17 Aralık 2017 Pazar

Çağdaş japon edebiyatının Kobo Abe’si

Geçtiğimiz yaz deniz kenarına tatile gidebilen kitap okurunun -özellikle kadın okurların- sosyal medya hesaplarında ilginç bir kitap fotoğrafı arzı endam etti. Arka planda çoğunlukla kum (sahil) olmak üzere deniz, şezlong ve tabii ki fotoğrafın odak noktası ‘Kumların Kadını’ adlı kitap.

Sanırım en önemli vurgu kadınsı imgelerin de bu fotoğraflarda kendine yer bulmasıydı. Özelikle kadın okuyucuların yaptığı bu paylaşımların nedenini, kitabın ismindeki cazibe ve o an bulundukları yerin zihinlerde tekabül ettiği anlamla mezcedildikten sonra ortaya çıkan imaj ile kendilerini özdeşleştirmelerinden olsa gerek. Bu değerlendirmede konu edindiğim ikinci meseleyi bu durum oluşturuyor. Daha açık söylemek gerekirse, demek istediğim, bir kumsalda Kumların Kadını kitabıyla fotoğraf paylaşanların verdiği mesaj ile kitabın konusunun veya daha ileri gidersek kitabın verdiği mesajın ne kadar örtüştüğü meselesi. Kitaba dair derinlemesine bir okuma gerçekleştirildiğinde, görülen şey ile okuyucunun burada ortaya koyduğu şey arasında uçurum olduğudur. Kitapta sistem eleştirisi olarak ele alabileceğimiz durumu, gerçekte kişinin farklı bir düzlemde ele alarak imaj devşirmeye vardırması olarak göze çarpıyor. Buradaki en önemli nokta, kitabın popülariteye dönüşmesi doğal olarak hikâyesini de tüketim malzemesine dönüştürüyor olmasıdır. Dolayısıyla, yapılan negatif sistem eleştirisi sisteme pozitif bir katkı sunarak sirkülasyonun devam etmesine katkı sağlıyor ve mesaj etkisiz hâle geliyor. Elbette bu kadar ciddi bir okuma gerçekleştirilmesi şart değil. Hikâyeyi oku, eğlen ve geç tarzı bir anlayış da iş görür. Yalnız böyle bir okumada anlatının kendisi boşlukta kalırken finali kesinlikle anlamsızlaşıyor.

Yukarıda değinmeden geçtiğim ilk mesele dönersek, kitapta asıl anlatılanın ne olduğu meselesidir. Aslında bu mevzu kitabı okuma isteğim ile de ilgili diyebilirim. Kumların Kitabı adlı eserin yazarı çağdaş Japon edebiyatının önemli yazarlarından Kobo Abe (1924-1993). İnternet üzerinde kitabı araştırırken daha önce aynı adla Turkuvaz Yayınları’ndan çıkmış olduğunu fark ettim. Fakat benim Kobo Abe’yle tanışmam daha da öncesine dayanıyor. Sanırım iki binli yıllardı ve bir şekilde elime geçen Remzi Kitabevi’nin yayınladığı Kutu Adam adlı eser kendisiyle ilk karşılaşmamdı. Muhtemelen konjonktür ve yaştan dolayı üzerinde çok fazla durmadan okuduğum içerik kadar -muhtemelen yine yaştan dolayı- yazarın ismi de epeyce ilgimi çekmişti diyebilirim. Aklımda bu kadar net kalmasının da bu sebepten olduğunu düşünüyorum. Bugün Kutu Adam’ın baskısı yok ve denk gelirse sahaf fiyatı da biraz fazla. Umarım Kobo Abe’nin bu harika eseri en kısa sürede yayınlar ve keyifle okuruz. Elbette bu kez içeriği didikleyen derinlemesine bir bakış açısıyla.

Yıllar sonra Kobo Abe’yi tekrar görünce Kumların Kadını da acaba -aklımda kaldığı kadarıyla- Kutu Adam gibi sıradışı bir eser mi diye düşündüm. Okuyunca gördüm ki gerçekten de öyle, sıradışıydı. Yukarıda değindiğim birincil mesele işte bu sıradışılık ile ilgili diyebilirim.

Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz seksen dört sayfalık eserin çevirisi Barış Bayıksel’e ait. Özenli çeviri sayesinde akışta sorun ya da anlam karmaşası olmadan okunuyor. Roman sıradan bir girişle başlamasına rağmen giderek gizemli bir hâl alıp okuyucuyu meraklandırırken modern kent insanının sahip olduğu gerilimi hissettiren anlatım insanı içine çekiyor. Bunun dışında hem yazarın yaşamanı, yaşadığı dönemi ve içinde yaşadığı kültürü dikkate aldığımızda hem de eseri katmanlı bir bakışla okuduğumuzda söz konusu gerilimden kaçışın bugün artık pek değil hiç mümkün olmadığını görüyoruz. Bu bağlamda, Kumların Kadını’ndaki hikâyeyi salt kurgu veya soyut bir mit olarak ele almanın biraz kolaycılık olacağı düşüncesindeyim. Derinlemesine okuma tercih ve tavsiyemin temel dayanağını da bu kanaat oluşturuyor. Bu kanıya varmamın esas nedeni, başkarakterin (Cumpei Niki) kitabın girişindeki profili ve yaşadığı ruhsal gerilim diyebilirim. İşlenen tarih itibariyle modern bir dönemi ele alan hikâye, günümüz insanın da uzak olmadığı bir hayat akışı ve anlayışı etrafında şekilleniyor. Modern hayattan kopamamakla birlikte modernizmin getirdiği yaşam biçiminden uzaklaşmak isteyenlerin sık sık başvurduğu rahatlama yollarından biri ara ara kendini doğaya ‘salmaktır’. Bu yöntem Cumpei Niki’nin de başvurduğu bir yöntem. Fakat Niki sadece doğaya açılmıyor ayrıca yakaladığı böceklerden koleksiyon yaparak hayatına doğadan bir şeyler taşıyor. Elbette modernizmin yapısına uygun olarak doğal olanın biçimini değiştirip yapay bir formda yapıyor bunu. Roman, yoğun, yorucu ve donuk iş hayatından bulduğu fırsatı bu amaçla değerlendirmek isteyen Cumpei Niki’nin yola çıkışıyla başlıyor. Yabancısı olduğu bir bölgede böcek peşinde iz sürerken farkında olmadan -bir anlamda kaybolduğu- kumlu bir alana gelen ve zamanın bir hayli ilerlediğini fark eden kahramanımız, karşılaştığı bölge insanlarının yanında geceyi geçirdikten sonra yoluna devam etmeyi düşünüyor. Yardımcı olmayı kabul eden insanlar tarafından bir kadının –ki kitaba ismini veren kadın- yaşadığı eve götürülüyor ve böylece Cumpei Niki’nin kumlarla mücadelesi daha doğrusu kumlardan kurtulamamasının hikâyesi başlıyor. Kurtulamaması kısmı ‘spoiler’ olarak ele alınabilir fakat kitabı tümüyle okumadan karar vermemek gerekir. Aksi durum yanıltıcı olabilir.

Cumpei Niki geceyi geçirmek üzere tek başına yaşayan bu kadının olduğu eve getirilmesiyle birlikte kumlarla kaplı bölge hayattan soyutlanıyor ve gerçeklikten kopmaya başlayan hikâye daha çok psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Getirildiği evden, kadından ve kumlardan kurtulmak isteyen Cumpei Niki verdiği savaşında bir türlü başarılı olamıyor. Söz konusu savaş sadece hikâyenin kahramanın değil okuyucunun da savaşı oluyor. Öyle ki, Kumların Kadını’nı okurken insanın ağzında kum geziniyor, zihnine kum doluyor sanki. Kum tanesine dönüşen harfler kelime ve cümlelerle savruluyor. Paragraflar kum öbeği sayfalar kum tepesi olmaya başlıyor ve okunan her bir sayfa üzerinize biriken kum yığını oluyor. Uçsuz bucaksız kum yığını içindeki Cumpei Niki’nin çaresizliği okuyucunun merakını kamçılayarak okumaya mecbur bırakıyor adeta. Okuyucuda yardım etmek için müdahale etme isteği oluşuyor lakin sanki kumlar buna da engel oluyor. İlginç bir çaresizliğin içinde buluyor insan kendini.

Roman son derece akıcı ve kendi içinde gömülen bir yapısı var. Dış dünyadan soyutlamasının yanı sıra kendi içinde giderek derinleşen ve büyüyen bir üslup ve anlatım mevcut. Dolayısıyla kesinlikle bir kumdan kale değil. Gelişen olayları, hikâye ve/veya anlatımdan soyutlayarak tahmini ya da alternatif bir ileriyi okuyuculuk olarak ele almak mümkün olmuyor. Yazarın anlatımına sadık kalmak zorunda bırakılan okuyucu bu anlatış doğrultusunda yol almak zorunda kalıyor. Dolayısıyla okuyucu açısından metne dair sürpriz çıkışlar olamıyor. Teknik olarak okuyucuyu etkisiz bırakan metinde hissedilen tahmin edilemez bir meraktan ibaret. Bu açıdan biraz zorlayıcı bir okuma gerektiriyorsa da psikolojik roman okumayı sevenlerin keyif alacağı kesin. Finalin, okuyucunun alışık olduğu ya da umduğu şekilde bitmemesi insanı burkuyor ama bir yandan da hikâyenin anlamlılığını korumak adına bu bitiş de güzel dedirtiyor.

Olumsuz anlamda en bariz eleştirim, kitabın isimlendirilmesine neden olan karakterin hikâyede çok fazla etkin olmadığı diyebilirim. Daha net ifade etmek gerekirse, Cumpei Niki’nin o an için iç gerilimlerinde önemli bir yeri olmasına karşın çektiği ıstırabın temel nedeninin söz konusu kadın olmadığı görülebiliyor. Zaten gerek hikâye gerekse sonucu açısından kadının net bir belirleyiciliği yok. Cumpei Niki’nin ruhsal yapısının zaten acı çekmeye müsait olduğu en baştan beri ortada olan bir şey. İsim itibariyle, ilk intiba olarak kadın ve/veya aşk eksenli bir anlatım beklentisi oluşabilir lakin ortada ‘başka’ bir hikâye var. Bu bağlamda isim belirlenmesinde kullanılan yan karakter pozisyonundaki kadın karakter fazla öne çekilerek rolü büyütülmüş izlenimi veriyor. Dolayısıyla hikâyenin temelde anlattığı ile kitabın ismi aynı anlam dünyasında buluşamıyor. Bir diğer eleştirim, modern dönemde geçtiği aşikâr olan hikâyedeki bölgenin neden bu denli soyutlandığı. Mekânda yaşayanların dünyayla bir şekilde iletişim kurduğu, ilişki içine girdiği anlatılıyor/anlaşılıyor lakin tecrit edilmemesine rağmen dünyanın Cumpei Niki’nin bulunduğu mekânla etkileşime giremiyor oluşu zorlama bir anlatıma dönüşüyor. Olayın geçtiği 1960’ların Japonya’sında mevcut şartlarda ulaşımın yanı sıra yaşama koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak imkânların neden göz ardı edildiği merak konusu oluyor. Bu haliyle söz konusu yadsıma mantıksal bir gedik olarak tüm okuma boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Daha da net söylemek gerekirse tasvir ve duygu yoğunluğu açısından oldukça başarılı olduğunu düşündüğüm eser kurgu açısından bazı sorunları aşamıyor.

Son olarak, kitaptan bağımsız olmakla birlikte kitabın yazarı Kobo Abe’nin Japon edebiyatının Kafka’sı olarak nitelendirilmesi konusunu değinmek istiyorum. Böyle bir nitelemenin sadece gereksiz değil ayrıca anlamsız olduğu kanaatindeyim. Popüler edebiyat dünyamızdaki iğreti Kafka fetişizmini bir kenara bırakırsak, Kafka’yı Kafka yapan dinamikler ve eserlerindeki anlatım gücü bambaşka özelliklere sahip. Etnik ve dinsel kimliğiyle ‘yaşamak zorunda olduğu’ zaman ve mekânın yanı sıra ailevi, siyasi ve toplumsal meselelere rağmen ‘insani’ kalma çabası bu dinamiklerin en önemlileridir diyebiliriz. Okunmak için değil sadece yazmak için yazmış olan Kafka’nın birçok eserini, yakın dostunun “yazılarımı yok et” vasiyetine uymaması sonucu tanıyoruz. Esasında Kafka’nın eserleri gerçek gücünü de salt okunmak için yazılmamış olmasından alıyor desek yanılmış olmayız. Kafka ne demek istiyorsa onu direkt söyleyen bir yazar ve en önemlisi anlatısında okuyucusuna alan bırakıyor. Kafka okurken çoğunlukla hayıflanıyor ve yeri geldiğinde sevinemeseniz bile haklı bulabiliyorsunuz. Kobo Abe’nin anlatımı ise daha fazla metafor ve belirsizlik içermekle kalmayıp okuyucuya da alan bırakmıyor. Anlatımın tüm açılımlarıyla yazarda olduğu metin okuyucuya yorumlama ihtimali bile taşımıyor. Kafka okuyucuları onun eserlerindeki kahramanlarla yan yana durabiliyor hatta bir yerden sonra okuyucu karakterle özdeşleşebiliyor lakin Kobo Abe’nin kahramanları kendilerinden başka kimse olmayacak özelliğe sahip. Okuyucu Kobo Abe’nin eserlerindeki görüntüyü sadece izlemekle yetiniyor. Tüm bunların yanında muhtemelen üslubundaki (-ki Kutu Adam, Kumların Kadını ve Kanguru Defteri’nde bol miktarda görülen) karamsar anlatım ve hikâyelerindeki metoforik yaklaşım nedeniyle Kobo Abe’ye bu yakıştırma yapılıyor lakin en çok benzerliğin olduğu Dönüşüm’deki metaforik anlatım üzerinden bile böyle bir benzetme ve niteleme çok doğru görünmüyor. Oldukça güçlü bir kalem olan Kobo Abe’yi Kafkalaştırmak sadece Kafka’ya değil Kobo Abe’ye de haksızlık olur diye düşünüyorum.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder