17 Haziran 2017 Cumartesi

Ramazanın tesirini yükselten kitap

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.”
- Bakara, (2) 183

“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”
- Hadis-i Şerif

"Bir yudumda içilir akşam ezanı
Sezer yolunu bir dua iç denizlerde:
‘Kabul et lütfen ilk oruçlar hatrına’
Bir yudumda içilir akşam ezanı."
- Ahmet Murat, İlk Oruç

Bazı kitaplar vardır, her an her zaman okunabilir. Her zamana hükmeder ve her zaman okunduğunda aynı tat, aynı şifa alınabilir. Bazı kitaplar ise muayyen vakitlerde okunduğunda ondan daha fazla feyz almak mümkün olur. Sezai Karakoç’un "Samanyolunda Ziyafet" adlı kitabı aslında bahsettiğim her iki durum için de geçerli. Fakat bir tercih yapacak olsam, yazıldığı konuyu baz alarak özel bir zamanda -yani Ramazan ayında- okunmasını tercih ederim. Samanyolunda Ziyafet kitabı, Ramazan ayında okunduğunda insana daha tesirli olacaktır kanaatindeyim.

Bir Ramazan ayı geldi ve bitiyor. İnananlar için ya da daha doğrusu inanıp oruç tutanlar için kalplerde yeri her zaman zirvede olan bu aydan bize katılan ruh doygunluğunu hissetmek için, belli bir fikir seviyesini geçmemiz lâzım diye düşünüyorum. Bunun ise ancak okumakla, soruşturmakla mümkün olacağı kanaatindeyim. Sezai Karakoç’un yazılarının, bu özel ayın manevi açıdan önemini hissettirip insanları tefekküre daldıracak cinsten olması, biz okurlar için büyük şans. Yaşadığımız çağda oruç ibadetini hakkıyla yerine getiren veya getirmeye uğraşan çok insan kaldı mı bilmiyorum. Fakat bir kişi dahi kalsa hatta hiç kimse kalmasa bile bu, bu ayın kutsallığından hiçbir şey götüremeyecek. Özellikle bu zamanlarda büyük şehirlerde Ramazanın gelip gelmediği neredeyse belli olmazken belli bir ruh ikliminden bahsetmek çok zor olsa da, Karakoç’un yazılarını okuyup o manevi iklime girmeye çalışmak faydalı olacaktır.

Samanyolunda Ziyafet, Sezai Karakoç’un Diriliş Yayınları’ndan neşredilen, nesir türünde (kitapta bir tane şiir bulunuyor) bir eseridir. Kitapta, şairin ilk yazısının tarihi 1964, son yazısının tarihi ise 2004’tür. Kitap, bu zaman aralığında yazılmış otuz beş adet oruç yazısından ve 139 sayfadan oluşuyor.

Karakoç, kitabına "Betonları Kıran Oruç" başlıklı yazısıyla başlıyor ve bu çarpıcı başlıkla bizlere orucun kapsayıcılığından söz ediyor: “Oruç, tek başına bellibaşlı ibadetlerden olduğu gibi, bir de öbür ibadetlerin yatağı olmak gibi bir özellik taşıyor. Kur’an en çok bu ay okunuyor, namaz en çok bu ay kılınıyor. Öbür ibadetleri çağıran, toplıyan ve sunan bir yanı var” derken aklıma İsmet Özel’in babasının dediği bir söz takılıyor: “Rahmetli babacığım Ramazan ayı geldiğinde ancak oruç tutan ve lâkin vakit namazı kılmayan nâdânları küçümser, ‘hayvanı da bağlasan aç durur’ derdi.

Bu sözle birlikte düşünüldüğünde Sezai Karakoç’un bahsettiği şeyi anlamak daha mümkün hâle geliyor. Başta bahsettiğim gibi, Karakoç’un yazılarında da yer alan manevi iklimle alâkalı bir durum bu. Oruç, bütün güne yayılan bir ibadet olduğu için, diğer ibadetleri de içine alabiliyor. Hakkıyla oruç tutan bir insan, bütün gün sadece oruç tutmaktansa, en azından birkaç vakit namaz kılabiliyor, bir sayfa Kur’an okuyabiliyor. Tabiî ki bu durum herkes için geçerli değil; ancak Ramazan ayından önce günlük ibadetlerini gerçekleştirmediği hâlde, bu ayda daha hassas olan birçok kişi tanıyorum, herkes tanıyordur.

Namaz ibadetinden ayrılmadan önce, Sezai Karakoç’un oruç ve namaz üzerinden gerçekleştirdiği şu sosyolojik tespiti paylaşmak isterim. Karakoç, oruç ve namaz üzerinden doğu ve batı toplumlarını bir yönden harika bir şekilde tespit ediyor: “Oruç ve namaz; bülûğ çağından çıkarken, çocukluktaki babadan, normal babaya geçişinde, ‘metafizik’ bir planda tutarak, çocuğun büyük bir sarsıntı geçirmesini de önler. Batıda çocuk için baba her şeydir. Bir nev’i küçük tanrıdır; zaten hristiyanlıkta tanrının ‘baba’ oluşu, ister istemez çocuğun babayı tanrılaştırması için zihnî bir vasat hazırlıyacaktır. Çünkü çocuk en mücerretleri bile konkreleştirir.. Sonra, bülûğ çağını aşınca realist bir gözle babayı görür. Bu tanrı ‘baba’dan alelâde babaya geçiş birdenbire olur. Batı toplumunda, bir inkılâpla. Bu sebepledir ki çocuk, babasına âdeta taparken, genç, inkâr eder, reddeder. Batıda gençlik, babadan, aileden tam bir kopuştur. Âdeta genç, çocuklukta verdiği avansları geri almaya başlar. İslâm toplumunda ise, Namaz ve Oruçla, çocuk, kendisinden de, babasından da ölçülemiyecek kadar yüksekte, her şeyin üstünde, sonsuz bir gücün bulunduğunu, babanın da, kendisinin de onun önünde eğildiğini anlar. İki baba, yani çocukluktaki babayla gençlikteki baba arasındaki, bu en kritik köprü çağında çocuk, gerçeğin farkına varır.

Günümüz Ramazanları
Oruca gelince, en zayıf çağlarımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevî bir bâd-ı sabâ, onu, inkâr karanlığına gömülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevresi, bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor, insanı tâ yüreğinden kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür insanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında Müslüman ülkeler de böyle bir yücelikle dolup taşarak, Avrupa’dan, Çin’den, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mucize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazi evde bile düşünülemeyecek ne harikalar oluşur. Çünkü: oruç, başlı başına bir melek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında, hergünkü zamanda daha çok ve katmer katmer donanmıştır namazla da, Kur’an’la da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva mucizesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.

Sezai Karakoç’un 1967 tarihinde yazdığı "Sürekli Mucizeler" adlı yazısını okurken, o zamanki Ramazanları sık sık günümüzle mukayese ettim. Demek istediğim "nerede o eski Ramazanlar?" klişesi değil, zaten bunu diyecek bir yaşa ya da düşünceye sahip değilim. Fakat Sezai Bey’in anlattığındaki bir Ramazan iklimiyle, o zamandan yaklaşık yarım asır sonra gelinen nokta müthiş bir tezat içeriyor. Artık Ramazana gelip gelmediğimizi veya Ramazan ayında olup olmadığımızı takvimlere bakarak anlıyoruz. Sokaklara çıktığımızda, lokantalara gittiğimizde, marketlere girdiğimizde ve insanlarla konuştuğumuzda karşımızda olan manzara, bir Ramazan ayında olduğumuzu bize göstermiyor. Hele hele son yıllarda başlayan ve insanlarda Ramazanı kültürel bir olaymış gibi sunma sevdasıyla birlikte, şairin bahsettiği manevi iklimin ölüyor olduğunu düşünüyorum. Bunlara bir de orucu diyete indirgeyen bakış açısındaki insanlar eklenince kültürel yozlaşmanın boyutu daha da artıyor. Televizyonlarda bas bas orucun vücuda faydalarından bahseden sözde bilim insanları, bir taraftan da, faydası olmasa tutmayız, mesajı vermiyor mu? Allah’ın verdiği bir emir için, illa ki aç gözlülükle bilimsel faydalar mı gözetmek zorundayız? Manevi yararlar kimseye yetmiyor mu?

Bir tarafta Ramazanla alay eden, oruç tutanları hor gören nâdânlar, diğer tarafta oruç tutan ancak niye oruç tuttuğundan habersiz, orucu ‘açların halinden anlamak’ gibi basit, yersiz, sığ bir düşünceye hapseden, sonra da beş yıldızlı otellerin zengin menülerinde iftar yapan insanlar ve bu iki topluluk arasına sıkışmış sayıca az ama bilinçli Müslümanlar… Dücane Cündioğlu, “Orucun açların ve yoksulların halini anlamakla ilgisi yoktur. Öyle olsaydı, oruç yoksullara da farz kılınmazdı” diyor ve yıllar önce katıldığı bir programdaki sunucunun, orucun bilimsel olarak zararlı olduğunu söylemesi üzerine, ona orucun şifa olduğunu belirtiyor. Sevgilinin penceresi altında yağmurda sırılsıklam ıslanan aşığa ‘zatürre olacaksın’ demek ne kadar boş ve faydasızsa, oruç tutana da ‘sağlıksız’ demek o derece faydasızdır, gereksizdir diyor.

İsmet Özel ise niçin oruç tuttuğumuzla ilgili olarak “Bizim Müslüman olarak oruç tutmamızın sebebi bizi yaratanın, bize hayat verenin Allah olduğunu bütün insanlığa göstermektir. Biz bir şeyler yiyip içtiğimiz için ayakta kalıyor değiliz. Yani açlığa tahammül imtihanı değildir oruç. Oruç şuurlu olarak bir Müslümanın kendisini Allah’ın yarattığını ve hayatta tuttuğunu göstermek üzere Allah’tan başka bir şeye hayatta bulunmak için ve hayatını idame ettirmek için muhtaç olmadığını göstermek üzere tuttuğudur” diyor. Çok karamsar bir tablo çiziyor olsam da, bundan elli yıl önce Sezi Bey’in bahsettiği Ramazanların maalesef kırıntısı bile kalmamış durumda. Üzüldüğüm konu ise, bu durumun sadece görünürde değil, bu manevi ayın ruh dünyamızda da dejenerasyona uğraması.

Sezai Karakoç, insanın ulvi ve süfli arasında gidip gelebilen bir yaratılmış olduğundan hareketle, ‘orucun insanı’ olmayı bize salık verir ve bu sayede melekler katında olabileceğimizi belirtir. Şeytan ve melek arasında, hatta şeytandan daha aşağıda bile olabilen insanoğlunun oruç sayesinde ayakta kalması, bize bu ibadetin ve bu ayın değerinin ölçülemeyecek derecede olduğunu gösterir.

Kadir Gecesi ve bayram
Sezai Karakoç, yazılarında sık sık Kadir Gecesi ve bayram hakkında da fikirlerini yazıyor ve Kadir Gecesi’ni “Bütün yılda gizli, belki daha çok oruç ayında saklanmış, belki en çok ramazanın son on gününün bir gece yaprağı, belki tek sayılı bir oruç gününün ikinci yarısı ve belki de 27. ramazan gecesi olan Kadir Gecesi” şeklinde tanımlıyor. Zaten Ramazan dediğimiz zaman akla ilk gelen iki şeydir bu ikisi: bin aydan hayırlı O gece ve kutlu bayram. Karakoç, bayram hakkında yazarken, daha yetmişli seksenli yıllarda Müslüman coğrafyanın çektiği acılara da değiniyor. Maalesef günümüze baktığımızda hâlâ birçok Müslüman ülkesi, bombalar altında Ramazanı geçirip bayrama ulaşmaya çalışıyor. Fakat Sezai Karakoç umutlu, dirilişin bir Ramazan gününde olacağını söylüyor bizlere: “Ölüme doğru koştuğu bu son çağlarda islâm toplumu tam ölmemişse ve hâlâ yaşıyorsa, bunu, gelip gelip dirilten ramazanlara borçludur geniş ölçüde. Ve bir gün tam dirilecekse, bu da, yine bir ramazanda başlayacaktır, ramazanlarla başlayacaktır.

Şiir gibi bir kitap Samanyolunda Ziyafet. İnsanın tamamen maneviyatına yönelik şiirsel denemeler ve son yazıda şairin hayatından kısa kısa Ramazan anılarıyla bu ayda okunabilecek en değerli kitaplardan. Eğer ömrüm varsa bu yıldan sonra her Ramazan, bu kutlu aydan beş gün önce kitaba başlayıp, her gün bir yazı okuyarak arefe günü bitireceğim inşallah. Bu da benim kendime ödevim olsun.

Sezai Bey’in kitapta hem Müslüman dünyasına, hem de Ramazanlar için ettiği bütün dualara "Amin!" diyerek yazıyı bitiriyorum.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder