12 Şubat 2017 Pazar

Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur

“Çağdaş ve gelişmiş denilen batı toplumu, yaşadığımız yüzyılı bir dünya savaşları dönemi yapmakla yetinmemiş, kendi içinde sürekli mutsuzluklar yaratarak kendi bireylerini kendisine yabancılaştırıp umutsuzluğun götüreceği en son iskeleye, ölüme sürüklemiştir.”
- Attila İlhan

“Batı her zaman senin bildiğin gibi barış ve adalet diyarı değildi, kadın ve erkek haklarının, doğanın üstüne titrenmiyordu. Senden bir önceki kuşaktan olan ben, bambaşka bir Batı tanıdım.”
- Amin Maalouf

‘Medeniyet’ denince herkesin aklına olumlu şeyler geliyor. Refah bir yaşam, ilkellikten uzak bir hayat, daha iyi işlerde kazanılan paralar, teknolojinin üst düzeyde kullanılabilmesi vs. Örneğin köylerde yaşayanlara, (özellikle dağ köylerinde) medeniyetten uzak diyor bazı insanlar. Ya da cep telefonu kullanmayanlara, ‘bu çağda, bu medeniyette telefonsuz durulur mu’ diyerek alayla karışık bir tepki gösteriyor insanlar. Dünya binlerce yıldır var, insanlar binlerce yıldır yaşıyorlar ve ölüyorlar yer küre üzerinde. Fakat medeniyet adına sayılan şeyler ne kadar süredir var deseler ne diyebiliriz: iki yüz yıldır, üç yüz yıldır. Daha ilerisi değil. Dikkat edersek medeniyet demedim, medeniyet adına sayılan şeyler dedim. Hal böyleyken etrafımızı ‘medeniyet’ kelimesiyle kendini bağdaştırarak bizi sarıp sarmalayan ve onlarsız yaşayamayacağımız noktaya, daha da kötüsü onlarsız bir hayatı düşünemeyeceğimiz noktaya getiren nedir? Kimdir? Bu sorular herkesin malumu. Cevabı da belli aslında: Batı ‘medeniyeti’. İtiraz edenler, karşı çıkanlar olacak olsa da benim bu konuda cevabım nettir. ‘Batı’nın tekniğini alalım, kültürünü değil’ diyenlere karşılık da, bu konuda bulunduğum yer İkbal’in, Akif’in çizgisi değil, İsmet Özel’in çizgisidir. Batı medeniyeti diyerek ülkemizi ayırıyorum gibi bir şey anlaşılmasın. Maalesef, özellikle tanzimattan itibaren başlayan süreç şu anda bizi batıdan tamamen farksız bir noktaya getirdi. Batı’dan daha çok batıcı olduk. Batı’dan daha çok batıyı savunur olduk. Batı’dan daha çok kapitalist olduk. Batı’dan daha çok seküler bir hayat yaşamaya başladık. Bu durumu yıllardır ayarlamaya çalışanlar bile bu kadarını beklemiyordur diye düşünüyorum. İşin kötüsü bu şekilde, freni boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı daha da hızlanarak gidiyoruz. Sonumuz hayırlı olsun.

"Göğü Delen Adam", ilk kez 1920 yılında yayımlanmış ve yayımlandığı zaman büyük etki oluşturmuş bir kitaptır. Batı medeniyetini, Avrupa’daki insanların yaşayışını yerden yere vuran, Avrupa’daki yaşamla dalga geçen ve okura, Avrupa’daki hayatla ilgili büyük farkındalıklar kazandıran bu eser Erich Scheurmann tarafından bize kazandırılmıştır. Türkiye’de ilk kez 1988 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan neşredilmiştir. Bendeki baskısı da 2016 baskılıdır ve yine Ayrıntı Yayınları etiketiyledir. 103 sayfa eser ve 7 sayfa da Erich Sceurmann’ın biyografisiyle birlikte toplam 110 sayfalık, incecik bu kitap, Batı medeniyetini ciltlerce anlatan birçok kitaptan daha kıymetlidir benim gözümde. Bu kitapta yazan şeylerin gerçek değil de hayal ürünü olduğunu söyleyenler de vardır; ancak kitabın sonunda Erich Scheurmann’ın biyografisini okuduğumuzda bunun gerçek olmasının daha ihtimal dahilinde olduğunu anlıyoruz. Kitap kapağıyla, rengiyle oldukça başarılı; ancak arka kapağa konulan yazılar kitaba ‘American bestseller’ havası vermiş. Gazetelerdeki bazı kişilerin kitap hakkındaki fikirlerinin yer verilmesi hatasına maalesef Ayrıntı Yayınları da düşmüş. Arka kapakta her zaman kitaptan ufak bir pasaj dışında hiçbir şey olmaması taraftarıyım.

Kitap, yazarın ön açıklaması ve kabile reisi Tuiavii’nin on bir farklı konudaki düşüncesinden oluşuyor. Tuiavii, bir Samoa yerlisi. Belli bir süre Avrupa’da yaşamış, oradaki hayatı gözlemlemiş, kendi kabile hayatıyla kıyaslamış ve daha sonra görüşlerini kendi kabilesine bir konuşmayla bildirmiştir. (Kitapta bu bir konuşma şeklinde geçiyor ancak Tuiavii bu düşüncelerini kendi dilinde sadece yazmış, konuşma olarak halkına iletmemiştir. Bu konuşma daha sonra Almanca’ya çevrilmiştir.) İşte bu konuşma, ‘Göğü Delen Adam’ kitabını oluşturmuştur. Tuiavii’nin amacı, yaşadıkları yere gelen ve ‘size medeniyet getireceğiz’ diyen ‘Papalagi’ye karşı, ilk misyonere karşı halkını bilinçlendirmektir. İlk gelen bu misyonere Tuiavii, Papalagi demiştir. Kelimenin anlamı ‘beyazlar’ ya da ‘yabancılar’ demek olsa da birebir çevrildiğinde ‘göğü delen adam’ şeklindedir. Kitabın orijinal ismi de zaten ‘der Papalagi’dir.

Bu konuşmayı yayımlamasının sebebini Erich Scheurmann kitabın başındaki ön açıklamasında “Bu konuşmayı Avrupa’da yayımlamak ya a bastırmak gibi bir niyeti kesinlikle yoktu Tuiavii’nin. Bunlar sadece kendi Polinezyalı halkı için düşünülmüştü. Ben onun bilgisi dışında ve kuşkusuz ona rağmen bu yerlinin konuşmalarını Avrupa’nın okur çevresine yine de aktarıyorsam bunun elbette bir nedeni var: Doğayla henüz iç içe bir insanın bizim kültürümüze hangi gözlerle baktığını öğrenmek biz beyazlar ve akıl insanları için bir değer taşıyor olsa gerek. Kendimiz, artık yitirdiğimiz bir bakış açısıyla görme imkanı buluyoruz, onun gözüyle baktığımızda. Kimi uygarlık tutkunları Tuiavii’nin bakışını çocuksu, çocukça, hatta budalaca bulacaktır mutlaka; ama sağduyulu ve daha alçak gönüllü olan kimileri ise Tuaivii’nin sözlerine katılacak ve kendilerini yeniden gözden geçirmeye mecbur hissedecektir. Çünkü onun bilgeliği herhangi bir eğitime değil, doğal bir yalınlığa dayanmaktadır.” şeklinde açıklıyor.

Tuiavii, halkını çeşitli konular karşısında Papalagi’ye karşı bilinçlendirmeye çalışırken, Avrupalı’nın kıyafetlerindeki dengesizliği, evlerindeki farklılığı, paraya verdiği önemi hatta paraya tapmasını, zaman kavramına yüklediği anlamı, mülkiyet kavramına bakış açısını, sinema, gazete, kitap hakkındaki düşüncelerini, Tanrı konusundaki çıkmazını ve çelişkilerini insanın suratına bir bir vuruyor. Tuiavii muhtemelen 1900’lerin başlarında Avrupa’da bulundu. O zamandan bu zamana kadar dünya inanılmaz bir şekilde değişti. Tuiavii eğer şu anda Avrupa’da bulunsaydı, neler yazardı tahmin bile edemiyorum. Sinema veya kitabı bile eleştirebilen, daha doğrusu bunların insanlar üzerindeki etkisini eleştiren kabile reisi, televizyona neler derdi tahmin etmesi güç. Gazete için “Gazete aynı zamanda bir tür makinedir. Her gün yeni düşünceler üretir. Tek bir kafanın üretebileceğinden çok daha fazlasını. Ama bu düşüncelerin çoğu gururdan ve güçten yoksun zayıf düşüncelerdir. Kafamızı bol besinle doldurur, ama güçlendirmez. Kafamızı aynı şekilde kumla da doldurabilirdik. Papalagi de kafasını böyle işe yaramaz kağıt besinleriyle yükler. Daha birini boşaltmadan bir yenisini yükler. Onun kafası kendi balçığına boğulan Mangrove bataklığı gibidir. İğrenç dumanların yükseldiği, sokucu sineklerin uğuldadığı, hiçbir yeşilin bitmediği, bereketin uzak durduğu bir bataklık.” diyen Tuiavii, şimdiki medya ve televizyon hakkında neler konuşurdu acaba?

Tanrı birine fazla meyve vermişse, o kişi meyveler elinde çürümemesi için ondan kardeşlerine vermelidir” diyen kabile reisi, Avrupalının mülkiyet kavramını da “Doğru düşünseydi, elimizle sıkı sıkıya tutamadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da. Sonra, Tanrı’nın bu büyük evini herkes içinde kendine bir yer bulsun ve mutlu bir yaşam sürsün diye verdiğini de görebilirdi. Bu evin yeterince büyük olduğunu, herkesin payına bir lekecik de olsa güneş ışığı, bir tutam mutluluk düşeceğini; herkes için hiç yoksa küçük bir palmiye gövdesi ve tabii ayaklarını basabileceği bir yer olduğunu görebilirdi. Tanrı’nın istediği ve belirlediği şekilde. Tanrı nasıl olur da çocuklarından birini unutur? Ama yine de birçokları, Tanrı’nın onlara bahşettiği topraktan küçük bir parça edinmek için didinip durur” şeklinde eleştiriyor. “Beyaz adamı gerçek tanrısı, kendisinin ‘para’ adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kağıttan başka bir şey değildir” şeklinde belirten kabile reisi, Avrupalının Tanrı kavramına bakışının nasıl da ‘sakat’ olduğunu, Tanrı’nın onlar için sadece teorikte olduğunu, yaşamın içinde hiç yer bulmadığını, yalnızca başlarına bir felaket geldiğinde Tanrı’yı hatırladıklarını söylüyor. Haksız olduğunu söyleyemem. İşin daha da endişe verici kısmı bu durumun ülkemizde de bu hale gelmeye başlaması. Allah’ı bilmeyen, umursamayan, hiç ibadet etmeyen (az-çok, arada ibadet eden değil, hiç) ama Müslüman olduğunu iddia eden, İslam’ı sosyal hayattan ayırıp, dinin yaşamın içinde olmaması gereken bir şey olduğunu düşünen bir nesil meydana geliyor. Buna etken olarak iktidarları, eğitim sistemini, kurumları sayıp kimseyi masum ilan edemeyiz. Bireysel olarak bir yozlaşmadan bahsediyorum. Maalesef. İnsanlar Avrupalı hayat tarzının etkisine kendini öyle kaptırdı ki bize rızık verenin şirketler olduğunu söylemeye başladı.

Kitapta, yukarıda verdiğim örnekler gibi birçok can alıcı tespit var. Erich Scheurmann’ın ön açıklamada bahsettiği gibi bu konuşma, Avrupalı insanlara budalaca gelebilir. Benim de katılmadığım kısımlar yok değil, özellikle kıyafet konusu. Ama Tuiavii bu eleştirileri kendi kabilesi üzerinden gerçekleştiriyor ve böyle olunca da insan ister istemez hak veriyor kabile reisine. Üstelik bu kitaptaki eleştiriler, dayanaksız sözler veya eleştiri olsun diye eleştirilmiş şeyler de değil. Tuiavii, Avrupa medeniyetini eleştirip, kendi yaşamlarının bu medeniyet karşısındaki üstünlüğünü de insanlarına anlatıyor. Böyle yaptığı için de havada kalan şeyler olmuyor.

Yıllarca okullarımızda, sokakta, iş yerlerinde duyduğumuz ‘insan doğayla bir mücadele halinde, insan doğaya karşı olan mücadelesini kazandı’ teraneleri edenler de keşke bu kitabı okusa. Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

1 yorum:

  1. Henüz okumadım bu kitabı; ama tam benlik. Sanırım Doğal Yaşam ve Başkaldırı ile Sapiens kitapları çizgisinde.

    Doğanın kanunu, er ya da geç hep kendini gösterecektir.
    Bizler ne kadar göğü delen kulelerde yaşamak için pervasız heveslerde olsak da :)

    YanıtlaSil