Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Hayatın orta yerinden yazmak

Batılı edebiyat akımlarını tasvip etmemiş, insan sevgisiyle yoğrulmuş satırlarında kendi dönemini mizahî bir yaklaşımla bize yansıtmış Haldun Taner. Öykülerinde yüzyıl sonra bile hayatın güzelliğini vurgulayışı, onun klasik bir öykücü olduğunu gösterir nitelikte. Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden basılan üç kitabından birisi, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu. Bu öykü kitabı yazarın doğumunun yüzüncü yılı anısına düşünülmüş bir baskısı ile karşımızda. Diğer kitapları ise, Koyma Akıl, Oyma Akıl (2015), Keşanlı Ali Destanı (2015).

İnsana, insanın hallerine dair ipuçlarını vermekten kaçınmayan Taner, her kesimden okuruna samimi bir biçimde seslenmeyi başarmış. Dikkate değer bir ayrıntı da, bu baskıda yüz yıl sonra okunup anlaşılabilecek sözcüklerin seçiminin iyi yapılması, dipnotlara yer verilmesi. Sadeleştirmede özenli davranıldığını açıkça söyleyebiliriz. Özellikle yabancı kökenli ve günümüzde artık kullanılmayan sözcüklerin yazımında sözlüğe başvurulduğu ve de mümkün olduğunca bu güne uyarlandığını görüyoruz.

Dokuz akıcı, keyifli öykü mevcut bu kitapta. Atatürk Galatasaray’da adlı öyküsünde bin dokuz yüz otuzlu yıllarda öğrencilerin Atatürk’e bakışı, onun hakkındaki düşünceleri bir sınıf ziyareti üzerinden anlatılmış. Atatürk’ün duruşu, bakışı üzerine bazı tespitlerde bulunmuş yazar. Mesela bakışları bir öğrenci üzerinde nasıl bir etki bırakır? Cevabı bu öyküde mevcut: “Bu gözler bir yere bakıyor ama baktığı şeyden çok daha gerileri, çok daha derinleri görüyor gibi idiler.

Çoğu kimsenin göremeyeceği yerden baktığı için, sadeliği şatafata, yaşamı bilgiye tercih etmiştir. Kurgudaki ince detaylarla öykülerini işlemiş. Daha çok yalınlığın, sevecenliğin, ironinin var olduğunu söyleyebiliriz öykülerinde. Satırlar arasında gezerken kurgusal derinliği görmemek mümkün değil. Sokağa, kahvelere, hayvanlara aşinadır. O sadece meramını anlatmak derdiyle öykü yazmış, herkes tarafından anlaşılmayı yeğlemiştir. Fazladan bir şey beklememiştir, olduğu gibi anlattığı öykülerinde.

Ottan süte kadar yazarın muhayyilesinde resmi geçit yapan ne kadar nesne varsa, başarılı bir çerçevede yansıtılmış. Anlaşılır, net bir resim okurun muhayyilesinde belirmektedir bence. Memeli Hayvanlar adlı öyküsünde insan-hayvan arasındaki aynı gibi görünen ama esasında farklılıklarımızı hatırlatmış, muzip bir dille hitap etmiştir okuruna. Bir insana, hayvana davrandığınız gibi, davranırsanız toplumun gözünde neye dönüşeceğinizi, karakter üzerinden akıcı bir dille anlatır. İbretlik bir öyküdür.

Bir Amerikalı fotoğrafçının makinasında objektif yerine at gözlüğü kullanması üzerine yazılmış bir öykü, atlara dair. Bizdeki at arabalarının o dönemde hâlâ kullanıldığı düşünülürse, neler yaşanmış diye merak edenler için yazılmış bir öykü. Atların otomobillerle olan imtihanını bir atın ağzından öğrenmek mümkün. Bazen Şişhane’de yük çeken bir atın ne düşündüğünü, aynaya bakışını aktarır yazar:

"Hamalın biri, sırtına koca bir ayna vurmuş götürüyordu. İşte Kalender kendi hayalini bu aynada gördü. Tabii, bu hayali gerçekte olduğundan -yahut bizim gördüğümüzden- daha büyük olarak gördü."

Eğlenceli diyaloglarla, 1950’li yılların sokağına dair zengin ipuçları bulmak mümkün.

At olalım, insan olalım, ihtiyarlığı kolay kolay üstümüze konduramayız. “Ben hep oyum” dersin. “Temizlik işleri kadrosuna ilk girdiğim zamanki kıvrak küheylanım.” dersin. Günler geçer, yıllar geçer, Şişhane’nin çöpleri bitmez, o dumanlı gençlik çağı duman misali erir biter.

Taner’in öykülerinde kullandığı uzun, keyifli diyaloglar onun usta bir oyun yazarı olduğunu bize hatırlatıverir. Eczanenin Akşam Müşterileri adlı öyküsü, yine farklı şahısları bize resmeder. Ellili yıllarda insanların yeniliğe olan temkinli, mesafeli duruşunu “Meşeye armut tutar mı?” diyaloğu üzerinden karakterlerine söyletiverir. Fasarya ise bir mahalle delikanlısının başından geçenler, mizah elden bırakılmadan coşkun bir dille anlatılmış. Kedilerin marifetleri üzerine yazılmış güzel bir öykü daha, Fraulein Haubold’un Kedisi’nde ise, yine o yıllarda bir pansiyondaki olup bitenleri anlatmış.

"Ama ne oldu sonra? Dünya onlara da kalmadı. Kime kalmış bu dünya? Hepsi gidecek hepsi. Kralı da, milyoneri de. Dünyayı ben yarattım sananlar… Burnu Kafdağı’nda su içenler…” Boş gazoz şişelerini sandığa istifleyen kahveci: “Bir sen kalacaksın” diye mırıldandı. “Sen hepsini ekip son tura kaldın işte. Sevin de kimseye söyleme.

İstanbul’a dair, o henüz bozulmamış tabiatını koklayabildiğimiz satırlar ise, bugün öykü okurları için altın değerinde:

"Bilir misiniz bazen kendimi ne kadar yalnız hissediyorum” dedi. “Böyle anlarda İstanbul geliyor gözümün önüne, Fındıklı’daki konak, Çamlıca’daki köşkün bahçesi, Üvez ağaçları, taflanlar… Dalına salıncak kurduğum ihtiyar çınar. Bütün çocukluğumun geçtiği yerler. Hele akşamları bir poyraz çıkar Karadeniz’den, kekik kokulu serin…"

Tadımlık kekik kokulu satırların devamını merak edenlere kitabı bitirmelerini salık veriyorum.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz