. Bu yüzden yaşanan kısacık bir anın dahi uzun süre etkisinde kalabiliyor.

Bu hikâyede sürekli bulmaya ve olmaya çalışan bir adam görüyoruz. Bu arayışın kahramanı dervişliğe götürmesini bile bekliyor okuyucu ama hikâye bir boşlukta bitiyor.

"Eski Zaman Elbiseleri" hikâyesinde de hayattaki muvaffakiyeti küçük zevklerde arayan ama iradesizliği yüzünden hiçbir zevki doyasıya yaşayamayan bir adam görüyoruz. Dönemin aydınlarına yönelik bir eleştiri olarak da okunabilir bu durum. Bu hikâyede hayal ve gerçeğin içiçe geçtiğini görüyoruz. Doğu, kayıp bir hazine gibi derinlerde yine kendini gösteriyor bu hikâyede.

"Bir Yol" adlı hikâyede yazar yolu, kendini hayatın esas gayesine ulaştıracak bir metafor olarak kullanıyor. Yolun nereye çıktığının bir önemi yoktur kahraman için, önemli olan bir yere gidiyor olmasıdır. Bu hikâyede kahramanın ağzından şu cümleleri kuruyor yazar: "Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmaya razıyım. Ah, elbise değişir gibi hüviyetini değişebilmek, lalettayinin içinde kaybolabilmek, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek." Bu ifadeler yazarın esas huzursuzluğunun etrafında yaşanan her şeyin farkında olmasından kaynaklandığını gösteriyor. Aynı hikâyede yazar: "Felaketim şu ki ben zaman zaman kendini bulan adamım… Kendi kendini bulmak… BuBu hakikaten korkunç bir şeydir." ifadeleriyle idrak edebiliyor olmanın huzursuzluğunu dile getiriyor.

"Erzurumlu Tahsin" hikâyesinde yazar bir meczup üzerinden hayatın anlamını sorguluyor. Tahsin Efendinin hayat karşısındaki kaygısızlığı Tanpınar'ın esas kaygısını oluşturuyor belki de. Tanpınar'ın arayıp da bulamadığı bir hakikati bir meczup bulmuş olabilir mi? Kim bilir…

"Evin Sahibi" hikâyesinde yıkılan Osmanlı'dan geriye kalan sakat bir ruh anlatılıyor. Tanpınar'ın kök arayışı bu hikâyenin esasını oluşturuyor. Huzurlu olmak için sahip olması gerektiğini düşündüğü şeylere sahip olmasına rağmen onu rahatsız eden bir şeyler var. O da aidiyet duygusu.

Tanpınar, Türk toplumunun hiçbir zaman ve şartta batılı olamayacağı ama doğulu da kalamayacağı gerçeğini idrak etmiş olmanın huzursuzluğudur bir anlamda.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

9 Ocak 2020 Perşembe

Tanpınar'ın Beş Şehir'deki estetik arayışı

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eseri, bir çeşit Anadolu Türk İslam tarihi gibi okunabilir ve okunmalıdır. Yazar, bu beş şehir ekseninde Anadolu Türklüğünün başlangıcı olan Malazgirt Zaferi’nden Sakarya Meydan Muharebesine kadar geçen süreci önemli duraklarda öne çıkan motifler eşliğinde gözler önüne seriyor. Erzurum’da Anadolu’nun kapılarını Türklere açan yazar, Konya’da Anadolu Selçuklularının iktidarını ve iktidar mücadelesini ele alıyor, Bursa’da Osmanlı’nın kuruluş dönemini bütün derinliği ve samimiyetiyle anlatıyor, İstanbul’da ise yükseliş ve yıkılışın öyküsünü Osmanlı estetiğindeki inceliklerle birlikte ele alıyor, Ankara’da ise Roma ve Bizans dönemi ile Milli Mücadele dönemini gözler önüne seriyor.

Yazar bize şehirleri tanıtmanın ötesinde şehirlerde unutulmaya yüz tutmuş Türk-İslam motiflerini şiirsel bir dille betimliyor. Adeta sihirli bir kürenin başında zamanda yolculuğa çıkarak tarihin tozlu sayfaları arasında fantastik bir yolculuk yaptırıyor okuyucuya. Cümleler dilimizde rüzgârla dans eden birer uçan halıya dönüşüyor. Yaşayan kentleri anlatmak yerine belleklerimizden silinen şehirleri anlatıyor. Bunu yaparken baktığı her şeyi maziden kopup gelen bir zarafetle görüyor ve onda maziye ait ama bizde de ruhen mevcut bir sırra erişiyor.

Kadim kültürümüzün önemli bir parçası olan sohbet, kitapta kendine yer buluyor. Peygamber Efendimiz, İslam dinini tebliğ ederken ve daha sonraki süreçte önemli kararları alırken musahabeden faydalanmış, Türk devletleri kurultay veya divan gibi teşkilatlarda önemli kararları musahabe ile almıştır. Ayrıca toplumsal yaşantımızda da sohbetin vazgeçilmez bir yeri vardır. Uzun kış gecelerinde sıcak soba ve çay eşliğinde doyumsuz sohbetler yapan ceddimiz bu sayede pek çok müşkülü çözerken toplumsal barışı da sağlamamıştır. Yazar da eserini bir sohbet üslubuyla oluştururken bulunduğu şehirlerdeki -özellikle Erzurum’da- sohbetlerinden de ayrıntılı olarak bahsediyor.

Yazar Anadolu’nun sırrını şiirde, müzikte, türküde, mimaride buluyor. “Yemen türküsü ile ona benzeyen türküler Anadolu’nun iç romanını yaparlar.” diyerek, Anadolu insanının bütün acılarını, kaygılarını, korkularını hülasa varoluş sancılarını bir cümleyle betimliyor.

Ankara, iki uzak tarihin ortasında kalmış bir cumhuriyet şehridir Tanpınar’a göre. Bir yanda Roma ve Bizans mimarisi bir yanda Selçuklu ve Saltuklulara ait Türk mimarisi iç içe geçmiş gibidir. Hacı Bayram Veli Camii’nin bir Roma yapısının yanı başında bulunuşuna dikkat çekiyor yazar. Ankara’ya dair notlarında Selçuklulardan kısaca bahsederken daha ziyade Milli Mücadele ekseninde bir Ankara portresi çiziyor. Burada esas dikkat çeken unsur diğer şehirlere nazaran Ankara’nın anlatıldığı bölümün daha ruhsuz görünmesidir. Bunda hiç kuşkusuz Ankara’nın Türk-İslam estetiğinden nispeten daha az nasiplenmiş olması yatar. Ayrıca yazar Ankara’nın görüntüsüne dair: “Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yıkarak çıkmış denebilir.” diyerek şehirdeki ruhsuzluğun biraz da bu sebeple olduğunu belirtir. Ayrıca, Ankara Kalesi Selçuklu sultanları ve vezirleri arasındaki iktidar mücadelelerinin en kanlı olaylarına sahne olurken Yıldırım Bayezit Timur’a karşı Ankara Ovasında yenildi ve Osmanlı tarihinin en hazin olaylarından biri yaşandı. İşte bu gibi sebeplerden ötürü Ankara’dan bahsederken kullanılan dilin kuru olması bir parça anlaşılabilir sanıyorum.

Erzurum’la ilgili bölümde karşımıza Binbir gece Masalları'ndan çıkmış mistik bir Doğu şehri çıkıyor. Mazisiyle birlikte yaşamaya devam eden bir şehir Erzurum. Musiki bu bölümde önemli bir yer tutuyor. Çoban türküleri, gurbet türküleri, uzun havalar karlı Erzurum yaylalarından esen yeller gibi kapı ve pencerelerden hayatlara giriyor.

Malazgirt Meydan Zaferi’yle Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Alparslan ve Milli Mücadele’nin ilk kongresini Erzurum’da yaparak kurtuluş hareketini bir anlamda Erzurum’dan başlatan Atatürk arasında bir ilişki de kuruyor yazar.

Erzurum daha çok uzun kış gecelerinde sıcak soba ve semaver çayı eşliğinde sabahlara kadar uzayan sohbetlerle, eşkıya ve halk hikâyeleriyle yer ediyor yazarın zihninde. İran’dan Trabzon’a giden ticaret kervanlarının uğrak yeri olan şehir, yüzlerce yıl boyunca mamur oluşunu buna borçludur. Ticaret yollarının değişimi şehrin de kaderini değiştirmiştir. Ancak Erzurum’a esas yıkıcı etkiyi Rus ve Ermeni saldırıları yapacaktır.

Kitabın Konya’ya dair bölümünde acıklı bir Anadolu Selçukluları tarihi okuyoruz. Gerek sultanların gerekse vezirlerin aralarında yaşanan iktidar mücadelelerinden nasibini alıyor Konya. Yazarın Konya’ya dair esas üzerinde durduğu unsur ise tasavvuftur. Hem Sünni akideye uygun hem de Sünni akideye aykırı pek çok tarikatın bu dönem siyasetinde etkin rol oynadıklarından bahsediyor.

Yazar Konya’yı Mevlana ve şiirle birlikte anıyor. Mevlana ile Yunus’u kıyasladığı bir bölümde Yunus’un dilinin çok daha kuru olduğunu söylüyor. Mevlana’daki anlam derinliğini belirttikten sonra “Yunus’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak geliyor.” diyerek Yunus’taki açıklığı dile getiriyor.

Bursa en çok sudur yazara göre. Kuruluş devrinin bütün samimiyeti ve derinliği Bursa’da görülebilir. Yeşilin ve suyun raksı her devirde seyredilir Bursa’da. Bursa biraz da aşktır. Orhan Bey ve Nilüfer Hatun arasındaki aşk, Abdurrahman Gazi’ye kalenin anahtarını veren Bizans güzeli Bursa’yı ve kuruluş devrini aşkla özdeşleştiriyor. Yazar Bursa ve aşk arasındaki ilişkiyi şu cümlelerle ifade ediyor: “Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer.

Kitabın önemli bir kısmını İstanbul’a ayırıyor yazar. Şüphesiz bu durum İstanbul’un izleğimizdeki yerinin daha geniş olmasıyla ilgilidir. Diğer şehirleri derli toplu bir şekilde anlatan yazar, İstanbul faslında önce daldan dala atlıyor daha sonra sistemli bir bütün oluşturuyor. Bu da kuşkusuz İstanbul’un alınması zor, yüksek ve sağlam surların ardındaki bir şehir gibi anlatılmasının da zor olmasıyla ilgili bir durumdur.

Önce kişisel hatıralar ve eski mahallelerle Osmanlı mimarisini anlatan yazar ardından selâtin camilerden, köşklerden, yalılardan, köşe adını verdiği mezar ve çeşmelerden yangınlardan ve yangın sonrası yağmalardan, kahve kültürü ve Beyoğlu gecelerinden uzun uzun bahsediyor. Özellikle XVII. yüzyıl mimarisinin estetik zevk itibariyle özgün ve üstün olduğunun altını çiziyor. İstanbul yazar için Osmanlı estetiğidir. Yazar anlattığı her ayrıntıda estetik bir incelik bulmaya çalışıyor. Yazar İstanbul’u anlatırken okuyucuda bir girdap hissi uyandırıyor. Her isim, her figür, her motif tekrar tekrar iç içe giriyor. Bu durumu izah ederken geçmiş zamanın insanı bir kuyu gibi içine çektiğini söylüyor. Yine geçmişe dair motiflerle ilgili olarak: “Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluktur.” diyerek bütün bu eserlere esas büyüklüğünü veren şeyin Osmanlı’yı oluşturan bütünlük hissi olduğunu vurguluyor.

Tanpınar’ın dili bütün bir imparatorluk dilidir. Onun dilini anlamak için bütün eserlerini Osmanlı’yı oluşturan dinamikleri göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu gibi süslü, yoğun, kapalı ve asil bir dil oluşturur Tanpınar. Onun eserlerini sadeleştirmek bütün büyüsünü bozmak demektir. Onun dilinden zevk almak için bütün bir imparatorluğun estetiğine hâkim olmak gerekir. Sadece şu ifadeler bile ne demek istediğimizi izaha kâfi gelir: “Çünkü bu daüssılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bugünü yaşamamız kabildir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

14 Mayıs 2013 Salı

Zamanın çarkları ve insan

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eşsiz eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne bir “düzen ve insan” kitabı demek yanlış olmaz. Düşler, olanaklar, gerçekler… Hepsi önce insanın arzularında ilk adımlarını atarlar. Önceleri bize mantık dışı görünen pek çok iş alanları bizler için şimdi hayatın vazgeçilmez ve içselleştirilmiş bir parçası haline gelmişlerdir. Şöyle bir düşünelim… 

Bir meslek ya da iş alanı seçelim. Her ne olursa… Ayakkabı boyacılığı örneğin… Şimdi düşünelim bu mesleğe gerek var mı? Birçoğumuz yoldan geçerken yüzüne bile bakmayız, ama bazılarımız da önünde durur ve ayakkabı boyacısının verdiği kirli terlikleri giyer,onun ayakkabılarımızı boyamasını izleriz. O an bunu kendimizin yapabileceğini de biliriz ama
bunu düşünmeyiz, düşünme ihtiyacı duymayız. İşler, biraz da böyle kabul görürler bizler tarafından. Düşünceden eyleme…

Romanın iki ana karakterinden biridir Hayri İrdal. Sıkıntılarla dolu bir çocukluk ve yoksullukla, işsizlikle bezenmiş bir orta yaş dönemi. Hayri İrdal, genç yaşlarda yanında çalıştığı bir saatçiden öğrendiği saat tamirinin, günün birinde onu ülkenin ve dünyanın en tanınmış iş yerinin patronlarından biri yapacağını aklının ucundan bile geçirmez. Çevresindekilerden nasıl borç alabileceğini düşündüğü sırada tanıştığı Halit Ayarcı sayesinde bütün hayatı değişen bir adamdır o…

Bir yanda yaratılıştan gelen özgünlüğü ve sarsılmaz inancıyla Saatleri Ayarlama Enstitüsü düşüncesini doğuran, büyüten, ete kemiğe büründüren Halit Ayarcı; diğer yanda hayatı boyunca maddi ve ailevi sıkıntıların buhranından sıyrılamamış, Enstitü düşüncesine hiçbir zaman inanmasa bile Halit Ayarcı'nın yanında yer almış Hayri İrdal. İki farklı insan… Biri dünyayı ellerinde tutarken, öbürünün her gün sırtında taşıdığı, iki farklı yaşam ve kesişen yollar.

Bütün olanaksızlıklara ve zorluklara rağmen birinin sonsuz inancı, diğerinin ise sonsuz umutsuzluğuyla hayata geçen ütopik bir kurum: Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Romanda her şeyden önce ön planda olan enstitü değildir. Ön planda tutulan, her sayfada insandır. İki farklı insan, aslında değişen toplumsal yapıyı simgelese de, dağılmış bir imparatorluğun küllerinden zorluklarla sıyrılıp doğmuş, ama sıkıntıları bitmemiş ülkeyi
anlatır. Ülke yeni bir düzene geçer. Bu düzende iş, işçi, müessese, girişimcilik ve zamana riayet etmesi gereken bir insan modeli vardır. Bu düzende insanlar ikiyüzlü, bu düzende insanlar kokuşmuş ve bu düzen siz ne kadar istekli olursanız olun özgünlüğü sıradanlaştırarak çarkları arasında onu sindirip kusan yeni tür bir insan yaratmaktadır. Yani Tanpınar’ın “Plak İnsanı."

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bunu en başında reddeden, maddi yaşamının kötülüğünden dolayı inanmadan bu işe giren, ama aklı hep yoksul günlerindeki aile bağlarında kalan Hayri İrdal ile sarsılmaz inancın simgesi, “yapılamaz” sözcüğünü dünyasında barındırmayan, insanlara güvenen, özgünlüğün her daim modern dünya kalıplarını delip geçebileceğine inanan Halit Ayarcının, eşsiz metaforlarla donatılmış, öyküsüdür.

Ozan Şen     

9 Nisan 2013 Salı

Zamanın ne içinde ne de dışında olanlara

Eğitim sistemimizde, lise yıllarında verilen edebiyat dersi başlı başına bir "dayatma" niteliğindedir hiç şüphesiz. Derste uyumakla başlayan "edebi bilgi", uzun yıllar sonra yerini Ece Ayhan'ı bayan şairler arasında saymakla devam eder. Konuyu şuraya bağlayayım: Ahmet Hamdi Tanpınar her şeyden önce, yani romanlarından ve edebiyat derslerinden önce, şairdir. Kalemi şiir için dalmıştır derin denizlere ve muhteşem eserlerle edebiyatımızı taçlandırmıştır. Bilmeyiz, iki üç romanını okuduktan sonra "başka neleri var?" diye bakarız ve akabinde şiirlerinin de olduğunu görürüz. Vah ki böyle ruhlara... İş bu yazı, bu ruhlara değil, daha çok Tanpınar'ın şair olduğunu bilen ve şiirlerini ezberlemeye gönül vermiş ruhlara daha çok hitap edecektir. Zira şiir, bir ruh işidir.

"Şiir ve alelumum sanat, ferdin en mutlak ve hür surette kendini idrak ettiği zirvedir."

İşte böyle düşünen ve Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın deyişiyle harika tanımıyla "çok cepheli bir şahsiyeti ve zengin bir kültürü olan" Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirlerine kusursuzluk kazandırabilmek için asla bastırmayı düşünmemiş, yaşamının son yıllarında bilhassa dostlarının ısrarlarıyla en azından bir kısmını küçükçe bir kitapta toplamaya adeta râzı olmuştur. Kendisi kadar bu yolda emek gösteren dostlarına ve yayıncılara da minnettarız. Türk şiirinden konuşulurken Tanpınar zikredilmezse, abdest alınmadan namaz kılınmış olur. Böylece şiir okuması sahih olmaz. Tövbe de kurtarmaz.

"Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında
Yekpâre geniş bir ânın / parçalanmaz akışında.
"

Mezar taşını da bu dizeler süsler Tanpınar'ın. Naçizane bu meşhur şiirin en çok dördüncü kıtasındaki son iki dizeyi severim: "İçim muradına ermiş / abasız, postsuz bir derviş."

İnanıyorum ki Tanpınar'ın leziz olarak nitelenen üslubu, çok şeyini şiire, şiir uğraşına borçludur. Dergâh Yayınları tarafından ilk baskısı 1976 yılında yapılan bu kitabın, sonraki baskılarında bu vaziyeti görmek mümkün. Zira Tanpınar, birçok şiiri üzerinde yeniden oynamış, onu okuyucunun damağına kazınacak bir lezzet haline getirmiştir. Yer yer geleceği de görmüş, umutsuzluğunu gizlememiştir. İşte "Selâm Olsun" şiirinden bir dörtlük:

"Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan
Dönmeyen gemiler olduk açıktan
Adımızı soran, arayan var mı.
"

Peki ya kimi şiirlerinde kendini tarif ederken ki o muhteşem dizelere ne demeli? Yorum yapamamanın acziyeti burada kendini gösterir. "Sen ve Ben" şiirindeki şu dizelere bir bakın: "Düşünen alnımda benim her çizgi / baharı olmayan kışa benzer."

Bir Bursalı olarak Tanpınar'ın Bursa düşkünlüğü beni damarımdan vurmuştu. Önce "Beş Şehir" adlı kitabını, sonra da "Bursa'da Zaman" adlı şiirini okurken zihnim her seferinde Bursa çakısı gibi keskinleşmiştir.

"Başındayım sanki bir mucizenin
Su sesi ve kanat şakırtısından
Billûr bir âvize Bursa'da zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur'an sesini,
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle
Baş başa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde...
"

Yazıyı bitirirken çok önemli bir bilgi vermek isterim. Hem Tanpınar hem de edebiyat severler için nimet niteliğinde bir kitap yayımlandı yine Dergâh Yayınları tarafından. Abdullah Uçman'ın hazırladığı "Edebiyat Dersleri" adlı kitap, Tanpınar'ın derslerine dair notlardan oluşmakta. Bu nabız artıran bilgiden sonra detay için en yakın kitapçınıza koşmanızı diliyorum. Tanpınar'la ve edebiyatla kalın.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Haziran 2012 Çarşamba

Eskiye özlem duyan, seyyah ruhlara

Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve "Dersaadet" İstanbul. Ahmet Hamdi Tanpınar bu eserinde bizi bu beş şehirde yolculuğa çıkarıyor. Bu şehirlerin geçmişlerine değiniyor ve en güzeli de onun zamanıyla kıyaslama yapıyor. Bu tip kıyaslamaların, okuyucuların kültür sandığını tıklım tıklım dolduracağına inanmışımdır her zaman. "Beş Şehir'in asıl konusu, hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır" diye özetliyor kitabını Tanpınar. Eskiye özlem, kaybolan değerler ve inceliği esas almış insanların bu durumlara karşı reflekslerini kitapta görebiliyoruz.

"İstanbul ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırararak."

Tanpınar'ın gerçekten leziz bir üslubu var. Şu konuda benim gibi düşünen çok sayıda okuyucu olduğunu düşünüyorum; bazı yazarların kitaplarını belli yaşlarda okumak, gençlikte veya çocuklukta okumaktan daha faydalıdır. Zira Tanpınar'ın üslubu, liseden yeni mezun olmuş bir gencin (kitaplar içinde kaybolmamış biri olduğunu düşünürsek) çok hoşuna gitmeyecek ve hatta sıkılacaktır. Bu durumda Tanpınar'ın leziz üslubundan nasibini alamayacaktır.

"Bütün hilkat, geniş ve eşsiz kudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur. Hayat nimetlerinin değişikliği içinde bize, yaratıcı işaretten kalan en büyük miras bu can sıkıntısıdır."

"Hiçbir şey kendi alınteri kadar bir insanı tatmin edemez. Çalışan insan, kendi varlığında hüküm süren bir ahengi bütün kainata nakleder. Hayatın biricik nizamı bu ahengin kendisi olmalıdır."

Şunu da söylemek gerekiyor ki Dergah Yayınları, son yıllarda eskiye duyduğumuz edebi özlemi o kadar samimi bir şekilde gideriyor ki hem klasikleri okuyabiliyoruz hem de yeni basılan kitaplarla kütüphanemizi renklendirebiliyor, başlarda da dediğim gibi kültür sandığımızı doldurabiliyoruz.

"Sanat da aşk gibidir; kandırmaz, susatır. Ben serabtan seraba koşuyorum."

Özellikle Bursa ve İstanbul sayfalarında huzur bulduğum, Konya ve Erzurum sayfalarından yeni şeyler öğrendiğim ve Ankara sayfasından notlar çıkardığım bu kitabı hem yolculuk yapmayı çok seven hem de eskiye özlem duyan tüm ruhlara öneriyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Mayıs 2012 Salı

Zamanına yeniden önem vermek isteyenlere

"Modern hayat, ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder!"

Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini, geçmişte bıraktığımız izlere veya fotoğraflarımıza baktığımızda fark ediyoruz. Kaybettiklerimiz ve kazandıklarımızın bizde bıraktığı tecrübelerle, aynı zamanda geçmişle gelecek arasındaki terazinin de ne kadar çok hareket ettiğini görebiliyoruz.

Günümüzde hemen hemen her şey gittikçe dijitalleşiyor. Dijitalleşen her şey de samimiyetini kaybediyor ve ruhumuzdaki aydınlığı olur olmaz zamanlarda karartabiliyor. Saatlerimize sadece yatağımızdan kalkarken ya da işten çıkarken bakıyoruz. Buluşma ve kavuşma telaşı, bizdeki zaman değerini unutturuyor. Oysa zaman, "bizim için" geçiyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar harikulade bir eseri olan "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", gerek içinde barındırdığı birbirinden farklı karakterle, gerekse hikayelerin arasına yumak yumak serpilmiş hayata dair derin kazı çalışmalarıyla unutulmaya yüz tutmuş zaman ve saat kavramını yeniden hatırlatıyor.

Halit Ayarcı'nın girişimciliği, günümüz ticaret anlayışıyla kıyaslanabilecek hoşlukta. Hayri İrdal'ın içine kapanıklı ve kendi vicdanındaki hesaplaşmaları ise belki de hepimizin sık sık başvurması gereken bir durum.

"Biz kabahati üzerine yüklenen insanlarız."

İnsanoğlu için en acı şey, zamanının bir çoğunu geçirip daha sonrasında "harcadığını" düşündüğü olaylar, insanlar ve anılardır.

"Bazı insanların ömrü vakit kazanmakla geçer... Ben zamana, kendi zamanıma çelme takmakla yaşıyordum."

Geri dönüşü imkansız, temizlemesi zor, unutulması güç bu "zamanı harcama" durumu, kişinin şimdiki ve gelecek zamanındaki iç hesaplaşmalarını yapmasını gerektirir. Sevaplar ve günahlar tartılır, olgunlaşma sağlanır ve hayat yolu yürünmeye devam edilir.

"Lüzumsuz hiçbir şeyin peşinden koşmadım. Hiçbir ihtirasın peşinde beyhude yere emek sarf etmedim. Hiçbir zaman sınıfımızın birincisi veya ikincisi, hatta yirmincisi olmak istemedim."

İç hesaplaşma yaptıktan sonra zamanına yeniden önem vermek isteyenler için bu tüm devirlerin romanı, bir nimet niteliğinde olacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

29 Şubat 2012 Çarşamba

"Huzur"a kavuşturacak "iç nizam" arayanlara


“Hayır! Burada her şeye bu kadar basit bir gözle bakan insanların arasında yaşamak bana güç gelecek. Bunlar için ölüm, hayat, günün her hadisesi, saadetler ve felaketler o kadar tabii şeylerdi ki… Hâlbuki ben bir masalı olan adamdım.” (Evin Sahibi)(1)

Ne bir zamana, ne bir mekâna ne de bir kimseye aitti oldukça uzun bir süredir. Zaman akıyor, mekânlar değişiyor, insanlar içinden geçiyordu ama o aynı olduğu yerdeydi; hep geriye bakar vaziyette.

“Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çok basit şeylere kendi mudil riyaziyesini soktuğu için, süreyi toprağa düşen gölgemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun arasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamağa çalışan bir biçare idi. Onun içinde kaybolacağı geniş ve biteviye akan nehrinde her şeyle beraber akacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. Onun için bir ıstırap makinesi olmuştu. Bir itiliş, haydi ölümün ucundayız; her şey bitti. Mademki sıfırın bütününü kırdık, adet olmağa razı olduk, bunu kabul etmek lazım. Fakat hız bizi kendiliğinden öbür hadde götürüyor; hayatın ortasındayız, onunla doluyuz, tekrar hızımızın oyuncağıyız; fakat bu sefer, bu sefer terazi mutlak surette ölüme doğru eğiliyordu. Bütün ıstıraplar kendi misilleriyle artacaklardı”(1) diye aktarmış ya Mümtaz’ın bilincinden Tanpınar; o da “içinde yaşanılmayan bir zaman arayışındaydı; geçmişe iniş, köklere yönelme, eski değerlere eğilme”. Tasavvuf ehlinin zamanı, “kendisi zamana uyan değil, zamanı kendisi kullanan, zamanı idare eden manasında ebu’l vakt; anının ve halinin, vakti hâkimi manasında ibn-ül vakt” (5)olarak değerlendirmesi gibi kendi zamanının hâkimi olma eğilimindeydi. Bu eğilimin yarattığı aidiyetsizlik hissi… “Vücudum düşüncemin eviydi”. (1) Bir hayal ve umut olarak var olsa da bütünlüğe ulaşma çabası…

Bu kalabalık insan gölgelerinin arasında yapayalnızdı fakat o gölgelerden biri de olmak istemiyordu. İhsan, Mümtaz ve Suat’ın aralarında yaptıkları gibi sürekli “insanlık” kavramını sorguluyordu; “insan olmayı”. “İnsan nedir, insan olmak neyi gerektirir?” gibi sorularla bulandırıyordu durmadan kafasını.
“Hakikaten insanlıktan yeni bir şey ümit etmiyor musunuz ?”(1) diye sormuştu Suat, İhsan’a.
İhsan’ın:
“İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insana güvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş… Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başı boş bırakmasıdır” (1) cevabı onun bir nevi iç sesi gibiydi. Oysa Mümtaz ne kadar da naifti bu hususta.

Peki ya aşk??? “Aşkın çekiciliğine doğru koşmayan biri hiçbir şeyin yaşamadığı yoldan yürür”(2) der Mevlana. O da hep o yolda yürümeyi diledi; hakikate giden yolda yürür gibi gerçek aşka doğru gitmeyi. “Dizlerime kadar çamura batsam da aşka dönmeyi, aşka secde etmeyi”. (2)

“Her bakımdan ateş kesilendir âşık; hararetle koşup giden, yanıp yakılan ve alev gibi yücelip başı çekendir. Bir an bile işin sonunu düşünesi değildir âşık, hiçbir şeyi umursamaz sevgiliden başka ne şüphe tanır, ne gerçek” (5). Tıpkı Mümtaz’la Nuran gibi. Onların aşkları da böyle başlamamış mıydı?! Gerçi bu hissiyat Mümtaz’da çok daha yoğundu. Yalnızca aşkın huzurunda olmak istiyordu; o derinliği asla bilinmeyecek olan okyanusta. İşte onun da içinde boğulmayı umut ettiği okyanus buydu. Mümtaz’la beraber umarsızca kulaç atıyor gibiydi o okyanusta. Bir keresinde Nuran, Mümtaz’a: “Vücutlarımız birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!”(1) demişti. Bu söz üzerine silkindi Mümtaz, beraberinde o da. Bir aynanın içinden tek bir ruh olarak çıkamayacak olma düşüncesinin derin hüznüyle; musiki, şiir, sanat, tasavvufta arar oldu yolumu. Fuzuli, Nedim, Mevlana, Yunus Emre, Baki… Aziz Dede, Zekai Dede, Hafız Post, Itri…Ney, mahur, taksim…

“Çünkü ney mevcut olmayanın yerine geçerek, onun izinden yürüyerek konuşur. Niçin ruhi hayatımızın büyük kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz? Maddenin sükûnunun peşinde miyiz? Yoksa zamanın çocuğu, onun potasında pişmiş bir terkip ve onun mazlumu olduğumuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mı ağlıyoruz? Hakikaten bir kemalin arkasından mı gidiyoruz? Yoksa zalim zaman nizamından mı şikâyet ediyoruz? Herhalde musiki yaptığını bir anda bozan, hal dediğimiz o zaman platformunu, asgari bir gözle dokunup geçme anına indiren nizamiyle bizde bu hasreti en çok konuşturan sanattır; ve ney bunun en belagatli aletidir”.(1)

“Sanman ki taleb-i devlet-ü cah etmeğe geldik
Biz âleme bir yar için ah etmeğe geldik”
 
Dünyaya gelişimiz ne mevki ve makam, ne de mal ve mülk peşinde koşmak için
Biz buraya bir sevgili için ah etmeye geldik, o kadar…(4)
(Yenişehirli Avni-19.yy)

İşte bu ebedi aşkı, huzuru arayışındaki huzursuzluk, sıkışmışlık, bunalmışlık, melankoli, çatışma… denizinde boğuşurken kendi kendisiyle, Tanpınar’ın “Huzur”unu aldı eline.
O’nun rüya, musiki, masal, şiir ve zaman kavramlarının içinde eriyip gitti. Kimi zaman Mümtaz, kimi zaman Nuran, kimi zaman da İhsan oldu. Kendi ruhunun derinliklerine indi, romanla arasında hiç kopmayacak bir bağ kurdu.

“Gerçekleşmeyen hayallerin gerçek mutluluğu oluşturduğunu anladım. Yine de olmayacak hayallerin peşinden koşmak, gözlerimi kapadığımda bunlar gerçekmiş gibi sevinmek, insana bağışlanan yeteneklerle farklılıkların tadını çıkarmak güzeldi benim için” (3) diye geçirirken içinden “Huzur Palas”ın önünde bir aynaya bakar vaziyette buldu kendini birden.

“Sanman ki taleb-i devlet-ü cah etmeğe geldik
Biz âleme bir yar için ah etmeğe geldik”

Ah!

Kaynaklar:
Ahmet Hamdi Tanpınar- Huzur
Mevlana- Mesnevi
Coleman Barks-Mevlana Aşkın Kitabı
Gül İrepoğlu- Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde
www.divan.name.com